Etiket arşivi: eymen akça

Sünnet-i Seniyyenin Önemi-2

İkinci Mes’ele: Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’de:   ferman eder. Rivayât-ı sahiha ile Hazret-i Âişe-i Sıddîka (R.A.) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu’l-Kur’ân” diye tarif ediyorlardı. Yâni: “Kur’ân’ın beyân ettiği mehâsin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Ve o mehâsini en ziyâde imtisal eden ve fıtraten o mehâsin üstünde yaratılan odur.”

İşte böyle bir zâtın ef’al, ahvâl, akvâl ve harekâtının herbirisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona îman eden ve ümmetinden olan gafillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divâneler de anlar.

Kalem suresindeki âyeti birkaç şekilde ele alabiliriz:

“ İnneke ” ifadesi gözle göründüğü üzere sen sabit bir ahlak üzeresin, anlamına gelir. İnne, işin hakikatli olduğunu bildirir. Yani Hz. Peygamber (ASM) ahlakın hakikatine ermiş, ahlak nasıl elde edilir bilen, buna göre ömür boyut köklü bir ahlak üzere yaşayan ve ilerleyen biri olarak göze görünüyor. Ahlkı, gözle görüldüğü için dost ve düşman herkes kabul etmek zorunda kalıyor.

“ Hulukin azîm” tabiri ahlakının kemikleşmiş, kırılmaz ve değişmez bir hal aldığına işaret ediyor. Azîm kelimesi, kemikli yapı anlamına da geliyor. Yani Hz. Peygamber (ASM) hem büyük, hem sınırları görülemeyen, hem kemikleşmiş bir ahlak sahibiydi.

“ Alâ ” tabiri Onun, ahlakı üzerinde hâkim olduğunu, ahlakının oturup seciye (karakter) haline geldiğini ifade eder. İnsan sayısız duyguların mahzenidir. Kalbin kendine has duyguları bulunuyor; ruhun kendine has duyguları mevcuttur. Kalbin duyguları fakr, sevgi ve merhamet merkezlidir. Buna mukabil ruhun duyguları acz, korku ve şefkat odaklıdır. Kalbin duygularının terbiye edilmesi, “ ahlak ” a yol açar. Ruhun duygularının terbiyesi ise “edeb”e… Ahlak, kalbin Esma-yı Hüsna’ya mazhar olmasıdır. Edeb ise, ruhun Esma-yı Hüsna’ya aynalık seviyesidir.

Kur’an, kâinattaki sünnetullahın tercümesidir. Yani fıtrat kanunlarının… Sünnet-i Seniyye bu manada kâinattaki sünnetullah kanunlarının yaşanılmış halidir. Yaşanan Kur’andır. Bu açıdan Hz. Peygamber (ASM) fıtrat düzeniyle barışık bir din getirdi; insanı fıtrat âlemiyle bütünleştirdi. Bu şekilde müminlerin hayatı, fıtrat âlemindeki İlâhî ahlakın tecellilerini, hilkatin güzelliklerini kendinde gösterecek bir şekle büründü. Ahsen-i Takvim meselesi bu noktayı anlatır. Kur’anın bildirdiği bütün hilkat ve ahlak güzelliklerini Hz. Peygamber (ASM) bizzat yaşadığı için Hz. Aişe-i Sıddîka (RA)“ Onun ahlakı Kur’andı ” diye meseleyi özetler.

Bu noktada İlâhî İradenin iki eseri olan Kâinât ve Kur’anın bütünlüğünü, Sünnet-i Seniyye ile Kur’an ilişkisinin kopmaz bağını anladığı halde sünneti değiştirmeye kalkan kişi, karşısında fıtrat kanunlarını ve Allah’ı bulur. Allah’ın dini bellidir. Fıtratta yeri olmayan bir şeyin dinde de yeri yoktur. O halde dini tağyir etmek, sünneti tağyir etmek, fıtrat düzenini bozmaya, Allah ile savaşmaya kalkışmaktır. Bu savaşın galibinin kim olacağını helak olmuş kavimler acı halleriyle bize gösteriyorlar.

Üçüncü Mes’ele: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hilkaten en mu’tedil bir vaziyette ve en mükemmel bir sûrette halkedildiğinden, harekât ve sekenatı, i’tidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i Seniyyesi, kat’i bir sûrette gösterir ki: Her hareketinde istikamet ve i’tidal üzerine gitmiş, ifrat ve tefritten içtinab etmiştir. Evet, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, emrini tamamıyla imtisal ettiği için, bütün ef’al ve akval ve ahvalinde istikamet, kat’i bir sûrette görünüyor. Meselâ: Kuvve-i akliyenin fesad ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabavet ve cerbezeden müberra olarak, hadd-i vasat ve medâr-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi dâima hareket ettiği gibi; kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gazabiyenin medâr-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-ı kudsiye ile kuvve-i gazabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humûd ve fücurdan musaffa olarak, o kuvvenin medâr-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi dâima iffeti, âzamî ma’sûmiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir. Ve hâkezâ… Bütün Sünen-i Seniyyesinde, ahval-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyyesinde, hadd-i istikameti ihtiyar edip zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinab etmiştir. Hatta tekellümünde ve ekl ü şürbünde, iktisadı rehber ve israftan kat’iyyen içtinab etmiştir. Bu hakîkatın tafsilâtına dâir binler cild kitab te’lif edilmiştir.   sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifa edip, kıssayı kısa keseriz.

Bu kısmın izahı mahiyetinde ve Üstad’ın Eski Said eserlerinden Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi isimli eserinde yazdığı ahlaka dair nüktelerin şerhini de yapan “Evrensel Ahlak ve İnsan” isimli okuyuculara tavsiye edebilirim. https://www.academia.edu/38095325/Evrensel_Ahlak_ve_%C4%B0nsan

Sünnet-i Seniyyenin Önemi-1

Soru: Sünnet-i Seniyye Risalesi olan 11. Lem’anın 11. Nüktesini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad bu Nükte’yi 3 Mesele olarak incelemiş:

BİRİNCİ MESELE: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: akvâli, ef’âli, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir.

[ Hadis kitapları sünneti 4 sınıf olarak ele alırlar. Burada Üstad 4. Kısmı zikretmemiş. Ona takrîrî sünnet deniliyor. Yani Hz. Peygamber’in (ASM) yanında veya döneminde bir sahabenin yaptığı fiili, Hz. Peygamber’in (ASM) sükutla karşılaması veya beğenmesi durumunda hadis uleması o fiili de sünnetten saymışlar. Fakat Hz. Peygamber’in (ASM) bizzat uygulaması olmadığı, Hz. Peygamber (ASM) bazen örfe göre hareket ettiği dolayısıyla çeşitli yönlerden o fiili sükutla karşılayabilir. Fakat kendisinin uygulamaması gösterir ki, caizdir, meşrudur ama fıtrat düzeninde o fiilin yeri yoktur. Veya model alınacak bir tavır değildir. Mesela Hz. Peygamber (ASM) eşlerini asla dövmemiştir. Fakat sahabeler dövmüşlerdir. Sünneti baz alacaksak, elimizden geldiğince her sahada ona uyarız ve eşine karşı ne olursa olsun şiddet uygulama kısmına varmayız. Sünnette olduğu gibi 1 ay hiç konuşmama gibi bir ceza verebiliriz. Bu sünnettir, ama şiddet sünnette yoktur. Bu açılardan Sünnet-i Seniyye bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) uyguladığı ve yaşadığı Kur’andır. Akvali (sözleri), ef’ali (fiilleri) ve ahvâlidir (sergilediği hal)… Su içerken 3 yudumda içmek, oturarak içmek, “fiile dayalı” bir sünnettir. Konuşurken doğru ve doğruyu konuşmak, açık ve anlaşılır konuşmak, az ve öz konuşmak da “söze dair” sünnetlerdir. Hak namına öfkelenmek, iffetli olmak, güler yüzlü olmak gibi “hallere dair” sünnetlerdir.

Sünnet-i Seniyye, yaşanan Kur’an olduğu, Kur’anda birçok emir ve yasak bulunduğu gibi, tavsiye edilen ek durumlar, bazen de güzelliğine işaret edilen meseleler var. Açıktan emir olan hususları yapmak farz, yasak olan hususlardan kaçmak ise vâcibdir. Sünnetin bir kısmı bu emir ve nehiylerle ilgili… Bunlara uymak farz ve vâcibdir.

İkinci kısmı ise tavsiye edilen işlerdir. Gece teheccüd kılmak, o saatte Kur’an okumak, tefekkür etmek gibi işler… Bunları uygulamak sünnetin nafileler kısmına ait.

Üçüncü kısım ise Allah’ın müminlerde görmeyi istediğine işaret ettiği haller ve tavırlardır. Eşlerin bir birlerine gülümselemeleri, namazda huşu içinde olmak, tevekkülü hayatına bir kanun gibi yerleştirmek gibi… Üstad burada Sünnet-i Seniyyenin bu kısımlarının hükümlerini sıralıyor: ]

Farz ve vâcip kısmında ittibâa mecburiyet var; terkinde azap ve ikab vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir.

[ Kur’anın işaret ettiği üzere Sünnet-i Seniyyeye göre bir hayat yaşamaya “ittiba” deniliyor. Âl-i İmran suresi, 31… İttiba, tabi olmanın kişinin karakteri haline gelmesidir. Fakat taklidden farkı şudur, bilerek ve isteyerek Hz. Peygamber’in (ASM) yolundan gitmektir. Taklidde bilmek yok. Sadece harfiyyen uygulamak var. Risale-i Nur mesleği ittiba-ı Sünnet’tir. ]

Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile, yine ehl-i iman mükelleftir; fakat terkinde azap ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibâında azîm sevaplar var. Ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalâlettir ve büyük hatadır.

[ Emr-i istihbâbî, sevdirecek tarzda ifade edilen işler demektir. Bunları yapmak müstehabdır. Kişi, Allah’ın sevgisini kazanmak için bunları yapar. Farz ve vacip kısmında, kişi rıza-yı İlahiye erer. Hayatında Allah’ı merkeze almaya başlar. Kur’anın etrafında dönme yoluna girer. Emr-i istihbâbî kısmında ise din binasını, İlâhî muhabbete erdirecek şekilde süslemeye başlar. Kur’an Âl-i İmran suresinde bu kısma vurgu yapıyor. Her müminin Sünnet-i Seniyye’ye tabi olmakla Hak katında sevgili bir kul konumuna gelmesini hedefliyor. ]

Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev’iye ve içtimaiye itibarıyla onu taklit ve ittibâ etmek gayet müstahsendir. Çünkü herbir hareket-i âdiyesinde çok menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi, mütâbaat etmekle, o âdâb ve âdetler ibadet hükmüne geçer.

[ Âdât-ı Seniyye, Efendimiz’in (ASM) her gün yaptığı olağan fiillerdir. Fakat her fiili, o sahadaki hakikate ve hikmete uygundur. Su içmeye, yemeye, uykuya dair sünnetlerde gördüğümüz üzere… Harekât-ı müstahsene, Efendimiz’in (ASM) sergilediği herkesçe beğenilen hareketlerdir. Her hareketi bir güzelliği gösteriyor. Mesela beslediği kuş ölen bir çocuğu taziye için ziyaret etmesi, su testisini kıran küçük hizmetçi kızı Efendisine kızmaması için götürmesi, çocuklarla oyun oynaması gibi… Bu hareketler, kişisel hayat için model olduğu gibi, çocuklarla şakalaşması ve oynaması, insan türünün devamı ve nesillerin sağlamlığı konusunda önemli yeri olan hakikatlerdir. Mahmud ibn-i Rebi’ isminde bir sahabe der ki               “ Resulullah (ASM) ben 5 yaşındayken yüzüme su serpti, benimle şakalaştı. Bunu hiç unutamıyorum. ”[1] Düşünce ve duygu dünyası sağlıklı nesiller sevgi, merhamet, ilgi ve şefkatle büyürler. Sosyal hayat açısından da Hz. Peygamber’in (ASM) uzlaşmacı yapısı, insanlarla iyi geçinmesi, problemleri çözücü tavrı çok önemlidir. Bu sahalardaki Sünnetlerin her hikmetini herkes bilemeyeceği için Üstad burada taklide cevaz veriyor: “ onu taklit ve ittibâ etmek gayet müstahsendir. ” Hareket-i âdiye, sıradan ve basit hareket şeklinde anlaşılmamalı! Âdet, her gün bir prensip olarak yapılan fiil demektir. Yani kişisel hayat kanunu gibi… Bu manada İlahi kanunlara da “âdetullah” denilir.

İnsanın her gün ala külli hal yaptığı yeme-içme, uyuma, susma ve benzeri hal ve hareketler Sünnet-i Seniyye’ye tabi kılındığında, Sünnet-i Seniyye İlahi rızaya uygun olduğu göz önüne alınarak ve bu şuurla yapılırsa… Kişi, “ Ben şu an Allah’ın istediği ve Kur’anda işaret ettiği bir davranışı sergiliyorum ” niyetiyle o fiili yaşarsa her hal ve hareketi bir ibadet haline gelir. Bütün ömrünü Ahirete malzemeye dönüştürebilir. ]

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır.

[ Kur’anı ve Efendimiz’in (ASM) hayatını tarafsız bir gözle inceleyen herkes Onun güzel ahlakına hayran kalmaması mümkün değildir. Ki kaldıklarına dair sayısız şahitler bulunuyor. Dostların taraftarlığı bir delildir ama düşmanın aynı konuda şahitliği ise bir mucize hükmündedir. ]

Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.

[ İnsanlık dünyasında Hz. Peygamber (ASM) kadar gündem olan bir şahsiyet hiç olmadı. Bu da Onun mümtaz birisi olduğu, eşsiz bir şahsiyeti bulunduğuna delildir. Bir kişi ne kadar meşhur olursa o kadar merak uyandırdığı için daha dikkatle incelenir. Onun hayatını detaylıca inceleyenlerin çoğu ya Müslüman oluyor veyahut takdir edip beğeniyor. ]

 Ve madem, binler mucizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemâlâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’ân-ı Hakîmin hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir.

[ İslamiyet, Kitap ve Sünnetin gösterdiği hayat tarzıdır. Hz. Peygamber (ASM) hayatıyla bu manada kişisel ve sosyal ve siyasi hayata yön veren bir din ve düzen getirdi. İlâhî kanunlara dayanan mesud ferdler, bu mutlu fertlerden muntazam bir toplum ve bu itaatkâr toplumdan semavi kanunlarla idare edilen, hakka dayanan, hakkı savunan ve hakkın savaşını veren bir devlet kurdu. Bu şekilde fıtrat dünyasıyla barışık ferdler, toplum ve devlet kurmak mükemmel bir icraattır. Ona hastır. Yetiştirdiği sahabelerde gözüken kemal, kurduğu toplumda zuhur eden mükemmellik, teşkil ettiği devletin mükemmel icraatları Onun insan-ı kâmil ve mürşid-i ekmel olduğuna delildir.]

Ve madem semere-i ittibâıyla milyonlar ehl-i kemal, merâtib-i kemâlâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır.

[ Her insanın ruhunun aradığı “ebedî saadet” e kendisi yetiştiği gibi Ona tabi olanların da kemale ererek bu saadeti dünyada elde etmesi gösteriyor ki, peygamberlik sistemi ile mutluluk ayrı düşünülemezler. Peygamberler insanların kalplerini inkişaf, ruhlarını inbisat ettirmekle insanlığa saadeti kazandırmak için gelen elçilerdir. Bu saadetin her iki cihan hakkında da geçerli olması gösterir ki, din, sebeb-i saadettir. İnsanı madde ve mana âlemlerinde yükseltir, yüceltir, aziz ve âli kılar.]

Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktidâ edilecek en güzel nümunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı Sünnette hissesi ziyade ola.

[ İktida, imam kabul etmek demektir. İmamın yaptığı hareketi cemaati taklid ettiği gibi, Sünnet-i Seniyyeye uyanlar da aynı şekilde Hz. Peygamber’in (ASM) hareketlerini taklid ediyorlar. Model şahsiyet O’dur. İnsanı kemalata erdirecek şekilde takip edilmesi gereken rehber O ve Onun sünnetidir. Fıtrat düzeniyle barışık, itidal üzere bir hayatı insana kazandırdığı için anayasa hükmünde kişisel hayatımıza yerleşmesi gereken kriterler yine Onun uygulamalarıdır.]

Sünnete ittibâ etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme, tekzibini işmam eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir.

[ Sünnet-i Seniyyeye uymamanın 3 gerekçesi var: Tembellik, Ehemmiyetsiz görme ve Yalanlama… Her birinin kendince sonuçları var. Sünneti önemsiz görmek, bir cinayettir; dini ve kendi ruhunu katletmek hükmündedir. Çünkü Kur’anın gelmesinden gaye, yaşayan Kur’an olmaktır. Yaşayan Kur’an olmanın üsve-i hasenesi ( en güzel modeli ) bizzat Hz. Peygamber’in hayatıdır. Ki İlâhî kontrol ve sevk altındadır. Sünnete önem vermemek, kendince bir Kur’an algısıyla Kur’anı yaşamaya çalışmaktır. Sünneti tekzib (yalanlama) ise, dalalettir. Çünkü Sünnet, fıtrat kanunlarına tabi bir hayattır. Bu hayata tabi olmayan, dünya ve Ahiretin çarkları arasında ezilir, gider. Sünnete karşı tembellik ise, sünnete tâbi bir hayatın kazandıracağı dünyevi ve uhrevi saadet ve güzellikleri kaybetmeye yol açar. Kazancı büyük olduğu için tâbi olmamanız kaybı da o nibette büyük olduğu için Üstad hasaret-i azîme diyor. ]

Devam edecek…

[1] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, c. 4, Mahmud bin Rebi maddesi.

İktisad, Hırs, Kanaat ve İhlas-2 (İktisad Risalesi 7. Nükte’nin Şerhi)

Üçüncü Netice: Hırs İhlâsı kırar… Amel-i Uhreviyeyi zedeler. Çünkü: Bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccühü nâsı ister. Teveccühü nâsı müraat eden, İhlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir.

[ Hırsın, 3. Zararı ihlası kırmasıdır. İsraf, hırsa yol açar. Hırs ise, ihlası zedeler. Nasıl? Çünkü hır, Hücumat-ı Sitte’ye göre kişiyi tamahkârlıkla avlanacak bir konuma düşürür. İhlası ayakta tutan 2 unsur bulunuyor: Sırr-ı Ehadiyet ve Sırr-ı Samediyet

Sırr-ı Samediyet, istiğna ve itminandır. Sırr-ı Ehadiyet, rıza ve Hakkın teveccühüdür. Bu noktada hırs, sırr-ı ihlas olan kudsiyeti, menfaatsiz ve nefissiz iş yapmayı engeller. Maddi bir karşılık bekler hale getirir. Eğer kişi ehl-i takva ise, halkın teveccühünü arattırır. İltifat ve takdir bekletir. Halkın teveccühünün arkasında derinlerde şöhret ve hubb-u cah arzusu, neticede de dünyevi itibar, servet ve şeref bulunur. Bu manada hırs, maddiyata girerse orasını, maneviyata girerse orasını berbad eden bir beladır. İnsanın içine hırs girdi mi bir şeylerin vazgeçilmezleşmesi, olmazsa olmaz olması ve putlaştırılmaması kaçınılmazdır. Hakka sonsuz iştiyak için verilmiş olan hırs duygusu, insanı halkın esiri, azad kabul etmez kölesi haline getirir. İhlas ise insanı bütün maddi ve manevi bağ ve beklentilerden kurtaran iksir ve ilaç oluyor.

Üstad hırsın manevi neticesi için uyarıyor: Bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccühü nâsı ister. Teveccühü nâsı müraat eden, İhlâs-ı tâmmı bulamaz… Maddi beklentiyi aşmak kişiyi “halis”, manevi beklentiyi aşmak ise “muhlis” yapıyor. İlki sırr-ı Samediyete; ikincisi sırr-ı Ehadiyete aynalık kazandırıyor. Peygamberlerin halklarından bir ücret talep etmemelerine dair âyetler bu konuya vurgu yapıyor. ]

Elhâsıl: İsraf, kanaatsızlığı intac eder. Kanaatsızlık ise çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar; hayatından şekva kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir.

(Hâşiye): Evet, hangi müsrif ile görüşsen şekvâlar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da, yine dili şekva edecektir. En fakîr, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen; şükür işiteceksin.

[ İsraf, şikâyetin ve söylenmenin de kaynağıdır. Çünkü israf eden kişi, elindeki imkânların ve meşru kazancın ona yetmediği algısına kapılır. Kanaatsizlik doğar. Bu ise o işi yapmaya dair şevki kırar. İnsana daha kazançlı ve kolay yollar aratır. Kumar gibi… Kişi kendini tembelliğe atar. Tembellik ise, kişiye işe yaramazlık hissi ve algısı verdiği, insan kendi özünde kendini değersiz hissettiği için hayatından şikâyet etmeye başlar. Faraza kazanç elde etse de bedava ve haksız şekilde elde ettiği için o kazancın kıymetini bilemez; bilemediği için de israf eder. Sonra elinden çıkan o bol ama gayr-ı meşru parayı da dikkatsiz kullandı diye kendi kendini yer bitirir. Bu manada israf, şikâyetin anasıdır. İsrafa yakasını kaptıran kişiler, ne kadar zengin de olsa “yetmiyor, yetmiyor” diye şikâyet ederler. Çünkü hırstan dolayı gözü daha yukarılarda olduğu için bütün dünya ona verilse o kişi şikâyetten vazgeçemez. Şikâyetten kurtulmanın tek çaresi hırs ateşini söndürmek ve kendinden kötü haldekileri ona gösterip haline şükrettirmektir. ]

Hem İhlâsı kırar, riya kapısını açar.

[Hırs, Hakkın rızasını aramayı bıraktırır; halkın rıza ve teveccühünü arattırır. Bu ise kendini halka sevdirmeye; bu ise onlara kendini sevdirecek şekilde görünmeye ve davranmaya yol açar. Bunun adı ise ‘riya’ dır (gösteriş). İhlas, sonsuz itibar ve ebedî şahsiyettir. Buna mukabil israf hırsa, hırs ise riyaya yol açıyor. Kişi riyakârlıkla maddi ve manevi itibarını, haysiyetini, şerefini, izzetini kaybediyor.]

Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.

[Hırs, dilenciliktir. Maddi ve manevi açıdan… Maddisiyle insanların ekindeki meşru kazançlarına göz diker. Onlara ulaşmak için her türlü kılığa girer. Bir dilenci gibi… Manevi açıdan ise hırs takdir, iltifat ve yöneliş dilenciliğidir. İnsanların onu sevmesini ister. Bunun da temelinde şefkat arayışı… Onun da temelinde adını koyamadığı sayısız korku ve çaresizliği yatar. Hırs ve dilencilik arasında zaruri bir ilişki bulunuyor. Hırs ırmağı, dilencilik denizine dökülüyor.]

İktisad ise, kanaatı intac eder.

Hadîsin sırriyle; kanaat, izzeti intac eder.

[ İktisad, elindeki imkânları en zaruriden en gereksize doğru şuurluca kullanmaktır. En önce zaruri ihtiyaçlarına harcadığı için başka insanlara muhtaç duruma düşmez. Onu da karşılayacak durumu yoksa zaten Cenab-ı Hakk, zenginlerin malında ona bir hak tayin etmiş. Bu dilencilik değil, fakirliktir. İmkânları zaruri ihtiyaçlarına yeten kişi, sefalete düşmez. Yaşamak için başkasına muhtaç olmadığından dolayı bir izzeti ve sosyal hayatta bir itibarı oluşur. Zillete (gölge gibi silik bir şahsiyete) düşmez. İzzet, kudreti olanda olur. Kudret ise, zaruri ihtiyaçlarını gideren kişide görünür. Kendini ve aile efradını beslemek ve korumak gibi… Yani yaşamının devamında kimseye muhtaç olmamak bir kudret ve izzettir. Kanaat, elindeki imkânlarla susuzluğunu gidermektir. Susuzluğu giden başka suya ihtiyaç hissetmez. Bu manada iktisad kanaate yol açar. Kanaat ise, izzete yol açar. Tamahkârlık ise, zillete ve sefalete kapı aralar. Kanaat ve izzet arasında da bir geçiş var. Kanaatkâr olanın izzetsiz olması mümkün değil. En azından manevi izzet ve iktidarı oluşur. Fakat burada bir nokta var: İktisad lüks bir hayatın garantisi değildir. Şu anki medeniyet, insanlığı lüks hayata alıştırıyor. Onlara müptela ve tiryaki ediyor. Onlarsız yaşayamayacağı algısına onu kaptırıyor. Bu akıntıya kapılan kişi, ne kadar uğraşırsa uğraşsın lüks ihtiyaçlarını asla tatmin edemez. Çünkü lüksün ve kalitenin sınırı yoktur.]

Hem sa’ye ve çalışmaya teşci eder. Şevkini ziyâdeleştirir, çalıştırır. Çünkü: Meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırriyle, ikinci gün yine çalışır.

[ İktisad ve kanaatle, elde ettiği cüz’î ücretin ona kâfi geldiğini gören kişi, işine devam etmek ve onu kaybetmemek ister. Mühim olan hayatını devam ettirmektir, mantığına erdiği için keyfini erteleyip şevk ile zaruri ihtiyaçlarını temin için çabalar.]

Müsrif ise; kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.

[ İsraf öyle bir ateştir ki hırsla her şeyi yer bitirir. Hazıra dağ dayanmaz meselesi… Bu çukura düşen kişinin akıbeti ya tembellik ya hırsızlık ya kumardır. ]

Hem iktisaddan gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında dâima şâkir olur.

[ İnsan elindeki imkânların zaruri ihtiyaçlarına yettiğini ve hayatını devama vesile olduğunu gördüğü an, mutlu olur. Haline şükreder. Aç değiliz, açıkta değiliz, kimseye muhtaç değiliz mantığıyla şükrü yaşar. Onun bu şükrü, onun daha ileri nimetlere mazhar olmasına vesile olur. “Le in şekertüm le ezîdenneküm[1] ( Eğer verdiğim nimetlere şükrerdeseniz elbette nimetimi artırırım) âyetinin bildirdiği üzere… Şükür bir kapı, şekva bir kapı… Şükür kapısının anahtarı, kanaat; şekva kapısının anahtarı, tama’dır. ]

Hem kanaat vâsıtasiyle insanlardan istiğna etmek cihetinde teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riya kapısı kapanır.

[ Kanaat doyma, susuzluğunu giderme olduğu için insan diğer insanlara ve ellerindeki mala gözünü dikmez. Elindekiyle mutmain olur. Bu ise, halka karşı istiğna hissine yol açar. Halka muhtaç olmayan, elindeki imkânlara da muhtaç olmaz. Bu ise, onun halkla ilişkilerinde daha dik durmasına, ihlasına yol açar. Nefsi ve arzuları amelini, hizmetini bulandırmaz. Bu manada her peygamberin bir meslek ve gelir sahibi olması önemli bir hakikattır. Halka muhtaç değil ki peygamberliği bir gelir kapısı yapsın, insanların malına-mülküne muhtaç olsun. Şahsen peygamberlerin bu sünnetine tabi olarak hizmet etmeye çalışıyorum. Rabbim ihlastan ayırmasın, kimseye muhtaç kalmayacak bir rızık ve gelir kapısı da bizlere versin. Kazancımıza da bereket ihsan eylesin. Âmin. ‘Fakirlik küfür olayazdı’[2] hadisi, çok ciddi bir hakikati bildiriyor. Fakirlik şiddetlendikçe, insanın Allah’ın rahmetine karşı güveni sarsılıyor. O halde iş bu raddelere varıyorsa ihtiyacın derecesine göre insanın iç dünyasında korku ve hüzün şeklinde ateşler, ihtiyaca göre, yanmaya başlıyor demektir. Onda küfür olur, bizde ise hırs ve tamah olur. İnsan maddi ve manevi bir yapı sahibi olduğu için her iki tarafı da beslemek, korumak gerekiyor. Yoksa sıkıntılar ortaya çıkıyor. ]

İktisadsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dâirede müşahede ettim. Şöyle ki: Ben, dokuz sene evvel mübârek bir şehre geldim. Kış münâsebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin oranın müftüsü birkaç def’a bana dedi: “Ahalimiz fakîrdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar dâima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. FESÜBHANALLAH dedim, bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkındedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzımgelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakîkatların derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakîkatla anladım. İktisadsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber o merhum müftü “Ahalimiz fakîrdir” diyordu.

Evet zekât vermek ve iktisad etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıât vardır…

[ İsraf hırsı körükler; hırs ise zekât vermeyi engelleyecek bir ruh halini insanda uyandırır. Malım bitecek korkusuyla insan zekât veremez hale gelir. İktisada riayet, berekete, imkânlarını en verimli şekilde kullanmaya yol açar. Buna mukabil israf, harcamada öncelik-sonralık sırasını bozar. 3000 TL maaş alıp 5000 TL’Lik cep telefonu alan adam gibi… Bu durumda kazancı insanın işe yaramaz hale gelir. Zekât, insanın kalbindeki mal sevgisi gibi duyguları temizler. Nefsin, cimrilik gibi kötü duygularını arındırır. İnsanların hayır duasını kazandırır. Eğer tüccar ise, fakir halkın ve zenginlerin arasında bir itibar, meşru bir şöhret kazanır, kendisi hakkında bir güven halkası oluşturur. Zekâtını veren kişi, helal-harama dikkat edeceği, sözünde ve ahdinde sâdık olduğu için sosyal çevresini kendisi inşa eder. Bu durum onun ticaretini çoğaltır. Verdiklerinin kat kat fazlası ona geri gelir. En azından malına bereket inecek şekilde fakir fukaranın hayır duasını alır. İsraf, zekât vermemek gibi büyük günahların anası olur. Oysa hadis var: “ Zekât vermeyen kişinin namazını Allah kabul etmez. Kur’anda Allah namaz ile zekâtı beraber tutmuş, siz de beraber tutun.[3] Zekatın bir çeşidi olan fitre hakkında da Peygamberimiz (ASM) şöyle der: “ Kişi fitre vermediği sürece orucu sema ile arz arasında muallak kalır. Fitre verince semaya yükselir [4] diyor. İnsan, nefis ve malından ibaret olduğu için Allah bu ikisinin ibadetlerini bir birinden ayrı görmüyor ve tutmuyor. Namazı, zekat ile; orucu, fitre ile; haccı, kurban ile bağlamış. Bu şekilde nefsini ve malını Allah’a satmak ifadesi tam yerini buluyor.

Bütün israfların kaynağı insanın iç dünyasında başladığı, bedenini idare edemeyen kişi başkalarını da idare edemeyeceği için, bedendeki israf ise yeme-içmede olduğu ve başladığından Üstad meseleyi tekrar bu konuya getiriyor. İnsanın dengesiz beslenmesi, nefsini azdırır. Bütün kontrolü öfke ve şehvet merkezli olarak nefs-i emmâre ele geçirir. Öfke ve şehvet hırsı ile, insana her şeyi yaptırır. O hırs peşinde elindeki imkânları da israf ettirir. Bu noktada oruç, bir yeme-içme terbiyesi olmasıyla içteki bütün hararet ve ateş çeşitlerini söndürür, hırsı da dindirir. Bu noktada oruç dengeli bir beslenme modelini insanlara öğretir. İki öğün… Sabah akşam… İyice acıkınca yedirir… ]

İslâm Hükemâsının Eflâtunu ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sinâ, yalnız tıb noktasında

Âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

Yâni: “İlm-i Tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yâni, kolayca hazmedeceğin mikdarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.”[5] (Hâşiye)

Cây-ı hayret ve medâr-ı ibret bir tevâfuk: İktisad Risâlesini, üçü acemî olarak beşaltı ayrı ayrı müstensih, ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshadan yazıp birbirinden uzak, hatları birbirinden ayrı, hiç elifleri düşünmeyerek yazdıkları her bir nüshânın elifleri; duâsız elli bir, duâ ile beraber elli üçte tevâfuk etmekle beraber; İktisad Risâlesinin tarih-i te’lif ve istinsahı olan Rûmîce elli bir ve Arabî elli üç tarihinde tevâfuku ise, şübhesiz tesadüf olamaz. İktisattaki bereketin kerâmet derecesine çıktığına bir işârettir. Ve bu seneye, “Sene-i İktisad” tesmiyesi lâyıktır.

Evet, zaman iki sene sonra bu kerâmet-i iktisâdiyeyi, İkinci Harb-i Umûmîyede her taraftaki açlık ve tahribat ve isrâfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbûr olmasiyle isbat etti…

[1] İbrahim suresi, 7.

[2] Beyhakî Şuab; Taberânî, el-Evsat.

[3] Taberani.

[4] Ebu Hafs.

[5] Yâni vücûda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır…

İktisad, Hırs, Kanaat ve İhlas-1 (İktisad Risalesi 7. Nükte’nin Şerhi)

Soru: İktisad Risalesi olan 19. Lem’anın 7. Nüktesini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad Bediüzzaman bu Nükte’yi israf-hırs ilişkisine ayırmış. Şöyle diyor:

“ İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir: ” Yani israf, insanın dünyasında hırs duygusunun uyandırır. Hırs ise insanın hayatında 3 tane neticeyi doğurur.

BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı HAŞİYE-1 terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.

Haşiye-1: İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.

Burası ekonomist olarak bizim sahamız. Bu konuya dair Tüketim Ekonomisi ve Kalkınma isimli bir makalemi ve İktisad Risalesi Üzerine Bir Söyleşi isimli sohbet tarzı diğer yazımı gönderiyorum. Onlar sana kafi olur inşallah.

Hırsın İkinci Neticesi: Haybet ve hasarettir. Maksudunu kaçırmak ve istiskale ma’rûz kalıp, teshilât ve muâvenetten mahrum kalmaktır. Hattâ

Yâni: “Hırs, hasâret ve muvaffakıyetsizliğin sebebidir.” olan darb-ı mesele mâsadak olur. Hırs ve kanaatın te’siratı, zîhayat âleminde gâyet geniş bir düstûr ile cereyan ediyor.

Ezcümle: Rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatları, onların rızkını onlara koşturduğu gibi; hayvanatın hırs ile meşakkat ve noksâniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatın azîm menfaatını gösterir.

Hem zaîf umum yavruların lîsan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırs ile noksan ve mülevves rızıklarına saldırması; da’vamızı parlak bir sûrette isbat ediyor.

Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına medâr olması; ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırs ile rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medâr-ı rahat olduğunu gösterir.

Hem Yahudi Milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefâletli, gayr-ı meşrû ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması.. ve sahranişinlerin (yâni bedevilerin) kanaatkârane vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması; yine mezkûr da’vamızı kat’i isbat eder.

Hem çok âlimlerin[1] ve ediblerin[2] zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hâle düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleri ile zenginleşmeleri kat’i bir sûrette isbat eder ki:

Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil.

Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenâsibdir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir.

Hadîsinin sırriyle; kanaat, bir define-i hüsn-ü maîşet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir mâden-i hasâret ve sefâlettir.

Bu bölümde Üstad helal rızık ile hırs arasındaki zıtlığı İlâhî bir kanun olarak gösteriyor. Hırs, bir canlıda oluşursa rızkı ondan kaçar, diyor. Yerinden kımıldayamayan ağaçlar ve çiçeklerle, her yere koşabilen ve gidebilen hayvanları kıyaslar. Hayvanlar, ağaçlara göre hırslıdır; açtır, az yaşar ve daha az yavru besler. Kanaat, helal rızkı çeken bir mıknatıs; hırs ise, helal ve kudsi malı kaçıran ve ürküten bir kabalıktır. Helal mal, kudsi bir kuştur; durursan gelir, hırs gösterirsen kaçar. Bunun sebebi, hırsın, bir şeyi kalbin içine sokması ve putlaştırmasıdır. Böyle putlaşan bir şeyi Allah nasip etmez.

Sonra hayvanlardan yetişkinlerle zayıf yavruları kıyaslar. Yetişkinler daha hırslı… Hırslı aslan, kanlı ve kirli şeyler yerken, kanaatkâr yavrusu süt gibi latif, nezih ve temiz bir gıdayla beslenir. Bu gösterir ki temiz ve nezih bir hayat, kanaat ile olur. Hırs ise, kirli bir hayatın kaynağıdır.

Sonra Üstad aptal balıkların semizliği ile zeki tilki ve maymunun zayıflığını kıyaslar. Zekâ, hırsın sebebidir, der. Buradan zekâ arttıkça, hırs arttığı için rızkın ondan kaçtığı hükmüne vararak; hırs, rahattan mahrum eder; kanaat ise hayatta rahatlığın sebebidir, der.

Sonra Üstad insanlık dünyasının tilkileri ve maymunları olan Yahudi milletini Çöl Bedevileri ile kıyaslar. Yahudilerin zengin olabilmek için yaptıkları hileler, çevirdikleri dolaplar, kurdukları faize dayalı bankacılık sistemi ile bütün dünya milletlerinden tahkir, zillet ve sefillik damgası yemesini göz önüne alıp sonra Çöl bedevilerinin fakir ama izzetli ve şerefli, onları mesud edecek imkanlarını kıyaslar. Bu durum iktisad ve kanaatta izzet, hırs ve israfta zillet ve sefalet olduğuna delil olur.

Sonra Üstad zeka ve hırs bağına değinip kendi akıl ve iktidarına güvenenleri Allah’ın tokatladığını, sıradan insanların fıtrî kanaatinin onlara servet ve zenginlik getirdiğini işler. Üstad’ın bu madde madde izahı “ Kulilâhümme mâlikü’l-mülki tü’ti’l-mülke men teşau ve tenziu’l-mülke mimmen teşau… [3] [De ki, ey Mülkün Mâliki olan Allah’ım! Sen dilediğini mülkü verir dilediğinden alırsın. Dilediğine verir aziz edersin, dilediğinden alır zelil edersin. Hayır (mal, mülk ve seçkinlik) senin elindedir. Hakikaten sen her şeyi yapabilen kudret sahibisin] âyetinin tefsiridir.

Bu tespitlerden Üstad bir kanun keşfediyor, buluyor: Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil…

Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenâsibdir (ters orantılıdır). Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir.

Güç ve bilgi insanda hırsı uyandıran, kişiye kendine güvenme hissi veren, Allah’a güvenmeyi engelleyen birer unsur oluyor. Bu durum maneviyatta da aynen geçerlidir. Bazı ilim ehli, zekâsına güveniyor; hakikati ben bulacağım diye hırslanıyor. Hırslandıkça hakikat perdeleniyor. Veya bazısına ise, Allah ikram ediyor. O ise, ikrama kör olup geçmişindeki cehaletli zamanlarını unutup o ilmi, Karun gibi, kendisi elde ettiğini düşünüyor. Bu noktada meleklerin Bakara suresindeki şu sözü muazzam bir tevhid, hakikat ve ilmî bir edep dersidir:    “ Sübhâneke lâ ilme lena illa ma allemtena…[4] ( Sen Sübhansın, kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize öğrettiğin ve verdiğin ilimden başka bizde bir ilim yok ve olamaz. İlim, Senin malındır. Sen ilmi dilediğine dilediği kadar veren, verdiğinde de ilmin mülkiyetini elinde tutan Alîm ve Hakîm’sin. )

Maddi ve manevi âlemlerde kanaat, servet ve kemal vesilesidir. Hırs ise, sevgilisini küstüren bir hamakattir.

Devam edecek…

[1] İran’ın âdil pâdişâhlarından Nuşirevan-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürcümehr’den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ulemâ, ümerâ kapısında görünüyor da; ümerâ ulemâ kapısında görünmüyor. Halbuki ilim, emaretin fevkındedir?” Cevaben demiş ki: “Ulemânın ilminden, ümerânın cehlindendir.” Yâni; ümerâ, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemânın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulemâ ise; mârifetlerinden mallarının kıymetini dahi bildikleri için ümerâ kapısında arıyorlar. İşte Büzürcümehr, ulemânın arasında fakr ve zilletlerine sebeb olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir sûrette te’vil ederek nâzikâne cevab vermiştir.

Husrev

[2] Bunu te’yid eden bir hâdise: Fransa’da ediblere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor.

Süleyman Rüşdü

[3] Âl-i İmran suresi, 26.

[4] Bakara suresi, 34.

Kalbin, Ruhun, Sırrın Hayat Mertebeleri

İnsanın manevi hayat mertebeleri, insanın kalb, ruh, sır gibi İlâhî ilim hazinelerinin yeşertilmesi ve yaşanılmasına bağlıdır. Huzûrî ilmin, 3 farklı çaptaki tecellisini bu 3 hayat mertebesi ifade eder. Bu mertebeler, insanın zaman algısıyla çok yakından ilgilidirler. Kalb, bir hüzünler mahzenidir. Ruh bir korkular mahşeridir. Sır, bütün zamanları içine alan emeller sarayıdır. Bu yönüyle insana geçmiş ve gelecek zamanın kapılarını açan akıl cihazı, insanlığın başına bir bela ve iptila olabildiği gibi, vahdet ve tevhid şuuru ile insana sonsuz saadetlere erişme, zamansızlığı tatma, bekayı zevk etme, sonsuzluğu yaşama imkanını da bahşediyor. Bu süreç zorunlu 2 tarz üzere insanlık dünyasında tarih boyunca akmıştır. Bu 2 zorunlu hali ve işleyiş sürecini, Bediüzzaman Said Nursi Lem’alar kitabının önemli bir bölümü olan 17. Lem’anın 14. Nota’sında şöyle ifade eder:

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in’ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.

Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür’atli akar.

Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden “ Lâ ilâhe illallah ” kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

Bu öz, veciz, derin ve külli hakikatleri anlatan metni şöyle şerh edebiliriz:

Öncelikle şunu diyebiliriz: Lem’alar kitabı Bediüzzaman tarafından ruh terbiyesine tahsis edildiği için bu bölümde ruh fabrikasını işlettirmek, onu bir Gül Fabrikası ve bir Nur Fabrikası haline getirmek hedeftir. İnsan beyninin gelişmiş seviyeleri bir “gül ve güneş” imajinasyonları çizerek ve bu tarz nöral ağ ve titreşimler sergileyerek ruhun gelişme seyir ve sürecine eşlik eder.

Bu bölümde Bediüzzaman insanlardaki zaman algısını işliyor. İnsan ne geçmiştedir, ne gelecektedir. İnsan “an” vardır. Fiziksel olarak şimdiki zamanda ve andayız, diyor. Madde varlık, an’da vardır. Maddî varlık için dün ve yarın, geçmiş ve gelecek, ezel ve ebed yoktur. Madde için ve insanın maddeci nefs-i emmaresi için, varlık sadece içinde bulunulan andır. O yüzden nefis, heva, heves, hisler işin ne öncesini ne de sonrasını görebilirler. Bu manada onlar akıbete kördürler. Yapılacak bir işin kötü âkıbetini ne düşünmek, ne de gösterilirse görmek isterler. Çünkü alınacak o pis lezzete kilitlenip kalmışlardır.

Nefsani ve cismani hayat boyutuyla insan için geçmiş ve gelecek algısının, onların farkında olmanın hiçbir anlamı yoktur. Fakat insanda akıl, kalb, ruh olduğu için geçmiş ve gelecek zamanları insan görüyor. Akıl, bu iki âlemin kapılarını açıyor. Kalb, ta ezele kadar uzanan bir el ile bütün geçmiş zamana yayılır. Hasretlerini, hüzünlerini gidermek ister. O günleri tekrar tekrar yaşamak ister. Duygu bazında iç dünyasında da yaşar. Ruh ise, tâ ebede kadar uzanan bir el ile bütün gelecek zamanı aydınlatmaya, kendisi hakkında güvenilir hale getirmeye, her şeyi kontrolü altına almaya çalışır. Bu şekilde korku ve endişelerden kurtulmak ister. Geçmişi ne olursa olsun geleceğini daha iyi kılmak ister. Duygu bazında iç dünyasında bu mutluluğu yaşar.

Kur’anda 20 âyet “ la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn[1] ( Onlara gelecek korkusu ve geçmişin nükseden üzüntüleri yoktur ) cümlesiyle ruhun korkularını, kalbin hüzünlerini vurgular. Bu dugyuların esaretinden ancak “evliyaullah” (Allah’ın dostu olup Onun velayeti altına girenler) kurtulur, der. Onlar da bunu tahkiki iman ve takva ile elde ederler diye Yunus suresi 62-64. Âyetler bildiriyor. O kadar bu korku ve hüzünler insan fıtratında hâkimdir ki, çoğu insan geçmişin içinde yaşar. Hatıralarında hapsolur, kaybolur gider. Melankoli budur. Birçoğu da geleceğe dair endişeler altında ezilir, ruhunu hasta eder. Depresyon budur. Bu algı o kadar güçlü ve gerçekçidir ki, insan bu ânın önemini unutur. Geleceği bu ândaki faaliyetlerin şekillendirdiği hakikatini kaybeder. Bu algının neticesinde birçok kişi aklının gördüğü o binlerce yıllık gelecek zamanı bizzat yaşayacakmış zannına kapılıp kendisini, algıladığıyla özdeş görür. O yüzden 1000 yıl dünyada yaşayacakmışçasına planlar yapar.[2] Tam dünyaperest bir hale gelir. Bu geçmiş ve gelecek zaman algısının kalbe ve ruha verdiği tadın lezzeti ve ferahı, nefsin işine gelir. Onu bulunulan ânın sorumluluklarından kaçan, erteleyici, miskin bir hale sokar. İşte bu noktada Üstad der: “Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in’ikâs edip (yansıyıp), göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür.” İki aynayı karşı karşıya koyarsak, bir birlerinde binlerce kez yansırlar. Baktığımızda çok geniş bir meydan gibi görünür. Oysa hakikatte sadece 2 ayna vardır. Bu yansımalar bâtınî derinliği anlatması noktasında çok önemlidir! Üstad bu iç içe yansımaları insanda oluşturan hususu açıyor:“ Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum (yok edilmiş) ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin. ”

Bu temsil biraz semboliktir ve rüyaların da dilini öğretiyor: Sağ taraf, geçmiş zaman… Sol taraf, gelecek zaman… Kabir, şu an… Kabre ise, cesed konulur. Yani diyor Üstad, sen zahiren diri, hakikaten ölüsün. Gerçek dirilik, kesilmeyen bir süreçtir. Senin canlılığın bu an ile sınırlı. “ Allah ve Resulü sizi ihya edip diriltecek işlere çağırdığında Ona icabet edin”[3] âyetinin de Risale-i Nurdaki tefsiri burasıdır. Kalb ve ruh ölü ise, nefis diridir. Nefis ölmeye başladıkça, kalb ve ruh dirilir. Bu, bir maneviyat kanunudur. “Kalb ve ruhu diriltecek şey nedir?” sorusu akla gelirse Üstad aşağıda cevabını verecek. Fakat insanın bu hayalî zaman algısını hakiki bir geçmiş-gelecek algısına, Ezeliyet ve Ebediyet şuuruna yükseltmek için İlahî sistem şöyle işliyor: “ senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır.” Zamanın meselesinin evveli-ahiri-zâhiri-bâtını vardır. Evvel-i zaman, mazi ve ezeliyet… Âhir-i zaman, müstakbel ve ebediyet… Zâhir ve bâtın-ı zaman, bu an ve şimdiki zaman… Zâhir-i zaman, maddenin hareketine dayanır. Bâtın-ı zaman ise, maddenin hareketini düzenleyen mana ve hakikate dayanır. Yani aslında zaman dediğimiz şey, İlahî ilmin, İlâhî kudretle birleşme yolculuğunun uzunluğudur. İnsanlar bu yolculuğun an’daki halini görüyorlar. Fakat akıl, tamamını görebiliyor. “ Geçmiş çıktı gitti, bakalım yarın neler getirecek? ” diye akıl çok net olarak süreci okuyor ve görüyor. Kalb ise, elden çıkıp giden güzelliklerin ardından hasretle bakıyor. Ruh ise, gelecek zamanın neler getireceği, zarar getirip getirmeyeceği hakkında endişeyle dolu ve en ufak bir sese kulak kabartıyor. Nefs-i emmâre için zaman tek bir andır. İnsan nefsine uysa, gittikçe tembelleşir. Tembellikte zirve, tam manasıyla hareketsiz kalmaktır. Mutlak manada duran bir şey için, zaman da biter. Sadece madde algısı kalır. Hareket, maddeyi eriten bir hakikat. Bu açıdan hareketsiz duran dağların ömrü ile, nisbeten hareketli ağaçların ve tam hareketli hayvanların ömürleri kıyaslansa mesele görünür. İnsandan ise Allah maddi ve manevi faaliyet ve hareket istiyor. Bu hareketle insan cismini ve maddesini eritip nurlandırıyor. Bu 17. Lem’anın başındaki ifadede geçen: “ inâyet-i Rabbâniye ile, marifet-i İlâhiyede bir hareket-i fikriye ve bir seyahat-i kalbiye ve bir inkişâfât-ı ruhiyede tezahür eden…” cümlesindeki 3 fiile erişir. Fikir, hareket etmeye başlarsa, kalb de manevi âlemlerde seyahat etmeye başlar. Bu ikisi hareket ederse ruhta da inkişaflar meydana gelir. Ruh fabrikası kurulmaya başlanır. Fakat ilk adım fikre aittir. Bunları insana nasip eden ise “inâyet-i Rabbâniye” dir. İnâyet ise, âciz ve çaresizlere odaklanan İlâhî bir sıfat… Aczini hissedenlere Allah Rububiyeti gereği bu gelişme yolculuğunu ilham ve ikram eder.

İnsan, gaflet, vehim ve hayalinin etkisi altına girdiği ve onların esiri olduğunda Cenab-ı Hakk bir lütuf olarak o kişiye musibet verir. Ta ki uykuları kaçsın, keyfini kaçırsın. Bu şekilde kendi vazifelerini hatırlasın. Aksi takdirde “ geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür’atli akar. ” Rahatlık içinde ömür o kadar bereketsiz, kıymetsiz, ürün vermeden geçer ki, Müminun suresindeki bir âyet bunu şöyle ifade eder: “

  1. Allah (inkarcılara) “Yeryüzünde kaç sene kaldınız?” diye sorar.
  2. Onlar, “Bir gün, ya da bir günden daha az bir süre kaldık…”

Bu kadar boş ve değersiz bir hayat yaşamak bir kaderdir. Cenab-ı Hakk ihsanıyla bazen hastalık, bazen hıyanet, bazen hapis ve benzeri musibetlerle kişiyi o Cehennem yuvasından kurtarır. Fakat kişi aklı başında biriyse buna gerek kalmaz. O doğrudan hareket-i fikriyeye başlar. Fikrî hareket insanı anlık, cüz’î, maddeci bakıştan çeker alır. Ona sermedi, ezelî ve ebedî, külli ve manevi bir nazar kazandırır. Buna Tevhid denilir. Üstad bu kısmı açıyor:

“ Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.” Burada Üstad’ın dünya hayatı dediği, maddi hayat manasındadır. Maddi hayat, diğer canlılarda olduğu gibi anlıktır. Cismânî yaşayış dediği, bitkisel hayattır. Bizim cismimizi beslemek, korumak şeklindeki hayat tarzımız… Hayvanî hayat dediği ise, hayvanî duygularımızın esiri bir hayat demektir. Kin, hırs, nefret, hased, inat gibi kişiyi anda boğan ve kilitleyen duygular… Dünya hayatının zıddı, ukba ve Âhiret hayatıdır. Cismânî yaşayışın zıddı, ruhani hayattır. Hayvanî hayat tabirinin zıddı ise, kalbî hayattır. Burayı Üstad “kalb ve ruhun derece-i hayatı” diye ifade eder. Bu hayat tabakalarına yükselmenin yeme-içmeye bakan yönünü Üstad 19. Lem’ada şöyle ifade eder: “ Aklı, midesine; kalbi, nefsine; ruhu, cesedine hâkim olmak… ”

Bu kısımda ise, aklın hareket-i fikriyesini, kalb ve ruhun zikirleriyle desteklemeyi ifade eder. Bu zikir kişiye hakikatte anlık, vehim gözüyle ebedî ve ezelî gözüken bir sanal hayattan; gerçekten var olan, hakikatli ve ruhlu bir hayatı kazandırır. Üstad’ın tabiriyle “ geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.” Kalb için, daire-i hayat; ruh için, âlem-i nurdur. Kalb ve ruhu aynı anda işleten ve geliştiren zikri ise Üstad açıyor:

“ İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden ‘ Lâ ilâhe İlallah ’ kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir. ”

Marifetullah, Allah’ı tanıma yolculuğunda elde edilen tasavvur seviyesinde bilgilerdir. Normal aklımızdan ötede duygusal bir zekâmız bulunuyor. Kelime-i Tevhid zikri, kalbimizin bu yönünü de işletiyor. Vahdâniyet ise, vâhidiyet ve ehadiyeti cem eden, celal ve cemali iç içe görebilen, kemal seviyedir. Ki her bir ruhun aşkla aradığı ve istediği sekîne halini bu tevhid seviyesi verir. Bu manada Kelime-i Tevhid, Vâhidiyet ve Ehadiyet sırlarını, bunların iç içe görünüşlerinin yolunu, yöntemini öğretiyor.

Kalbin işlemesi onu “ârif” yapar. “Ârifin fikri neyse zikri odur” sözü kalb için fikir-zikir birlikteliğini anlatıyor. Ruh, bir nur fabrikası olarak işler. Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet sırlarını, kemalinin sırlarını içinde işler. Kâinata manevi elektrik üretir. Bu hakiki ilimle olur. Hakiki ilim, nurludur. Huzur verir. İnsanı şuhuda eriştirir. Baktığı zaman her şeyin derinliklerine inen bir nüfuz-u maneviye kavuşturur. Ve ona meseleleri kuşattırır. İnsana yakîn, itminan ve emniyet verir. Her bildiği mesele onda bir iman haline gelebilir. Bu imanı başkalarına da etkili şekilde anlatabilir. Üstad kelime-i Tevhidi, 7. Şua’nın Arapçasında detaylıca tefsir etmiş; Onun Arapçasını vird olarak okuyabiliyoruz. Gayet güzeldir. Onun özetini ise Büyük Cevşen’deki Hülasatü’l-Hülasa yapmış, okuyabiliriz.

Ruh Fabrikasının işleyebilmesi için temel bir şart, İhlas, Uhuvvet ve Hakikatin sırlarını yaşamaktır. Bunun yaşanması için Üstad, İhlas Risalesini yazmış.

Remiz kısmını şöyle anlayabiliriz: Bütün insanlığın uğrunda emek sarfettiği şeylerin özüne inersek bunları güç ve bilgi şeklinde temellenmiş olarak buluyoruz. Yani kudret ve ilim… Nefis ve enâniyetine tabi olanlar kudret peşinde ömür harcarlar. Geriye miras olarak da para, ev, araba, arazi gibi dünya hayatı ile bağlı, fani şeyler bırakırlar. Fakat nefis ve benliğini aşanlar ilim ve daha ötede hikmet peşinde ömürlerini harcarlar. Geriye miras olarak da ilim ve hikmet, güzel ahlak, kitap, kaliteli talebeler bırakırlar. “ Biz peygamberler altın ve gümüş miras bırakmayız. Peygamberlerin varisçileri âlimlerdir, bizim mirasımız ilimdir [4] hadisi Peygamberler gibi deha-yı azam şahsiyetlerin ömürlerini ne uğurda harcadıklarını gösteren çarpıcı ve vurucu bir cümledir.

Kudret, madde olarak tecelli eder. Madde ise, an’da vardır. Ne yarın ne de dün maddi olarak vardır. Bu açıdan maddeyi ve kudreti biz insanlar sadece şu anda görebiliyor ve hissedebiliyoruz. Fakat dünü ve öncesini yaşadığımız, maddi acı ve lezzetlerini hissettiğimiz de hakikatin ta kendisi… Bizdeki hafıza, şuur, zaman algısı ve akıl bizim için kişisel geçmiş ve gelecek zamanlarımızın kapısını açtığı gibi daha ötede bütün insanlığın geçmiş ve gelecek zamanını, daha da ötede bütün dünyanın ve kâinatın geçmiş ve gelecek zamanlarının kapılarını açabiliyor. İşte bu noktada bütün yatırımını anda görülen, hissedilen, yarın elden çıkacak olan, kişinin iç dünyasına en fazla rızık olarak girebilen, kişiye en ileri boyutta anlık bir zevk ve lezzet verebilen kudret ve madde bir yol olarak görünüyor… Diğer yanda ise ta ezelden ebede, her zamanda ve her mekanda “varlık” olarak, canlılar dünyasında “ hayat ” olarak, his ve şuur sahiplerinde “duygu” olarak, akıl sahiplerinde “geçmiş-gelecek zaman algısı” olarak görünen, kişinin hakikatini teşkil ettiği için onunla tamamen bütünleşebilen, onun hakikatini ve mahiyetini anahtar gibi açıp ona ebedî saadeti, nihayetsiz ve daimi zevk ve lezzetleri hissettiren “ külli ilim ”  ve “ külli hikmet ” bir yol olarak görünüyor. Peygamberlerin yolundan gidenler için yol, ilimdir. İlmin odaklandığı mevzu, cüz’î ve kişisel ise, verdiği zevk ve lezzet, mutluluk ve kıymet de cüz’îdir. Fakat ilim, vücud-hayat-his-şuur-akıl gibi mutlak, külli, muhit meselelere yönelmişse kişinin aklına, kalbine, vicdanına, ruhuna, sırrına ve sayısız latifelerine muazzam genişlikte bir nur ve feyiz âlemi hediye eder. Bu ilmi, amel haline getirmek ise, kişiyi bu büyük âlemlerle bütünleştirir. İnsan ruhu, ilim ve emir sıfatlarından yaratıldığından ve ruh, evrensel bir kanun olduğundan, kâinata ve ezel-ebede dair elde ettiği ilim ile, ruhunu nurlandıran ve bu ilmi amel haline getiren bir ruh, bilgi-işlem çapına göre canlılık seviyesinde ilerler. Mutlak hakikatleri duygularına işledikçe ve yerleştirdikçe, hayat seviyesi yükselir. Anlık hayattan sıyrılır, suya atılan taşın oluşturduğu gibi ezel-ebede doğru yayılan dalgalar ve sinyaller şeklinde yıllar evveli ve sonrasına ait bir daireye, daha ileride asırlar evveli ve sonrasına yayılan bir daireye, daha ötede bütün kâinatı her an yaşayan bir duygu zenginliğine erişir. Üstad bunlara kalbin, ruhun, sırrın hayat mertebeleri şeklinde isimler veriyor. Bu mesele anlaşılırsa Kur’anın, Hz. Peygamber (ASM) daha doğmadan meydana gelen Fil Vakası için “ Elem tera keyfe feale Rabbüke bi ashabi’l-fîl ”( Görmedin mi ya Muhammed, Rabbin fil sahiplerine nasıl muamelede bulundu, onları nasıl helak etti?! ) sorusunu anlarız.

Kalb ve ruh için, zaman hakikati bütünüyle vardır. Nefis ve benlik içinse sadece bu an vardır. Bu anı baz alarak anlık zevk ve lezzetlere takılıp kalanlar zahirperest, maddeci ve müşrikçe bir hale düşüyorlar. Fakat kalb ve ruhunu baz alanlar ta ezel ve ebede uzanan baki hakikatlere odaklanmakla kabuklarından sıyrılıp hayatlarını Hayat-ı Ezelî’ye bağlayıp fani ömrünü Sermedî Hayat-ı Akdes’e Tevhid ve Teslim ile ayna haline getirebiliyorlar. Hayatını Allah’a adamakla bu zatların canlılık seviyeleri o derece yükselir ki, etraflarına taşacak, dokundukları cansız şeyi canlandıracak, canlı şeylerin hayatını güçlendirecek ve yükseltecek bir seviye elde ederler. Bu hayat seviyesine ıstılah olarak “ Hayat-ı Sâriye ” ( Etrafa bulaşan, sirayet eden canlılık ) adı verilir.. Peygamberlerin ölüleri diriltme, cansız nesneleri konuşturma mucizelerinin arka planında bu sır bulunuyor, diyebiliriz.

[1] Mesela Yunus suresi, 62.

[2] Bakara suresi, 96.

[3] Enfal suresi, 24.

[4] Ebû Davud, “ilim” 1; Tirmizi, “ilim” 19. Ayrıca bk. Buhari, “ilim” 10; İbni Mace, “Mukaddime” 17.