Etiket arşivi: Said Yüksekdağ

Âşık Olmak Günah Mı Ki…?

   “Hâlbuki günlerimiz ne güzel geçiyordu.” diye başladı sözlerine. “Sürekli sinemalara, tiyatrolara giderdik. Çocuk gibiydik beraberken. Oynar, zıplar ve gülerdik. Zamanın nasıl geçtiğini fark edemezdik. Her baktığım yerde onu görüyor ve hiç aklımdan çıkarmıyordum. Ona olan aşkım kalbimi esir almıştı âdeta. Her dâim onunla olmayı, yanımdan hiç ayrılmamasını istiyordum. Beraber hayaller kurardık. Nerede yaşayacağımızı, ilk çocuğumuza kimin isim vereceğini tartışırdık. Tâ ki Allah’a ısmarladık demeyip, habersiz beni terk edip bırakana kadar.

   Neden beni bıraktı ki onu sonsuz sevmeme rağmen? Ne güzeldi hayallerimiz. Hiç bitmesindi günlerimiz. Bu kalp atıncaya kadar sürecekti birlikteliğimiz. Ayrılmayacaktı ellerimiz. Ayrılmayacaktı… Ama o ne yaptı? Ona olan aşkımı birlikte kurduğumuz hayalleri ayaklar altına aldı, çiğnedi, ezdi ve yokluğa mahkûm etti.

   Ah be abicim! Ben bunu hak edecek ne yaptım ki? Sevmek, âşık olmak günah mı ki Rabbim bana bu aşk acısını yaşattı? Âşık olmak, sevmek güzeldi hani? Neden bu acıyı çekiyorum o zaman abi, neden?”

   Nedenlerle sözlerine son vermişti aşk acısı çeken arkadaşım. Ne hazîn bir durum değil mi? Sevildiği tarafından terk edilip aşk acısına giriftar olmak… Nedir bu illet ki insanların hele de biz gençlerin baş belası olmuş? Herkes tarafından şikâyet edilir olmuş?

   Ey aşk acısı çeken arkadaşım! Gel seninle bir parça hasbihâl edelim. Tabii ki sevmek ve âşık olmak duyguların en güzeli. Âşık olmak günah olsaydı duyguların en güzeli olmazdı değil mi? Hem bilmez misin muhabbet ve sevgi şu kâinatın var olmasının bir nedenidir.

    Arkadaşım, sen bu acıyı çekmeğe müstahaksın bunu bilesin. Çünkü gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir azap çekmektir. Evet, yanlış duymadın merhametsiz bir azap… Sen, Cenab-ı Hakkın zât, sıfat ve esmâsına sarfedilecek sevme duygusunu kalkıp âşık olduğun insana sarf ettiğinden lâyık olarak, hak ederek bu aşk acısını çekiyorsun. Aşk acısı merhametsiz bir azap olduğu için merhamet edilmeye de lâyık değilsin.

   Ah be arkadaşım! Rabbim sana sonsuz sevme duygusunu kalkıpta bir insan için kullan, onu sonsuz sev diye mi verdi? Rabbim bu duyguyu sana ezelî ve ebedî olan Mahbûb-u Bâkî olan Allah’ı sonsuz sevmen için verdi. Sadece Allah sonsuz sevilmeye layık arkadaşım başka kimse değil!  O Allah ki her yerde hâzır ve nâzır. Her daîm senin yanında. Her yerde seninle birlikte. Hiçbir zaman seni yarı yolda bırakmaz. Peki, sevdiğin o insanla her daîm birlikte olabildin mi? Her yerde yanında oldu mu? Sürekli yanında olmadığı gibi üstüne bir de seni yarı yolda bıraktı değil mi?

   Arkadaşım bir düşünsene seni yaratan Allah, rızkını gönderen Allah, sana sonsuz sevebilme kabiliyetini veren Allah, sevdiğin onca şeyi yaratan Allah, âşık olduğun insanı yaratan da Allah. Peki, buna rağmen sonsuz sevme duygusunu fâni bir insan için kullanman kâr-ı akıl mıdır? Mâdem akıl kârı olmadığını yaşayarak gördün gel Rabbimin sana vermiş olduğu bu sonsuz sevme duygusunu Mahbûb-u Bâkî olan Allah için kullan ve bu mânevi aşk acısından kurtul. Yani sadece Allah’ı sonsuz sev. Allah’ın dışında sevdiğin ne varsa onları da Allah nâmına sev. Allah nâmına sev ki fâniye olan muhabbettin bâkîleşsin, kıymetdâr olsun.

   Arkadaşım! Aşk acısını yaşayarak sadece Allah’ın sonsuz sevilmeye lâyık olduğunu, Allah’ın dışındakilerini de Allah nâmına sevilmesi gerektiğini yoksa alâka-i kalbe bile lâyık olmadığını öğrendiğin için Allah’a her daîm şükret. Ve sakın ümitsiz olma. Hayallerini de gelecekte eşin olacak helâlin için sakla.

   Bu duâmdan hissedar olabilmen temennisiyle…” Ah şu hayallerini bir çeyiz misâli vakti gelene kadar helâli olarak saklayanlar! Ayağı öpülecek mertebeye ulaştırsın Rabbim sizleri.”

Said YÜKSEKDAĞ

www.NurNet.org

said_yuksekdag@hotmail.com

Twitter: @SaidYuksekdag

Farkında Olmak

İnsanoğlu bazı hasletleri, güzellikleri, ni’metleri ülfet peyda ettiği için göremiyor maalesef. Ne yazık ki ben de bu insanlardandım. Ben de bazı güzellikleri, ni’metleri göremiyor bir de bunları kendimden biliyordum. Tâ ki farkına varana dek.

Hani sorarlar ya ‘Senin farkın ne?’ diye… Benim farkım ‘Farkında olmak’. Ülfet denen bulaşıcı hastalığın yaygın olduğu bir zamanda farkında olmak çok büyük bir fark olsa gerek. Evet, bu farkındalığı bana kazandıran Risale-i Nur oldu. Risale-i Nur’u okudukça kendime ve kâinata Allah hesabına bakmaya ve vermiş olduğu ni’metleri görmeye başladım. Meğer Rabbimiz biz ni’metlere boğmuş da farkında değilmişim. Rabbim beni onca ni’mete boğmuş ki saymaya kalkamam. Bundan dolayı ilk önce farkına vardığım ve beni en çok etkileyen bazı ni’metleri sayacağım.

Evet, benim farkına vardığım ilk ni’met şu oldu: Rabbimin beni bu fâni dünyaya insan olarak göndermesi. Allah’ın yaratmış olduğu en şerefli mahluk olan insan olmak. Cenab-ı Hak beni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkal ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine getirmiş. Ne kadar büyük bir ni’met insan olmak. Hâlbuki bir insan değil de bir ağaç olabilirdim ya da dağda dolaşan bir aslan, bir sincap… Ya da uzayda dolaşan bir yıldız… Bu yüzden ne kadar hamd etsem azdır.

Rabbim beni dünyaya insan olarak gönderdiği gibi Müslüman bir ülkede Müslüman bir ana-babanın çocuğu olarak doğmayı ve Müslüman olmayı nasip etti. Ya Müslüman değil de Yahudi olsaydım ya da dinsiz bir ateist… Rabbime beni hidayete erdirdiği için sonsuz hamdolsun. Mün’im-i Hakîki olan Allah bana Müslüman olmayı nasip ettiği gibi asrın adamı olan Bediüzzaman Saîd Nursî’yi ve onun telif etmiş olduğu Kur’an’ın elmas kılıncı olan Risâle-i Nûr’ları tanımayı nasip etti.  ‘Asrın adamını tanımadan ölen cahil olarak ölmüştür.’ buyuruyor Kâinatın Efendisi. Asrın adamını tanıdığım ve cahil olarak ölmeyeceğim için sonsuz şükürler olsun.

Risale-i Nurları çok büyük bir nimet. Çünkü bu eserler îman kurtarıyor îman ki bizim en büyük gayemiz de îmanımızı kurtarmak ve îmanla kabre girmek. Evet, Risale-i Nur’ları tanıdığım gibi Nur camaati içinde Üstad Bediüzzaman’a en sâdık, Risâle-i Nûr’lardan taviz vermeyen, her daim hak ve hakikati söyleyen, şartlar ne olursa olsun yılmadan yıkılmadan hizmete devam eden ve cemaat içinde şahısların kararına değil meşveret kararlarına riayet edilen bir cemaatten yani Risale-i Nur cemaatinden biri olmayı nasip etti kurban olduğum Allah. ‘Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûradır.’ diyerek hizmete atılan Risale-i Nur’un bir ferdi olduğum için Rabbime şükürler olsun. Bunlar dışında saymakla bitiremeyeceğim birçok ni’met var. Bunca ni’mete vasıl ettiği için ve bu ni’metlerin farkına varmamı nasip ettiği için Rabbime kâinattaki zerreler adedince hamd ve sena olsun.

Ey nefsim! Saydığın ve sayamadığın birçok ni’met karşısında gaflete dalmak, bu ni’metleri görmezden gelmek bize yakışmaz. Niye mi? Çünkü biz bu ni’metlere vasıl olmak için hiçbir şey yapmadık. Satın almadık, çalışmadık, herhangi bir çaba sarf etmedik. Rabbim fazl ve kereminden bize onca ni’met verdi ve bu ni’metler içinde bizden çok şey ve o kadar da ağır bir şey istemiyor. Sadece şükür ve hamd istiyor.

Ey nefsim! Eğer gaflete dalıp bedbaht biri olmak ve hesap günü Rabbimin huzuruna şükürsüz biri olarak çıkmak istemiyorsan her daim Allah’a şükret ve mazide şükrünü edâ etmediğin ni’metlerin şükrünü kaza et.

Said YÜKSEKDAĞ

www.NurNet.org

said_yuksekdag@hotmail.com

Twitter: @SaidYuksekdag

Aşk Neden Acı Veriyor

Aşk… Günümüz insanların bilhassa gençlerin sürekli mevzu bahis ettiği, üzerinde hayaller kurduğu ve kalbin hiç vazgeçemediği bir duygudur aşk. Peki, nedir aşkın tarifi? Bazılarımız insanın karşı cinse duyduğu aşırı sevgidir deyip aşkı dar bir kalıp içinde sıkıştıracak. Aşk sadece karşı cinse duyulan bir sevgi değil, sevdiğiniz tüm mevcudata örneğin paraya, arabaya, sevdiğiniz bir saat ya da kolye ya da giymeye kıyamadığınız bir elbiseye vs. düşkünlüğünüz ve sevginiz de aşktır. Peki ya ehli îman bir insanın Allaha olan aşırı muhabbeti ve peygamberimize (asm) olan sevgisi aşk değil mi? Aşktır, hem de aşkların en güzeli.

   Yukarıda mezkûr örneklerden de anlaşılacağı gibi aşk ikiye ayrılıyor: hakîki aşk ve mecâzi aşk. Asıl olan aşk hakiki aşktır yani muhabbetullahtır. Mecâzi aşk ise hakîki aşka giden mecâzi bir köprüdür. Ama ne yazık ki biz mecâzi aşkı hakîki aşkla karıştırıyoruz. Mecâzi aşk nerede, hakîki aşk nerede. İşte bu yüzden insanların özellikle gençlerin baş belası olmuştur bu mecâzi aşk.

   “Aşk şiddetli bir muhabbettir.” diyor Bediüzzaman Hazretleri. Demek ki biz neye şiddetli muhabbet ediyorsak ona farkında olarak ya da olmayarak âşık olmuşuzdur. Bazılarınız hadi oradan canım, ben şimdi çok sevdiğim arabama âşık mıyım diye hayret edebilir. Çünkü aşkı sadece mecâzi aşk olarak bilmişiz. Allah insanın mahiyet-i camiasına hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercetmiştir. Yani sevdiğimiz mevcudatı sınırı olmadan sonsuz sevebiliyoruz. Hâlbuki sevdiğimiz mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Gençliğimiz ve malımız Allah’a ısmarladık demeyip gittiği gibi. Ama bir türlü kabullenemiyoruz mahbublarımızın günü geldiğinde bizden ayrılacağını.

     Bazı arkadaşlarımın, karşı cinse olan şiddetli muhabbetlerine rağmen maşuklarından karşılık görmediğini hatta üstüne küçük düşürüldüğünü gördüm. Hem bazılarının sürekli bir keder ve elem içerisinde olduğunu ve aşk acısı çektiklerini müşahede ettim. Neden mutlu değiller de sürekli manevi bir azap içindeler? Hani aşk güzeldi? Neden aşk bu insanlara acı veriyor? Cevabı gayet kısa ve net:” Aşk, faniye müteveccih olduğu için.” Peki abi ben bu acıyı hak ediyor muyum diye sorarsan evet kardeşim kusur işlediğin ve hata sende olduğu için hak ediyorsun. Rabbimin sana vermiş olduğu sonsuz sevme duygusunu kalktın bir kıza verdin. Rabbim razı değil kardeşim senin bu hareketinden. İşte bu kusurundan dolayı elîm bir manevi azaba giriftar oldun. Hem bilmez misin Rabbimin zinaya yaklaşmayın dediğini. Rabbim yaklaşma diyor be kardeşim. Seni yiyip bitiren bu sevdan, haram sevda. Haram sevdadan hayır gelir mi? Hayır gelmediğini yakinen gördün değil mi. Hiç mutlu oldun mu peki? “Nerde abi ya. Bir gülüyorsam on ağlıyordum.” diyorsun. Hani değdi mi kardeşim onca ağlamaların, bak Allaha ısmarladık demeyip gitti mahbupların. Bu nasıl bir aşk ki sevdiğin sana azap çektirtiyor. “Ama abi ne yapayım çok seviyorum.” dersin. Ben de senin gibi çok seviyordum kardeşim ama Allah’ı daha çok. Benim için aşk “ Benim için her şeyi yaratan Rabbi’me, Senin için her şeyden vazgeçtim Ya Rabbi.” diyebilmektir. Ciddi düşünüyorum diyerek de haram ortadan kalkmıyor ha. Şeytan biz gençlere öyle tatlı yutturuyor ki bu bahaneyi. Şeytan bu arkadaş, şeytan. İmanımızı bu oyunuyla yakıp kavuruyor. Hem gelecekteki eşine tertemiz, alnın açık olarak gitmek varken neden mahcup olasın. Allah seni bu kadar değerli yaratmışken neden değerini düşüresin. Tabir caiz ise pazardaki elma olma kardeşim kuyumcuda ki elmas ol. Ve sen ne kadar temiz olursan nasibinde o kadar temiz olur inşallah. Madem gelecekte temiz bir eş istiyorsun sen de gençliğini temiz ve helal dairede yaşayacaksın.

   Gel kardeşim dinleyelim Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi ne diyor:” Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; bunlar beni bırakmadan evvel ben onları Yâ Bâkî Ente’l Bâkî (Ey Bâkî olan Allah, bâkî ancak sensin) demekle bırakıyorum. Yalnız Sen bâkîsin ve Senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini itikad ederim. Öyle ise Senin muhabbetin ile onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe layık değiller.” Evet kardeşim gel, sen de Yâ Bâkî Ente’l Bakî diyerek Bâkî-i Hakîki’ye müteveccih ol. Ol ki mecaz-i aşkın hakiki aşka inkılap etsin ve o mahbublardan alâka-i kalbini kesebilesin ve mânevi azap olan aşk acısından kurtularak huzura kavuşabilesin.

   Bak kardeşim Yüce Mevlam biz gençlere ne güzel iltifat ediyor:” Ey benim için şehvetini terk edip, gençliğini feda eden genç, sen benim katımda bazı melekler gibisin.” Rabbimizin bu iltifatına tam manasıyla mazhar olabilmek duasıyla. Allaha emanet…

 

Said YÜKSEKDAĞ

said_yuksekdag@hotmail.com

Twitter: @SaidYuksekdag

www.NurNet.org

Ömrümün Muhasebesi

20 Mayıs benim doğum günüm. Tam yirmi dört yıl önce bugün gözlerimi dünyaya açtım. Canım anam.. beni çok zahmet çekerek doğurmuş. Çıkmak istememişim anamın o şefkatli sinesinden; belki de ruhen hissetmişim dünyanın ne kadar gaddar ve zalim olduğunu da doğmak istememişim. O kadar inat etmişim ki çıkmamak için annem gibi hemşireleri de bayağı bir yormuşum. Zor da olsa beni dünyaya getiren anneme çektirdiğim o eziyeti nasıl öderim, bilmiyorum.

   Bugün benim için ehl-i dünya gibi parti tarzı kutlama yapacağım gün olmamalı. Onun yerine ömrümün muhasebesini yapacağım, ölümü daha sık zikredeceğim gün olmalı. Hem insan neden bugünü kutlar ki anlamıyorum. Evet, zaman durmuyor, öyle ya da böyle bir şekilde su gibi akıp gidiyor. Ben de bu günde düşünerek nefis ile cebelleşerek ömrümün muhasebesini yaptım.

     Peki, geçen ömrümü nasıl değerlendirdim, nerelerde harcadım? Yoksa ben de mi zamanı israf edenlerden oldum? Geriye dönüp baktığımda “oh, elhamdülillah” mı diyorum yoksa günahlardan gelen elîm elemlerden dolayı “ah, ah!” mı ediyorum? Evet, evet ba’zı günler, aylar “oh” desem de “ah” dediğim zamanlar da az değil ne yazık ki. Genç olmam, his ve heveslerime hâkim olamam ve tabii ki bende de nefs-i emmârenin olması hasebiyle günahlara giriftar olduğum zamanlar bana “ah, ah!” dedirtiyor. Ama çok şükür ki bu günahları Rabbime itiraf edebiliyor ve O’ndan af dileyebiliyorum. Ya ben de ümitsizliğe kapılanlardan olsaydım?

   Rabbim Zilzal sûresinde geçen ayetlerde şöyle buyuruyor: ”Her kim zerre kadar hayır işlese mükâfatını görecek. Her kim zerre kadar şer işlese karşılığını görecek.” Bir gün Peygamberimiz (asm) bu ayetleri sahâbelere okurken Ebu Said Hudrî(ra) Peygamberimize “Ya Resûlallah! Kendi amellerimi görecek miyim?” diye sorar. Peygamberimiz “Evet.” der. Ebu Said Hudrî “Küçük küçük günahları?” diye bir soru daha sorar. Peygamberimiz bir daha “Evet” der. Bunun üzerine Ebu Said Hudrî “Vay halime! Ben mahvoldum!” der ve üzülür. Peygamberimiz de “Memnun ol ey Ebu Said! Çünkü yaptığın her sâlih amele on sevap verilecektir.” diyerek teselli verir. Ne kadar güzel bir müjde ve bir teselli bizlere değil mi? Ben de bu hadisten kendime pay çıkartanlardanım. Çünkü benim de günahlarım, hatalarım çok. Ümitsizliğe ve atalete düşmemi engelliyor bu müjde.

Evet, Rabbime hamdolsun ki ömrümün en büyük sermâyem olduğunu bana bildiren ve ömrümü kıymetlendiren ve on beş sene yerine on beş haftada bizleri tahkîki îmana îsal eden asrın tefsiri Risâle-i Nûr’ları tanımışım. Risâle-i Nûr vasıtasıyla da imân ilmini öğrenmeye başlamışım ve öğrenmeye de devam ediyorum elhamdülillâh. Bunun için Rabbime ne kadar hamd û sena etsem azdır. Çünkü her insanın vazifesi olduğu gibi benim de en büyük vazifem taallümle tekemmül etmek ve duâ ile ubudiyettir. Yani “Kimin merhametiyle böyle hâkimane idâre olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikâne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idâre ediliyorum?” 2 bilmektir.

   Evet, “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur.”3 diyor ahir zaman müceddidi Bediüzzaman Hazretleri. Gerçekten de öyle değil mi? Ömür sermayemiz o kadar az ki daha dün gibi bu dünyaya gözünü açmış gibi hissediyorum. Böyle hisseden sadece ben değilimdir herhâlde. Ey ömrünü lüzumsuz şeylere harcayan nefsim! Çok geç olmadan, ölüm seni bulmadan evvel aklını başına topla. Ömür sermayeni ve hayatını, hayvan gibi belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu fâni hayata ve maddi lezzete sarf etme! Yoksa sermayece en a’la hayvandan elli derece yüksek olduğun hâlde, en ednasından elli derece aşağı düşersin. A’la-yı illiyyin nerede, esfel-i sâfilin nerede! Peki, sana ne oluyor da esfel-i sâfiline giden yolu tercih etmek istersin, ey nefs-i nâdân!

   Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesi günahlara ve haramlara giriftar olmak değildir. Hayat gayen, senin vücûduna konulan duygular terazisiyle Rabbimin ni’metlerine şükredip lisân-ı hâl ve lisân-ı kalinle dergâh-ı Rububiyyetinde ubdudiyyetini ilân etmektir. Evet, biz öyle bir bîçare mahlûkuz ki sermayemiz yalnız bir saç gibi cüz’î bir cüz’-i ihtiyarî ve iktidardan zaîf bir kesb ve hayattan çabuk söner bir şu’le ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik ve mevcudiyyetten çabuk çürür bir cisimiz. Bu hâlimizle beraber kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efrâdından nâzik zayıf bir fert olarak bulunuyoruz. İşte biz böyle çabuk çürür bir cisim ve nâzik zayıf bir fertken bizi halife-i arz yapan ve bizleri ayetlerinde eşref-i mahlûkat diye öven Allah’a neden yönelmiyorsun! Gel Allah’a yönelip, geçmiş ömrümüzde işlediğimiz günahları itiraf edelim, o günahlara tevbe edelim. Allah’ın dergâhına iltica edip rahmetine sığınalım. O Allah ki Tevvab’dır, tövbeleri kabul eder. Afûvv’dur, biz günah işleyen kullarını affeder. Kuddüs’dür, maddi ve ma’nevî kirlerden arındırır bizleri. Böyle bir Allah’ımız varken tövbe istiğfar etmemek, af dilememek biz mü’minlere yakışmaz. Bizler daima ümitvâr olmalıyız. Çünkü Allah’tan ümidini kesen ancak kâfirlerdir. Hem nasıl olsa günaha batmış hâldeyim deyip şeytanın oyununa da gelmemeliyiz. Unutmayalım ki Rabbim kime tevbe etmeyi nasip ederse ona affedilmeyi de nasip eder.

   Ey nefsim! Gel, bundan sonra ömür sermayemizin kıymetini bilelim. Şu an kabirde bizim yerimizde olmak isteyen, bizim sadece bir dakikamızı isteyen milyarlarca insan var. Madem gün gelecek biz de ölümü tadıp mezaristana göçeceğiz. İleride biz de kabirdekiler gibi pişman olmak istemiyorsak, onlar gibi “Keşke şu dünyadakiler bir dakikalarını bize verseler de tevbe istiğfar edip tekrar kabre girsek.” demek istemiyorsak, gel Rabbimizden affımızı dileyip tevbe istiğfar edelim.

 

Dipnotlar:

  1. Zilzâl Suresi, 7. ve 8. âyetler
  2. Sözler, Said Nursî, Shf:503, Yeni Asya Neşriyat, Mart 2013
  3. Şuâlar, Said Nursî, Shf:326, Yeni Asya Neşriyat, Temmuz 2013

Said YUKSEKDAĞ

www.NurNet.org

said_yuksekdag@hotmail.com

Twitter: @SaidYuksekdag

Otuz Üç Hadîs-i Şerif

“Bid’aların ve dalaletlerin istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyeye ve hakikat-ı Kur’aniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir.”

Ahir zamanda yaşayan bizler için çok önemli bir hadîs bizim için. Çünkü bid’aların ve dalaletlerin istila ettiği bir zamandır ahir zaman. Böyle günahlarında her taraftan hücum edip hasenelerimizi, sevaplarımızı yiyip bitirdiği zamanda bizleri yeisten yani ümitsizlikten kurtaran bir hadis. Kısacası bizlere müjde…Bizim peygamberimiz öyle bir peygamber ki her hâl ve hareketiyle bize örnek olmuş. Yemek yemeden su içmeye, nasıl oturulup nasıl yatılacağına, nasıl konuşup nasıl yürüyeceğimize vs. kadar hâl hareketleriyle bize rehber olmuş. Düşünsenize su içmek fıtri bir ihtiyaç; ama biz suyu bismillah diyerek başlayıp üç sefer yudumlayarak otururken içtiğimiz zaman peygamberimizin sünnetine ittibâ ettiğimiz için yüz şehidin sevabını kazanabiliriz. Peygamberimizin nasıl su içtiği, nasıl yemek yediği, nasıl yürüdüğü gibi bilgiler temin edilebilir. Ben daha çok peygamberimizin ilim ile ilgili hadîslerine değinmek istiyorum.

Malum peygamberimiz ilime çok önem vermiştir. “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” buyurmuştur âlemlere rahmet peygamberimiz Hz. Muhammed (asm). Peki, bizim için önemli olan, öğrenilmesi üzerimize farz kılınan ilim hangisidir? Gelin bu sorunun cevabını Zübeyr Gündüzalp abimizden dinleyelim. Söyle diyor Zübeyr Abi:”İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı îmân ilmidir.” Buradan bizim için önemli olan ilmin îmân ilmi olduğunu anlıyoruz. Evet, ilimlerin şahı îmân ilmi olduğu için talebelerin de en şereflisi îmân ilmine talebe olanlardır yani talebe-i ulûmlardır. Risâle-i Nur îman hakikatlerini ders verdiğinden nur talebeleri talebe-i ulum sınıfında yer almaktadır.

Bu hakikatı ifade için, merhum Üstadımız Bediüzzaman Saîd Nursi, Emirdağ-1’de:

“Ehli velâyetin amel ve ibâdet ve sülûk ve riyazet ile gördüğü hakîkatler ve perdeler arkasında müşahade ettiği hakaik-ı îmaniye, aynen onlar gibi Risâle-i Nur; ibadet yerinde ilim içinde hakîkata bir yol açmış, sülûk ve evrad yerinde, mantîki bürhanlarla, ilmi hüccetler içinde, hakîkat-ül hakâika yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usul-üd din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki bu asrın hakîkat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefi dalâletlere galebe ediyor.” diye beyân buyurmuşlardır.

Risale-i Nur’un, talebe-i ulum şerefini kazandıran ve ilim içinde hakîkata bir yol açan mesleğini, aşağıda yer alan hadis-i şerifler beyan etmektedirler. Bu hadîs-i şerifleri sabır ve dikkatle okumamız lazım; çünkü asrımıza hitap eden çok önemli hadîslerdir. Ayrıca bu hadîsler Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin defterinde kayıtlı olan hadislerdir.

  1. İlmi öğreniniz. Çünkü onun öğrenilmesi, Allah’a karşı haşyettir. Talebi ibâdettir. Müzâkeresi tesbihtir. Ondan bahis ise cihaddır.
  1. Bir âlimin yatağına yaslanarak ilmine (kitabına) bir saat bakması, yetmiş saat ibâdetten hayırlıdır.
  1. İlmin tâlibi (talebesi), Rahman’ın tâlibidir. İlmin talipçisi, İslâm’ın rüknüdür. Onun ser-ü mükâfatı, Peygamberlerle beraber verilir.
  1. İlim talep etmek, Allah’ın katında nâfile namaz, oruç, hacdan ve fî-sebîlillâh olan cihaddan efdaldir.1
  1. İlminden menfaat görülen bir âlim, bin âbidden hayırlıdır.
  1. Din ile dünyayı taleb edenlere veyl olsun.
  1. Bir adamın bir hikmet kelimesini işitmesi, duyması, bâzen olur ki, ona bir sene ibâdetten hayırlı olur ve bir saat ilim müzâkeresi yanında oturmak, bir köle azad etmekten daha hayırlıdır.
  1. Cenâb-ı Hak, bir adamı senin elinle (vasıtanla) hidâyete getirmesi, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha çok sana hayırlıdır.2
  1. Cenâb-ı Hak şu ümmetin üstünde hem deccalın kılıncını, hem de büyük harbin(Haşiye) kılıncını beraber cem etmeyecektir.

Haşiye: Melhame-i Kübra olan İkinci Harb-i Umumî âlem-i İslâmı hırpalamadığı işaretiyle; İslâmlar içinde bir Deccal âlem-i İslâmı başka bir tarzda hırpalayacak.   (Said Nursî)

  1. Hilâfet-i İslâmiyye, babamın kardeşi amcam Abbas’ın oğullarından zâil olmayacak. Tâ onu deccala teslim edinceye kadar.3
  1. Ulemânın mürekkebiye Şühedâ kanı muvâzene edilse, muhakkak ki Allah yanında, ulemânın mürekkebi, Şühedânın kanından râcih gelecektir.”4
  1. Şedid, kuvvetli, kahraman o değildir ki, insanları mağlup etsin. Belki kahraman odur ki, gadap ve hiddet ânında, nefsini mağlup eder.
  1. Bir müslümanın bir müslüman kardeşine vereceği, onun hidayetini arttıran ve onunla ondan kötülüğü kaldıran bir hikmetli sözden daha efdal bir hediye yoktur.
  1. Halk-ı Âdemden (as) tâ kıyâmete kadar, âlem-i insaniyyet arasında, deccâl hâdisesinden daha büyük bir umur, mes’ele yoktur.
  1. Bir ilim talebesi, ilim tahsil ederken eceli gelse, vefât etse, onun derecesiyle Enbiyâ derecesi arasında, bir peygamberlik mertebesi kalır.
  1. Kim ki ilimden (yâni ilm-i imânî ve tahkikîden) bir bâb, bir mes’ele taâllüm ederse, onunla amel etsin etmesin, bin rek’ât nafile namazdan efdaldir. Eğer öğrenmekle beraber amel de ederse yâhut onu başkasına da öğretirse, o zaman tâ kıyâmete kadar, onun o büyük sevabı ve onunla amel edenin sevabı onun olacaktır.
  1. Kim ki İslâmı ihyâ etmek niyetiyle ilimden bir bâb tahsil ederse, onun derecesiyle peygamberlik derecesi arasında, yalnız bir kalmış olur.
  1. “Bir mü’minde dört şey, dört ahlâk içtimâ ettiği zaman Cenâb-ı Hak, o dört ahlâkıyla ona cenneti vâcip etmiş olur:

-Lisanında sıdk

-Malda cömertlik

-Kalpte meveddet, sevgi.

-Hazırda ve gaybda olanlara nasihat etmek.

  1. Mütekellimden birisi gelecek, Kur’an’ı (Kur’an’ın hakikatlarını) öyle bir tarzda ders verecektir ki, ondan sonra, onun gibi o ders ve talimi veren olmayacaktır.
  1. Bir ilim talebesi ilim tahsil etmekteyken ölüm ve ecel gelse, vefât etse şehiddir.
  1. Kur’an’ın hamelelerine* ikrâm, hürmet ediniz.

*Kur’an’ın hameleleri ya Kur’an’ı hıfzedenlerdir ve yâhut Kur’an’ın hakikatlarını yaşayanlardır.

  1. Ulemâya hürmet ediniz, ikrâm ediniz. Çünkü ulemâ, peygamberlerin vârisidir.
  1. İlmin efdali imân ilmidir. Bu ilimle az olan amel, ilim ile olduğu için menfâât verir. Fakat çok amel cehil ile olsa menfââtsizdir.
  1. Cenâb-ı Allah (c.c), mü’min kulunu tecrübe ve imtihan için, musibet ve belaya giriftâr eder. Fakat O’nun bu ibtila ve denemesi, o mü’min kulunun üstünde kerâmât ve ikrâmını izhâr içindir.
  1. Saîd, fitnelerden uzak kalmış kimse, musibet ve fitneye giriftâr olduğu hâlde, sabreden kimsedir. Böyle adam ise, çok garip ve pek nâdirdir.
  1. “Muhakkak fitne gelmektedir. İbâdı (insanları) parça parça edecektir. Ancak âlimler ondan kurtulurlar.”
  1. Ahir zamanda, şiddetli ve dehşetli bir belâ gelecek. Herkese isâbet edecek. Ondan kurtulan olmaz. Ancak Allah’ın dinini bilen ve ona göre lisânıyla ve kalbiyle mücâhede eden bir adam kurtulacak. O ise, ona geçmişlerin mesleği sebkât etmiştir. Bir de, Allah’ın dinini bilip, tasdik eden birisi kurtulacak.
  1. Benî âdemin en cömerti, en kerimi ve en sâhisi benim. Benden sonra, onların en kerimi, en cevâdı ise, bir recul, bir adamdır ki; o adam (hususi) bir ilim bilecek ve o ilmini neşredecektir. Kıyâmet gününde müstakilen bir cemaat hâlinde ba’s olunacaktır.
  1. Kur’an’ı öğrenen ve öğreten, içindeki hakaikını ders veren bilmiş olsunlar ki; kıyâmet gününde onların cennete girmelerine, sâik ve delil ben olacağım.
  1. Sakın bid’atlara yanaşmayınız. Çünkü bütün bid’atlar dalâlettir. Bu dalâletler de, ceheneme dayanacaklardır.5
  1. Bizden gayrısına kendisini benzeten, bizden değildir. Sakın Yahudi ve Hıristiyanlara kendinizi benzetmeyiniz.
  1. Cihâdın en efdali odur ki, eğri yolda olup, Hakka karşı mümânaat gösteren en cebbâr hükümdarlara, kumandanlara karşı hak söz söyleyendir.
  1. Cihâdın en faziletlisi, kişinin kendi nefsi ve hevâsına karşı mücâhade etmesidir.

Not: Bu hadisler ile ilgili geniş çaplı bir araştırma Abdülbâki Çimiç Ağabey tarafından 2009 yılında yapılmıştır. İsteyenler http://www.feyzinur.com/?p=63 adresinden bu çalışmaya bakabilir.

Kaynaklar

  1. El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1-310; Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 4:409 (Kitâbu’t-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1:78.
  2. “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.(Buhari, Cihad: 102)”hadîsi ile bu hadîs eş anlam ifade etmektedir.
  3. Alâuddîn el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl: 14:271, hadis no: 33436.
  4. Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 6:466; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:561; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, no: 10026.
  5. “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir.” (Müslim, Cum’a: 43; Ebû Dâvud, Sünnet: 5)

 

Said YÜKSEKDAĞ

www.NurNet.org