Etiket arşivi: eymen akça

Ölülere Kur’an Okumanın Faydasına Dair Bir Tahkik

Soru) Kur’an-ı Kerim’in ölülere okunmasında fayda var mıdır? Varsa nelerdir? Mesela Yâsin suresi veya 11 İhlas ve Fatiha okumak gibi…

Cevap) Bu sorunun cevabını tam vermek için Kur’anın kimin sözü olduğunu iyi bilmek gerekir. Kur’an maddi ve manevi sayısız âlemlerin Rabbi ve terbiyecisi olan Allah’ın sözüdür. Hem geçmiş ve geleceğin Hâkimi olan Allah’ın fermanıdır. Hem dünya ve Âhiret’in, berzah ve mahşerin Mâliki olan Allah’ın kanun ve mucizesidir. Hem bütün yarattıklarını seven ve geliştirmek isteyen Rahmân olan Allah’ın bütün insanlara ve cinlere dersidir… Hem Kur’an kalb ve ruhu hastalananlara bir şifa, akılları şaşkınlığa düşmüşlere bir kılavuz ve ruhları maddiyatta bunalmışlara bir oksijen çadırıdır. Bunlar gibi binlerce yönler hesaba katılsa anlaşılır ki Kur’an, insanın maddi ve manevi açıdan diri olarak bulunduğu bütün âlemlere hitap eden kuşatıcı bir Kitab’dır. Sonsuz ve kuşatıcı bir ilim ve hikmet hazinesinden insanlık âlemine rahmet ile nüzul etmiştir. İçerdiği hükümler insanların maddi hayatını düzenlediği gibi maddi hayattan ziyade manevi hayatını da düzenler. Öyle de olmalıdır. Çünkü maddi hayat, manevi hayatın düzgünlüğü ile bir işe yarar ve netice verir.

Kur’anın ölülere yarayıp yaramadığı konusunu Hz. Peygamber (ASM) bir hadis-i şerifiyle açar: “ Rabbini zikreden kimse ile, zikretmeyen kimsenin benzeri diri ile ölü gibidir.[1] Kur’an, en büyük zikirdir. Hz. Peygamber (ASM) Kur’an’ın zikir boyutuyla, hayat verici olduğunu vurguluyor. Bu nokta-i nazardan bakıldığında, eğer kabirdeki kişiler, bazı sapık fikirlilerin Kur’an’a aykırı olarak dediği gibi, ruhen de ölmüş olsa Hz. Peygamber’in (ASM) tespiti üzere Kur’an ona manevi bir hayat verir. Bu açıdan Kur’an ona yarar sağlar. Eğer ruhun yapısını bilen ve ruhun ölümünün rahmet noktasında imkânsız olduğunu fark eden Ehl-i Sünnet âlimleri ve ruh uzmanlarını temel alırsak Kur’anın manen diri olan kabirdeki her bir ruha hem bir şifa hem bir rahmet olduğu kolayca anlaşılır.[2]

Kur’andaki “ Küllü nefsin zâikatü’l-mevt [3] ( Her nefis, ölümü tadacaktır ) âyetleri, ruhun ölmeyeceğini; nefsin öleceğini alenen ifade ediyor. Nefis, kandan meydana gelen ve nefes alıp veren yapı demektir. Demek ki beden ölür, ruh uçar. Yunus Emre’nin (KS) dediği gibi:

Ölür ise ten ölür

Canlar ölesi değil.

Bu mevzuya şöyle de bakabiliriz: Biz şu an ruh ve cesed beraberiz. Okuduğumuz Kur’an ruhumuza nur, kalbimize feyiz, aklımıza ilim, nefsimize telkin, cesedimize ise sükûnet, tertemiz bir kan ve bol oksijen sağlar. Kişi öldüğünde ise, bedeniyle ruhu ayrılırlar. Tıpkı uyuyan kişinin ruhunun cesedinden ayrılması gibi…[4] Eğer uyuyan kişi uykusunda ölseydi, ruhu da gittiği âlemde kalırdı. O rüya âleminden, ilk olarak misal âlemine sonra da berzah âlemine götürülürdü. “ Ve enne’s-sâate âtiyetun lâ raybe fîhâ ve ennallâhe yeb’asu men fî’l-kubûr. [5] ( Kıyâmet saati ve ânı hakikaten gelecek ve Allah, kabirlerde bulunan her şuurlu kişiyi diriltecek ) âyeti, kabirde bulunan kişinin şuurunun kapanmadığını gösterir. Arapça’da “ men ” zamiri, şuur sahipleri için kullanılır. İnsanın şuuru, uyku esnasında, dış dünyaya kapanıp manevi âleme açılır. Hadisin bildirdiği üzere ölüm, uykunun kardeşidir.[6]

Uykuda, uykuda olduğunun farkında olan kişi açısından uyku ile girilen âlem gerçek âlem değildir. Bu kişi, dış dünyadan gelecek tepkileri duyabilir bir pozisyondadır. Şuuru bu dünyada kalıp cismi ölen şehidlerin durumu buna benzer. Bu açıdan Kur’an şuuru bu dünyaya kapanmayan, bu âlem ile bağları kopmayan ruhlar olan şehidlere “ ölü ” demeyi yasaklar.[7] Gerçek ölü dediğimiz kişiler ise, uykuda olup uyuduğunun farkında olmayan, dış dünya ile bağı tamamen kopan ruhları ifade eder. Fakat insan “ derin uyku halinde ” dahi dış dünya ile etkileşim içindedir. Onu ısıran sineği, sırtına sağlanmış bir mızrak olarak algılar.[8] Bu açıdan ölen bir kişinin dış dünya ile her halükârda bağlantısı vardır. Gerek şuur-üstü planda gerek şuur-altı cihette… Madem şuur hakikati, tamamen uyanıktır. Ve dış dünya ile alış-verişi olan yapıdadır. O halde kabirdeki her ruh, ister şehid ister mevta olsun, dış dünyadan etkilenir. Onun evi hükmündeki mezarını ziyaret edip kendisiyle temasa geçmeye çalışan kişi ile arasında alış-veriş olur.

Ölen kişinin manevi diriliğine göre bu ziyaret, maddi ziyarete yakın tesir uyandırır. Bir hadis-i şerif bunu bize açar. Hz. Peygamber (ASM) der ki: “ Beni vefatımdan sonra ziyaret edenler, hayatımda ziyaret etmiş gibidir  ”[9] Hem Kur’anın “ Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz. Onlar diridirler. Fakat sizin şuurunuz bunu idrak edemez[10] âyetinden yola çıkarsak mesela Hz. Hamza’nın (RA) veya Ulubatlı Hasan’ın kabrini ziyarete gitmek, bir diriyi ziyaret etmektir. Onlara ölü diye bakmak, Kur’ana göre haramdır. Okunan Kur’an ise iki diri taraf arasında hediyeleşmedir.

Bu açılardan bakılınca şunu rahatlıkla diyebiliriz: Ruhun şuurunun yerinde olduğu, diğer ruh sahipleriyle maddi ve manevi temasta olduğu bu dünyada Kur’anın şifa ve rahmet olarak insana fayda verdiği tecrübeyle sabit ve nass-ı Kur’an ile kat’idir. Buna mukabil ruhun şuurunun açık olduğu, manevi açıdan diğer ruhlarla ve maddi hayattaki insanlarla temasının devam ettiği kabir hayatındakilere “ Kur’an fayda vermez ” demek bir yanılgıdan ibarettir ve hiçbir dinî dayanağı olmayan bir iddiadır. Kur’an bu noktada hem bir tehdit hem bir ikaz olarak der ki: “ Allah’ın gazabına uğrayanlar ve bu özellikte olan maddeci Yahudiler[11], Âhiret konusunda ümitsizlik içindedirler, tıpkı kabirlerdeki şuuru yerinde olan ruhlar konusunda ümitsizlik içinde olan kâfirler gibi… [12]

Demek ruh ölür demek, küfürdür. Onlarla aramızda temas olmaz demek de, kâfirliktir. Onlara bizden fayda olmaz; onlardan bize fayda gelmez demek de küfürdür. Bütün Allah dostları kabir ziyaretinin faydası olarak derler ki: “ Bizden onlara dua, hayır, sadaka yükselir; onlardan bize nur, bereket ve feyiz gelir. [13]

Bediüzzaman Said Nursi’nin tespit ettiği üzere dünyada kılınan namazlar, okunan Kur’anlar, yapılan iyiliklerin nuru ve kudsiyeti kabir hayatında kişinin manevi rızıklarıdır.[14] Hayatın olduğu her mekânda –ister maddi ister manevi– mutlaka rızık ve kuvvet ihtiyacı vardır. Topraktan yaratılan maddi beden topraktan yaratılan rızıklarla beslendiği gibi; nurdan yaratılan ruhun da gıdası nurdur ve nur mahiyetinde olan ilim, hikmet, ibadet v.s. gibi ebedî hakikatlerdir. On binlerce rüyada görülmüştür ki, ölen bir kişi yakınlarının rüyasına girer “ Ben, açım. Beni doyurun ” der. Sonra yakınları tarafından onun adına yapılan hayırlar, okunan Kur’anlar sonrasında “ Şimdi rahatım, doydum. Allah razı olsun ” dediği binlerce kez vâkidir. Bu durum Müslümanlar, semavi dinlere bağlı dindar halk tabakası açısından o kadar barizdir ki, izaha gerek yoktur. Fakat asrımızın materyalist ve gözüyle gördüğüne değer veren bozuk algısı maalesef bu aleni mevzuyu bile sorgulatıyor.

Bu izahlardan anlaşıldığı üzere Kur’anın ölmüş kişilere kesinlikle faydası vardır. İsra sûresinde belirtildiği üzere manevi açıdan hasta olanlara Kur’an şifadır. Sağlıklı olanlar içinse Kur’an onları manevi ve maddi açıdan geliştirici bir rahmettir. Bu manada kabirdeki kişi manevi günahlarla hastalanmış bir kişi ise, Kur’an ona şifadır. Eğer sağlıklı biri ise, Kur’an ona rahmet olacaktır. Başka âyetlere göre de Kur’an dengeli bir hayatı hediye getiren bir “ hüda ”[15]; insanı korku ve üzüntülerden kurtaran bir “ nur ”[16]; insana manevi zevk bahşeden bir “ zikir ”[17]; insana hakkı ve hakikati gösteren bir “ Furkan ”[18]; insana hakiki hayatı hibe eden bir “ ruh ”[19]; insanı hiçlikten kurtararak ona ebediyet ihsan eden bir “ hakk ” tır.[20]

Kur’an surelerinin şifa yönü çok kapsamlıdır. Her bir sureyi yazamayız. En çok bilinen bazılarını yazmak yeterlidir diye düşünüyoruz.

Her biri vahye dayanan hadis-i şeriflerde Hz. Peygamber (ASM) şöyle der: “ Ölülerinize, Yâsin suresini okuyunuz[21] ve “ Her şeyin kalbi vardır. Kur’anın kalbi ise, Yâsîn suresidir. [22] Bu ifadeler bize gösterir ki, Yâsîn suresi ile kalb arasında köklü bir ilişki vardır. Bu sırrı çözen ümmet-i Muhammed’in (ASM) âlimleri, ârifleri ve evliyaları Yâsîn suresini hayatları boyunca okumuş ve kalb yaralarını tedavi etmişlerdir. Kalbin yaraları üzüntüler, hasretler, maddi günahlar, vesveseler ve saire kişiyi zihin ve duygu açısından sarsan şeylerdir. Bütün tarikatler ve hakikat yollarında Yasin suresi, temel bir günlük virddir.

Tebâreke denilen Mülk sûresi ise hadis-i şerifte de bildirildiği üzere Kabir sûresidir ve kabir azabına engeldir.[23] Bu açıdan kabir azabından korunmak isteyen dirilerce okunabildiği gibi, kabirdeki kişilerin azabı konusunda da okunabilir. Hz. Peygamber (ASM) uykuyu, kendisi için bir ölüm olarak gördüğü; uyuyan cismi bir kabir gibi algıladığı için uyumadan önce mutlaka Tebareke ve Secde surelerini okurdu.[24] Tâ ki kabir azabı hükmünde korkulu rüyalar ve kâbuslar görmesin.

İhlas sûresi ise kişiyi manevi bütün sıkıntı ve hallerden kurtaracak, her şeyi Allah’tan görecek ve gösterecek bir nura ve manevi göze kavuşmak için bir şifadır. İhlas, kelime olarak lügatta, bütün manevi engel ve bağlardan kendini ve başkasını kurtarmak demektir. Surenin önemini kavrayan bazı sahabeler ömür boyu kıldığı her namazın her rekatında İhlas suresini okumuşlardır. Muaviye el-Leysi (RA) gibi…[25] İhlas ve sıdk, maneviyatın üstünde durduğu iki ana kolon olduğu için bütün tarikat ve hakikat yolları İhlas suresini daimi vird edinmişlerdir.

Felak suresi, içeriğinden de anlaşıldığı üzere insanı, onu çevreleyen dünyanın şerlerinden koruyucudur. Bu çevre tarafından insanda açılmış yaralara da şifadır. Bu manada Felak suresi insan açısından psikanalitik bir tedavi sürecinin anahtarıdır.

Nas sûresi ise, insanın iç dünyasındaki nefis, benlik, vehim, şehvet ve öfke gibi kötülüğe açık yapıların şerrinden koruyucudur. Bu enfüsî cihetler tarafından insanda açılmış vesvese, şüphe, kuruntu, halüsinasyon gibi yaralara da şifadır. Bu manada Nas suresi psikoterapik bir tedavi sürecinin ana unsurudur.

Felak ve Nas sureleri, insanı enfüsî ve âfâkî bütün şerlerden koruduğu ve açılmış yaraları tedavi ettiğinden muazzam özellikte bir dua ve vahiydirler. Hz. Peygamber (ASM) bu konuyu şöyle ifade eder: “ Bana bazı âyetler indirildi ki benzerleri görülmemiştir: ‘ el-Muavvizeteyn. ’ ” [26] Muavvizeteyn, lügatta, insanı koruyucu iki dua ve araç demektir. Felak ve Nas suresi, hissî ve cismanî tehlikelerden koruyucudur. İnsanın bir boyutu ise, fikirdir. Fikrî tehlikelerden korunma ve Allah’ı hakkıyla tanımayı ise İhlas suresi ifade eder. Bundan dolayı Hz. Aişe-i Sıddıka’nın (R.Anhuma)  rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber (ASM) İhlas-Felak-Nas surelerini “ muavvizât ” ( koruyucular ) şeklinde bir tiryak olarak ümmetine bildirir.[27]

Fâtiha sûresi ise, içerdiği muhteşem ve ölümsüz dua ile insanı dengeye getiren, insanı bütün kötülüklerden koruyup bütün hayır kapılarını ona açan bir sûredir. Bu anahtar yönünden dolayı Fâtiha suresin namazın her rekâtında okunur. Tâ ki namazın etkileri insana açılsın. Bu sayede kişi şifaya, feyze ve nura kavuşsun. Fâtiha suresi maddi açıdan dahi şifadır. Bu yöne dair Hz. Peygamber (ASM) döneminde meşhur bir vak’a yaşanır. Sahabelerin âlimlerinden olan ve vak’anın bizzat şahidi olan Ebu Said el-Hudri (RA) anlatıyor:

“Biz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönderdiği askeri bir seferde idik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir hizmetçi gelip:

«–Kavmimizin efendisini zehirli bir yılan soktu. Onunla meşgûl olacak erkekler de şu anda yanımızda değil. Sizde rukye yapan (tedâvi maksadıyla Kur’ân ve dua okuyan) biri var mı?» dedi.

Bunun üzerine bizden, rukye husûsunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla birlikte gitti ve hastaya okuyuverdi. Adam iyileşti. Okuyan arkadaşımıza 30 koyun verdiler. O da bize onların sütünden içirdi. Kendisine:

«–Sen rukye[28] yapmasını bilir miydin?» diye sorduk.

«–Hayır, ben sâdece Fâtiha Sûresi’ni okuyarak rukye yaptım.» dedi. Biz ona:

«–Rasûlullâh’a sormadan bu koyunlara dokunma!» dedik.

Medîne’ye gelince durumu Peygamber Efendimiz’e anlattık. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Fâtiha’nın rukye olduğunu sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!» buyurdu.” [29]

Hz. Peygamber (ASM) kendine bir hisse ayrılmasını haklı olarak istedi. Çünkü Kur’anla şifa dağıtma işi, dinin bir sosyal cihadıdır. Koyunlar ise, ganimettir. Ganimet ise, taksim edilir ve Resulullah’ın (ASM) her ganimette payı vardır.[30]

[1] Sahih-i Buhari, XIV/6344.

[2] İsra suresi, 82. Bu âyet Kur’anın hasta müminler için “ şifa ”, sağlıklı müminler için, ferdî ve sosyal hayatta muvaffak kılıcı bir “ rahmet ” olarak sürekli nüzul ettiğini ifade eder.

[3] Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebut, 29/57.

[4] Zümer suresi, 42.

[5] Hacc suresi, 7.

[6] Beyhakî, Şuabü’l-iman, 4/183.

[7] Bakara suresi, 154.

[8] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, 28. Âyet, Kabir Azabı Bahsi.

[9] Dârekutnî, II, 278, nr. 192; Beyhakî, Şuâbü’l-îmân, III, 488, nr. 4151; es-Sünenü’l-kübrâ, V, 246.

[10] Bakara suresi, 154.

[11] Kur’anda Allah’ın gazabına uğradığı belirtilenler 3 sınıftır: Münâfıklar, müşrikler ve mümin Yahudiler… Münâfık ve müşrikler, kâfirdirler. Âyetin arka cümlesi, kâfirlerden bahsettiği için; bu ilk cümleyi mümin olup Allah’ın gazabına uğramış olan Yahudiler diye tefsir ettim.

[12] Mümtehinne suresi, 13.

[13] Sözler, 15. Şua, 2. Basamak.

[14] Sözler, 7. Söz; 21. Söz, 1. Makam, 2. ve 4. İkazlar.

[15] Bakara suresi, 185; Nahl suresi, 89; Neml suresi, 77; Yunus suresi, 57; İsra suresi, 82.

[16] A’raf suresi, 157; Maide suresi, 15.

[17] Nahl suresi, 44; Hicr suresi, 9; Yasin suresi, 69; Sad suresi, 1; Kamer suresi, 25… Hz. Peygamber (ASM) Cevşenü’l-Kebir duası 48. Bab’da Rabbine şöyle seslenir: “ Ya men zikruhu hulvün ” ( Ey zikri, zikredene zevk ve lezzet veren Zât-ı Mezkûr-u Mutlak. )

[18] Furkan suresi, 1.

[19] Şura suresi, 52.

[20] Maide suresi, 48; Nisa suresi, 105; Zümer suresi, 2; Şura suresi, 17.

[21] İbn Mâce, “Cenâʾiz”, 4; Ebû Dâvûd, “Cenâʾiz”, 24.

[22] Ah­med, V, 26.

[23] Tirmizi, Fedâilil-Kur’ân 9; Ebu Davud, Salât, 322; İbn Mâce, Edep, 52.

[24] Tirmizi, Fedâil’ül-Kur’an, 9.

[25] İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, c. IV, Muaviye el-Leysi ( RA) maddesi.

[26] Müslim, “Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 264, 26.

[27] Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 14; Müslim, “Selâm”, 50, 51

[28] Sözlükte “yukarı çıkmak; okuyup üfleyerek tedavi etmek” mânalarındaki rukye (raky, rukıyy) kelimesi terim olarak “şifa veya korunma amacıyla Kur’an’dan bir bölümü, ilâhî isim ve sıfatları yahut bir duayı okuyup üflemek” anlamında masdar ve “üfürük, nazarlık, muska” anlamında isim olarak kullanılır (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “rḳy” md.; Lisânü’l-ʿArab, “rḳy” md.; Kāmus Tercümesi, “rḳy”, “ʿavẕ” md.leri).

[29] Müslim, Selâm, 66, 65; Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 9; İcâre, 16; Tıp, 33, 39

[30] Enfal suresi, 41.

Duyguların Dengesizliği ve Halifelik Meselesi


Soru: Bediüzzaman Said Nursi 4. Lem’a adlı eserinde Sünni ve Şiilerin halifelik konusuna bakışını nasıl inceliyor?
Cevap: Bediüzzaman 4. Lem’ada ifrat-tefrit çerçevesinde meseleye yaklaşır. Orada Şiilerin Hz. Ali’ye (KV) karşı olan muhabbetlerindeki ifrat işleniyor. Dinî konularda ifrat-tefrit iyi değildir, zarar vericidir. Ümitsizlik isimi kitabımızda bir bölümde ifrat ve tefrit ile dindarların Hıristiyanlaştıklarını ve Yahudileştiklerini yazmış, bazı sahabelerin dünyadan el-etek çekme taleplerinin Hz. Peygamber’ce (ASM) doğru karşılanmadığını, Onun sünnetinin bu olmadığını beyan eden ifadelerini aktarmıştık. Söz konusu bu yerde de “ sevgi ” konusunda aşırılığa dair uyarılar bulunuyor.
Çünkü tecrübeyle sabit ki sevme sıfatı, bir kişiye odaklandığı zaman sevdiğini yere-göğe sığdıramaz. Sevilen eğer Allah değil de bir kul ise, onu en mükemmel olarak görmek ister. Onunla zıtlaşanları düşman beller. Onlar aleyhine dil uzatır. Hz. Ali (RA), Cemel savaşında Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. Aişe (R.Anhum) başta olmak üzere kişilerle çarpıştığı için Şiiler onlardan nefret ederler. Bir tek İranlı adam yoktur, Zübeyr ve Talha isminde; bir tek kadın yoktur Aişe adında… Hakikat ve din noktasında bu, yanlıştır. Ayrıca bu muhabbet sonucu “ Efendimiz’in (ASM) hilafeti Hz. Ali’nin hakkıydı ” gibi delili olmayan bir yanlışa kapıldıkları için Hz. Ebu Bekir’i, Hz. Ömer’i ve Hz. Osman’ı hilafet kürsüsünün hırsızı olarak görüyorlar. Sosyal medyada yayınlanan videolar, yazılı kaynaklara bakıldığında görülüyor ki, Şiiler ilk 3 halifeyi şeytandan ve kâfirlerden daha beter sayıyorlar. Ayrıca işin içine siyaset ve milliyetçilik de girince, Hz. Ömer (RA) onların Mecusi Sasani devletini 10 yıl içinde bir daha kurulmaz surette yıktığı için, İran milliyetçiliği ve İran sevgisi onlarda Ömer düşmanlığına yol açtı. Bu düşmanlığı ise sinsice Ali sevgisi altında gösteriyorlar. Bir Arap darb-ı meseli bu konuyu şöyle ifade eder: “ Lâ lihubbi Aliyyin bel li buğdi Umer ” ( Ali’nin sevgisinden dolayı değil, Ömer’e öfkesi ve nefretinden Şii oldu ).
Tarihen sabittir ki İran’a İslamiyet, Hz. Ömer (RA) vesilesi ile girmiştir. Ona karşı düşmanlık ve Onun idaresinden pişmanlık, neticede İslamiyet’ten pişmanlıktır. Kendisinin fani hayatını İslamiyet ve Kur’an nuru ile ebediyete eriştiren, ölümü bir tebdil-i mekan olarak gösteren ve görme imkanı veren bir zâta karşı kin ve nefret, ya eline geçen elması cam parçası zanneden bir gaflet ve cehalete dayanır veyahut muazzam bir nankörlük ve hıyaneti bildirir.
Sevme duygusunda aşırılıklar her zaman olmuştur. Hıristiyanların Hz. İsa’yı (AS) putlaştırmalarında olduğu gibi… Kur’an diyor “ İsa’nın durumu Allah katında Âdem’in durumu gibidir. ” Hz. İsa’nın (AS) yaratılışındaki mucizeye ve sıra dışı duruma takılıp ondaki kudret sıfatına dayalı mucizelere hayran olup aşırı sevgiden Onu (AS) putlaştıranların öncelikli olarak Hz. Âdem’i (AS) putlaştırmaları gerekir. Çünkü O hem babasız hem anasızdı. Oysa Hz. İsa’nın (AS) anası vardı. Hem onun mucizesi ilme ve hikmet sıfatlarına dayanıyordu; bütün eşyanın isimlerini, vazifelerini, onların dayandığı Esma-yı Hüsna’yı meleklerden ve İblis’ten yani cinlerden öte seviyede biliyordu. Ki ilmî ve hikmetî mucizeler bütün zamanlarda görünen hakiki mucizelerdir. Hz. İsa’nın (AS) mucizeleri ise sadece o anda görünen ama şu an görünmeyen kudret mucizelerdir. Hıristiyan ruhanileri bu tarz keramet ve mucizeler “ Kudret işleri ” diyorlar.
Bu noktada Bediüzzaman uyarıyor: “ Hz. Ali’yi (RA) sevmek güzel ama aşırılık yanlıştır. Onu sevmek, Raşid Halifeleri sevmemeyi gerektirmez bilakis destekler. Çünkü Hz. Ali (RA) onların şeyhülislamı ve fetva merciiydi. Bu cihetten Hz. Ali’yi (RA) hakka uygun şekilde, hak ettiği miktarca seven Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir. ”

4 Halifenin Sıralanmasına Dair Kur’anın İşaretleri

Said Nursi Mektubat kitabının Hz. Peygamber’in (ASM) mucizelerine ayrılmış olan 19. Mektub kısmının ilk bölümlerinden birini Hz. Ali (RA) bahsine ve Onu sevmeye ayırır. Orada der ki: “ Bir kişiyi Allah için, mana-yı harfî ile sevmek, başkalarını yermeyi gerektirmez. Fakat kişiyi Allah için değil, kendisi için sevmede başkalarını eleştirme ve yerme olur. Ona muhalif olanları küçülttükçe Onun yüceldiğini zanneder. Bu cihetten madem Şiiler Hz. Ali sevgisinden dolayı Hz. Ebu Bekr, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr ve Aişe’ye ( Rıdvanullahi aleyhim ecmain ) düşman oluyorlar. O halde onların Ali’yi sevmeleri Allah için değildir. ” Bu cihetten Şiiler, kişilere takılırlar. Onların alenen sergilemedikleri sıfatları onlarda görmeye çalışırlar. Hz. Ali’nin (KV) babası, Hz. Peygamber’in (ASM) amcası ve himayecisi olan Ebu Tâlib’i “ Ölüm anında iman etti, aslında imanlıydı ” gibi iddialarla Âhirete imanlı göndermeye çalışıyorlar. O zaman denilmez mi, madem o derece imanlıydı neden kardeşi olan ve Hz. Peygamber’in de amcası olan Hz. Hamza’nın (RA) yaptığı gibi yapıp alenen imanını ilan etmedi? Buna engel neydi? Öyle yapsaydı, İslam Mekke’de daha güçlü olup Haşimoğulları’nda daha hızlı yayılmaz mıydı? Tarih gösteriyor ki bu olmamış. Demek ortada bir problem var. Bu meseleyi inceleyen Said Nursi şöyle der: “ Ebu Talib, Resulullah’ın zâtını severdi; Onu Allah’ın elçisi olarak görmezdi. Onu Allah’tan dolayı sevmiyordu. Bu yüzden de, başka duygular ve Cahiliye kalıntılarından dolayı iman etmiyordu. ” Kişi nasıl yaşarsa öyle ölür sırrınca ölümü de maalesef bu yetersiz muhabbet üzerine oldu. Bu çok ciddi bir durumdur.
Ehl-i Sünnet’in sevgisi, kişilere Allah için değer vermedir. Kişilerin Allah’a yakınlıkları, Allah için yaptıkları hizmetler, ettikleri fedakârlıklar, başkalarının Âhireti konusundaki çabaları ve gayretleri onların kıymetini ve üstünlüğünü gösterir. İslam’ın direkleri hükmündeki ilk sahabelerin çoğu Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın (R.Anhum) vesilesiyle iman ettiler. O devirde Hz. Ali (RA) daha küçük bir çocuktu. Hem onlar bu yolda işkenceye de uğradılar. Onları koruyan Ebu Talib gibi bir kabile reisi babaları yoktu. Hz. Osman (RA) dinini yaşayamadığı için eşiyle Habeşistan’a gitti. Sonra Mekke’ye geri geldi. Ayrıca Hz. Ali (RA) gibi Medine’ye de hicret etti. Bu cihetten 2 hicret sahibidir; Hz. Peygamber’in (ASM) 2 nuruyla evlidir. Bu 2 yönden de Hz. Ali’den (RA) üstündür. Ayrıca onların devirlerinde İslam çok yayıldı; kalplere girdi. Oysa Hz. Ali (RA) devrinde fitne ve kargaşa çıktı, dahilî harpler oldu.
Bütün bunlar Ehl-i Sünnet’te şu kanaate yol açtı: “ Hilafete liyakat, ilk 3 halifede idi. Buna Kur’anda da işaret vardır. O yüzden sıralama böyle oldu. ” Nisa suresi 69. ayetteki “ Mine’n-nebiyyîne ve’s-sıddıkîne ve’ş-şühedâi… ” ifadesi Hz. Peygamber (ASM) ve sonrasında İslam devletinin başına geçecek kişilerin sıfatlarını özet olarak bildirir. Fetih suresi son âyet ise
“ Vellezîne meahu ” ( Onun maiyetinde olmakla bilinen ) lafzıyla Hicret’teki maiyyet-i nebeviyeye mazhariyetle Hz. Ebu Bekir’e…
“ Eşiddâu ale’l-küffâr ” ( Kâfirlere karşı çok şiddetlidirler ) lafzı ile küfür, şirk ve nifakın en şedid düşmanı olarak Hz. Ömer’e…
“ ruhemâu beynehum ” ( kendi aralarında çok şefkatlidirler ) lafzıyla hilafet gömleğini çıkarmasını isteyerek evinin muhasara edenlere karşı kılıç çekip kan dökülmesini şefkatinden istemeyen ve kendisi şehid edilen Hz. Osman’a ( R.Anhum) “ müstetbeatü’t-terâkib ” yoluyla işaret eder.
Ayrıca Hilafet, krallık gibi değildir. Babadan oğula geçmez. Fakat Şiiler istiyorlar ki, 12 İmam gibi bu iş silsile olarak Haşimoğulları’nda kalsın. Oysa Hz. Peygamber (ASM) “ Halifeler, Kureyş’tendir ” diyor; “ Haşimoğulları’ndandır ” demiyor. Dese iş hilafet değil, saltanat olurdu. Emevilerin yaptığı gibi…

Liyakat ve Hilafet

Dinde idareci olacak kişi, işe en layık kişidir. Bu ise, hem işi çok iyi bilen; hem işin gereğini en iyi yapacak olan sıfatları taşımakla olur. Makamın ağırlığını, sorumluluğunu, makamın bir hizmet ve külfet yeri olduğunu idrak şuurunda olan kişide bu sıfatlar bir araya gelebilir. Bu açıdan İslam’a göre eğer Hz. Ali ve Hz. Hasan’dan ( R.Anhuma ) daha ehil ve sorumluluk hissi taşıyan biri hayatta varsa hilafet Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın değil, Onun hakkıdır.
Bundan dolayı Hz. Ömer (RA) vefat etmek üzereyken şöyle der: “ Eğer Ebu Ubeyde bin Cerrah hayatta olsaydı Onu yerime bırakırdım. Ne var ki O daha önce vefat etti ” deyip kendinden sonrası için hayatta kalan diğer Aşere-i Mübeşşere’ye işi şurayla çözmeleri için havale eder. Demek Hz. Ömer (RA) hilafete liyakati Hz. Ali’de (RA) değil, Hz. Ebu Ubeyde’de (RA) görüyordu.

İfrat ve Tefritin Zararları

İfrat ve tefrit daima girdikleri hemen her sahada zarar veren tavırlardır. İnsanın duyguları ise fıtraten ifratçı veya tefritçidirler. Kalp, sevdiğine ve taraftar olduğuna kusursuz bir melek; sevmediğine ise pürkusur bir şeytan diye bakar. Oysa ne sevdiği melektir, ne nefret ettiği şeytandır. O, iyilik ve kötülüğü kendinde fıtraten cem eden bir insandır. Hz. Peygamber (ASM) sevme duygusunun kişiye verdiği tavrı şöyle açar: “ Bir şeyi çok sevmen seni kör ve sağır eder. ” Kör eder. Çünkü kişi sevdiğinin var olan kusurlarını göremez olur. Sağır yapar; çünkü kişiye sevdiğinin kusurlarını birisi göstermeye çalıştığı ve anlattığında onu duymak istemez. Bu açıdan sevgi, kusursuz olanı sevmek için verilmiştir. O vakit körlüğe de, sağırlığa da gerek yoktur. Kusursuz olana, “ Samed ” denilir. Hz. Peygamber(ASM) Cevşenü’l-Kebir duasında Allah’ı şöyle tanıtır ve Ona öyle seslenir: “ Yâ Sameden bila ayb ” ( Ey ayıp ve kusuru olmayan, Mutlak Mükemmel olan Samed! ) ( 72. Bâb )
Siyaset, taraftarlığa dayanır. Taraftarlık ise, duygusallıktır. Duygular ise, siyah-beyaz, melek-şeytan şeklinde kendi tarafına ve karşı tarafa bakar. Bu ise, kendi tarafının kusurlarına karşı kişiyi “ kör ” yaptığı gibi, karşı tarafın güzelliklerine karşı da “ nankör ” yapar. Siyaset gereği taraftarlık psikolojisiyle yapılacak muhalefetler cerbeze, abartı, yalan ve saçma bir konuşmadan öteye gitmeyecektir. Bu noktada Said Nursi II. Dünya savaşının sisli siyasi gündemini takip eden ve kendini ona göre şekillendirenleri şöyle uyarır:
“ Sakın, sakın! Dünya cereyanları (akımları), husûsan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya (ayrılığa) atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet (sapıklık) fırkalarına karşı perişan etmesin! ” El hubbu fillah ve’l-buğdu fillah ” ( Allah için sevmek, Allah için nefret etmek ) düstûr-u Rahmanî yerine, (el’iyazü billah) (Allah korusun) ” El-hubbu fi’s-siyaseti ve’l-buğdu li’s-siyaseti ” ( Siyaset adına sevmek ve siyaset için nefret etmek ) düstûr-u şeytâni hükmedip, melek gibi bir hakîkat kardeşine adavet ve el-hannas (sinsi şeytan) gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinâyetine ma’nen şerik eylemesin.
Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb (duygu sağlığı) ve istirahat-ı ruh (ruh rahatlığı) isteyen adam, siyaseti bırakmalı.
Evet, şimdi küre-i arzda (yeryüzünde) herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musîbetten hissedardır, azab çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umûmiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tâmme-i Sübhaniyeden (Allah’ın umumi rahmetinden ve Celalli icraatlarla görünen eksiksiz İlâhi hikmetten) habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye (canlılara karşı şefkat), alâkadarlık cihetiyle kendi eleminden (acısından) başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim (acı duyar) olup azab çekiyor. Çünki lüzumsuz ve malayani bir sûrette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler. Ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zarara razı olana şefkat edilmez ma’nasındaki ” Er-râdi bi’d-darari la yunzaru leh ” ( Zarara bile bile girene acınılmaz ) kâide-i esâsiyesiyle (temel kural ile) şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kendilerinden selbetmişler (çekip almışlar). Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getirirler.

Deccal ve Süfyan Hadislerine Dair Kısa Bir İzah

Soru: Bediüzzaman Said Nursi Şualar kitabında 5. Şua 2. Makam 7. Mesele’de şöyle der: “ Rivayet var ki, Süfyan büyük bir âlim olacak; ilimle dalalete düşer ve çok âlimler ona tâbi olacak. ” Burada Said Nursi’nin anlatmak istediği tam anlamıyla nedir? Günümüzde bütün bu vasıfları taşıyan var mıdır?

Cevap: İnsanlık âlemi içinde ortaya çıkıp insanları aldatmakla, yalanlarla kandırmakla Allah yolundan çekip almaya çalışan kişi ve rejimlere Hz. Peygamber (ASM), vahye dayanarak, “ deccal ” diyor. Bu kelime ile aynı kökten olan Dicle nehrine de, aldatıcı olduğu için Dicle denilmiştir. Çünkü derin gözükmez; fakat akıntısı hızlıdır. Bu yüzden o masum görüntüsüne aldanıp karşıya geçmeye çalışanları akıntı sürükleyip boğar. Deccallik de insanların ruhunu boğan böyle bir akımdır.

Said Nursi bir hadis uzmanı olarak olarak, bu konuya dair bütün hadisleri tahlil eder. Sonrasında çok kritik bir tespitte bulunur: “ Deccaller, İslam ümmeti ve toprakları dışında olur. Süfyanlar ise, İslam ümmeti içinden çıkar.[1] Bu manada Hz. Peygamber (ASM), amcası Hz. Abbas’ın (RA) soyundan gelenlerin bir devlet kuracağını, o devleti Deccalin yıkacağını haber veriyor.[2]

Evet Abbasiler bir devlet kurdular. 1258 yılında Moğollar adında vahşi ve kâfir, aldatmakla ve kandırmakla etrafı istila eden güruh onları yıktı. Öyle ki, Bağdat’ı istila ettiklerinde Dicle ve Fırat nehirleri, bir hafta boyunca kan renginde akmıştır. Çünkü kadın-erkek-çocuk-yaşlı herkesi öldürüyorlardı. Bununla da kalmadılar. Bütün kütüphaneleri yıktılar; kitapları Dicle ve Fırat nehirlerine attılar. Dicle ve Fırat bir hafta da mürekkep renginde aktı diye tarihi kaynaklara geçmiştir. Demek Deccallerin hususiyeti, insanlık ve kitap düşmanlığıdır. Hadisin bildirdiği üzere 13. yüzyılın deccalleri Cengiz Han ve Hülagü’dür.

En büyük deccal ise, Ahirzamanda gelecek, Kuzey Kutbuna yakın bir bölgeden güneye doğru yayılmaya başlayacak diye hadiste bildiriliyor.[3] Ki, tam manasıyla Komünizme tekabül ediyor. Bu manada komünizm, onun kurucu ve devam ettiricileri kimse en büyük deccal de odur.

Hadiste insanlık dünyasında 27 veya 30 deccal geleceği ifade edilmiş.[4] Demek çeşitli asırlarda, çeşitli bölgelerde insanlığın imanına saldıran kişi ve rejimler ortaya çıkacak. “ La mehdiyye illa İsa [5] ( İsa’dan başka Mehdi yoktur ) hadisi bir şifre verir. Ki, böyle kişilerle Hz. İsa (AS) veyahut Onun yaşantısını sergileyen kişiler ancak mücadele edebilir. Nitekim Moğol belaları ile o devirde mücadele eden Mevlana Hz.leridir. Ki yaşantısı Hz. İsa’ya (AS) çok benziyor. Moğollarla kılıçla değil, kalemle ve diliyle mücadele etmiş; onların Müslümanlığına vesile olmuştur. Bu manada o asrın Mehdisi, Hz. Mevlana’dır (KS).

Ahir Zaman’da gelecek Mehdi’nin de aynen Hz. İsa (AS) gibi, zühd ve uhrevilik, ruhanilik ve şefkat ile donanmış olması gerekir ki, Büyük Deccal ile mücadele edebilsin. Nitekim öyledir.

Süfyan konusuna gelince… Hz. Ali (RA) ümmet içinden çıkacak, münafıklık yaparak başa geçecek, dış güçlerin veya şeytanın maşası olarak İslamiyete hıyanet edecek, İslamın sosyal hayata bakan kanun ve emirlerini, alamet ve sembollerini sosyal hayattan kaldırmaya çalışacak kişilere “ Süfyan ” ismini takar. Ercûze Kasidesi’nde Onun yapacağı icraatları detaylıca haber verir. Süfyanların en büyük özellikleri Müslümanları yalnızca dünyaya, dünyevi zenginleşmeye, maddi açıdan kalkınmaya çağırmaları; onlara tabi olmayanları makam ve servet teklifiyle iknaya kalkışmaları; bu teklifi de reddedeni kırbaçla ve şiddetle bastırmaya çalışmaları; o da olmazsa öldürmeye teşebbüs etmeleridir. Hem israfçıdırlar ve halkı da israfa teşvik ederler… Bu özellikleriyle onlar bilinirler.

Süfyan ile mücadele edecek kişinin, en büyük vasfı doğruluk ve ihlası, dini tam manasıyla yaşaması, iktisadlı oluşu, ilim ve hikmet sahibi olması; uhrevi kalkınma esas olmakla beraber dünyevi kalkınmayı da tavsiye ve teşvik etmesidir. Bu manada Süfyan, tek gözlü ve tek dünyalıdır[6]; Mehdi ise iki gözlü ve iki dünyalıdır.

Süfyan ve taraftarları kendileri özlerinde dini terk ettikleri gibi dinle alay edip dinî değerleri halkın gözünde de düşürmeye çalışırlar. Buna mukabil onlara din düşmanı diyenlere “ Biz de Müslümanız ” şeklinde kendilerini savunurlar. Bu yapılarından dolayı münafıktırlar. Bakara suresinin 8-20. Ayetleri arası onların özelliklerini anlatır.

Süfyanın temel bir özelliğini sorudaki hadis rivayeti anlatır. Hadise göre Süfyan ilmin bir çeşidi ile hakikatten sapacak; çevresindeki âlimleri de saptıracak… Bediüzzaman yaşanan sosyal hadiselerin ışığında bu ilmin, fen bilimleri olduğunu ifade ediyor. Çünkü kâinatı, tevhid bakışı ile görüp incelemeyen kişiler için fen ilimlerinin, ruhu boğucu bir bataklık olduğunu yaptığı binlerce ciltlik okumalarla görüyor. Ayrıca dinî ilimleri okuyanlar fen ilimlerini bilmedikleri için, dinin anlattığı meselelerin karşılıklarını kâinatta okuyamazlar. Fenlerin bazı anlattığı şeyler dinin anlattıkları ile çelişiyor gözüktüğünden ve propaganda neticesi fenlerin her dediği değişmez doğruymuş gibi kabullenildiğinden o hocaların bir kısmı, dinin ne dediğini anlayamadıkları ifadelerini terk edip insan aklının ürünü olan fenleri kesin doğru kabul edip yoldan çıktılar. Başkalarını da yoldan çıkardılar. Bu yüzden Süfyan ve rejimi eğitim, medya, gazete ve kitaplar yoluyla herkese bu bozuk düşünceleri aşılar.

Fenlerin bulduğu kesin doğruları zaten dinde de bulabiliyoruz. Fakat çoğu fende doğrular daha aranıyor. Mesela ben iktisad mezunuyum. Yıllardır iktisadî okumalar yapıyorum. İktisad bilimi, 5-6 değişmez doğru ve kanun bulmuş. Bunların hepsi dinin içinde var olan doğrular ve kanunlardır. İktisad ile din barışıktır. İktisadın anlamadığı ve anlatmadığı çok sayıda doğru dinde ifade edilmiş. Şu an iktisad bilimi o doğruları arıyorlar. Demek fenler adamı saptırmaz. Fakat sapmak isteyeni saptırırlar.

Süfyanla mücadele eden kişi ve sisteme, Mehdi denilir. Mehdi kelimesi Arapça’da, kendisi özel bir şekilde hidayete ermiş; Kur’anın hidayet nuruna kavuşmuş ve o nurla dirilmiş, etrafındaki insanları da hidayete erdiren kişi ve sistem demektir. Mehdiyet, öncelikle manevi liderlik ve imamettir. Sonrasında maddi iktidar ve hilafet demektir. Fakat aslî cephesi, düşünce-duygu-fizik yaşantıda itidal ve denge üzere olması; sırat-ı müstakim halini her hâl ü kârda üstünde taşımasıdır.

Hadisin bildirdiği üzere Mehdi, âl-i beytten olacaktır.[7] Yani ya neslen veya ruhen nur-u Muhammedî’yi (ASM) taşıyacaktır. En azından Selman-ı Farisi (RA) gibi, ehl-i takva, hakikat aşığı, nefsini ve benliğini Allah’a adamış ve feda etmiş biri olacaktır. Malumdur ki Selman-ı Farisi Hz. Peygamber’e (ASM) göre ehl-i beyttendir.[8] Sünnet-i Seniyyenin hizmetkârıdır.

Bu noktalardan diyebiliriz ki Süfyan ile mücadele edecek kişinin, en azından Selman-ı Farisi gibi ehl-i beytten olup Muhammediyet ruhunu taşıması ve Sünnet-i Seniyyeyi yaşayarak Fıtratla bütünleşmesi… Fenleri Süfyandan daha iyi bilerek, onun aklının ve imanının boğulduğu yerde hakikatin nurunu görüp gösterebilmesi gerekir. Ki, tam manasıyla hizmet edebilsin. Aksi takdirde mağlup olur.

Deccallik ve Süfyanlık birer hakikat, kanun ve semboldür. Her devirde böyle kişiler olmuştur. Kıyamete kadar da olacaktır. Her insan bu sıfatları küçük çapta taşıdığı gibi, yöneticiler ve âlim kişiler bu sıfatlara daha yakındırlar. Çünkü hadislerin bildirdiği üzere Deccal ve Süfyan kitlelere hitap edecek kişilerdir. Bundan dolayı baştaki kişiler, ya deccal olur ya İsa (AS) gibi olurlar; ya Süfyan olurlar veya Mehdi gibi olurlar. Sıradan halk daha güvendedir. Fakat baş olmak, imtihanı ve belayı üstüne çekmek demektir. Allah bütün insanlığın başındakileri birer İsa (AS) veya Hz. Mehdi gibi kılsın diye dua etmek gerekir.

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 15. Mektub, 3. Sual.

[2] Alâuddîn el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl: 14:271, hadîs no: 33436.

[3] bk. Müslim, Fiten: 110; Ebû Dâvud, Melâhim: 14; Tirmizi, Fiten: 59; İbn-i Mâce, Fiten: 33; Müsned, 4:181.

[4] Müslim, İmaret, 170: Ebu Davud, Fiten, (4252. Hd) Tirmizi, Fiten (2203,2220,2230)

[5] el-Berzenci, el-İşâa’ fi Eşrâti’s-Sâa’: s.112.

[6] Ebu Davud 4320.

[7] Hafız Eskalani “et-Tehzib” c. 9, s. 144’de (Haydar Abad bas.), İbn-i Hacer-i Heysemi, “Es Savaik”, s. 165 (Mısır bas.), Muhammed b. Resul Berzenci “el-İşaatu li Eşrat-is Sae” (s. 87, Mısır bas.)

[8] Müslim, Sahih, K: 44, H.No: 230.

Sebeplere Riayet ve Allah Sevgisi


Soru: Saadet Çiçekleri kitabı sayfa 298’de: “ Abd-i habib olmak istersen sebeplere riayet ederek yaşayacaksın ” diye bir söz aktarılıyor. Bu ne demektir? Sebepleri sünnetullahın kanunlarına göre mi belirleyeceğiz? Yoksa sebeplere boyun mu eğeceğiz? Ya da sebebin sebep olduğunu nasıl anlayacağız? ( Nur gözüyle nasıl anlamalıyız? )
Cevap: Sebeb, Arapça’da, ip demektir. Nasıl ki bir ip, iki ayrı şeyi bir birine bağlar; ayrı iken eksik görünen veya yaratılış gayesini ifade edemeyen şeylerin bir araya gelmesini ve vazifesini görmesini sağlar. Ayakkabı bağcığı gibi… Aynen öyle de yeryüzünde her şey bir şeylere sebep kılınmış. Tek başına iken yaratılış gayesini yerine getiremeyen, potansiyel yeteneklerini açamayan şeyler başka bir şeyle temasa geçtiğinde içindeki güzellikleri sergilemeye başlıyor. Bu manada Allah hikmetiyle her şeyi bir ip gibi diğer şeylerle bağlamış.
Bağlayıcı ipler içinde en güçlüsü “ ihtiyaç ” tır. Kadın, anne olmak için erkeğe muhtaçtır; erkek baba olmak için kadına ihtiyaç duyar. Kadın ve erkek, annelik ve babalık makamına çıktıklarında kalplerindeki merhamet hazinesi, ruhlarındaki şefkat definesi açığa çıkıyor. Bu merhamet ve şefkat ile kadın ve erkek, güçlü ve kudsi bir kişilik kazanıyorlar. Dinsiz bir yazar olmasına rağmen Maksim Gorki bu gözle görünen hakikati ikrar ederek şöyle ifade eder: “ Annelik, kadını güçlü kılar. ” Sebep ipleriyle birbirine bağlılık meselesini, talebe-hoca ilişkisinde, mürşid-mürid alakasında da görebiliriz. Hatta cansız nesneler arasında bile…
Mesela sıcaklık, buzun suya dönüşmesine sebep olduğu gibi; sıvının da buharlaşıp gaza dönmesine sebep oluyor. Hatta sıcaklık belli bir aşamada gazı da yakıp ateşe ve nura dönüştürüyor. Demek ki sıcaklık bir anahtar gibi, suyun potansiyel bütün yönlerini açığa çıkartıyor. Demek su, sıcaklığa muhtaç…
Aynen öyle de sebep denilen ipler ile biz insanlar hem bir birlerimize, hem canlı ve cansız her şeye bağlanmışız. Bu bağlantıların sabitliği, ihtiyacın yenilenmesi ve tekrarlanması bir düzenin oluşmasına vesile olmuş. Bu düzene Kur’an “ sünnetullah ” ve “ fıtrat ” diyor.
Sünnetullah ise, Saadet Çiçekleri kitabında yazıldığı gibi Esmaü’l-Hüsnâ’nın Vahidiyet tarzı tecellilerinden meydana geliyor. Bu manada o güzel ve hakikatli sözün sahibi olan Hz. Hızır (AS) demek istiyor ki:
“ Sen, Allah’ın ihtişamının, kudret ve azametinin, irade ve ilminin eseri olan kâinattaki düzene ayak uydurarak hareket ettiğinde Allah’ın sevdiği bir kul olursun. ”
Sebeplere riayette en güzel örneklerden birisi Hz. Zülkarneyn’dir (AS). O, batıya, doğuya ve kuzeye yaptığı yolculuğunda hep sünnetullah ve fıtrata uygun çeşitli vasıta ve vesileler kullanır. Bunu Kur’an “ Sümme etbaa sebebe ” ( Sonra bir sebebe tabi oldu ve sebebe göre hareket etti ) diye ifade eder. Kur’an Onun başarısının sebebini şöyle ifade eder: “ Ve ataynâhu min külli şey’in sebebe ” ( Ona her şeyin sebebini, ipini, kanununu verdik ) der. Sonrasında Onun ahlakını şöyle ifade eder: “ Fe etbaa sebebe ” ( Hemen bir sebebe tabi oldu, harekete geçti ). Ki Hz. Zülkarneyn’in, Hz. Hızır’ın rehberliğinde yolculuk yaptığı rivayetlerden anlaşılmaktadır.
Sebeplere riayet, tevekkülün ruhudur. Tevekkül ise, Kur’anın bildirdiği üzere, Allah’ın sevgisini kazandıran en kısa yollardan birisidir. Allah’ın emridir. Tevekkül ile kişi, fıtrat düzeni ile barışır, bütünleşir; kâinat onun lehine döner. Allah her şeyi mümin kulunun yükselişi ve seçkin bir seviyeye gelişini gösterecek şekilde yaratır. Sevgisini gösterir.
Sevmek, rızadan ileri bir seviyedir. Sevilmek de razı olunmaktan… Bu manada Allah’ın sevdiği bir kul, Allah’ın razı olduğu bir kuldan daha ileri seviyededir. Rıza, çok hissedilmez. Ama seven, sevdiğine sevdiğini hissettirir ve gösterir. Bu manada âlemdeki sebepleri, Allah’ın rahmet ve hikmetinin elleri olarak, Tevhid bakışıyla gören bir kişi “ Nimet, rahmet elindendir; musibet ise, hikmet avucundandır ” der.
Bu bakış ve algısı, onu kişiler ve olaylarda boğmaz. Minnetini Allah’a sunduğu gibi, ilticayı da Allah’a yapar: “ Âcizinim, Allah’ım! Fakirinim, Allah’ım! ” der. Bu şekilde sebepleri Allah’a ayna olarak gören ve âlemdeki Allah’ın kurduğu düzene tabi olan kişi, hakikatte Allah’a boyun eğmiş olur. Bu, bir hayat yolu ve yolculuğudur. Her yolun rehberi ve haritası olduğu gibi, bu kudsi ve nurlu hayat yolunun haritası, Kur’an-ı Hakîm ve Kerîm’dir. Bu müstakim yolun kılavuzu ise, Hz. Resul-u Rabbü’l-Âlemîn’dir (ASM).
Kur’an cüz’î irademizi nasıl kullanacağımızı, nerede ne kadar sorumlu olduğumuzu, hakkımızı arayıp aramamamız gerektiğini bize ders veriyor. Fakat bunu dengeli bir şekilde Kur’andan nasıl çıkaracağımızı bize kılavuzumuz olan Efendimiz (ASM) modelinde gösteriyor. Bu manada Kur’an “ Allah’a ve Âhiret gününe kavuşma ümidi içinde olanlara Allah’ın Resulünde güzel bir model ve örnek var ” der.

Âşık Veysel’in “ Uzun İnce Bir Yoldayım ” Şiirinde Söz Sanatları

            Son devirde yetişen Halk Edebiyatı’nın son temsilcilerinden, Alevi-Bektaşi kültür ve geleneğin son halka şairlerinden birisi hiç şüphesiz Aşık Veysel’dir. Birçok şiiri bestelenmiş ve halkın duygularının temsilcisi olarak dilden dile okunagelmiştir. Türkçe unutulmadığı sürece unutulmayacak birer izdir.

            Âşık Veysel velûd bir şair. Yüzlerce şiir sahibi… Şiirlerinde çok farklı konuları inceler. Mesela “ Kardeşim ” şiiri, insanlar arası eşitliği ve ayrımcılığın boş bir iddia olduğunu çeşitli yönlerle ele alırken, “ Kara Toprak ” şiiri insanların vefasızlığını dile getirip toprağı sâdık yâr olarak gösterir. “ Güzelliğin on par’etmez ” şiiri Allah’a hitaben yazılmış naz-vâri bir şiir ve insanın hilkat sırrını ifade ederken, “ Dostlar Beni Hatırlasın ” şiiri ise insan fıtratındaki “ aşk-ı beka ” yı dile getiren bir sehl-i mümtenidir.

            Âşık Veysel her şiirinde bir “ tema ” ele alarak onu ilmek ilmek örgüler. Halının orta figürü gibi… Bütün atkı ipleri o ana fikir üzere duygu tezgahına konulur. İlhamlar ise bir mekik gibi bu atkı ipleri arasında kafiyeli rengârenk kelimeleri gezdirir. Nihayetinde orta figür, halının gözü gibi karşımıza çıkar ve bize bakar. Bu manada “ Uzun İnce Bir Yoldayım ” şiiri insanın dünyada ve hatta manevi âlemde dahi bir yolcu olduğu tema’sını işler. Bu temayı Veysel, şiirindeki duygularla satır satır iç dünyamıza nakşeder.

Aşağıda önce Uzun İnce Bir Yoldayım şiirinin tam metnini okuyucuya sunacağım. Ta ki metnin bütünlüğü içinde Aşık Veysel ile beraber bir duygu seyahatine çıkılsın. Sonrasında ise şiiri yapı, kafiye düzeni ve şiirdeki söz sanatları yönünden ele alacağım.

Şiir Metni

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece

Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşem gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece

Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka mıkdarınca
Gidiyorum gündüz gece

Şaşar Veysel işbu hale
Gah ağlaya gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece

Şiirin Teknik Tahlili

          Şiirde Ölçü: Şiir, 4+4 hece ölçüsü ile kaleme alınmıştır. Kafiye Yapısı: Şiir, abab cccb dddb şeklinde bir kafiye düzenine sahiptir.

          Şairin Mahlası: Şair mahlasını son dörtlükte kullanmıştır.

          Şiirin Nazım Biçimi: Şiirin nazım biçimi “ Koşma ” şeklindedir.

 Şiirdeki Söz Sanatları

            Şairler, ilhama dayanan gerçek şiirleriyle ihtiyarî veya gayr-ı ihtiyarî olarak birçok söz sanatını şiirlerinde kullanırlar. Bu manada Âşık Veysel gönüllere dokunan ve ruhlara işleyen şiirlerinde birçok söz sanatını kullanmıştır. Uzun İnce Bir Yoldayım şiirinde görebiliyoruz:

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece

            “ Uzun ince bir yol ” ifadesi hayatı, “ yola ” ve ömürde ilerlemeyi bir “ yolculuğa ” benzetir. Onun gibi uzun ve incedir. Bu manada bu mısrada bir “ teşbih ” (benzetme) sanatı vardır. İnsan hayatı, maddi dünyaya anne karnında adım atıp ceninlikten bebekliğe, bebeklikten çocukluğa, gençliğe; gençlikten orta yaşa ve yaşlılığa; yaşlılıktan kabre, berzaha ve mahşere; mahşerden Cennet ve Cehenneme uzanan bir yolculuktur. Her bir insan bu yolun yolcusudur.

            “ Gidiyorum gündüz gece ” ifadesi, bu yolculuğun tekerleğinin gece ve gündüz şeklinde devreden günler olduğunu bildiriyor. Gece ve gündüz, günleri; günler, ayları; aylar yılları; yıllar ömrün çağlarını; çağlar ise ömrü meydana getirir. Bu manada ömür, geri sayımda bir kronometredir. Bir gün gidiş saati gelecek…

             Âşık Veysel burada insanın geceleri uyusa dahi bu yolculuk içinde akıp gittiğini söylüyor. Bu manada bakıldığında Veysel zamanı sürekli akan bir nehre benzetiyor ve gizli teşbih yapıyor diyebiliriz. Diğer açıdan da mübalağa sanatıyla, insanın her an yolculuk yaptığı imajını uyandırıp bir hakikati bize yakınlaştırıyor. Ömür sermayesi devamlı azalmakta… Fakat nerede ne zaman ne hal üzere biteceği meçhul… Bu noktada Veysel şöyle der:

            “ Bilmiyorum ne haldeyim. ” Kişinin kendi halini bilmemesi, tasavvufî derinlikle çok şeyi ifade eder. Fakat normal şartlarda kişinin kendi halini bilmemesinin mümkün olmaması noktasından diyebiliriz ki Veysel tecâhül-ü ârif sanatını kullanıyor.

            Şiirin devamında da göreceğimiz zıtlıklar, nakarat kısım olan “ Gidiyorum gündüz gece ” deki zıtlıkla birleştiğinde Veysel, tezad sanatını kullanmış diyebiliyoruz.

Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

            “ Dünyaya geldiğim anda/ Yürüdüm aynı zamanda ” beyti mübalağa sanatına güzel bir örnektir. Bununla beraber insanın manevi varlığının inşasının doğar doğmaz başlaması manasında bir hakikati ifade eder. İnsan kişiliği, bir apartman gibidir. Doğar doğmaz temelleri atılır. Bilgi ile yükselir, tecrübelerle şekillenir; ilgi ve sevgiyle süslenir, güzelleşir.

            “ İki kapılı bir handa ” ifadesi hem bir telmih sanatını hem teşbih sanatını içerir. Telmih yönü Hz. Nuh (AS) ile ilgilidir. Rivayete göre Hz. Nuh (AS) vefat edeceği zaman Azrail (AS) Ona sorar:

  • “ Ey insanların en uzun ömürlüsü! Dünyayı nasıl buldun? ” Bu soruya Hazret şöyle cevap verir:
  • İki kapılı bir han gibi buldum.[1]

          Teşbih yönü itibariyle dünya hayatı doğumla içine girilen, ölüm ile kendisinden çıkılan bir “ han ” a benzetilir. Dikkat edilirse eve değil, “ han ” a benzetiliyor. Dünya insanın evi değil, hanıdır. Han, iş yerlerini içinde barındıran büyük yapı manasındadır. Dünya, insanın ticaretgâhıdır. Sermayesi, ömrü ve istidatlarıdır. Kârı ise, bu potansiyel yeteneklerini aktif hale getirerek “ ebedî saadet ve sonsuz nimet ” i elde etmektir.[2] Mutluluk hakikati, sonsuzlukla ancak tahakkuk edebilen bir hakikat olduğundan insan için en büyük kâr, fâni hayatında bekayı ve sonsuzluğu bulmak, bilmek, hissetmekle elde etmektir.

            Ömür sermayesini israf ederek kendilerini iflas ettiren insanlar için dünya bir ticarî hüsran yeridir. İlim ve sevginin kanatlarıyla yükselenler için bir fırsat ve ganimettir. Fakat insan her hâl ü kârda bir yolcudur. Maddiyatta böyle olduğu gibi mana âlemlerinde de… Veysel bu manada devam eder:

Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece

           “ Uykuda dahi yürüyom ” ifadesi insanın mana âleminde de yolcu olduğunu bildirir. Rüya, misal, berzah ve Âhiret âlemleri ya bizzat veya dolayısıyla mânâ âlemidir, mânânın hâkim olduğu âlemlerdir. Fakat bu dünyaya göre daha nezih ve daha sükunetli olduğu için Veysel şöyle der:

           “ Kalmaya sebep arıyom. ” Veysel’in bu ifadesi mânâ âleminde kalmayı istemek şeklinde anlaşılabileceği gibi, insanın fâni hayatı sevmesi ve bu mecbûrî istikametten kurtulmak istemesini de ifade eder. Yani Veysel bu beyitte hem ölmek istiyor, hem ölmek istemiyor. Bu manada bu ifade sehl-i mümteni olur ve cem-i zıddeyn sanatı yapar. Çünkü “ Kalmaya sebep arıyom ” ifadesi rüya âleminde kalmak istiyorum şeklinde anlaşılabildiği gibi, “ dünyada kalmak için ciddi bir sebep arıyorum ” şeklinde de anlaşılabiliyor. Yani dünyada kalmak için bağlayıcı bir neden göremiyorum diye anlayabiliyoruz. Fakat insan eğer geçerli ve bağlayıcı bir sebep bulursa dünyada kalmak istediğinden “ kalmaya sebep arıyom ” lafzı çift dallı ve zıt manalı olarak ele alınabiliyor. Fakat Veysel her ne kadar dünyada kalsam da “ Gidenleri hep görüyom ” diyerek ölüm hakikatini, dünyanın gelip geçici bir yer olduğunu acı şekilde kendine ve bize söyler.

            Veysel bu dörtlükte dünyanın geçiciliğini istemediğini, aşkla burayı sevdiğini, faniliğe karşı gözünü yummak istediğini fakat yumamadığını bildirmesiyle tezad sanatını “ iç dünya-dış dünya ” zıtlaşması şeklinde kullanır. İnsanın duygularını, kâinat düzeninin çarklarına ters dönmeye çalışan bir çarka benzetir. Bu manada teşbih sanatını da kullanmıştır diyebiliriz. Veysel ömür seferini gece-gündüz, uyku uyanıklık şeklinde parçadan alarak yıllar şeklinde bütünden okumaya devam ederek terakki sanatını kullanır:

Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşem gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece

            “ Kırık dokuz yıl bu yollarda/Ovada dağda çöllerde ” ifadesi ömür yolculuğunu süreklilik taşıyan fakat zikzaklar çizen bir yola benzetir. Bu yolculuk ova ve dağ gibi alçalan ve yükselen yerlere, dalgalı hallere, zillet ve izzete uğradığı gibi; ova ve dağların yeşil ve diri hallerinden çöllerin kuru ve kurak, fakir ve sefil hallerine de uğrar der. Bu manada Veysel dünya hayatını gelip geçici halleri, kişiye güven ve huzur vermeyen dalgalı safhalarından dolayı gurbet olarak görür. Tezad sanatıyla bunu ifade eder. Dünyayı vatanlıktan azlederek der:

            “ Düşmüşem gurbet ellerde… ” İlk iki Mısradaki temadi ve tezad sanatına mukabil bu ifadede birkaç yönlü teşbih ve telmih bulunuyor. Öncelikle dünyayı gurbet, dünyadan gidilen yeri vatana benzetir. Bir yolcu için en acı şeyin hayat yolunda tökezlemek ve düşmek olduğunu “ düşmüşem ” sözüyle ifade ettiği gibi hayat yolculuğunun “ gurbet diyarlarda bir yola düşmek ” ten ibaret olduğunu söyler. Bu açıdan bakılınca insanın geldiği âlemi vatan-ı aslîsi olarak görür. Ölüm ile tekrar o âleme rücu etmesiyle insan ruhunu gurbet elde askerlik yapan birine benzetir. Bu benzetme de “ Ruhlar bölük bölük ordulardır ”[3] Nebevî sözüne telmihtir. Ayrıca “ gurbet iller ” demek yerine “ gurbet eller ” demesi iki nokta açısından önemlidir:

             Gurbetin acılığını pekiştirmek için yabancı manasına da gelen “ el ” tabirini kullanmıştır. Kendisini yuvasından yabancıların ellerine düşmüş bir kuş yavrusuna benzetir. Bu şekilde ruhundaki korkuyu ve insanın çok çaresiz oluşunu ifade eder. İnsan ruhunu bir kuş yavrusuna benzetmesi ile Hz. Peygamber’in (ASM) ruhu kuşa benzeten hadisine telmih yapar.[4]

             Gurbet tabirinin, Arapça’da garb kökünden gelmesi; garbın ise, güneşin battığı yer manasında olması, bir karanlığı çağrıştırır. Bu ise telvih ( tablolaştırma ) sanatı yapmasıyla bu mısra insanın korkulu hayat yolculuğunu tasvirde zirve bir hal alır: “ Karanlıkta yuvasından yabancıların ellerine düşen bir yavru kuş… ”

Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka mikdarınca
Gidiyorum gündüz gece

            “ Düşünülürse derince/Irak görünür görünce ” zihne yüzeysellik ve yakınlığı çağrıştıran üslubuyla tezad sanatını fısıldar. Bununla beraber insanların genelde ölüm konusunu ve hayatın faniliğini düşünmek istemeden ömürlerini bitirdiklerini ifade ettiği gibi insanın aklıyla ölümü yakinen görse de psikolojisinin onu ırak görmek istediğini ve kendinden uzak gördüğünü söyler. Burada da tersinden yansıtma sanatı yapar. Asimetri olarak da bakabiliriz. Çünkü aklın nazarı bir anda yeryüzünden kâinatın tepesine yükselip bütün yaratılışa bakabilir.

            Akıl için dün ve yarın bir evin iki odası, ezel ve ebed ise yaratılış binasını çevreleyen doğu-batı duvarı gibidir. Bu açıdan aklın, ölümü insana uzak görmesi mümkün değildir. Bilakis ölümün nefesleri kesen bir kanun olduğunu yakînen bildiği için insana ölümü kondurur, dokundurur; hastalık ve yaşlılık belirtilerini ölümün insan ülkesine ulaşmış keşif kolları ve askerleri olarak görür. Daha ötede saçtaki beyazları, başın kefenlenmesi diye algılar. Bu noktada insanın maddeci nefsi ve dünyayı seven kalbi, ölümün kendinden uzak olmasını istemekte ve o mesafeye büyüteçle bakmaktadır. Fakat Veysel aklı ile mesafeye bakınca gördüğü manzarayı şöyle ifade eder:

           “ Yol bir dakka mikdarınca/Gidiyorum gündüz gece ”

           Bu ifade, “ ömür yolu, bir dakika miktarıncadır ” şeklinde okunup anlaşılabiliyor. İnsanın ebedî ömrü yanında dünya hayatı 1 dakika kadardır. Fakat Ebediyeti şekillendirmesi ile Veysel’i şaşkına çeviren bir derinlik ve yoğunlukta bir dakikadır. Bu ise “ tasğir sanatı ” ( küçültme sanatı ) içinde “ tekbir sanatı ” nı ( büyütme sanatını ) gösterir. Fakat büyüklüğün ve önemin dehşetini hissettirmek için küçüklüğü, bütün uzayı içinde gösteren bir ayna haline getirir. Veysel’in bu ifadesi tasavvufî tabirle “ bast-ı zaman ” ı ifade eder. Çünkü ebedî Âhireti kişi o 1 dakikalık ömürle elde eder. Diğer açıdan da “kabz-ı zaman” dır. Kur’anın şu âyetlerine de telmihtir:

            Muminun Suresi 112. Allah, (inkârcılara) “Yeryüzünde kaç sene kaldınız?” diye sorar.

            Muminun Suresi 113. Onlar, “Bir gün, ya da bir günden daha az bir süre kaldık. Hesap tutanlara sor” derler.

            Muminun Suresi 114. Allah, şöyle der: “Çok az bir zaman kaldınız. Keşke bunu (daha önce) bilmiş olsaydınız.”

Şaşar Veysel işbu hale
Gah ağlaya gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece

            “ Şaşar Veysel işbu hale ” ifadesi ömrün derinliğine karşı bir hayret hissini ifade ettiği gibi, insan hayatının dalgalı haline karşı da bir mukabeledir.

            “ Gâh ağlayan gâhi güle ” tabiri bu şaşkınlığın sebebini anlatır. Gâh, Farsça’da yer demektir. Yani insan ömür yolculuğunun farklı mekanlarında bir birine zıt duyguları o derece çok ve uç boyutta yaşar ki, Veysel şaşkınlığa düşer. Fakat insan bazı duygularının etkisiyle coşsa ve koşsa, bazı duygularının etkisiyle çökse ve yıkılsa da ömür nehrinin varacağı yer bellidir: Kabir deltası ve Berzah Denizi… Bu noktayı Veysel:

            “ Yetişmek için menzile/Gidiyorum gündüz gece ” diyerek ifade eder. Menzil, kişinin indiği ve konduğu yerdir. Bu manada Âhiret, ruh kuşunun dünyadan ölümle kanatlanarak konacağı ebedî menzilidir.

            Sonuç olarak diyebiliriz ki Veysel bu şiiriyle ömrü bir kitap gibi okumuş, dünya hayatını ve yaşadıklarını aklının hayreti ve kalbinin hasreti içinde müşahede etmiş, insanları fâni diyardan bâki âleme giden bir yolcu olarak görmüş, göstermiştir.

 

[1] Gazali, İhyau Ulûmu’d-Dîn, 3/458.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 2. Söz.

[3] Buhari, Enbiya, 2.

[4] Taberani, Beyhaki, Şuâbü’l-İman.