hatice başkan tarafından yazılmış tüm yazılar

Uhuvvet Risâlesi Şerhi

Uhuvvet Risâlesi Şerhi – I

 

 

Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât’ındaki 22. Mektup’ta, sosyal hayata dair ve birbiri ile ilgili üç konuyu ele almaktadır:

 

Birinci Mebhas’ta ehl-i imanı uhuvvet ve muhabbete davet etmekte, İkinci Mebhas’ta Müslümanları hırstan men etmekte ve hatimede de gıybeti tarif etmektedir.

 

Bu çalışmada, sevginin insanî bir boyutu olan uhuvvet (kardeşlik) konusunun ele alındığı Birinci Mebhas’ı şerh etmeyi deneyeceğiz.

 

Ön hatırlatma olarak şunu belirtelim ki Bediüzzaman, mektubun bir yerinde mektuba muhatap olanlara; yani bizlere yönelik olarak “Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette (adavet-düşmanlık hasletinde) haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektub’un bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin” demektedir. O halde bu bahsin yazılma sebeplerinden biri; bu mektubu okuyan kişilerin kendi iç âlemlerinde kardeşlik ve sevgi prensiplerine muhalif bir duyguya sahip olabileceklerini varsayıp, bu duyguyu teşhis ve tedavi etmelerini sağlamaktır.

 

Uhuvvet, “ahi”, “ihvan” gibi kelimelerle aynı kökten gelmektedir ve en bilinen anlamı ile “kardeşlik” demektir. Uhuvvetin Arapça dil kuralları açısından bir özelliği, bu kelimedeki “kardeşlik”i yani “kardeş olma durumu”nu “kardeş olma kurumu” biçiminde anlamamıza da yardımcı olacak bir genişlik içermesidir. Diğer deyişle uhuvvet, “durumsal değil kurumsal bir kardeşlik” ya da “bir hadise olarak değil vakıa olarak kardeşlik” şeklinde anlaşılmaya daha uygundur.

 

YİRMİ İKİNCİ MEKTUP

 

Şu Mektup iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet eder.

 

BİRİNCİ MEBHAS

 

Mü’minlerde1 nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye2 için zehirdir.

 

Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı vechini3 beyan ederiz.

 

Birinci Vecih

 

Hakikat nazarında zulümdür.

 

Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber4 dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir5 kanun-u adaletle6 batırılmaz7.

 

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin8 vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi9 sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı10 yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu11 etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür12.

 

İkinci Vecih

 

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür.

 

Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar13-14.

 

Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine15 göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder16. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslâhına çalışır17. Onun için, nass-ı hadisle, “Üç günden fazla mü’min mü’mine18 küsüp19 kat-ı mükâleme etmeyecek.20”

 

Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer21.

 

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı22 iman ve İslâmiyet’e tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın23.

 

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi24 iktiza eder.

 

Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları25 ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

 

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir26.

 

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir27.

 

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir28.

 

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler29 bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

 

Üçüncü Vecih

 

Adalet-i mahzâyı ifade eden “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”30 sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek31, “Muhakkak ki insan çok zalimdir.”32 sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?33

 

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir34. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur35; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur” sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir36. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.

 

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın37.

DİPNOTLAR:

  1. Daha başlangıçta “mü’minler arasında” denmeyip “mü’minlerde” denmiş olması, konunun “mü’minin iç dünyası ve çevresine karşı davranışları bağlamında ele alındığını gösteren önemli bir ipucudur. (Mektubat’ın sonundaki fihristte ise bu mektup özetlenirken, kin ve adavet için “ehl-i iman ortasında” kaydı düşülmüştür).
  2. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere uhuvvet eksikliği sadece düşmanlık edenler arasında değil tüm insanlık için zehirdir. Bu zararların neler olabileceği, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Mesela mü’minlerin kendi aralarında kardeşlik prensiplerini uygulamamaları, gayrimüslimlerin İslam’a yaklaşmasına da mani olan bir engeldir.

Aynı şekilde, mü’minlerin birbirleri ile olan tesanütlerini muhafaza etmemeleri umumi bela ve musibetlerin gelmesine de sebep olabilir.

Nitekim 14. Sözde ehl-i imanın üzerinde çok düşünmesi gereken şöyle bir cümle vardır. “Küre-i arzın benî âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele.” Bu cümlede, zelzelenin çok önemli bir manevî sebebinin ehl-i imanın içinde bulunduğu “etvâr-ı gaflet” olduğu açıklanmıştır. Etvâr-ı gafletin bir misali müminlerin birbirleri ile tesanüdlerini muhafaza etmemeleridir.

Aynı şekilde mü’minler arasındaki ve özellikle Nur Talebeleri arasındaki tesanüdün muhafaza edilmesi uhuvvetle doğrudan ilgilidir.

  1. Bu altı vechin neler olduğu sırasıyla bir üstteki paragrafta tek tek sayılmıştır.

Her bir vecihte; mü’minlerde bulunabilecek bir olumsuz sıfat olarak nifak ve şikakın (münafıklığın-bölücülüğün), mü’minler arasında ve genel olarak cemiyette kin ve düşmanlığa yol açan taraf tutmanın ve inatçılığın ve hasedin; çirkin ve reddi gereken bir durum olduğu, zararlı ve zalimce olduğu ve insanlık için zehir olduğu, altı ayrı yönden anlatılmaktadır.

  1. Bu örnekte okuyucunun da gemidekilerin arasına konulmuş olması, okuyucunun mecburen kıyas-ı binnefs (empati) yapmasına yol açmakta ve başkasını kolaylıkla feda edebilecek olsa dahi sıra kendisini feda etmeye geldiğinde daha dikkatle düşünecek olmasına işaret edebilir.
  2. Adaletin her türü ve biçimi bu masumu korumayı gerektirir. Buradaki “hiçbir” ifadesi, adalet-i izafiyenin gerçekte bir adalet anlayışı olup olmadığını da sorgulamayı gerektirmektedir. Bu konuda Köprü’nün “Adalet” sayısına bakılabilir.
  3. Masumun hakkının korunması, ilahi adaletin ya da toplumsal düzenin sağlanması adına suçlunun cezalandırılmasından önce gelir. Bu nedenle, ceza hukukunda, delillerde şüphe bulunması halinde sanığın beraatine hükmedilir. Bu prensibin Mecelledeki “def-i mefasid, celb-i menafiden evladır” ya da “def-i şer celb-i nefa racihtir” (kötülüğün engellenmesi iyiliğin elde edilmesinden önce gelir) prensibi ile de ilgisi vardır.
  4. Bediüzzaman bu örneği, adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında, İslam’ın adalet anlayışının adalet-i mahza türünden; yani ferdin hakkını toplum ve devlet yararına feda etmeyen türden bir adalet olduğunu anlatmak üzere de vermektedir. Aynı misalin mü’mine dost olmaya da delil oluşturması, uhuvvetin aynı zamanda adalet anlayışının da önemli bir sonucu olduğunu göstermektedir. Bu sonuç esasen, adavetin zulüm olmasından da anlaşılır. Düşmanlığa yol açan tutumlar zulümse aksi de adalet demektir. Diğer deyişle adaletin zıddı zulümdür, adavetin ise kendisi zulümdür.
  5. Mü’mini mü’min olarak sevmemizin ve dost olmamızın sebebi mü’minin vücudu ya da bizzat kendisi değildir. Aksine, varlığının onu yaratanın yaratma amacına uygun olması yani bu amaca uygun olarak içini dolduran imanıdır. Müminin kalbi Allah’ın evidir. Bu bakış açısı da mana-yı harfi ve mana-yı ismi ayrımını hatırlatır.

Ayrıca yine bu örneğe göre her insan “iman”ı taşımak üzere tasarlanmış ve yaratılmış bir gemidir ve kafir-münkir insan bu şerefli yükü üzerinden atmakla, isyankar bir gemi kaptanı gibi amacını inkar etmiş olmakta ve böylece uhuvvete olan istihkakını da reddetmiş bulunmaktadır. Bu durum münkir insanın kendi iradesi ve kesbi ile kainatla ve diğer insanlarla dostluğunu da kesmesi anlamına gelir.

  1. Bu vecihte mü’minin imanı ve Müslümanlığı sayı olarak “yirmi” sayılmakta ve büyütülmekte, zararlı sıfatları ise “bir” olumsuzluk şeklinde görülerek küçültülmektedir. Bir alttaki vecihte ise mü’minin imanının ve Müslümanlığının sayısal değeri değil, kalite olarak kıymeti üzerinden kıyas yapılmakta ve yine aynı sonuca ulaşılmaktadır.
  2. İnsan zatı için değil sıfatı için sevilir. O halde önemli olan hangi kıymetli sıfatlara sahip olduğudur. Bir tane de olsa kıymetli ve olumlu sıfatı varsa; -ki mü’min olması tek başına kıymetli bir sıfattır- diğer sıfatları nedeniyle zatına düşman olmak ve kin bağlamak, yanıp yıkılmasını istemek o sıfata haksızlıktır. Bir de, müminin cani sıfatları için dahi ona düşmanlık etmek doğru olmadığına göre aslında cani olmayan (suç niteliği taşımayan) ve fakat birilerince ya da genel olarak toplumca beğenilmeyen sıfatları nedeniyle ona düşmanlık etmek gerçekten zulümdür.

Mü’minin mü’min kardeşinde gördüğü kötü bir sıfat sebebiyle ona düşmanlık yapması mümkün olmadığı gibi o kötü sıfattan kardeşinin kurtulması için lütufla ona yardımcı olmak gibi bir vazifesi de vardır. Esasen bir mü’minin böyle bir konuda kardeşine yardımcı olmaya çalısması, içinde manevi cennet lezzeti taşıyan bir salih ameldir. Demek oluyor ki bir kardeşinin kötü bir sıfattan kurtulması için çaba gösteren bir mü’min, aslında aynı zamanda kendi kalbinin gıdasıyla da ilgili bir iş yapmış olmaktadır.

  1. Zulme teşebbüs etmek gibi zulmü arzu etmek de bir zulüm olabilir. Bununla birlikte “aklından geçirmek” ile “arzu etmek” farklı durumlardır. Arzu etmek düşünce basmaklarında düşünmekten bir adım yukarıdadır. Nitekim aşağıdaki Dördüncü Vecih’teki Dördüncü Düstur’da da ifade edildiği gibi, bir kişinin başka mü’minlere kin beslemeye yönelik düşüncesinin yanlış olduğunu anlaması tövbe ve nedanet etmenin başlangıcıdır. Aynı şekilde 21. Sözün 2. Makamının 1. Vechindeki 1. yaranın teşhis ve tedavisi ile ilgili kısımda da belirtildiği üzere tahayyül-ü şetm şetm olmadığı gibi sadece adaveti hayal etmek de bir adavet değildir. Bu konuda İsmail Benek’in Köprü Dergisi’nin Bilim ve Din sayısındaki (Kış 2005, 89. sayı) “Zihin, Kalp ve Davranış İlişkisi” başlıklı makalesine bakılabilir.
  2. Bu hususta 13. Lem’a’nın 13. Nokta’sının üçüncü işaretindeki şu cümleler de açıklayıcı olabilir: [İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.]

  1. Modern psikoloji de bir kişinin başka bir kişiyi aynı anda hem sevmesi ve hem de nefret (düşmanlık) etmesini çift kişiliklilik olarak algılamakta ve psikolojik bir hastalığa işaret edebileceğini kabul etmektedir. Bu nedenle bu ikisinin gerçek anlamda bir arada olması mümkün değildir.
  2. Bediüzzaman İslam dünyasının ve müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çarelerini incelediği Hutbe-i Şamiye’nin (Şam-1909) sonradan 1954’te gözden geçirilmiş nüshasında bu konuyu şu şekilde ele almaktadır:

[Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.

Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.]

  1. Sevginin üstün gelmesinin en önemli sebebi, hemen aşağıda açıklandığı üzere sevilenin Allah’ı tanıması ve sevmesi; yani iman ile dolu olan bir kalbin Allah’ın evi olmasıdır.
  2. Hutbe-i Şamiyede bu cümle şu şekildedir: [Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur.]
  3. Bu ifade, gerçek bireyleri ve dolayısıyla toplumu ıslah etmenin doğru yolunun tahakküm ve cebir değil; ancak “lütuf” olabileceğini de gösterir. (Lütuf’un ne anlama geldiği ve özellikle “lâtif” olmakla ilgisi ayrıca müzakereye muhtaçtır. Ayrıca aşağıda dördüncü vecihteki üçüncü düstura dair açıklamalara bakılabilir.)

Islahın biçimine ilişkin bu yaklaşım otoritenin – tahakkümün ve devlet cebrinin ıslah açısından “etkili” olmadığını da göstermektedir. (Gerekli olup olmaması ayrı bir konudur.) Nitekim Bediüzzaman 13. mektubun sonunda, ıslah için kullanılabilecek iki araç olan nur ve topuzun (nasihatın ve devlet cebrinin) aynı elde bulunmaması gerektiğini açıklamaktadır. Aynı şekilde 15. mektubun başında, Sahabe dönemindeki fitnelerin önünün alınamamasının sebeplerini açıklarken de fetihler sonucu devletleri yıkılan ve kitleler halinde Müslüman olan toplumlardaki bireylerin yeterince ve lütufla ıslah edilememiş olmasını, o kargaşaların sebebi ve bir toplumsal risk işareti olarak anlatmaktadır.

O halde, “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirden de anlamayanın hakkı kötektir” deyişindeki gibi, şiddetli ikaz ve ceza, nasihatten sonra gelecek aşamalardır.

  1. Bu hadis-i şerif ile sadece kişiler arasındaki ilişkiler için değil İslam toplulukları ve İslam ülkelerinin devletleri arasındaki ilişkiler için de geçerli bir kural konulmaktadır, denilebilir. Mezkur hadisin gereklerine uygun yaşama konusunda cemiyetteki fertlerde hassasiyet geliştikçe, bu hususun devleti idare edenlere ve oradan da devletler arası ilişkilere yansıyacağı tabiidir.
  2. Küsmek yani dargın durmak ile uzak durmak, soğuk durmak ya da serin durmak farklı davranışlardır. Bunlar daha çok insan ilişkilerinde “zarardan uzak kalmak için tedbir almak” ve “ıslah edebilmek için tavır koymak” ile ilgilidir. Oysa dargın durmak, ilişkiyi keser ve insi ve cini şeytanların fitnesine kapı açar.
  3. Buharî, Edeb: 57, 62; İsti’zân: 9; Müslim, Birr: 23, 25, 26; Ebû Dâvud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 21, 24; İbni Mâce, Mukaddime: 7; Müsned, 1:176, 183; 3:110, 165, 199, 209, 225; 4:20, 327, 328; 5:416, 421, 422.
  4. Hutbe-i Şamiye’de bu cümle şu şekildedir: [Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.] Buradan da anlaşılmaktadır ki “mecazi muhabbet” tamamen yasaklanmakta değildir. Ancak mü’min, ehl-i dalalete karşı münasebetlerinde de aldatmaz, aldatan olmaz, uygun gördüğü ve görmediği sıfatları ve davranışları, Allah’ın hikmet kanunlarına uygun olarak ifade eder ve gösterir.
  5. Buradaki “bazı kusurâtı” ibaresini “kusurlardan bazıları” olarak değil, mümin bir kimsede bulunabilecek tüm kusurlar şeklinde anlamak daha doğru olur.
  6. Böylece, terazinin bir kefesine muhabbet sebebi olan iman konulduktan sonra terazinin diğer kefesine ne konulursa konulsun, artık terazinin iman kefesinin mutlaka ağır geleceği ve dolayısıyla da bir mümine ne sebeple olursa olsun adavete imkan olmadığı açıklanmış olmaktadır.
  7. Mü’minler birbirlerini sosyal hayatta da desteklemelidirler. Şüphesiz bu destek diğer insanların haklarını inkar etmek ya da gasbetmek sonucunu doğurmamalıdır. Sadece, ahirette birbirlerine destek olacak olan müminler ahiretin mezrası olan dünyada da birbirlerini desteklemiş olmakta ve vahdete bu dünyada ulaşmaktadırlar.
  8. Buradaki “vahdet alakaları” alttaki “bir, bir”lerden de anlaşılacağı üzere, bir anlamda, ortak kimlik oluşturan unsurlardır. Dünyevi ve fani alt kimlik unsurları, -üstelik iradi olmamasına rağmen- insanları bir arada tutabiliyorsa, uhrevi ve ebedi birlik unsurları öncelikle böyle olmalıdır. Üstelik bu uhrevi birlik unsurları Allah’ın isimlerinin sayısı kadar çoktur ve bu isimlerin tecellileri kadar büyük yani sonsuzdur. Bunların insana sağladığı ortak kimlik ise ebedidir.
  9. Bu birlik sebepleri iman ile ilgilidir ve tüm ehl-i imanı kapsamaktadır.
  10. Bu birlik sebepleri ise İslamiyet ile ilgilidir.
  11. Bu basamaktaki birlik sebeplerinin üstteki basamaklardaki birlik sebeplerini bir ön şart olarak gerektirmediği düşünülebilir. Zira burada sayılanlar iman ile ilgili değildir. Ancak bu birlik sebepleri daha üst basamaktaki sebepleri takviye eden sebepler olabilir. Ayrıca bu konuda 12. Sözün 3. Esasındaki açıklamalara da bakılabilir.

Küfrün mahiyetinde dostluk kardeşlik, muhabbet yoktur. Ancak Allah’ı inkar eden kişi de istisnaen uhuvvet ve muhabbet sahibi olabilir. Hümanizm denilen felsefi akım da insanlara bir tür din gibi etki edebilir. Henüz kalbi mühürlenmeyen, kalb ve vicdanı tamamen bozulmamış olan kafirin uhuvvetle ilgili güzel vasıfları ve davranışları olabilir ve bu vasıflar uygun zeminde inkişaf etmeye namzettir.

  1. Bu bağların, en sağlam bağ türü olan “zincir” ile ifade edilmesi ilginçtir.
  2. En’âm Sûresi, 6:164. Bu Ayet, Risalelerde içtimai hayata ait bahisler içinde en çok zikredilen Ayettir.
  3. Bu ifade kan davası ve benzeri sosyal hastalıkların da sevgi ve uhuvvetle tedavi edilebileceğini göstermektedir.
  4. İbrahim Sûresi, 14:34.
  5. Bu ikaz, düşmanlığın hiçbir şekilde bir “hak” olamayacağını açıklamak suretiyle, uhuvvetle adaletin ve adavetle adaletsizliğin aynı anlama geldiğini de açıklamaktadır.
  6. Bir mü’minin fena sıfatı başka bir mü’mine kendiliğinden yansımaz. O halde ikinci mü’minin, birincinin bu fena sıfatının kendisine zarar verebileceğinden endişe etmesine gerek yoktur. (Fena sıfatın mütecaviz bir sıfat olması ve tedbir almayı gerektirmesi ayrı bir husustur).
  7. Bu hususta 11. Mektubun Birinci Mebhas’ındaki güneş misalinden de yararlanılabilir.
  8. Her bir gerçek dostluk yeni dostluklara vesile olur ve dostların sayısını artırır.
  9. Bilhassa Müslüman milletlerin bazı fertlerinin eskiden yaptığı hatalar yüzünden o milletin şimdiki mensuplarını düşman görmek de özellikle ırkçılık hastalığı nedeniyle çok sık karşılaşılan bir durumdur ve bu kapsamdadır.

Hatice Başkan

Rasulgulleri.blogcu.com

 

“Hz.Muhammed’in (S.A.V) fedakarlığı”

Peygamber Efendimizin Fedakarlığı

Peygamber Efendimizin Fedakar Ahlakı

Peygamber Efendimizin Fedakarlığı hakkında bilgi

 

Hz.Muhammed’in (S.A.V) fedakarlığı:

 

Allah rizasi icin birlik icinde hareket etmek, muminlerin zorluklar karsisinda basari elde etmesinde onemli bir imani sirdir. Muslumanlarin tarih boyunca yasadiklari olaylara baktigimizda da zorluk ve sikintilarin hep bu sekilde asilabildigini goruruz. Basta Allah’in tum insanlara ornek kildigi Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabeler olmak uzere, Muslumanlar bu ahlaki en guzel sekilde yasamis, gosterdikleri ustun tesanud ve fedakarlik ornekleriyle Islamiyet’in ve Kuran ahlakinin tum dunyaya yayilmasina vesile olmuslardir.

 

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), gonderildigi musrik toplumu, o gune kadar yasadiklari sapkin inanclarini terk etmeye ve yalnizca bir olan Allah’a kulluk etmeye cagirmistir. Resul-u Ekrem Efendimiz, bu tebligi sirasinda cok buyuk zorluklarla karsilasmistir. Islam ahlakinin toplumda yayginlasmasinin kendi menfaatlerini zedeleyecegini dusunen musrikler, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e ve inananlara karsi birlik olmus, ellerindeki tum imkanlari kullanarak buyuk bir mucadele yurutmuslerdir. Atalarinin sirk dinini degistirmeyi kabul etmemis, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e tuzaklar kurmaya yeltenmislerdir. Resulullah’tan nefislerine uygun ayet getirmesini istemis, O’nu oldurmeye, yasadigi yerden surmeye ya da tutuklamaya kalkismislardir. Allah’in Resulu’nun tebliginin insanlar uzerindeki etkisini onleyebilmek icin, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e delilik, buyuculuk, akil yetersizligi, dogru sozlu olmamak, sairlik gibi asilsiz iftiralarda bulunmuslardir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) inkarcilarin sozlu ve fiili olarak yaptiklari tum bu iftira ve saldirilara karsi cok ustun bir sabir ve tevekkul gostermis, onlara hep Kuran ahlakiyla karsilik vermistir. Allah’in indirdigini hicbir degisiklige ugratmadan, hic kimsenin cikarini hesap etmeden, sadece Allah’tan korkup sakinarak hareket etmistir. Yapilan tum tehditlere, baskilara ve cikarilan zorluklara ragmen, dini teblig etmeye devam etmistir. Inkarcilara karsi verdigi bu mucadelenin yani sira, beraberindeki Muslumanlarin her turlu sorumlulugunu da birinci dereceden kendisi ustlenmistir. Onlari bir yandan tehlikelerden korurken, bir yandan da din ahlakini teblig ederek cevresindeki tum insanlari egitmistir.

 

Kuskusuz Resulullah’in bu ustun ahlaki, tum Muslumanlar icin cok onemli bir ornektir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, en zor sartlarda iken bile oncelikle dinin menfaatlerini, Muslumanlarin rahatini, guvenligini ve huzurunu on planda tutmasi, O’nun sahip oldugu ustun fedakarlik anlayisini gostermektedir. Savaslarin en kizistigi, Allah’in Muslumanlari aclik, yokluk, hastalik gibi sikintilarla denedigi bir ortamda Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Muslumanlara karsi cok buyuk duskunluk gostermis, onlari merhamet ve sefkatle koruyup kollamistir.

 

Sahabeler de Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bu ustun fedakarlik anlayisini kendilerine ornek alip, maddi manevi her konuda ustun bir ahlak sergilemislerdir. Bu fedakarlik ruhuna dayanan birlik ve beraberlikleri sonucunda buyuk bir kuvvet elde etmis, Allah’in rahmetiyle inkar edenlere ve musriklere karsi buyuk zaferler kazanmislardir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) doneminde cok kucuk bir topluluk olan Muslumanlarin sayisi giderek buyuk bir yukselisle artmis, Islamiyet tum Arap Yarimadasina yayilmistir.

 

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) herseyden once nefsinden yana buyuk fedakarliklarda bulunmus, iman edenlerin dunya ve ahiret menfaatleri icin kendi nefsinden feragat etmistir. Kuskusuz Islam ahlakini yeni ogrenmekte olan kimselerin egitimi, cogu zaman buyuk ozveriler gerektirmistir. Kuran’in cesitli ayetlerinde gerek Bedevi olarak adlandirilan gocebe kimselerin gerekse de kalpleri imana henuz yeni isinmakta olan kisilerin cahilce tavirlarindan bahsedilmektedir. Kuran’da yer alan bu ayetlerden bazilari soyledir:

 

Bedeviler, dedi ki: “Iman ettik.” De ki: “Siz iman etmediniz; ancak “Islam (Musluman veya teslim) olduk deyin. Iman henuz kalplerinize girmis degildir. Eger Allah’a ve Resûlu’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hicbir seyi eksiltmez. Suphesiz Allah, cok bagislayandir, cok esirgeyendir.” (Hucurat Suresi, 14)

 

Bedeviler inkar ve nifak bakimindan daha siddetlidir. Allah’in elcisine indirdigi sinirlari bilmemeye de onlar daha ‘yatkin ve elverislidir.’ Allah bilendir, hukum ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 97)

 

Cevrenizdeki bedevilerden munafik olanlar vardir ve Medine halkindan da nifaki aliskanliga cevirmis olanlar vardir. Sen onlari bilmezsin, Biz onlari biliriz. Biz onlari iki kere azaplandiracagiz, sonra onlar buyuk bir azaba dondurulecekler. (Tevbe Suresi, 101)

 

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) cevresindeki insanlarin cahilce tavirlarina daima en guzel sekilde, Kuran ahlakiyla karsilik vermistir. Kuran’da Resulullah’in bu ustun ahlaki soyle bildirilmektedir:

 

Ve suphesiz sen, pek buyuk bir ahlak uzerindesin. (Kalem Suresi, 4)

 

Andolsun, sizin icin, Allah’i ve ahiret gununu umanlar ve Allah’i cokca zikredenler icin Allah’in Resûlu’nde guzel bir ornek vardir. (Ahzab Suresi, 21)

 

Bir insanin cevresindeki kimselerin kimi zaman cahillikten, kimi zaman ise art niyet, kotu ahlak ya da zalimlikleri nedeniyle sergiledikleri bozuk tavirlara karsi sabir gosterebilmesi, tum bunlara en guzel ahlak ile karsilik verebilmesi buyuk bir fedakarlik ornegidir. Ozellikle de kisinin hakli oldugu, hakkinin yendigi, haksizliga ugradigi durumlarda bu hakkindan vazgecebilmesi buyuk bir ustunluktur. Kimi zaman cahillik icerisinde olan kimseler, bu ustun ahlaki takdir edemeyebilir ya da farkina bile varamayabilirler. Ancak bu ahlaki yalnizca Allah’in rizasini kazanabilmek icin yasayan derin iman sahipleri, affetmenin, sabir gostermenin, alttan almanin nefse en zor geldigi durumlarda bile nefislerinden feragat ederler. Resul-u Ekrem Efendimiz de cevresindeki insanlarin kotu niyetli tavirlarina karsi, Allah rizasi icin kendi nefsinden yana fedakarlik gostermis, daima onlari dogru olana tesvik edip islah etme yolunu tercih etmistir. Allah, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in muminlere karsi olan bu duskunlugunu, fedakarligini ve guzel ahlakini ayetlerde soyle bildirmektedir:

 

Allah’tan bir rahmet dolayisiyla, onlara yumusak davrandin. Eger kaba, kati yurekli olsaydin onlar cevrenden dagilir giderlerdi. Oyleyse onlari bagisla, onlar icin bagislanma dile ve is konusunda onlarla musavere et. Eger azmedersen artik Allah’a tevekkul et. Suphesiz Allah, tevekkul edenleri sever. (Al-i Imran Suresi, 159)

 

Andolsun size, icinizden sikintiya dusmeniz O’nun gucune giden, size pek duskun, mu’minlere sefkatli ve esirgeyici olan bir elci gelmistir. (Tevbe Suresi, 128)

 

Sozlesmelerini bozmalari nedeniyle, onlari lanetledik ve kalplerini kaskati kildik. Onlar, kelimeleri konulduklari yerlerden saptirirlar. (Sık sık) Kendilerine hatirlatilan seyden (yararlanip) pay almayi unuttular. Iclerinden birazi disinda, onlardan surekli ihanet gorur durursun. Yine de onlari affet, aldiris etme. Suphesiz Allah, iyilik yapanlari sever. (Maide Suresi, 13)

 

Hazreti Aise’den rivayet edilen bir hadis-i serifte Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bu guzel ahlaki “…Resullullah baskalarini nefsine tercih ederdi.” sozleriyle ifade edilmistir. Hazreti Huseyin’den rivayet edilen bir hadis-i serifte ise alemlere rahmet olarak gonderilen Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in fedakar ahlaki soyle anlatilmaktadir:

 

Babama Resullullah’in oturusunu sordum, soyle buyurdu: “Allah Resulu ancak zikir uzerine otururlardi. Belli yerleri kendisine tahsis etmedigi gibi, boyle yapmaktan insanlari da sakindirirdi. Bir meclise vardiginda, nerede meclis bitmisse (bos yer var ise) o noktada oturur ve sahabilere de boyle davranmalarini emrederdi. Kendisiyle oturan herkese payini verirdi. Onunla oturan hic kimse, Resullullah’in katinda kendisinden daha ustunu oldugu kanaatine varmazdi. Kim Resullullah ile oturursa veya bir ihtiyacini Hazreti Peygamber’den almak icin kendisine giderse, Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ona karsi sabreder, o Peygamberi birakip gidici olurdu. Kim Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den bir ihtiyacini isterse ya o ihtiyaci yerine getirir veya tatli soz soyleyerek onu geri gonderirdi. Onun guler yuzu, guzel ahlaki, o insanlari zengin kilmisti.

 

Bir baska hadiste ise Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bu konudaki ustun ahlaki soyle anlatilmaktadir:

 

Aise (radiyallahu anha)’ya dedim: “Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) aile efradinin icinde nasil idi?” Cevap verdi: “Insanlarin en yumusagi, insanlarin en comerdi idi. Guleryuzlu ve tebessum sahibi idi…”

 

Muslumanlara ustun ahlakiyla en guzel sekilde ornek olan Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bir hutbesindeki sozleriyle muminleri comertlige soyle tesvik etmistir:

 

Bir hutbesinde Allah’a hamdu senalar ettikten sonra; “Ey insanlar! Iyi biliniz ki Allah Teala sizlere din olarak Islam’i secmistir. Islaminizi comertlik ve guzel ahlakla susleyiniz. Bilmenizi isterim ki, comertlik koku cennette, dallari ise dunyada bulunan bir cennet agacidir. Icinizden comertlik edenler o dallardan birine yapismis olup, bu dal onu cennete goturecektir. Cimrilige gelince, o da koku cehennemde, dallari ise bu dunyada bulunan bir agactir. Ki cimrilik yaparak kendi dallarindan birine tutunani cehenneme goturur.” Daha sonra Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) iki kez; “Allah yolunda comert olun” buyurdular.

Rabbim O’nun (s.a.v) efendimizin yolundan bizleri ayırmasın.

Selam ve Dua lar ile…

Hatice BAŞKAN

Rasulgülleri.blogcu.com

Risale-i Nur ile Namaz

Risale-i Nur ile Namaz

 

 

“Namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir.” (Sözler, s. 41)

 

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “İslâmiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır”1 ifadesiyle “imanın gereği ve ubudiyetin hulâsası”2 olan namazın ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

 

Namazı, “kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet (bağ) ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmet ve Hâlık-ı Zülcelâl tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir dâvet”3 olarak tarif eden Üstad Bediüzzaman, namazı “kalplerde azamet-i İlâhiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniye imtisâl ettirmek için yegâne İlâhî bir vesile”4 olarak görmüştür.

 

Namazın tarifinin yanı sıra, mânâsı ve mahiyetinin de üzerinde çok tafsilâtlı olarak duran Üstad Hazretleri, “Şükür nev’îlerinin en câmîi (kapsamlı) ve fihriste-i umumiyesi (genel özeti)”5; hem “bütün ibâdâtın envâını şâmil bir fihriste-i nuraniye ve bütün esnaf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine (ibadet çeşitlerine) işaret eden bir harita-i kudsiye”6 olarak nitelendirdiği namazın, insana “bu misafirhane-i dünyada aciz ve fakir kalbine kut ve gına (azık ve zenginlik) ve elbette bir menzili olan kabrinde gıda ve ziya ve her halde mahkemesi olan mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve Burak”7 olacağını da belirtmiştir.

 

“Şu kâinattan maksad-ı a’lâ (yüce maksat), tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir”8 diyen Üstad Bediüzzaman, Cenâb-ı Hak’kın bizlere sunduğu küllî hadsiz nimetlere karşılık, bizden de küllî bir niyet ve hadsiz bir itikat istediğini belirtmektedir.9 Bu ise, namazda dercedilmiştir. Yani, “mahlûkata zabitlik eden ve hayvanata ve nebatata kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telâkki eden insanın”10 “bir Kadir-i Zülcelâlin, bir Rahim-i Zülcemalin dergâhına niyaz ile namaz ile müracaat etmesidir.”11

 

Namazda okunan mübarek kelimeler sayesinde her mü’min adeta küçük bir mi’rac yaşar. O yüzden, “her mü’minin namazı, onun bir nevî mi’racı hükmündedir ve o huzura lâyık kelimeler ise, Mi’rac-ı Ekber-i Muhammed Aleyhissalatu Vesselâm’da söylenen sözlerdir.”12 Namazla bize bahşedilen bu kudsî kelimeleri her namazda okumak ve zikretmekle, “o selâm-ı İlâhideki emir ve fermana bir imtisâldir. Hem ona (Peygamberimize asm) karşı biat etmektir. Ve her gün biatını, yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdid ve tazelemektir. Hem Risâletini bir tebriktir. Hem, umum âlem-i İslâma her gün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.”13 Bu itibarla, “namazda söylediğimiz o mübarek ve mukaddes kelâmlara pek büyük yümünler, feyizler ve berekât-ı İlâhiye terettüp eder.”14

 

“İnsan, şu kâinata geldikten sonra, iki cihet ile ubudiyeti var. Bir ciheti galibâne bir sûrette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var; diğeri hazırâne muhatabane sûretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır”15 diyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu iki cihet ibadetin de namazda olduğunu izah ederken; “Bir nevî mi’rac hükmünde olan namaz ile mânen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyâttan tecerrüt edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete (kulluğun geniş, umumî ve büyük mertebesine) çıkıp, bir nevî huzura müşerref olup ‘İyyake na’büdü’ (Ancak sana kulluk ederiz) hitabına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azimedir.”16 Yani insan namazla, gaibane ibadetten muhataba sûretindeki ibadete yükselerek, Cenâb-ı Hak’la karşılıklı konuşma ve muhatap olma şerefiyle şereflenmektedir. Ayrıca, “ruy-i zeminde mü’minler ve muvahhidindeki cemaat-ı uzma, umum mevcudat ve vücudumuzdaki bütün zerreler olarak üç büyük cemaati içine alan kapsamlı bir ibadetle müşerref olmaktadır.” 17

 

Son derece önemli ve üzerimize farz kılınan “Namazda lâzım olan tadil-i erkân, müdavemet ve muhafazadır.” 18 Yani, namazı usûlüne uygun, devamlı ve zamanında ve mümkünse cemaatle kılmak gibi şartlardır.

 

Namazın cemaatle kılınmasının fazileti ve kazanımları üzerinde de duran Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Mü’minler ibadetlerinde, duâlarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki; her bir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevab, cemaatten kazanıyor. Ve her bir fert, ötekilere duâcı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur; bilhassa Peygamber Aleyhissalatu Vesselâm’a. Ve keza her bir fert, arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve Hallak-ı Kâinata ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzet olur.” 19

 

Namazı zamanında ve cemaatle kılmanın fazileti ve kazanımlarından biri de; “Vaktin evvelinde (namaz vaktinin girdiği ilk anlarda), Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak menduptur ki (çok sevaplıdır), birbirine giren daireler gibi, Beytin (Kâbe’nin) etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyti ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmaya dâhil olsun ki, o cemaatın icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her dâvâya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.” 20

 

Bütün bu mânâlar ışığında; Cenab-ı Hak’kın marziyat-ı Rabbaniyesi (Allah’ın rıza dairesi) olan İslâmiyetin, başta namaz olarak, esasatını cin ve inse mi’rac hediyesi olarak getiren Resul-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ı dinleyip, Kur’ân’a kulak verip, enva-i ibadatın fihristesi (bütün ibadet çeşitlerinin listesi) olan namaz ile, insanlar birçok makamat-ı âliye içinde çok lâtif vazifelerle telebbüs edip,21 şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebirinde, fariza-i ömürlerini (ömür borcu) ve vazife-i hayatlarını edâ edip, ahsen-i takvim suretini alarak, bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıkıp; yümn-i iman ve emn-i emanet (imanın bereketi ve kuvvetiyle emanetin güvende olması) ile mücehhez emin bir halife-i arz olur.” 22

 

Bu münasebetle, Cenâb-ı Hak her iki hayat levazımâtını elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek sûretiyle, yirmi üç saati kısa ve fanî olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve bâkî ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır ki, dünyada paşa, ahirette geda (dilenci) olmasın.” 23

 

Her meselede olduğu gibi, namaz meselesinde de en güzel tarifi ve izahı Risâle-i Nur yoluyla Üstad Bediüzzaman Hazretleri yapmıştır. Risâle-i Nur’un dördüncü, dokuzuncu ve yirmi birinci sözleri bu konunun merkezi durumundadır. Sair risâlelere de serpiştirilen namaz ibadeti, muhataplar üzerinde büyük tesirler meydana getirmektedir.

 

Sultanlar sultanından, şanlı Resûlüyle bize hediye olarak gönderilen ve yaratılışımızın asıl vazifesi, kulluğun esası ve kat’î borç olan; hakikî ebedî hayatımızın saadetine vesile olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmet olan namazı Risâle-i Nur’un gözüyle ve kazandırdığı şuur ile kılarak, Cenâb-ı Hak’ka tesbih ve tazim ve şükür borcumuzu mutlaka eda etmeliyiz. Ve bu sûretle bütün ömür sermayemizi âhirete mal edip, fani ömrümüzü bâkîleştirmeliyiz.

Hatice Başkan

Selam Ve Dualar İle..

Rasulgulleri.blogcu.com

Dipnotlar:

 

1- Tarihçe-i Hayat, s. 226.

 

2- Sözler, s. 206.

 

3- İşaratü’l İ’caz, s. 76.

 

4- A.g.e. 76.

 

5- Mektubat 612.

 

6- Sözler 72.

 

7- A.g.e 428.

 

8- A.g.e. 417.

 

9- A.g.e. 580.

 

10- A.g.e 581.

 

11- A.g.e. 74.

 

12-Şuâlar 156.

 

13- Emirdağ Lâhikası 681.

 

14- Mesnevî-i Nuriye 134.

 

15- Sözler 526.

 

16- A.g.e. 324.

 

17- Mektubat 668.

 

18- İşaratü’l İ’caz 75.

 

19- Mesnevî-i Nuriye 376.

 

20- Mesnevî-i Nuriye 122.

 

21- Sözler 203.

 

22- A.g.e. 207.

 

23- A.g.e. 353.

“AİLE HUZURU EŞLERİN KARŞILIKLI VAZİFELERİ “

“AİLE HUZURU EŞLERİN KARŞILIKLI VAZİFELERİ “

Sonsuz hamd-ü senalar; kusur ve noksana delalet eden her çeşit sıfattan münezzeh, kemale delalet eden her nevi vasıfla muttasıf olan Rabbu’l-âlemîn’e, salât ve selamların en seçkini ise; âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz’in üzerine olsun!

 

İnsan ilişkilerinde güvenin temelini, kişilerin birbirlerine karşı sundukları dürüst davranışlar oluşturur. Karşılıklı gösterilebilecek dürüst davranışlar ise, güven duygusunda yatar.

 

Birbirine güvenen ve ortak yaşamın bilincinde olan eşlerin oluşturduğu bir ailenin temelleri sağlam atılmış demektir. Böyle bir ailede de fertler, üzerlerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirdikleri takdirde ailenin devamının sağlanması da zor olmayacaktır.

 

Makalemizin ilk bölümünde ailenin devam ve huzurunu sağlamak adına kocanın üzerine düşen vazifeler üzerinde durmuştuk. Makalemizin bu bölümünde ise kadın üzerine gereken vazife ve edepleri zikretmeye çalışacağız.

 

KADINA DÜŞEN VAZİFE VE EDEBLER

 

  • Kadın kocasına karşı itaatkâr olmalıdır.İslâm’a göre kadın ve erkek birbirlerinin yardımcıları ve dert ortaklarıdır. Ailenin haricî işlerini yüklenen, evin geçimini temin eden ve her türlü ihtiyacı gidermeye çalışan erkek olduğu için kadın kocasına karşı davranışlarında son derece dikkatli olmalıdır.

 

Hâkim’in rivayet ettiğine göre, Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’e; “Kadının üzerinde en çok hakkı bulunan kimdir?” dedim. Rasûlullah (s.a.v.); “Kocasıdır.” buyurdu. “Kişinin üzerinde en çok hakkı bulunan kimdir?” diye sordum. “Annesidir.” buyurdular.

 

Rasûlullah (s.a.v.) bu hakkı vurgulayarak; “Bir kimsenin başka bir kimseye secde etmesini emretseydim, kadının kocasına, ona olan büyük hakkından dolayı secde etmesini emrederdim.” buyurmuştur.(Ebû Dâvûd)

 

Cenâb-ı Hakk, sâliha kadınları vasfederken şöyle buyurmuştur: “…İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da gaybı (korunması gerekli olanı) korurlar…”(en-Nisâ, 4/34)

 

Yine Allah Rasûlü (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kadınların en hayırlısı baktığın zaman seni sevindiren, emrettiğin zaman sana itaat eden, ondan uzak olduğun zaman kendi nefsini ve senin malını koruyandır.”(Müslim, c. IV, s.1958)

 

  • Kadın kocasına hizmet etmelidir.Karı-koca arasındaki alakanın esası, hak ve görevlerde aralarında eşitliğin bulunmasıdır. Bunun delili Allâh Teâlâ’nın şu âyetidir: “…Kadınların, (eşlerine karşı) yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır…”(el-Bakara, 2/228)

 

Karı-koca arasındaki teamül ve aralarındaki hayatın düzeni için İslâm’ın koyduğu esas tabiidir, fıtrîdir. Erkek evin dışında çalışıp kazanmaya, gayret göstermeye daha güçlüdür. Kadın da ev işlerini düzenlemeye, çocukları terbiye etmeye, evde rahat yaşayabilme sebeplerini kolaylaştırmaya, evde huzuru sağlamaya daha güçlüdür. Bunun için erkek kendisine münasip olan şeyle, kadın da tabiatına uygun görevlerle mükellef kılınmıştır.

 

Çeşitli işlerle yorulan ve bitkin olan erkek, eve döndüğü zaman karısının kendisini güler yüz ve tatlı dille karşılamasını ve ruhen kendisine destek olmasını ister. Bu sebeple düşünceli bir kadın, kocasını daha kapıda güler yüzle karşılar ve onun gönlünü alarak ruhunu dinlendirmeye çalışır.

 

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Hangi kadın, kocası kendisinden razı olarak ölürse, o kadın Cennet’e girer.”(Tirmizî)

 

Kadın, kocasının üzgün, kederli ve hasta zamanlarında onun bu hâllerini büyük alaka ve anlayışla karşılamalı ve onun gönlünü almak için elinden geleni yapmalıdır. Özellikle hastalandığında gerekli hizmetini görmeli ve asla kalbini kırmamalıdır. Zira zaman değişir ve kendisi de hasta düşebilir. Kadın bütün bu hizmetleri yaparken bunu kendine yük telakki etmemeli ve hizmetini Allah rızası için yapmalıdır. Ancak bu bilinçle yaptığı hizmetinin karşılığını alabileceğini unutmamalıdır.

 

  • Kadın kocasını beğenmezlik etmemeli ve kocasını tenkit etmemelidir.Kadın, hiçbir zaman güzelliği ile kocasına karşı övünemeyeceği gibi kocasını, yaratılıştan veya sonradan arız olan bir noksanlığından dolayı da azarlayamaz ve bu noksanlığı başına kakamaz. Çünkü onun şeklini beğenmemek onu beğenmemek değil, onu Yaratan’ı beğenmemektir. Zira onun kendi yaratılışında herhangi bir etkisi ve müdahalesi olamaz. Kadın, kocasının bu yönlerini yüzüne vurursa veya onun herhangi bir beceriksizliğini açığa vurursa bu, erkeğin kalbini kırar ve kalbinde karısına karşı bir nefret hissi uyanır. Bu his de zamanla gelişerek ailede huzursuzluğa sebep olur. Bundan dolayı kadın çıkabilecek huzursuzluğun kaynağını çok iyi bilmeli ve her zaman için sabırlı olmaya gayret göstermelidir. Cenâb-ı Hakk’ın takdirine rıza gösterip kocasına karşı sabırlı ve edepli olmalı, itaat ve sevgisinde kusur etmemelidir.

 

Aynı zamanda kadın, kocasını küçük düşürecek hareket ve davranışlardan da kaçınmalıdır. Kadın kocasına karşı dışarıda olsun, evinde olsun daima iyi muamele etmeli, terbiye ve nezaketini bozmamalıdır. Arkadaşlarının veya akrabalarının yanın veya ev içinde kadının kocasını tenkit etmesi kocasını son derece üzer.

Kadın hiçbir zaman şayet varsa malının çokluğuyla övünmemeli, kocasını küçük düşürmekten daima sakınmalıdır. Zira Hz. Hatice Annemiz, Rasûlullah (s.a.v.) ile evlenince bütün malını mülkünü, hatta canını ona teslim etmiş ve bunu yaparken Allah’ın rızasını umduğundan hem dünyada, hem de âhirette saadet ve selamete ermiştir.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Allah bana Hatice’den daha hayırlı bir zevce vermemiştir. Bütün insanlar bana inanmazken o bana inandı. Herkes beni yalanlarken o doğruladı. İnsanların benden kaçtıkları bir zamanda o bana malıyla destek oldu. Allah bana başka kadınlardan değil ondan çocuk ihsan etti.”(Müsned, Ahmed b. Hanbel)

 

Müslüman kadın, Hz. Hatice’nin ahlâkını kendine örnek almalı ve kocasına karşı olan hareket ve davranışlarını ona göre ayarlamalıdır.

  • Kadın israftan sakınmalıdır.Kadının kanaatkâr olmayı bilmesi, aile saadeti açısından oldukça önemlidir. Kocasının kazandığı malları saçıp savurmamalı ve gereksiz harcamalardan kaçınmalıdır. Kadın kocasının güç yetiremeyeceği harcamalar yaptığı takdirde israf yolunu tercih etmiş olur. Kocasının malını israf etmesi ise, kendisinin ve çocuklarının malını israf etmesi demektir.

 

Âişe (r.anhâ)’dan rivayetle Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Bereket yönünden kadınların en hayırlısı, geçimi (idaresi) en kolay olanıdır.”(Ahmet b. Hanbel, El-Hâkim, Beyhâkî)

 

Eğer kadının kocası aşırı derecede cimri olursa ve çoluk çocuğunu geçindirecek nafakayı vermezse kadın gizlice kendine ve çocuklarına yetecek kadar miktarı kocasının malından alabilir. Ebû Süfyân’ın karısı Hind, Rasûlullâh (s.a.v.)’e gelerek; “Yâ Rasûlallah! Ebû Süfyân çok cimri bir kimsedir. Bana ve çocuklarıma yetecek derecede nafaka vermiyor. Onun malından gizlice almamda mahzur var mıdır?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) de; “Örfe göre sana ve çocuklarına yetecek kadarını al.” buyurdu.(Buhârî, Buyû’ 95)

 

Ayrıca kocanın karısından, nafakasından fazla kalan yemekleri israf etmeden fakirlere vermesini istemesi güzel bir harekettir. Kadına gereken, böyle hususlarda kocasının açıkça izni yoksa evinden dışarıya herhangi bir şey vermemesidir.

 

Kadın, kocasının büyük zahmetlerle eve getirdiği nimetleri onsuz yememeye özen göstermelidir. Kocasının çektiği zahmet ve sıkıntıları düşünerek ona saygıda kusur etmemeye gayret göstermelidir. Bu, eşler arasında sevgi ve muhabbetin gereği olarak yapılmalıdır. Süfyân-ı Sevrî (r.aleyh); “Toplu halde yiyen bir ev halkı üzerine meleklerin ve Allah’ın salavât getirdikleri bize ulaşmıştır.” demiştir.

 

  • Kadın kocasının hoşlanmadığı kimseyi eve sokmamalıdır.Kadın, kocasının izni olmadan erkek olsun kadın olsun kocasının sevmediği kimseyi evine sokamaz. Bu hak kadına verilmemiştir. Bunun sebebi kötü düşünce ve kıskançlıklara meydan vermemektir. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Kadın kocasının izni olmadan evine kimsenin girmesine izin veremez.”(Buhârî, c.VI, s.150)

 

  • Kadın kocasının izni olmadan yakınlarını ziyaret etmemelidir.Şayet kadın, kocasının anne ve babasıyla birlikte kalıyorsa onlara kaşı son derece hürmetli olmalıdır. Kocasının nasıl kendi anne babasına hürmet etmesini istiyor ve bundan memnun kalıyorsa, kocasının da aynı şeyi kendisinden beklediğini unutmamalıdır. Böyle bir durum yoksa sıla-i rahmi kesmemeli, kocasının izni dâhilinde akrabalarına ihsan ve ikramda bulunup gönüllerini almalıdır. Böyle bir davranış ailede huzur ve muhabbeti temin eder. Bunun tersi ise aile huzurunun bozulmasına sebep olur. Zamanımızda aile geçimsizliklerinin birçoğunun temelinde bu yatar.

 

Kadının anne ve babası kendisini ziyarete gelebiliyorlarsa koca karısını onlara göndermeyebilir. Ancak onların gelip kendi evinde kızlarını haftada bir ziyaret etmelerine mani olamaz. Anne baba dışındaki mahremlerde bu süre 1 yıl olarak belirlenmiştir.(İbn-i Âbidîn, c. 6, s. 602,603)

 

İbn-i Batta’nın Ahkâm-ı Nisâ’da Enes (r.a.)’tan rivayet ettiğine göre: Bir adam yolculuğa çıktı ve karısının da evden çıkmasını yasakladı. Arkasından karısının babası hastandı. O da onu ziyaret için Rasûlullah (s.a.v.)’den izin istedi.

 

Rasûlullah ona; “Allah’tan kork, kocana muhalefet etme!” buyurdu. Derken babası öldü. Kadın babasının cenazesinde bulunmak için izin istedi. “Allah’tan kork, kocana muhalefet etme!” cevabını aldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, onu kocasına itaatinden dolayı affettiğini Rasûlü’ne vahyetti.

 

Şayet koca, hanımının dinî bilgileri öğrenme ihtiyacını karşılayabiliyorsa, bu durumda kadın dinî meseleleri âlimlerden sormak için evinden çıkamaz. Eğer koca bu hususta yeterli olmamakla beraber karısına vekâleten âlimlerden müşkülatını soruyor ve verilen cevabı kendisine haber veriyorsa, kadın bu durumda da dışarıya çıkamaz. Eğer böyle bir durum da yoksa o vakit kadın dinî meselelerini sormak için evinden çıkıp âlimlere gidebilir.

 

Kadın, üzerine farz-ı ayn olan meseleleri öğrendikten sonra zikir meclisine gitmek veya daha fazlasını öğrenmek amacıyla evden dışarı çıkmak için kocasının iznine muhtaçtır. Kadın izin hususunda diretip kocasının izin vermediği yere gitmekte ısrar ederse gittiği yerden evine dönünceye kadar üzerine meleklerin ve Cenâb-ı Hakk’ın lanetinin yağdığını aklından çıkarmamalıdır.

 

  • Kadın yabancı erkeklere bakmamalı ve onlarla konuşmamalıdır.Kadın herhangi bir mecburiyet olmadığı sürece mahremi olmayan erkeklere asla bakmamalıdır. Çünkü bir erkeğin yabancı bir kadına bakması nasıl haramsa, kadınların da yabancı erkeklere bakması öyle haramdır. Cenâb-ı Hakk; “Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini, ta yakalarının üzerine kadar salsınlar…”(en-Nûr, 24/31)

 

Ümmü Seleme (r.anhâ) şöyle anlatıyor: Hz. Meymûne Rasûlullah’ın yanındayken ben de oradaydım. Tesettürle emrolunduktan sonra İbn-i Ümmü Mektûm oraya gelmişti. Rasûlullah bize hitaben; “Ondan sakının yani örtünün!” buyurdu. Biz; “O âmâ değil mi, o bizi göremiyor ve bilemiyor?” deyince Rasûlullah (s.a.v.) cevaben şöyle buyurdular: “Siz de mi âmâsınız? O sizi görmese bile siz onu görüyorsunuz.”(Ebû Dâvûd, Libâs 37)

 

Buradan şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Erkeklerin, gerek erkek gerek kadınların avret mahallerine bakmaları nasıl doğru değilse, kadınların da gerek kadın gerek erkeklerin avret mahallerine bakmaları doğru değildir. Bir erkeğin yabancı bir kadına şehvetle bakması caiz olmadığı gibi bir kadının da yabancı bir erkeğe şehvetle bakması caiz değildir.

 

Şehevî istekleri harekete geçiren şeylerin en önemlilerinden birinin ses olduğunda şüphe yoktur. Bu nedenle ailevî huzurun bozulmaması için kadının sesini yabancı erkeklerden muhakkak sakınması lazımdır. Bir âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan her hangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide kapılmasın. Güzel (ve doğru) söz söyleyin.”(el-Ahzâb, 33/33)

 

Cenâb-ı Hakk bu âyette Rasûlullah’ın zevcelerine haram ve masiyete giden yolları yasaklamıştır. Âyet her ne kadar Rasûlullah’ın muhterem zevceleri hakkında nazil olmuşsa da bütün Mü’mine hanımları içine alır. Bu âyet-i kerimede anlatılmak istenen kısaca şudur: “Ey Mü’mine hanımlar! Size mahrem olmayan yabancı erkeklerle konuşmanız icap ettiği zaman onlarla tatlı ve latif sözlerle konuşmayın. Eğer böyle yaparsanız kalplerinde eğrilik olanlar sizin hakkınızda tamaha düşebilirler. Onlarla fitneye düşmeyeceğiniz şekilde ağır başlı ve sert bir eda ile konuşun.”

 

  • Kadın kocasına karşı güzel görünmeli, süslenmelidir.Kadının kocasına karşı kına, güzel koku vb. süs eşyalarıyla süslenmesi hoş karşılanmıştır. Kocasının isteği üzerine kadın, ev içerisinde belli sınırlar koymadan süslenebilir. Böyle davranmakla hem kocasının sevgisini kazanmış, hem de başka kadınlara olan meylini kesmiş olur.

 

Kadın gizlenmesi gereken yerlerini sokakta, çarşı pazarda açığa çıkarmaya çalışmamalıdır. Bu davranışın çirkinliği Ahzâb sûresi 33’te şöyle açıklanmıştır: “Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın…”

 

Hz. Âişe (r.anhâ)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) mescitte otururken Müzeyne Kabilesi’nden bir kadın süslenmiş olarak ve kibirli bir şekilde yürüyerek mescide girdi. Bunun üzerine Rasûlullah; “Ey insanlar! Kadınlarınızı mescide gelirken güzel koku sürünmek ve süs eşyalarını giymekten menedin. Şüphesiz İsrâiloğulları, kadınlarının süslerini gösterdikleri ve mescitlerde güzel koku kullandıkları için lanetlendiler.”(İbn-i Mâce)

 

Kadın, süsünü ve güzelliğini yalnızca kocasına göstermelidir. Aksi davranışlarla fitneye sebep olmamalı ve aile huzurunun öncelikle kendi davranışlarıyla alakalı olduğunun her zaman bilincinde olmalıdır.

 

İslâm’ın evliliğe verdiği önem ve evlenmeye teşvik hususunda ortaya koyduğu deliller bellidir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve Allah Rasûlü’nün sünnetlerine riayet edilerek kurulan bir aile, elbette ki Cenâb-ı Hakk’ın rızasına nail olmuş bir birlikteliğin en güzel örneğidir.

 

Rasûlullah buyuruyor ki: “Mü’min bir erkek hanımına, hanımı da kendisine baktığı zaman Allah onların her ikisine de rahmet nazarıyla bakar. Erkek hanımının elini tutuğu zaman ise, her ikisinin de günahları parmaklarından dökülür.”(Râfiî, Târih’inde Ebû Said’den)

 

Cenâb-ı Hakk cümlemizi emirlerine itaat ederek mutlu bir aile ortamı kurup devamını sağlayarak rızasını kazananlardan eylesin! Hakkı hak bilip ona tabi olanlardan eylesin! Âmin!

 

Hatice BAŞKAN

http://rasulgulleri.blogcu.com

“EVLİLİKTE TAKVA SAHİPLERİ”

“EVLİLİKTE TAKVA SAHİPLERİ”

“Evlilikte Takva sahibi Kadın ve Erkeğin özellikleri !..

Evlilikler sadece ve sadece Allah’ın hükümlerini uygulayarak devamlılığını mutlu bir şekilde devam ettirir.

Karı koca arasında mutlu ve uyumlu olmanın tek formülü takvalı olmaktır.

Eğer bir takım sorunlar varsa bunun nedeni, eşlerin kendilerini iyi yetiştirmemelerinden kaynaklanmaktadır. Üstün ahlaki özellikleri kendisinde toplayan, kötü sıfatları da ruhundan uzaklaştıran eşler, birbirine karşı daha saygılı ve daha anlayışlıdırlar.

Dolayısıyla hem kadın ve hem de erkek mutlu birliktelik için takvalı olmalıdırlar:

Takva sahibi Erkek ve Kadının özellikleri :

Takvalı erkek; sadece helal mal kazanmaya çalışır ve haramdan vahşi bir hayvandan kaçtığı gibi kaçar. İş ortamında çalışanlarına yahut iş arkadaşlarına haksızlık etmez, herkes ondan hoşnuttur. Kazandığı malı cimrilik yaparak sadece kendisi için biriktirmez, ailesinin refah ve rahatlığı için harcar.

Takvalı erkek; işten ayrıldıktan sonra evine gelir, zamanının çoğunu hep başkalarıyla geçirmez, evinde onu bekleyen eşi ve çocuklarına koşar. Sürekli biran önce eve varmak ve ailesinin yanında yer almak ister. Eve geldiğinde tüm sıkıntı ve sorunlarını kapının dışında bırakır, kapıyı açan eşine güler yüzle selam verir, hal hatırını sorarak onunla ilgilendiğini gösterir. Hanımının gün boyu zahmetlerinin kıymetini bilerek teşekkür eder, çocuklarıyla oynayarak, her zaman ailesini mutlu etmeye çalışır.

Takvalı erkek; ilim, kültür ve erdeme önem verir, ailesiyle ilmi sohbetler eder, Allah’ın hükümlerini ve yasaklarını açıklar, çocuklarını İslami bir eğitim üzere terbiye etmeye çalışır. Eşinin de takvalı olması ve İslami öğretileri bilmesi için uğraşır.

Takvalı erkek; sadece kendi eğlencesini düşünmez, eşini yalnız bırakarak sürekli arkadaşlarıyla vakit geçirmez, hanımı ve çocuklarını da gezdirerek onların eğlenmelerini sağlar.

Takvalı erkek; eşinin ailesine karşı saygılı ve hürmetlidir. Onların hatırlarını sorarak evine davet eder, bu hususta eşini kısıtlamaz. Toplum ve akraba ilişkilerinde her zaman ahlak, görgü ve edep kurallarına riayet eder.

Takvalı kadın; her şeyden önemli çok iffetlidir, ismet ve dürüstlüğünü asla kaybetmez.

Takvalı kadın; onun için sabahtan akşama kadar zahmet çeken kocasının değerini bilir, kadir kıymet bilerek teşekkür eder, işten geldiğinde huzurlu bir ortam oluşturarak onun rahatlamasını sağlar.

Takvalı kadın; çocuklarına sinirlenmez, kocasının yanında sesini yükseltmez, çocuklarının iyi terbiye görmesini sağlar. Evin temizliğini yapar, yemeğini hazırlar.

Takvalı kadının en büyük özelliği sevgidir; O eşini ve çocuklarını çok sever, en büyük hedefi de Allah’ı sevmektir, bunun için ibadetinde aksaklık etmez. Kocasının ve çocuklarının da Allah’a kulluk yolunda ilerlemesi için çalışır.

Takvalı kadın; kocasını zora sokmaz, üstesinden gelemeyeceği isteklerde bulunmaz, hiçbir zaman kocasıyla kavga etmez, bazı hatalarını görmezden gelerek, sürekli ona gülümser.

Takvalı kadın; kocası işe gideceği zaman kapıyı açar, onu güler yüzle yolcu eder, geldiğinde de aynı şekilde güler yüzle karşılar. Gün boyu onu özlediğini ve biran önce eve gelmesini beklediğini belli ettirir.

Takvalı kadın kocasında tek bir şey ister; Allah’ın emirlerini uygulamayı ve özellikle de eve haram lokma getirmemeyi.

Takvalı kadın; kocasının ailesine önem verir, kendi ailesi gibi severek saygı ve hizmette kusur etmez.

İşte bu özelliklere sahip kadın ve erkek örnek bir ailedir, ilahi insanlar, Allah’ın sevdiği kullarıdır. Böylesi bir eve hiçbir zaman şeytan giremez ve karı koca arasına mutsuzluk salamaz. Bu evde büyüyen çocuklar da ilahi insanlar olur, edepli, saygılı, milletine ve topluma faydalı fertler olarak büyür.

Cenâb-ı Hakk cümlemizi emirlerine itaat ederek mutlu bir aile ortamı kurup devamını sağlayarak rızasını kazananlardan eylesin! Hakkı hak bilip ona tabi olanlardan eylesin! Âmin!

Selam Ve Dualar İle..

Hatice BAŞKAN

http://rasulgulleri.blogcu.com