Kategori arşivi: Soru – Cevap

İktisad, Hırs, Kanaat ve İhlas-1 (İktisad Risalesi 7. Nükte’nin Şerhi)

Soru: İktisad Risalesi olan 19. Lem’anın 7. Nüktesini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad Bediüzzaman bu Nükte’yi israf-hırs ilişkisine ayırmış. Şöyle diyor:

“ İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir: ” Yani israf, insanın dünyasında hırs duygusunun uyandırır. Hırs ise insanın hayatında 3 tane neticeyi doğurur.

BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı HAŞİYE-1 terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.

Haşiye-1: İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.

Burası ekonomist olarak bizim sahamız. Bu konuya dair Tüketim Ekonomisi ve Kalkınma isimli bir makalemi ve İktisad Risalesi Üzerine Bir Söyleşi isimli sohbet tarzı diğer yazımı gönderiyorum. Onlar sana kafi olur inşallah.

Hırsın İkinci Neticesi: Haybet ve hasarettir. Maksudunu kaçırmak ve istiskale ma’rûz kalıp, teshilât ve muâvenetten mahrum kalmaktır. Hattâ

Yâni: “Hırs, hasâret ve muvaffakıyetsizliğin sebebidir.” olan darb-ı mesele mâsadak olur. Hırs ve kanaatın te’siratı, zîhayat âleminde gâyet geniş bir düstûr ile cereyan ediyor.

Ezcümle: Rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatları, onların rızkını onlara koşturduğu gibi; hayvanatın hırs ile meşakkat ve noksâniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatın azîm menfaatını gösterir.

Hem zaîf umum yavruların lîsan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırs ile noksan ve mülevves rızıklarına saldırması; da’vamızı parlak bir sûrette isbat ediyor.

Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına medâr olması; ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırs ile rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medâr-ı rahat olduğunu gösterir.

Hem Yahudi Milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefâletli, gayr-ı meşrû ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması.. ve sahranişinlerin (yâni bedevilerin) kanaatkârane vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması; yine mezkûr da’vamızı kat’i isbat eder.

Hem çok âlimlerin[1] ve ediblerin[2] zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hâle düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleri ile zenginleşmeleri kat’i bir sûrette isbat eder ki:

Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil.

Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenâsibdir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir.

Hadîsinin sırriyle; kanaat, bir define-i hüsn-ü maîşet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir mâden-i hasâret ve sefâlettir.

Bu bölümde Üstad helal rızık ile hırs arasındaki zıtlığı İlâhî bir kanun olarak gösteriyor. Hırs, bir canlıda oluşursa rızkı ondan kaçar, diyor. Yerinden kımıldayamayan ağaçlar ve çiçeklerle, her yere koşabilen ve gidebilen hayvanları kıyaslar. Hayvanlar, ağaçlara göre hırslıdır; açtır, az yaşar ve daha az yavru besler. Kanaat, helal rızkı çeken bir mıknatıs; hırs ise, helal ve kudsi malı kaçıran ve ürküten bir kabalıktır. Helal mal, kudsi bir kuştur; durursan gelir, hırs gösterirsen kaçar. Bunun sebebi, hırsın, bir şeyi kalbin içine sokması ve putlaştırmasıdır. Böyle putlaşan bir şeyi Allah nasip etmez.

Sonra hayvanlardan yetişkinlerle zayıf yavruları kıyaslar. Yetişkinler daha hırslı… Hırslı aslan, kanlı ve kirli şeyler yerken, kanaatkâr yavrusu süt gibi latif, nezih ve temiz bir gıdayla beslenir. Bu gösterir ki temiz ve nezih bir hayat, kanaat ile olur. Hırs ise, kirli bir hayatın kaynağıdır.

Sonra Üstad aptal balıkların semizliği ile zeki tilki ve maymunun zayıflığını kıyaslar. Zekâ, hırsın sebebidir, der. Buradan zekâ arttıkça, hırs arttığı için rızkın ondan kaçtığı hükmüne vararak; hırs, rahattan mahrum eder; kanaat ise hayatta rahatlığın sebebidir, der.

Sonra Üstad insanlık dünyasının tilkileri ve maymunları olan Yahudi milletini Çöl Bedevileri ile kıyaslar. Yahudilerin zengin olabilmek için yaptıkları hileler, çevirdikleri dolaplar, kurdukları faize dayalı bankacılık sistemi ile bütün dünya milletlerinden tahkir, zillet ve sefillik damgası yemesini göz önüne alıp sonra Çöl bedevilerinin fakir ama izzetli ve şerefli, onları mesud edecek imkanlarını kıyaslar. Bu durum iktisad ve kanaatta izzet, hırs ve israfta zillet ve sefalet olduğuna delil olur.

Sonra Üstad zeka ve hırs bağına değinip kendi akıl ve iktidarına güvenenleri Allah’ın tokatladığını, sıradan insanların fıtrî kanaatinin onlara servet ve zenginlik getirdiğini işler. Üstad’ın bu madde madde izahı “ Kulilâhümme mâlikü’l-mülki tü’ti’l-mülke men teşau ve tenziu’l-mülke mimmen teşau… [3] [De ki, ey Mülkün Mâliki olan Allah’ım! Sen dilediğini mülkü verir dilediğinden alırsın. Dilediğine verir aziz edersin, dilediğinden alır zelil edersin. Hayır (mal, mülk ve seçkinlik) senin elindedir. Hakikaten sen her şeyi yapabilen kudret sahibisin] âyetinin tefsiridir.

Bu tespitlerden Üstad bir kanun keşfediyor, buluyor: Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil…

Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenâsibdir (ters orantılıdır). Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir.

Güç ve bilgi insanda hırsı uyandıran, kişiye kendine güvenme hissi veren, Allah’a güvenmeyi engelleyen birer unsur oluyor. Bu durum maneviyatta da aynen geçerlidir. Bazı ilim ehli, zekâsına güveniyor; hakikati ben bulacağım diye hırslanıyor. Hırslandıkça hakikat perdeleniyor. Veya bazısına ise, Allah ikram ediyor. O ise, ikrama kör olup geçmişindeki cehaletli zamanlarını unutup o ilmi, Karun gibi, kendisi elde ettiğini düşünüyor. Bu noktada meleklerin Bakara suresindeki şu sözü muazzam bir tevhid, hakikat ve ilmî bir edep dersidir:    “ Sübhâneke lâ ilme lena illa ma allemtena…[4] ( Sen Sübhansın, kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize öğrettiğin ve verdiğin ilimden başka bizde bir ilim yok ve olamaz. İlim, Senin malındır. Sen ilmi dilediğine dilediği kadar veren, verdiğinde de ilmin mülkiyetini elinde tutan Alîm ve Hakîm’sin. )

Maddi ve manevi âlemlerde kanaat, servet ve kemal vesilesidir. Hırs ise, sevgilisini küstüren bir hamakattir.

Devam edecek…

[1] İran’ın âdil pâdişâhlarından Nuşirevan-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürcümehr’den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ulemâ, ümerâ kapısında görünüyor da; ümerâ ulemâ kapısında görünmüyor. Halbuki ilim, emaretin fevkındedir?” Cevaben demiş ki: “Ulemânın ilminden, ümerânın cehlindendir.” Yâni; ümerâ, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemânın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulemâ ise; mârifetlerinden mallarının kıymetini dahi bildikleri için ümerâ kapısında arıyorlar. İşte Büzürcümehr, ulemânın arasında fakr ve zilletlerine sebeb olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir sûrette te’vil ederek nâzikâne cevab vermiştir.

Husrev

[2] Bunu te’yid eden bir hâdise: Fransa’da ediblere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor.

Süleyman Rüşdü

[3] Âl-i İmran suresi, 26.

[4] Bakara suresi, 34.

Aşk-ı Beka

Soru 9: Lem’alar 17. Lem’anın 14. Nota’sının Remizleriyle beraber açabilir misiniz? Ayrıca 4. Remiz sonundaki “kelime-i tevhid ile kalbi söylettirmek ve ruhu işlettirmektir” sözünde Üstad burada neydi kasdetmiş? Tarikatlardaki gibi mi?

Cevap 9: Bu bölüm 4 remizden oluşuyor. Remiz, sembolik ifade demektir. Yani meseleyi bir dış yönüyle anlayacaksın, bir de sembolik olarak anlatmaya çalıştığım bir mesele var. Onu görmezsen diyor Üstad, asıl kasdettiğim şeyi anlamamış olacaksın. İnşaallah her iki boyutu beraber ele alacağız:

İkinci Remiz: Ba’zı eblehler var ki, Güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki Güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tabidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mâhiyetin, bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mâhiyetin için değil.. belki o âyinede isti’dâda göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Mâdem öyledir. “Ya Bâki Entel Bâki” de. Yâni mâdem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!..

Burada Üstad ilk şifreyi “ebleh” kelimesinde koymuş. Anahtar orada. Ebleh, ileri seviyede geri zekalı demektir. Kökü, belâhettir. Zıddı ise, zekâvettir. Zeki olanlar meselenin anahtarını elde ederler, diyor. Yani bu kısımda işin kabuğunda kalmamak, meselenin hakikatine geçmek gerekir. O zaman mesele anlaşılır.

“Güneşi tanımadıkları için…”: Güneşin varlığını bilmek ayrıdır, güneşi tanımak ayırıdır. Güneşi tanımak onun ışıması, sayısız şeylerde kendi görüntüsünü ışığı vasıtasıyla oluşturması, şeffaf şeylerde bizzat görünmesi, ısısıyla her şeyi ısıtması, ışığında 7 rengi olması, aynı anda sayısız şeye ışık ve ısı verebilmesi, aynı anda sayısız şey üzerinde ısısıyla değişiklik yapabilmesi ve yansımalar oluşturabilmesi gibi özellikleri görmek ile olur… Bu tanıtma bize nerede bir renk görürsek Onun güneşten olduğunu ve güneşe ait olduğunu bilme ve müşahede etme seviyesine bizi eriştirir. Güneşten uzaklaşan bir kişinin hayatının soğuğa ve karanlığa mahkûm olduğu anlayışına bizi ulaştırır. Bu noktada Üstad bizi bir konuda dikkate davet ediyor:

“ Güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın. ”: Dıştan bakılınca burada saçma bir davranış var gibi görünüyor. Fakat hepimiz bu saçma davranışı yapıyoruz. Nasıl ve niçin? Hepimiz aynayı seviyoruz, aynanın muhafazasına ve bekasına çalışıyoruz. Üstad bu noktada bir şey fark ediyor: Bizler aynaların bekasını neden istiyoruz, çünkü ondaki güneşin yok olacağını düşünüyoruz. Ayna var olduğu sürece güneş hep orada var olacak, hep görünecek. Biz de güneş ile irtibatımızı sağlamaya devam edeceğiz. Üstad burada tespiti yapıyor: Biz aslında aynayı sevmiyoruz. Biz aslında aynadaki güzelliği, kemali, o ışıltıyı seviyoruz. Biz onun kalıcılığını istiyoruz. Eğer ayna kalıcı olursa o cemal ve kemal de kalıcı olur diye düşündüğümüz için aynanın bekasını arıyoruz. Burada bir kör nokta var o da şu: Hislerimiz güzellik ve mükemmelliği aynanın zâtî özelliği biliyor. Ondaki güzelliği onun görüyor. İşte bu nokta mana-yı harfî mana-yı ismî, tevhid ve şirk ayrım noktası… O cemal ve kemal o şeyin zâtî özelliği mi yoksa onda bulunan başkasına ait bir tecelli mi? Buranın da anahtarı zâtî ve tecelli kavramlarının farkını bilmek… Bir özellik bir zâtta, zâtî ise, yani onun zâtından kaynaklanan bir özellikse o özelliği ondan hiç kimse alamaz ve ayıramaz. Mesela insanın sonsuz câhilliği var. Bilmediğimiz şeylerin sayısını da bilmiyoruz. Bizde azıcık bir bilme de var. Bizdeki zâtî özellik, bilmemek ve cehalettir. Tecelli özellik ise, ilimdir. Bilmediklerimiz, sonsuzdur. Biz bu sonsuz câhilliğimizle dünyaya geldik, o özellikle yaşıyoruz, onunla ölüyoruz, onunla diriliyoruz, onunla ebedî yaşıyoruz. İlimde ilerleyen kişiler ne diyorlar: “ Bildiğim bir şey varsa o da bir şey bilmediğimdir.” O halde insandan istenen bilmek değil, bilmediğini bilmek, cehaletinin onun zâtî ve aslî malı olduğunu fark etmektir. Hiç kimse insandan bu cehaleti söküp alamaz. Fakat bir kişi o insanın kafasına vuracağı bir darbeyle veya vereceği bir elektroşokla hafızasındaki bütün bilgileri silebilir. İnsandan alınabilen ve gidebilen bütün özellikler, “tecelli” sınıfına girer. Bütün vücudu felç olan birinin, kudreti gider. Çıldıran birisi, iradesini kaybeder. Kör olan birisi görmesini; sağır olan biri, işitmesini; ölen birisi hayatını kaybeder. Bu manada ilim, irade, kudret, işitme, görme, hayat bizde zâtî özellik değildir. Cevşen’deki Veyse’l-Karanî Hz.lerinin Münacatı bu konuyu güzel işliyor. Bu inceleme gösterir ki insandaki veya diğer canlı ve cansızlardaki güzellik de, mükemmellik de tecellidir. Eğer zâtîyet hakiki ve mutlak bir zâtiyete doğru yükselirse, Allah’ta olduğu gibi, o durumda onun sıfatlarının ondan ayrı olabileceğini düşünmek imkânsız olur. İnsanın zâtiyeti de hakiki bir zatiyet değil. Buna rağmen insandaki cehaleti komple kaldırmak, onu mutlak manada ilim sahibi yapmak ne kadar zor olduğu malumken İlahî zâtiyeti akıllar idrak edemez.

Kilit nokta burası, bizler diğer nesne ve kişilerde, cemal ve kemali görüyoruz. Onlar bir manevi güneş gibi, bize sıcaklık ve ışık ve renk veriyor. Biz onları hayranlıkla seyrediyor ve seviyoruz. Öyle seviyoruz ki o güzellikler kaybolmasın diye dua ediyor, onlar ölmesin diye hayatımızı feda ediyoruz. Oysa o da bizim gibi bir insan veya mahluk! Dert, orada gözüken o güzellik ve mükemmellik kaybolacak endişesi… O cüz’î güzellik ve mükemmelliğin aynaya başka birinden yansıyan özellikler olduğu idrak edilse, bütün kâinatta ve kendimizde, geçmiş ve gelecekte sürekli görünen güzelliklerin de aynı mahiyetten olduğu fark edilirse akla şu gelecek? “ Bu sayısız güzellik ve mükemmellik tecellileriyle kâinatı böyle manevi ve daimi bir Cennet’e dönüştüren Külli Cemal ve Bâki Kemal sahibi kim? O Mutlak Güzel ve Mükemmel kim? ” Akıl bu şekilde cemalden Cemîl’e, kemalden Kâmil’e şeklinde tevhid yolculuğuna çıktığı an karşısında Zâtî, Mutlak ve Bâki Cemal ve Kemaliyle Zât-ı Akdes’i bulur. Üstad burada meseleyi verir:

Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki Güneşe çevirir.”: Aynanın ölmesiyle ölmediği ifadesi, canlılar âlemindeki faniliği anlatıyor. Kırılmasıyla fena bulmadığı ifadesi, cansızlar âlemindeki fâniliği anlatıyor. Mesele bunu derk etmek… Bunun da derkinin yolu, her bahar yenilenen sayısız güzellikteki çiçekleri görmek; ölen ağaçlardan sonra dünyaya gelen yeni ağaçları; ölen insanlar ve Allah dostlarından sonra dünyaya gelen yeni insanlar ve Allah dostlarını görmek… Cansızlar dünyasında da Allah’ın sanatının sürekliliğini temaşa etmek… Bunu görmek, idrake vesile olur. Bu sürecin milyonlar, milyarlar yıl boyunca böyle olduğunu, ebediyen böyle olacağını, bu sanat ve güzelleştirme fiilinin zaman-üstü olduğunu fark etmek, idrak etmektir. İdrak hakikatin kalbe inmesi, kalbin hakikate iman etmesidir. Kalb hakikati idrak ettiği an, yönünü Baki Cemal ve Kemal sahibi Sani-i Mutlaka çevirir.

“O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tabidir.”: Üstad bu meseleyi izah sadedinde 33. Söz’de beka bahsinde, zamanı bir nehre benzetir. Mahlukatı bu nehirde oluşan kabarcıklara… Cenab-ı Hakk’ı ise güneşe benzetir. Mahlukattaki hayatı, bir güneş cilvesi olarak ifade eder. Kabarcıklar patladıkça yeni kabarcıklarda hayalî güneşçikler görünüyor. Onlar da hayatla parlıyorlar, der. Yani kâinatı güzelleştiren hayat hakikatidir. Onu mükemmelleştiren şuur ve akıldır. Fani hayatların kabarcığın patlamasıyla ölmesi, fani şuurların kabarcık patlayınca sönmesi seni üzmesin, der. O kabarcıkları hayattar şekilde parlatan ve parlak gösteren bu hayat ve şuur tecellileri Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a aittir. O Bâkidir. Zaman ona tesir edemez. O zamanı etkisi ve kontrolü altında tutar. Dilediğine hayat verir, dünyaya gönderir. O dilerse bütün geçmişten daha güzel bir gelecek yaratır. Hayat ve varlık Onun elindedir. Hiçbir şeye, hiçbir kimseye takılıp kalma! Hz. Ebu Bekir (RA) gibi “ Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o öldü. Kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki O, ölümsüz Diri’dir ” demek… Bu hakikatli ve zâtîyetli bakış, fanilerden yüzünü bakiye çevirme dersidir. Hz. Ebu Bekir bize diyor ki: “ Sen, Hz. Muhammed’in (ASM) zâtını seviyor idiysen bil ki o da diğer faniler gibi öldü ve söndü. Eğer Ondaki cemal ve kemali seviyorsan bil ki o harikulade cemal ve o fevkalade kemal Zât-ı Cemil-i Mutlak ve Zât-ı Kemal-i Mutlak’ın Hz. Muhammed (ASM) aynasında görünen bir tecellisinden ibarettir. Ona aittir. Hz. Muhammed’in (ASM) cemal ve kemali değil! Sen aynaya ve aynanın bekasına aşktan vazgeçip Baki-i Hakiki’ye yönelirsen hakikati idrak etmiş, Sonsuz bir Cemal ve Kemali bulmuş olursun.” Bu şekilde aynalardan vazgeçip aynada yansıyana yürürsen aynaların kırılmasıyla sen de kırılmaz, onların ölmesiyle sen de ölmezsin. Hakikat noktasında hayatın da, varlığın da, bekanın da tek kaynağı Cenab-ı Hakk’tır. Bütün hayat sahipleri canlılıklarını, varlık ve bekalarını Ona borçludur. Her şey hayatı ve varlığıyla Onun varlık, birlik ve diriliğine aynalık ederek hizmet ediyorlar. Her şey fanilik ve ölümleriyle de Onun bekasına, sermediyetine, hayat ve varlığının hakiki ve zâtîliğine işaret ediyorlar. Bu sağlıklı bakış ve hissediş insanın aklını, kalbini, ruhunu hatta nefsini, benliğini Allah’a odaklar. “Allah kuluna kâfi değil mi?”[1] ayetini yaşatır. Allah dostlarının ölümü, âlimlerin yok olması onu yeise düşürmez. Çünkü “Mutlak Dost ve Mutlak Âlim olan Allah var, O yeter ” dedirir. Bu manada bu zâtî tevhidi idrak eden kişi fanilerden yüzünü ve özünü tam manasıyla çevirir Hz. İbrahim (AS) gibi “İnni veccehtü vechye lillezi fatara’s-semavati ve’l-ard[2] ( Ben yüzümü, özümü, ruhumu gökleri ve yeri bu fâni fıtratta döndüm, ona odaklandım ) der.

Allah’ın varlığı, hayatı ve bekası üzerinde derin tefekkürler, Onun sıfatlarının ve özelliklerinin zâtîliği konusunda derin inceleme ve hissedişlerden sonra kâinat ta ezelden ebede, dünya ve ahiret de bir aynalar âlemi olarak görünecektir. Aynalardaki parıltıların aynada görülmesinin devamlılığının kaynağının da ayna olmadığı idrak edilir. Mesela güneş ile ayna arasına bulut girdiğinde aynadaki görüntü kaybolur. Aslında bu gösterir ki ayna ne kadar baki olursa olsun onu kendi güzelliğine ayna kılan ona bakmadığı ve odaklanmadığı sürece onda bir yansıma oluşamaz. Bu durum gösterir ki yansıma başkasındandır, ona aittir. Aynaya düşen, yüzünü güneşe dönük tutmak, her an ondan o tecelliyi alacak şekilde bulundurmaktır. Buna “kulun Allah’tan rıza hali” diyoruz. Allah’ın tecellisinin aynada oluşması haline “Allah’ın kulundan razı olması ” hali diyoruz. Bu manada kâinatın aynalığı gösterir ki, Allah onların varlık ve hayatından razıdır. Bizim için Cennet’ten daha üstün olan rıza meselesi ise, bizim varlık ve hayatımızı iman ve amel ile hayatlandırmamız, mülk cihetimiz gibi melekût cihetimizi de Allah’a odaklayarak, Onun rızasına ermeye çalışmaktır. Mülkteki rıza bizi, fâni bir hayata mazhar etti. Eğer melekutûmuzda da rıza makamını elde eder ve Allah’a odaklı bir hayatı yaşarsak bu rıza bize ebedî varlık ve hayatı kazandıracak. Bu kazancı zerre zerre hissettirecek… Allah’a odaklı olma nisbetinde kendi iç dünyasında Onun tecellilerini hissetme ve Onun tecellilerini şuurlu şekilde diğer şuur sahiplerine gösterme seviyesine ilerleme olur. Bu noktada Üstad diyor:

“ Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mâhiyetin, bir âyinedir.”: Kalb için Üstad, Mesnevi- Nuriye’de şuurlu bir ayna ifadesi kullanır. Kendinde yansıyanı hissedebilen ve bilen bir ayna… Bu yönüyle kalb sonsuz saadetlere erişebilir, der.

Hüviyet: Bu kelime Külliyatta 2 manada kullanır. Ya kişinin kim olduğunu bildiren ve gösteren sureti manasında… Kişinin sureti diğer kişilerden ayrı olduğu için Onu zahiren de olsa bildiren bir alamettir. Veya kişinin zâtı, kendisi manasındadır. Bu yönüyle insanın kimliğini, kim olduğunu ifade eden yöndür. Asıl manası budur. Çünkü ikiz kişiler bazen o kadar bir birine benziyor ki onları ayırt edecek yön onların hakiki hüviyetleridir. Bu noktada Üstad, senin zâtın hakiki bir zatiyet değil; İlahî Zâtın varlığını ve birliğini ve bekasını bildirmek için yaratılmış bir aynadır. Sen Onun Hüviyetini ve Hüve ismini yansıtmak için var kılınmış bir hüviyeti taşıyorsun. Senin kim olduğun çok önemli değil! Çünkü sen âciz ve zayıfsın, fakir ve muhtaçsın. Fakat Onun kim olduğu, kimliği ve zâtî özellikleri çok önemli! Çünkü her şey ve herkes Ona muhtaç, Onun huzurunda çaresiz. Senin iradenle taşdan kuş olmaz ama O irade ettiği zaman lavlardan okyanuslar, buzullar çıkar. O istedi mi, yoku var, varı yok eder. Sen Onun iradesini, iradenin varlığıyla bildirmek, Onun kudretine kudretinle işaret etmekle vazifelisin, diyor.

Mahiyet: Bu kelime bir şeyin ne olduğu ile ilgilidir. Yani fonksiyonları, neler yapabildiği ile ilgili… Mesela “ İnsan nedir? ” sorusunun cevabı insanın mahiyetinin izahı olur. Fakat “ Ahmed kimdir? ” sorusunun cevabı onun hüviyetinin izahı olur. Ayrım noktası, irade sahibi olup olmamaktır. Mesela bizler “ At nedir, ot nedir, taş nedir? ” diye sorarız. Bu gayet normal ve doğru! Fakat ata, Küheylan adını taksak, ota Benekli ismini koysak, hatta taşa da Kabataş adını koysak asla şöyle sormayız “ Küheylan, Benekli ve Kabataş kimlerdir? ” diye sormayız. Çünkü iradesi olmadığı için hüviyeti yoktur.

Bu noktada Üstad diyor ki, seni diğer insanlarla ve mahlukatla ortak kılan özelliklerin, seni herkesten ve her şeyden ayıran hususi özelliklerin de, yani mahiyetin ve hüviyetin de Allah’ın bir aynasıdır. Onun ilim ve iradesinden feyz alıyor. Üstad bu noktada tespite giriyor:

“Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mâhiyetin için değil.. belki o âyinede isti’dâda göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.”: Üstad burada oku dışarıdan içeriye çevirdi. Dış dünya ayna olduğu gibi sen de aynasın, dedi. Dış dünyadaki aynaların bekasını istediğin gibi sen kendi varlık ve hayatının bekasını arzuluyorsun. Ta ki hayat ve varlık aynanda gördüğün güneşçik baki kalsın, yok olmasın. İşte burada Üstad kalbimizin gözünü açıyor: Sende bulunan şiddetli muhabbet-i beka, senin kendi bekan için değil. Çünkü sen baki değilsin. Sen sende görülen İlâhî tecellilere âşıksın. Onların bekasını arıyor ve istiyorsun. Ne senin suretin, ne senin kalbin, ne senin mahiyetin ve ne de hüviyetin bekaya sahip değil! Mahiyeti, hakikati, hüviyeti ile zâtî manada Baki olan Allah’tır. Sen bu kırılacak varlık şişesine değil, Baki Vacibü’l-Vücuda ve Kayyum-u Sermedî’ye dayan! Sen sönecek bu hayat ve şuura değil, Ezelî ve Ebedî, Baki ve Sermedi Zât-ı Hayy-ı Kayyum-u Mutlaka tutun! Ta ki bu fena âleminin dalgaları senin kapıp götürmesin. Senin fıtratındaki o aşk-ı beka, senin kendini sevmen, kendi bekanı sevmen için verilmemiş. Çünkü sende sana ait bir beka yok. O aşk, Baki-i Hakiki için verilmiş. Ki bir kalb, aşk ile Kendisine yönelirse o da rızasıyla o kalbe, mahiyet ve hüviyete beka cilvesi verir. Onu da kendisiyle bakileştirir. Fakat şart şu ki, o kalb, mahiyet ve hüviyet bir ayna gibi daima yüzünü Ona dönük tutacak… Aksi halde o cilveye sırtını çevirmiş ve o beka hissini kaybetmiş olur. O dilerse ve isterse seni de, sevdiklerini de rızasıyla bakileştirir. Eğer bu şiddetli muhabbeti Baki-i Hakiki’ye yöneltirsen, hem kendi bekanı hem sevdiklerinin bekasını Onun rızasıyla kazanırsın. Aksi takdirde hem kendinin hem sevdiklerini faniliğini acılar içinde yaşar bu kalbi perişan edersin.

Allah’ın beka verebilirliğinin bir işareti şudur: Yeryüzünde nesnelerin ve canlıların varlık ve hayat süreleri çok farklı… Saniyelik ömürleri olan mikroplardan tutalım, binlerce yıl yaşayan zeytin ağaçlarına kadar, onlardan tutalım milyar yıl yeryüzünde nesilden nesile devam eden canlı türlerine kadar bir hayat yelpazesi gösteriyor ki, mutlak ölülük olan mutlak yokluktan Mutlak Hayat sahibi olan Allah’ın iradesine doğru yaklaşıldıkça ve O irade ederse hayat, anlık olmaktan günlük, yıllık, asırlık, çağlık, binler-milyonlar-milyarlar yıllık süreçlere varacak şekilde uzayabiliyor. Bu durum gösterir ki, Allah dilerse dilediği kişi için ölümsüz ve sonsuz bir hayatı da verebilir. Onun varlığını da sabit ve baki kılabilir. Sabun köpüğünden çok kırılgan cam parçalarına, onlardan taşa ve demire şeklinde dayanıklılık ve kalıcılık noktasında farklılıklar olması gösterir ki, Allah isterse her şeyi köpük gibi dayanıksız, isterse taş ve demir gibi veya çok daha sağlam ve sarsılmaz metin varlıkla, baki kılabilir. O halde:

Mâdem öyledir. “Ya Bâki Entel Bâki” de. Yâni mâdem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!..: Evet, madem Baki ve Sermedi Hayy-ı Kayyum var. Ve madem şu anki varlık ve hayatımızı da yapan ve veren zâten Odur. Madem O varlığımızdan razı ve hayatımızı seviyor. Mülk cephemizin varlığı ve diriliği buna delildir. O halde melekut cephemizi Onun rıza ve muhabbetine tahsis ederek, aşk-ı beka ile Ona odaklandıktan sonra kendimiz hakkında fena ve zeval dosyasını ebediyen kapatabiliriz. Madem O Baki ve Sermedî’dir. Fena da gelse, zeval de gelse, ölüm de gelse, hatta ruhumuzu da yok etse yine önemli değil. Çünkü bize bize ait değiliz. Bizi yapan O, bize bizlik algısı veren O… O var olduktan ve baki olduktan sonra sorun yok. Mühim olan Onun varlığı, bekası ve devamı. O varsa zaten her şey var. O varsa o halde rızası ve muhabbeti de var. Rızası ve muhabbeti varsa her şey için beka ve ebediyet de var demektir. Onun bekası ve vücudu ile insan ve her şey çin ebedî ve baki bir varlık ve hayat tahakkuk ediyor. Onun bekası ve rızasına aşk ile bağlanmakla insanın bütün sevdiklerinin de bekası ve ebediyeti tahakkuk ediyor. O halde “ Hasbiyallah” ( Allah bana yeter ) ve “ Hasbünallahu ve ni’mel vekîl ” ( Allah bize yeter. O ne güzel vekildir, koruyucudur. )

Remiz yönüne gelirsek: Her şeyin mahiyeti bulunuyor. Bu mahiyet, mantık bilimine göre,  hakikat, hüviyet ve zâtiyetten oluşuyor. Bunlardan hüviyet, onun sureti ve zahiri… Zâtiyet, onun bâtını ve manası… Hakikat ise onun değişmez özelliği ve sabit özüdür. Dün neyse yarın da o odur. Fakat dün cüz’îdir, yarın küllî… Çekirdek ve ağaç gibi… Bu yönüyle her şey zaman-mekan aynasında kendini gösteren İlahî bir ilimdir. Hüviyet ve zâtiyetiyle an’da bulunur, bir mekana hapsolmuş surette… Fakat burada bulunmasının sırrı, hakikatini küllileştirmedir. Cüz’iyetten gelir (Evvel) külliyete gider (Âhir). Manası ise, külliyet kesbetmek için ta’lim ve cihaddır ( Zâhir ve Bâtın).

Fakat bu yolculukta külliyet kesb edebilmesinin için Allah, kendine odaklılıktan (hodbinlik) çıkıp ruhuyla bedenini ayırmasını şart koymuş. Ayırmazsa kendini bedeninden ibaret zanneder. Ayırdığında ruh, Baki olan Allah’a odaklandıkça, maddeden sıyrıldıkça kendini İlâhî ilimde bulur, görür. Onun baki bir ilmi olduğunu hissetmeye başlar. “O beni bilsin yeter, O beni görsün yeter” mantığı ve ihlasıyla ruhu nefes almaya başlar. Ruh büyüdükçe, maddeye hâkim olur. Onun verdiği kuvvetleri, kendi kemali için kullanır. İlk durumda ise, madde ruhu hapseder, onu kendine hizmet ettirir. Altıncı Sözde nefis namına kullanılan gözün süflî seviyesi, Allah namına kullanıldığında aldığı yüksek seviye bu meseleyi anlatır.

Fani bir cisim, tükenen kuvvet ile beraber baki bir ilmin eseri olan sayısız özellik bizde görünüyor. Aynadaki güneş temsili… Güneşi sevdiğimiz, onun bekasını arzuladığımız için yanlışlıkla bu fani bedenin bekasına âşık oluyoruz. Üstad bizi uyarıyor, ilim zamansız-mekânsızdır. Zamansız ve Mekansız olan Allah’ın en temel sıfatlarındandır. Alim ismi açısından bakılırsa her insan ve her şey, İlahi ilimdedir, İlâhî ilimden gelir, yine İlâhî ilme döner. Biz İlahi ilmin şuurlu bir tecellisi ve aynasıyız. İlim, ölümsüzdür. İlmiyle âmil olmak bu ölümsüzlüğü yaşamak demektir. Çünkü İlâhî ilim ve hayatla temasa geçmektir. Bu açıdan hayat, bilfiil bekayı yaşamak demektir. İşte fiziksel hayattan kalbî, ruhî ve sırrî hayata doğru hayat küllileştikçe, bu ölümsüzlüğü daha iyi hissetmeye, ilmin bekasını tam manasıyla idrak etmeye ilerler. Eğer bildiği konular, sabit hakikatler ise, o hakikat hangi zamanda hangi mekânda görünüyor ve hükmediyorsa o büyük hâkimiyetin etkisi altına girer ve o etkiye tabi her şeyle bir birlik hissetmeye başlar. Eğer o hakikat Esmaü’l-Hüsna’nın hakikati ve sırları ise tam manasıyla zamansızlık ve mekansızlığı Allah ile, Onun bütün tecellileriyle ve icraatlarıyla birlik içinde hisseder. Bunun tek şartı, kendi aynası kırılsa da ilmin ve her şeyi bilen Muhît-i Mutlak’ın baki olduğunu, Hafîz-i Hakiki’nin Levh-i Mahfuzunda her şeyi muhafaza edildiğini, Hz. Azrail’in (AS) en değerli varlığımız olan ruhlarımızı sadece almadığını aynı zamanda onları koruduğunu bilmektir. Azrail, İbranice’de, Allah’ın en iyi koruyucusu demektir.

Asıl mesele kendi hakikatini, hüviyetini önce idrak etmek, sonra onları Kur’an ve Sünnet’in hakka uygun, hakikate tabi, itidalli, kudsî ve nurlu emir ve yasaklarıyla terbiye edip dünya içinde saadet-i ebediyeyi elde etmektir. O zaman ruh çekirdeğimiz, hayat ağacı haline gelir. Ruh, Ehadiyete aynadır. Ehadiyet ise, her şeyi kendinde toplar, cem eder. Ağaç gibi bir yapıyı süzer, toplar, onu bir çekirdek kılar. O çekirdeğin büyüyüp gelişmesi gerekir. Sonraki bölüm bu konuya dair sinyaller veriyor:

(devam edecek…)

[1] Zümer suresi, 36.

[2] En’am suresi, 79.

Enâniyet (Benlik) Hakkında Bir Soru ve Hücumat-ı Sitte Enâniyet Bahsi’nin İzahı

Soru 8: Mektubat Kitabı’nın 29. Mektub’un 6. Kısmı’nın 5. Desise-i Şeytaniye’sini açabilir misiniz?

Cevap 8: Bu kısım Enâniyet hakkında… Yani benlik. Her bir insanda nefs-i emmare ve enaniyet bulunuyor. Her ikisinin arzularının, hedeflerinin neler olduğu, bazı hastalıkları ve kurtuluş çarelerini İhlas Risalesi Notları’nda yazmış ve yayınlamıştık.

Enaniyet, özellikle ilim ehlinde olur. Olunca da çok tehlikelidir. Çünkü kendi fikirlerini beğenir, tek doğru veya en doğru fikir onunki olduğunu iddia eder ve buna inanır. Bu tarz kişiler içinde en tehlikelisi ilmi, sırf başkalarını ezmek için elde eden tiplerdir. Bazıları ilmi alır fakat amel etmek için. Belli derecede amel de eder. Fakat yine kendi bildiğinden şaşmaz. Bu biraz daha masumdur çünkü derdi ameldir. Çok az bir kısım ise kulaklarını yeni fikirlere açar, kendinin yanlış olabileceğini de göz önünde tutar. Eğer muhatabı delillerle doğruyu veya en doğruyu ispat ederse hemen o fikri kabul eder. Bu kişiler benliği merkeze koymayan, Hakikati merkezleştiren dengeli kişilerdir. Öncekilerin derdi kendilerini duyurmak ve ona dair övgüleri duymak iken, bu kişinin derdi Hakkı ve Hakikati duymak ve duyurmaktır. Bu kişi Rabbi ile, Onun mucize ilmi ve Kur’anı ile iftihar eder. Bundan ciddi bir zevk alır.

İnsan benliği, karakter olarak kedi gibidir. Okşanmak ve yumuşak söz ister. Tembeldir. Yük almak istemez. Rahatına düşkündür, sobanın altında veya yanında yatan kedi gibi… Süt ile beslenmeyi sever. Yani ilimle… Ufak bir iş yapsa büyük bir iş yaptım havasına girer. Fareyle oynayan kedi gibi… 40 yılda bir büyük iş yapsa ömür boyu unutmaz ve bunu ha bire söyler. Kuş yakalayan kedi gibi… Oyalanmayı, oyunu sever. Yumakla oynayan gibi… Devamlı kendini aklar, hiçbir eleştiriyi kabul etmez. Kendini yalayıp duran kedi gibi… Nefs-i emmare ise, buna mukabil tam bir köpek gibidir.

Enaniyet bu manada övgüyü, takdiri ve okşanmayı sevdiği için ilim adamlarından özellikle karakteri içe dönük yapılı kişiler açısından çok tehlikelidir. Üstad der: “ Hakikaten, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler. ” Üstad bu noktada uyarır: “ Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. ” Tabir-i caizse, dine hizmet eden kişi Hak ve Hakikate tabi olduğunda yırtıcı bir aslan iken ve gardını almışken, iltifatlar ve övgülerle karşılaşınca anında yavru bir kedi gibi olur. İşte o anda onu ehl-i dalâlet avlar. İşte ihlas, övgülere sağır olmak ve ezelden ebede bütün övgüleri Allah’ın hakkı ve malı bilmektir. Ki Mutlak Tevhidin gereği budur. Bu ihlaslı tavır olursa arslan arslanlığını asla kaybetmez. Hz. Hamza’nın ismi “ Esedullah ” ( Allah’ın Aslanı ) olarak vurgulanırken, diğer bir ünvanı da “ Leysullah ” tır.[1] Yani Allah’ın hiçi… Bu hiçliğini bildiği ve hissettiği için o daima aslandı. Avlanmıyordu. Allah bizleri de leysullah makamına eriştirsin ve yaşatsın.

Diğer bir husus şu: “ Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, ene’yi terk etmekle hakka hizmet edebilir. ” Enaniyet, insana gurur ve kibir verirse ene’nin sembolü, “ fil ” olur. Fil nasıl hortumunu havaya kaldırırsa, enaniyetli kişiler de gururla burnunu havaya dikerler, “Benim sana ihtiyacım yok” diye burun kıvırır. Kocaman kulakları vardır, en ufak bir iltisat ve sesi duyar. Fakat bir o kadar da korkaktır. Fareden korkar, sivrisinekle baş edemez. Öfkeli bir fil çok tehlikelidir. Bu manada dinsizlerin oyuncağı olan ilim ehli de Kâbe’ye saldıran Ebrehe’nin fili gibi olur. Kalem suresinde müşriklerden olup bilgisiyle Efendimiz’e (ASM) muhalefet eden Nadr bin Haris için Allah der ki: “ Senesimuhu ale’l-hurtum ” ( Onun hortumunun üzerini damgalayacağız ). Bu ayet Hakk katında Nadr bin Haris’in Kâbe’ye saldıran bir fil gibi göründüğünü ifade eder. Fillere patika yollarda binilir. Ana caddede file ihtiyaç yoktur. Dalalet, hakikat yolundan sapmak, patika yollarda kaybolmak demektir. Onları patika yollara sevk eden onların enaniyetleridir. Bu noktada Üstad “ şu asırda ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor ” diyor. O halde “Ehl-i hak, bilmecburiye, ene’yi terk etmekle hakka hizmet edebilir. ” Dikkat edilmesi gerek, ehl-i hakk diyor; ehl-i hakikat demiyor. Çünkü ehl-i hakk, hakikati hem bilir, hem bütün ruhuyla iman eder, hem de hakikate göre yaşar. Yaşadığı için “ehl-i hakk” olur. Onun da imtihanı, ene’yi terk etmek, gurur ve kibre kapılmamaktır. Burada çare ise enaniyetten kurtulmanın yolu olan cemaat halinde bulunarak hizmet etmektir. Yani “Ben” yok “ Biz” var. Üstad uyarıyor:

Ene’nin istimalinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, ene’yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor. Arapça’da ene, ben demek; nahnü, biz demektir. Metne dikkat edilirse, enaniyetini kullanan kişi, farkında olmadan nefsine hizmet eder. Bu manada “ nefis-perest ” olur, denliyor. Bir kişinin hayatında ya Hakikat hâkimdir buna ehl-i hakk denilir. Veya ene hâkimdir, buna “nefis-perest” denilir. Ene, nefse emreder. Nefs-i emmare de, akla ve kalbe emreder. Böylece ene, iç dünyamızda, derin devlet gibi olur. Nefsi, kazdıkça; altından ene ve enaniyet çıkar. Enaniyeti aşmak, nefs-i emmareyi aşmaya göre çok çok zordur.

Üstad bu iki paragrafla diyor ki, sen hak yolunda hizmette haksızsan zaten ene’yi kullanamazsın. Haklıysan bu sefer ehl-i dünya gibi görünürsün; bu ise dine hizmete zarar verir. Hakkını Cenab-ı Hakk yolunda feda et; seni savunmayı Vekîl-i Mutlak olan Allah’a bırak diyor. Bu açıdan hak yolunda tam bir ihlas için ne nefis ne enaniyet olmamalı! Yoksa avlanırız. Hücumat-ı Sitte’de geçen hastalıklardan hubb-u câh (makam sevdası), enaniyetin hastalığıdır. Havf da öyle… Tama, nefs-i emmarenin hastalığıdır. Tembellik ve tenperverlik, yine enaniyetin hastalığıdır. Milliyetçilik de öyle… Dine hizmette asıl tehlike benliktir. Üstad devam ediyor:

Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş.” Risale-i Nur mesleği, kendini beğenmemek, ene’sine taraftar olmamaktır. Nasıl taraftar olunmaz? Eleştiriye açık olmakla… Hakka sağır olmamakla… Haklı eleştiriyi kabul etmekle… Bu şekilde kişi hak yolunda mesafe kat edebilir. Yoksa kendi benliğimiz bize zindan ve pranga olur. Nefs-i emmaresini aşanlara Cenab-ı Hakk, kudret tecellisi olan kerametler ihsan eder. Bunlara keramet-i kevniye deniliyor. Ene’sine taraftar olmayıp onu terbiye edenlere ise Cenab-ı Hakk ilim tecellisi olan kerametler ihsan eder. Bu manada o kişinin kulakları Hakka ve doğruya açık olduğu için kalb ve ruh kulakları İlahi ilhamı duyacak hale gelir. “Risale-i Nur ilham ile yazılmıştır” sözünün arka planında Üstad’ın enaniyetiyle 30 yıldır yaptığı savaş ve bu savaşta elde ettiği galibiyet vardır. Kim 30 yıl onun gibi mücadele etse ve galip gelse o da ilham alır. Enaniyet-ilim bağı olduğu için Üstad hemen Risale-i Nur’un ilmî yönünden bahsedecek. Bağlantılı gidiyor. Bu konuya dar temel bir hususu anti-parantez belirtmek gerekir: Sindirilmemiş bilgiler ve malumat, enaniyet yapar. Kişiyi şişirir. Çünkü işin kabuğunda bir algı oluşur. Gerçek ilim, sindirilmiş ilimdir; ilhamî derinliği vardır. Hakikati nuraniyet ve ulviyetiyle buldurur, hakkı kudsiyet ve azametiyle gösterir. Böyle bir ilim insanda var olan enaniyeti eritip, arıtır. Bu açıdan Risale-i Nuru nefis ilacı olarak görenin; nefsi şifa bulur; ene ilacı olarak görenin ene’si iyileşir. Bunun arka planında ilhamın nuru ve ziyası olması saklı… Tarih boyunca kitap yazan ulemadan hiç biri —ehl-i tasavvuf kökenli olanlar hariç— enaniyet konusunda sağlıklı fikir beyan edip insanlara bu konuda yol aldıramamışlardır. Aldıramazlar da, çünkü iş iç terbiyeye bakıyor. Bu manada Risale-i Nur’daki kesin bir ilme, yakîne, hakka’l-yakîn imana dayanan keskin sözler bazılarının, tereddüdü meslek haline getirmiş algılarına ters geliyor. Onlar kesin konuşmamayı ilim, kesin ve keskin konuşmayı ise taassub olarak görüyorlar. Bu noktada Üstad şöyle diyor:   

“ Bununla beraber, kat’î delillerle size ispat etmiştir ki, meydan-ı istifadeye vaz edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur’ân-ı Hakîmin tereşşuhâtıdır. Hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez. ”

Yani bu eserler, bütün ilimlerin sahibinin ilmidir. Benim kendi şahsî kanaatlerim içinde yoktur. Söz Onun ilhamı olduğu için hakikatler de Kur’an-ı Hakîm’inden sızan damlalardır. Ben onları sahiplenemem, kimse sahiplenemez. Sahiplenmek zaten enfüsî manada şirktir, diyor. Hakikat, insanın sahibidir; insan hakikatsiz var olamaz. Fakat Hakikat ve Hakk insansız da var olur… Bu manada bu kısım önemli bir meseleye değiniyor.

“ Haydi, farz-ı muhal olarak, ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum; benim bir kardeşimin dediği gibi, madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler. ”

Burada şifre “istiğna etmemeliler” de saklı. Çünkü istiğna eden, “ Benim bunlara ihtiyacım yok” havasına giriyor. Gurur yapıyor. Bahanesi de şu oluyor: “ Eski zamanın uleması her konuda yeterince yazmışlar. ” Üstad âlimlerin enaniyetlerinin bunu diyeceklerini bildiği için diyor:  

“ Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir.

Selef-i Sâlihîn bir ıstılah olarak Sahabe, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve onlar gibi olanlar demektir. Hadiste bu 3 kuşak için “Ne mutlu onlara! ” diyor. Bu 3 kuşak, Kur’anı suyun menbaından içer gibi içmiş, lezzetine ve şifasına varmışlar. Sonrası asırlarda ise Kur’anî bütüncül algı kaybolmuş. Kimi akıl ve tefekkürle, kimi kalp ve zikirle, kimi nefis ve ibadetle Hakikate yürümeye çalışmışlar ve yollarını uzatmışlar. Oysa Tâbiîn devri ehli, cihad zamanı eline kılıç alır, harbe giderdi; cihad yoksa gündüzleri bol oruç, geceleri bol namaz ile vaktini değerlendirirdi. Gündüzleri geçim derdinden kalan vakitlerde ilim ve tefekkürle yol alırdı. Bütün yönleriyle Kur’an ve hadise muhatap olurdu. Bu yüzden “Ne mutlu onlara!” Sonraki zaman ehlinden ise Üstad “muhakkikîn-i ulema” diyor. Bunlar ilim ehlinden tahkik yapanlar demek. Bir de “müdakkikîn-i ulema” var. Onlar ise tedkik yapanlar… Ümmetin bu 3 kuşağı ve tahkik ehli âlimler, kitap yazmış, eser vermişler. Fakat semavi, uhrevi ve kudsiyet mantığıyla… İşin içinde nefisleri yok. Fakat bu devrin uleması ve ehli, nefis taşıyarak meselelere menfaat çerçevesi, dünya rahatı ve mutluluğu gözüyle bakıyorlar. Bu açıdan o devrin eserlerini, mantığını anlayamıyorlar. Bunu en güzel misal 17. Lem’a, 13. Nota, 2. Meseledeki vird ve dua bahsidir. Eski ulema ve Allah dostları “ Sırf Allah rızası için bir dua okuyorlar. Allah da o sırr-ı ihlas ile çeşitli hastalıklarına şifa veriyor. Onlar hastalık zamanını, şifa duası zamanı olarak görüyorlardı. Sonra bu yaşadıklarını yazmışlar. Bu devrin insanları ise o duayı, sırf şifa bulmak için okuyor. Şifaya vesile olmadığı zaman ise duanın şifa yönünü reddediyor, o şifa vakasını yazan zâta karşı hüsn-ü zannı kırılıyor. Oysa ameller niyetlere göredir. İki grubun niyetleri tamamen zıttır.” Üstad menfaat hedefli olarak şifa dua yapan kişinin sırr-ı ihlası kaybettiği için asla o duayla şifa bulmayacağını, bulamayacağını, buna hakkı olmadığını vurguluyor. Bu ve benzeri durumlar gösterir ki Selef-i Sâlihîn ve ulemanın eserleri bir hazine olsa da, günümüz insanları için kapalı bir hazinedir. Onları anlamak için önce Risale-i Nur tezgâhında bir yontulmaları gerekiyor. Yani diyor Üstad, “ Bu eserleri okumak zorundasınız. Burun kıvırırsanız siz kaybedersiniz. Korkmayın, bana değil Kur’ana doğrudan talebe oluyorsunuz. Ben de Kur’anın talebesiyim.”

Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur’ân-ı Hakîme talebe ve şakirt oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal olarak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü’s-sû’ hakkında bir tehdid-i azîm var; bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.

Bu noktada birkaç vurgu var: Enâniyet, ilme dayanır. Fazilet (Üstünlük) iddia eder. Bu yönü bildiği için Üstad ya bu eserleri alın, Kur’anın hakikatleridir diye ders verin. Risalelerle ehl-i imanın imanlarını vesvese ve şüpheden kurtarın. Veya madem ilim ehlisiniz, buyurun daha iyi ve daha kolay bir yol bulun, kendiniz bizzat ümmetin imanını muhafaza edin. Tabi yapabiliyorsanız, diyor. Yapmaya çalışınca yapamayacakları bedihi. Çünkü Üstad kendi fikirleriyle değil, ilham-ı İlahi olan Kur’an manaları ile ehl-i imanı muhafaza ediyor. Sırf akıl ile iş olsa bir yere kadar. Asıl iş kalb ve ruhun, nefis ve hevanın hastalıklarına şifa bulmakta. Bunu ise, ilim ve medrese ehli değil tekke ve irşad ehli yapabilirler. Tarihteki binlerce vak’ada görüldüğü üzere. Fakat Kur’an öyle bir medrese ve tekke ki, onda her türlü aklî-kalbî-nefsî-ruhî hastalığın şifası, ilacı, nuru bulunuyor. Üstad Kur’an medresesinin enaniyetsiz tilmizi, Kur’an tekkesinin nefsaniyetsiz mürîdidir. Bu ehl-i ilim yeni bir yol deneyince, çaresizliğe düşecekler. Düşünce yol ikiye ayrılacak, ya hakperestçe Risaleleri takdir edip Onun nurlu hakikatleriyle ümmetin imanına hizmet edecekler. Veya çaresizlikten hased doğduğu için muhalif vaziyetine girecekler. “Madem ben yapamıyorum, kimse yapamasın” moduyla meseleye hased gözüyle bakacaklar. İşte bu noktada Üstad “ulemaü’s-su” (kötü âlimler) konusunda kasden giriyor. Bu zamanın ilim ehlini bu konuda özellikle uyarıyor. Çünkü o dönemki iktidarın dine saldırılarında bazı kötü âlimler fetvacı oldular. İktidara yaranmaya çalıştılar.

Haydi, farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için çok zatlar enâniyeti terk edip, Firavun-meşrep bir adamın kemâl-i sadakatle etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde, acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur’âniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enâniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enâniyetle hakaik-i Kur’âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de ona “Lebbeyk” dememesinde haksız değil midirler?

Burayı izaha gerek yok. Çünkü insanlar dünya için ve maddi menfaat için birlik olurlarken, dindarlık ve tevhid ve vahdet iddia eden müslümanların hocalarının Allah rızası için bir araya gelmemeleri, gelememeleri öyle bir ayıp ki kim görse meselenin içinde kibir, gurur, hased olduğunu anlar. Elbette birlikten kuvvet doğmasına son derece muhtaç olan ümmetin bu zamanında bu birliğin doğmasını engelleyen, birliğe katılmak istemeyen, var olan birliği fesadla bozmaya çalışan kişi farkında olmadan şeytana hizmet ediyor demektir. Ne söylerse söylesin. Sonuç bu!

Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.

Burada kasdettiği kıskançlık, gıbta damarıdır. Üstad ölçü veriyor: “ Hizmet sırf Allah rızası için olmazsa gıbta duygusu ortaya girer, hizmeti bozar. ” Bu konuyu İhlas Risalesi Notları’nda 2. Düstur’da işlemiştik. Oraya bakabilirsiniz. Enaniyeti aşmak kolay bir mevzu değildir. Fakat Üstad çaresini söylüyor: “ Kardeşlerinizin meziyetleriyle iftihar edin. ” Şöyle düşünelim: “ Bir meydan savaşı olsa, düşmandan bir adam bizden bir adamla çarpışıp bizimkini feci yaralasa… Sonra bizden çıkan diğerini de yaralasa… Sonra bir diğerini… Bizim tarfta gerginlik olsa, biz de cesaret edip adamın karşısına çıkamasak. Fakat bizim ordudan birisi düşmanın karşısına çıkıp tek darbeyle adamı ikiye bölse bu durumda biz o kardeşimizle iftihar eder miyiz, etmez miyiz? Yoksa kıskançlık duygusuna mı kapılırız? Elbette iftihar edilir. Çünkü çaresiz kalınan bir durum ortada vardı. Aslına dine hizmette de aynı durum söz konusu. Organize hizmette bazıları göz gibi, araştırmacı olmakla, kendimizdeki eksik ve kusurları gözlemleyerek haber vermekle mükellef. Bazıları kalb gibi, işin duygusal cephesini, zikir boyutunu taşımakla… Bazıları el gibi, işin finans yönünü karşılamakla… Bazıları akıl gibi, işin ilmî altyapısını temin etmekle… Bir kişi hepsini aynı anda yapamayacağı, yapmaya kalktığı zaman çaresiz düşeceği ve devam ettiremeyeceği için aslında organize hizmet edenler bir birlerine son derece muhtaçtırlar, tek başına taşımakta çaresiz düşülen ağır bir yükü kaldırıyorlar. Bu noktada onların meziyetleri bizim içimizi kaynatan bir tencere değil bilakis bize nefes aldıran bir pencere olurlar. Bu açıdan Üstad “ Sırf Allah rızası bu hizmette hedef olmalı ”, “ Kardeşlerinizin meziyetlerini Bizlik Şuuru içinde kendine ait görüp iftihar etmelisin ” ki enaniyetin zararından kurtulasın, diyor. ( Bu, Talebeler Arası Enaniyet )

Birşey daha kaldı; en tehlikelisi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

Bu kısım Üstad’a Karşı Enâniyet ve kıskançlık hakkında… Bu diyor Üstad, en tehlikelisidir. Çünkü talebelerle problem yaşayan, Üstad’ın sıddîkı olur. Fakat Üstad ile enaniyet problemi yaşayan daireden tamamen kopup zındıklara destek verecek hale gelebilir. Sivas müftüsü olarak dine hizmet eden Turan Dursun gibi bir müftünün sonradan dinsizlerin elinde oyuncak olması gibi… Üstad bu enaniyetin sebebini, eskiden sahip olunan ilim olarak gösteriyor. İlim, insana fazilet verir. Fakat bu fazileti kişi kendi zâtî malı gibi bilir ve ilmi kendi aklının ürünü sayarsa Hz. Âdem-İblis vakası, Hz. Musa-Karun vakası tekrarlanır. Kişiyi nura doğru yürüten ilim, onu yere gömen bir zulüm ve zulmet halini alır. İnsan ve benliği, ilmin hizmetçisi, aynası olmak için yaratılmış. Ki “şuurlu âlem” olsun. Ne zaman ilmi sahiplenirse o zaman bela başlıyor. Çünkü ilim Allah’a mahsus bir sıfat ve maldır. O malı sahiplenen, ister istemez Uluhiyet iddiasına kalkışır. Takdir, teveccüh, medih ve sena ister. Bu durumda da kargaşa çıkar. İlim böyle tehlikeli olduğu için bazen Allah ilim ehline hata yaptırır, haddini bildirir. Hz. Âdem-Havva vakası… O vaka ile Hz. Âdem (AS) anladı ki, Hakikati bilmekle, nefsini dinlemek farklı mevzular. Nefsine uyan hata yapar. Hakikate uyan, yanılmaz. Aynı durum İblis ve Karun için de geçerli… Hz. Âdem (AS) ve Hz. Havva (RA), hata yaptı: “ Rabbena zalemna enfüsena ”    ( Rabbimiz, biz nefsimize, kendimize zulmettik, kendimizi karanlıklara attık…) diyerek zulüm ve zulmeti kendine, ilim ve nuru Allah’a atfetti. Fakat İblis hatasından halen dönmedi.

Üstad diyor, bende gördüğünüz ve size yansıyan ilim benim değil. Ben bir musluğum. Musluktan akan su nasıl musluğun veya çeşmenin olabilir. Aynı şekilde kimden akarsa aksın, nereden gelirse gelsin bütün ilimler bir su gibi Allah’ın ilim denizlerindendir. Musluklar sahiplenmeye kalksa da… Enaniyetin yaptığı problemin kaynağını Üstad şöyle açıyor:

Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister.

İmtiyaz ister: İnsanın şahsiyeti ve kişiliği, ilimle oluştuğu, şahsiyetin göstergesi olan meziyetleri ilimle bâriz hale geldiği için şahsiyetine takılan kişi imtiyaz ister. Bu şekilde kendini gösterir. Bu noktadan o kişinin şahsiyetçilik yaptığını anlarız.

Kendini satmak ister: Buna hodfuruşluk deniliyor. Yani gösteriş ve riya yapar. Kendi fikirlerinin daha güzel olduğu yönünde bir kanaat taşır.

Bunun bir ilerisi birisi dese ki: “ Ağabey senin bu anlattıklarının daha güzelini Üstad falan risalede şöyle ifade etmiş. Gerçekten görse ki daha ilerisi var. İşte o an içinde muaraza (zıtlaşma, çarpışma) arzusu uyanabilir. Veya sıddık bir şekilde “ Üstad’ıma maşaallah ” da diyebilir.

Eğer ilk duruma kapılırsa olacakları Üstad şöyle ifade eder: “Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.”

Bu noktada Üstad Risale-i Nur hizmetine ait bir sırrı ifşa etmek zorunda kalıyor:

Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki Fetvâ Vazifesiyle tavzif edilmişiz.

Yani Risale-i Nur iman ilimlerinde müftîdir. Yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yeni bir itikad mezhebidir. Tamamen Kur’anî bir yoldur. Veya Maturidî ve Eş’arî mezheplerinin ne dediğini günümüz insanına onların anlayacağı dille anlatma konusunda Fetva ve Yetki ondadır. Bu açıdan şu an Nur dairesi içinde olanlar allame de olsa, hatta müçtehid seviyesinde de olsalar onların vazifesi Sözler’in şerhleri veya izahları veya tanzimidir.

Tanzim, Külliyatta bir konuya dair ilgili yerleri bir araya getirip konu bütünlüğü içinde sunmaktır.

İzah, kapalı bırakılmış bahisleri açıklamak, anlaşılır hale getirmektir.

Şerh ise, Üstad’ın cümlelerinde neyi kasdettiğini işin hakikatini bularak, delilleriyle göstererek açıklamaktır. Bu çok zordur.[2]

Fakat Nur dairesi içindeki âlimler, allameler, müçtehidler, imana hizmet konusunda böyle bir kısıtlamaya tabiler. Takva, ibadet, ahlak konusunda bir sınırlama yoktur. O noktada Üstad fetva makamıyız, demiyor.

Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

Burada vurgu imani meselelere dair yazı yazmaktır, kitap yazmak, konferans düzenlemek gibi… Fakat bunu yaparken Risalelerden faydalanmadan yapıyor. Bu açıdan “soğuk bir muaraza” diyor Üstad. O soğukluk, enaniyetten kaynaklanıyor. Enaniyet, insanı buzdağı yapar. İhlas Risalesinde bir haşiyede bu benzetmeyi bizzat Üstad yapıyor. Asıl meziyet ve fazilet, buz olmaktan çıkıp su gibi olmak, tatlı bir su haline gelip ortalığı yeşertmektir. Böyle tatlı su haline gelenlere Cenab-ı Hakk, Kur’an küpünden sızan ilim damlaları nasip eder. Risaleler bu Kur’an reşhalarıdır. Katre-Reşha-Zühre bahsini anlatan 24. Söz’ün 2. Dalındaki temsil bu meselenin alt yapısını açıyor. Üstad diyor, bana muaraza edenler, aya odaklı serin, soğuk ve tuzlu “katre” dirler. Ben ise Hakikat Güneşine odaklı ılık, sıcak ve tatlı bir “reşha” yım.

[1] İbn-i Hacer el-Askalani, Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, (el-İsabe Tercümesi), Ebu Sinan bin Hureys’in şiirlerinden naklen, c. 4, s. 211.

[2] Kızıl İcaz, Kavl-i Şarih Bahsi.

Tebliğ, Tevafuklar, Mezhepçilik ve Milliyetçiliğe Dair Sorulara Cevaplar

Soru 5: Lem’alar kitabı 20. Lem’anın 3. Sebebi’nin sonunda “ Hem hak ve hakikati dinleyen… ” diye devam eden kısmı izah eder misiniz?

Cevap 5: Sorduğunuz kısımda Üstad şöyle diyor:

Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar yalnız insanlar değildir. Cenâb-ı Hakkın zîşuur mahlûkları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın. Çünkü, mesela sen “Elhamdülillah” dedin; bu kelâm milyonlarla büyük küçük Elhamdü lillâh kelimeleri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları çınlasın!

Üstad 3. Sebep’de dine hizmet eden gruplar arasında meydana gelen sıkıntılardan birinin taraftarlarını çoğaltma derdi olduğunu ifade eder. Oysa bu durumun ihlasa zıt olduğunu Üstad vurgular. Üstad bu noktada iman esaslarından birinin kapılarını aralayarak diyor ki: “ Senin dersini ve sohbetini dinleyenler ve sana sevap kazandıranlar sadece insanlar değil, Cenâb-ı Hakkın zîşuur mahlûkları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. ” Burada zişuur mahluklar ile, ruhaniler ve melekleri ayırmış. Ruhaniler grubuna cinler, ifritler, adını bilmediğimi sayısız yapılar girer. Burada Üstad’ın kasdettiği zişuur mahluklar kısmını bir ihtimal hayvanlar alabiliriz. Çünkü Üstad onları zişuur olarak isimlendirir. Fakat his bazında… Bir hayvan bizim samimiyetimizi, şefkatimizi, sıcaklığımızı hisseder. Fakat akıl sahibi değildir. Bu manada bizim ihlaslı sohbetimizi o hayvan da duyup hisleriyle etkilenebilir. En azından o hayvanı sevk ve idare eden ruhaniler dinler. Diğer ihtimal ise bu zişuur mahluklar bilmediğimiz bir sınıftır.

Fakat bizi burada ilgilendiren husus dine hizmet ettiğimizde bizim hizmetimizi onların şuurlarıyla fark etmeleri, duygularıyla onu hissetmeleridir. Bu manada şehadet aleminde müşteri bulamayan peygamberler gibi oluruz. Üstad diyor hak ve hakikatin müşterileri sadece şehadet alemindeki sınırlı sayıdaki insanlar değildir. Bilakis gayb alemi sayısız melek, ruhani, ruh ve şuurlu mahlukat ile dop doludur. Sınırlı müşteriyi kaybedip sayısız müşterilerin pazarına Allah’ın yönelttiği kişi kaybetmez. Dünya kadar hakka ve hakikate muhtaç ruhaniler, cinler var. Allah’ın adını hiç duymamış olanlar var. Bu konuda görülmüş rüyalar bulunuyor. Rüyalar onların alemine girmek demektir. Nasıl ki Efendimiz (ASM) resul-ü sekaleyn (cin ve insin resulüdür). Bizler de Onun bu manada varisi olarak ruhlara, ruhanilere, meleklere, cinlere ve benzeri sayısız şuurlu yapıya hakkı ve hakikati duyurmakla mükellefiz. Bu da bir hizmettir. Sahabe hayatıyla ilgili kaynak kitaplardan biri olan Sahabe-i Kiram Ansiklopedisini okuduğumda çok sayıda cin sahabe adı geçti. Hatta Efendimiz’in (ASM) arkasında 73.000 tane cin sahabenin namaz kıldığını bir cin sahabe insan sahabeye bildirdiğini kaynakta görebiliyoruz. Demek Peygamberimiz’i (ASM) ve diğer peygamberleri dinleyenler sadece insanlar değil. Aynı durum bizler için de geçerli.

Burada Üstad o alemlerle temas kurmanın şartını veriyor: Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın.

 İhlas, işin içine Allah’ın nurunu koymaktır. Bu açıdan rızaya mazhardır. Rızaya mazhar olan bekaya da mazhardır. Bekaya erişen bir şeyi Allah unutturmaz. Onu sayısız yere yazar, bu tarz kıymetli şeylerin müşterilerini oraya sevk eder. Nasıl biz fani eşyanın peşinde koşturuyoruz, melek ve ruhlar da öyle feyiz ve nurların aşıkları… Gördükleri yere üşüşürler. Kişi o feyiz ve nurda süreklilik taşırsa onlar da o dersin müdavimi, o kişinin talebesi ve müridi olurlar. Bazı hadis alimlerini öldükten sonra rüyada meleklere hadis hocası olarak gördüklerini hadis literatüründe görüyoruz.

İhlas ve niyet-i sadıka, bizim kelimelerimizi hayatlandırıyor. Onlara manevi hayat katıyor. Cansız kelimeler, tahta parçası gibiyse canlı kelimeler, bir zeytin çekirdeği gibidir. Hakkı söyleyen bir kişinin ağzından çıkan kelimeler melek ve ruhanilerin kulağından girip kalb ve ruh tarlasına ekilir. Allah’ın izniyle orada büyürler.

“ Çünkü, mesela sen “Elhamdülillah” dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük “Elhamdülillah” kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır.. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.”

Ruhanilerin kulakları, ihlassız kelimeleri duyamıyor. Sağırlar. Fakat ihlas ve sâdık niyet, kelimelere bir frekans ve dalga boyu kazandırıyor. O kelimeler bütün kainata yayılır; ihlasının çapına göre… Mesela ihlaslı ezan okuyan kişinin kelimeleri kurşun gibi insanların dünyalarını delip geçiyor. Dinsizleri dahi imana getirebiliyor. Sebep, ihlasın kazandırdığı frekans o dinsiz kişinin ruhunu uyandırıyor. Asıl iş, Allah cümlemize nasip etsin, ihlasta ilerlemektir. Hizmeti baki kılan da, etkili kılan da, ilmi iman ve amel haline de getiren ihlastır. Risale-i Nur hizmetinin temeli de bu açıdan ihlastır.

Üstad son noktayı koyuyor: Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları çınlasın!

İhlaslı sözler, kalbe ve ruha işlemesiyle ne dinleyen tarafından unutulur, ne söyleyen… Söyleyen kişi de feyiz ve nur alır, dinleyen de… Bu kaliteli, ruhlu sözler bir cemal ve kemal içerdiği için insanlar diğer kişilere bu sözleri aktarırlar. Bu şekilde sevap katmerlenir, büyür.

Ana mesaj: Kaliteli hizmet etmeye çalış. İlim ve ihlası esas tut. Dinleyecekleri Allah yönlendirir. O kısım Allah’ın işi. Varsın kimse dinlemesin. O da önemli değil. Bizi asıl duyacak, bizi o hizmet halinde asıl görecek Semi’-i Mutlak ve Basîr-i Mutlak Rabbimizdir. Onun mutlak işitmesi, mutlak görmesi bize ebediyen yeter. O, bizim o halimizle iftihar eder. Onun iftiharı bize ebediyen kafidir. Kimse bizi anlamasa da O bizi anlıyor. Bu bize kafi ve vafidir. Madem Allah’a imanımız ve muhabbetimiz var. O halde en başta Onun sevgili ve sevimli bir bülbülü olmak neyimize yetmiyor? Kelamımızı ihlasla Onun nurlarına, feyizlerine, Kur’anına, Resulünün hadislerine ayna yapmaktan daha kıymetli ne olabilir? Elbette o mukaddes sözleri Allah dinletir. Kendisinin dinlemesi yeter de artar zaten. Fani ve sonluları kaybedip Sonsuz ve Baki olanı kazanan hiçbir şey kaybetmez. Allah, bes; gayr, heves…

Soru 6: Mektubat Kitabından 28. Mektub’un 8. Risalesi’nin 1. ve 2. Nüktelerini izah edebilir misiniz?

Cevap 6: Bu 2 iki nükte tevafuklar hakkında… Cenab-ı Hakk, Risale-i Nur hizmetine ikram olarak tevafuk meselesini nasip etmiş. Şöyle: Atabey’li Mes’ud Ağabeyin yazdığın Risale-i Nur nüshalarında sonradan fark ediliyor ki, Allah lafzı ve benzeri önemli kelimeler bir sayfada alt alta geliyor. Sonra başka ağabeylerin nüshalarında bakıyorlar aynı şekilde aynı hizada bulunuyor. Mesela bir sayfada 5 Allah lafzı varsa 1 tanesi sağdaysa diğerleri de aynı şekilde sağda ve aynı hizada olarak bulunuyor. Diğer sayfada lafzın yeri değiştiyse diğerleri de onunla aynı hizaya geliyor. Satır atlama olsa da bu yazılış değişmiyor. Üstad bu durumu tevafuk olarak isimlendiriyor. Bunun tesadüfen olamayacağını özellikle vurguluyor. Yani yazanlar bunu görmedi ama yazdıran Rabbü’l-Alemîn bunu kasden yazdırdı şeklinde meseleyi bir Tevhid ikramı olarak görüyor. Kim baksa Risalelerde bunu görebiliyorlardı. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Afyon veya Denizli mahkemesinde mahkeme hakimi bu tevafuk meselesini sorup itiraz edince Mehmet Feyzi Ağabey’in 29. Söz nüshasını veriyorlar. Ki orada 30 sayfaya yakın olarak her satırın başı Elif harfi ile başlıyor. Hakim bile hayretler içinde kalıp reddedememiş. Bunları görmek istiyorsak Osmanlıca Külliyata bakmak lazım. Orada görünüyor. 19. Mektuptaki lafz-ı Muhammed tevafukunu ben bendeki Osmanlıca Mektubat’ta gördüm. Osmanlıca okumayı da kolayca öğrenebilirsiniz. Kur’an okumayı öğrenen biri Osmanlıca’yı rahatça öğrenir. Ben kendi kendime Osmanlıca Rehberi isimli kitap alıp öğrendim.

Tevafuk meselesi açılınca Üstad acaba Kur’anda da var mı, diye düşünüyor. Sonra ağabeylere Kur’an yazdırtıyor. Hüsrev Ağabey’in hattında tevafuklar beliriyor. Bunun üzerine Hüsrev Ağabey’e bütün Kur’anı yazdırıyor. Ki Hüsrev Ağabey, Arapça bilmeyen birisi… Bütün Kur’an yazılıyor. Üstad bunu Tevafuklu Kur’an olarak bastırtmak istiyor. Vefatından sonra Tahiri Ağabey ve Badıllı Ağabey ya Almanya’da veya Lübnan Beyrut’ta bastırıyorlar. Bu Kur’anda lafzullah tabirleri ve tevafuk taşıyan kelimeler kırmızı renkli olarak yazılıyorlar. Sayfalar boyunca lafzullah tabirleri aynı hizada geliyor. Mesela aynı sayfada 4 lafzullah solda, 5 tanesi sağdaysa solda olanlar alt alta veya aynı hizada olduğu gibi, sağda olanlar da aynı şekilde aynı hizada bulunuyorlar. Üstad döneminde bu bazı dinsizlere gösterildiğinde gözlerine inanamamışlar. Akılları Risaleleri anlamasa da gözleriyle gördükleri için kabul etmek zorunda kalmışlar. Yani mesele net… Kur’anda var olan bu tevafuk, onun hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’da da kendini göstermiş. Kur’an-ı Kerîmde zuhur eden bu tevafuk aslında sırf Kur’ana has bir mucizedir. Cenab-ı Hakk, Risale-i Nur hizmetiyle bu mucizeyi ortaya çıkartmış. Görmek isteyen herkes Hayrat Neşriyat’tan çıkarılan Tevafuklu Kur’an’ı alıp bakabilir.

Üstad bu tevafuku şöyle yorumluyor: “ Tevafukat ise, ittifaka işarettir. İttifak ise, ittihada emâredir, vahdete alâmettir. Vahdet ise, tevhidi gösterir. Tevhid ise, Kur’ân’ın dört esasından en büyük esasıdır.” Yani mesele Tevhid Davası için yola çıkan ve Kur’ana hizmet edenlere ihsan edilen bir Tevhid şekerlemesi…

Yeni fark ettim siz benden 29. Mektub’un 4. Kısmındaki lafzullahın tevafukuna dair 4 bölümün izahını istemişsiniz. Mektuptan tam anlayamadığım için aynı konuya dair farklı bir yeri izah etmişim. Fakat yaptığım izah sorduğunuz sorunun cevabıdır. Bu gözle meseleye bakabilir, Tevafuklu Kur’an üzerinden test edebilirsin.

Soru 7:  Mektubat Kitabı’nın 29. Mektub’un 6. Kısmı’nın Zeyli’nden 3. Sual’de, “ Üstad burada ne demek istemiş? ” diye soruyorsunuz.

Cevap 7: Orada Üstad şunu söylüyor: “ Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü’s-sû’un yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!

İlgili Zeyl’in yazılma sebebi, ezanın Türkçe haliyle okunmasının kanun haline getirildiği, Arapça okuyanların hapse atıldığı bir dönem… Üstad imamlık vesikasıyla imamlık yaptığı Muj Mescidi’nde veya diğer bir camide, kapıları kapattırıp gizlice Arapça ezan okutturuyor. Sonra da Cuma gecesi olduğu için camiye gelenlerle namaz tesbihatı yapıyorlar. Tam o esnada birilerinin ihbarıyla jandarmalar camiyi basıyorlar. Bunun üzerine Üstad sinirlenerek bu uygulamanın tamamen kanunsuz ve keyfî bir muamele olduğunun gerekçelerini yazıyor. Üslubu da alabildiğine sert!

Bu 3. Sual’in cevabı veya anahtarı 29. Mektub’un 7. Kısmı’nın 1. İşareti’nde geçiyor. Orayı aktarıyorum:

“ Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü’s-sû’, milleti aldatmak için diyorlar ki: “İmam-ı Âzam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: ‘İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.’1 Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz.”

Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların enmühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.

İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.

Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette[1] lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fâtiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!”

O dönemde mesele sadece ezanın Türkçe okunması değildi, namazların da Türkçe kıldırılması, okunacak surelerin yerine de meallerinin okunması idi. Görüntüde din ve vicdan özgürlüğü, laiklik vardı fakat hayatın her alanında dine saldırı vardı. Kur’anın aslı Arapça iken ve Hz. Peygamber (ASM) kendi döneminde Müslüman olan herkese namazın Arapça kılınmasını söylerken o dönemin ulemai’s-su’ denilen kötü alimleri, iktidara yaranmak, devlette kademe elde etmek ve para kazanmak için dinin bu temel meseleleri konusunda ciddiyet gösterip dik duramadılar. 1932 yılında başlayan bu dine zulüm 1950’de Menderes vasıtasıyla sona erdi. Dindarlık biraz nefes alabildi. 1925-1950 yılları arası dindarlar açısından bu ülkeyi zindan haline getirdi. Oysa ülkeyi dindar halk Kurtuluş Savaşı’nda kurtarmış, dinini özgürce yaşayabilmek için bu savaşı vermişken. Hepsi bir imtihandı. İktidar kendi imtihanını veriyordu. Kaybetti. Ulema kendi imtihanını veriyordu. İktidara yaranmaya çalışanlar kaybetti. Üstad gibi dik durup zindanı ve ölümü göze alanlar ise, kazandılar. Hem Hakk nazarında hem de halk nazarında… Şu an o kötü alimlerin adını bile kimse bilmezken o zor dönemlerde dine hizmet eden Üstad Bediüzzaman’ı, Süleymancılar denilen Nakşibendî tarikati kolunun şeyhi ve âlimi Süleyman Hilmi Tunahan Hz.lerini, Gönenli Mehmed Efendi’yi herkes şimdi hayırla yad ediyor.

Her dönemin kendine has imtihanları var. O imtihan dönemlerinde kişi şartları iyi okuyarak Allah Resulü bu dönemde olsa ne yapardı, diyerek kendine düzgün bir rota çizebilir. Aksi takdirde kendi akıl ve heveslerine tabi olursa kaybedebilir. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Kişinin din âlimi olması böyle durumlarda kurtulacağı anlamına gelmez. O dönemin kötü âlimleri buna misaldir. İlim değil, Allah rızası için ihlasla çabalamak, maddi ve manevi bir menfaat gütmemek ile kişi kendini koruyabilir. Bu Zeyl’in geçtiği kısım gösteriyor ki insanlar âlim dahi olsa 6 yoldan yakalanabilirler: Hubb-u Câh (Makam Sevdası), Havf (Ölüm Korkusu), Tama’ (Açgözlülük), Milliyetçilik, Enâniyet (Benlik), Tembellik ve Tenperverlik (Rahatına Düşkünlük)… Dava adamı olup dine her şeyini feda edenler ancak bu oyunlara aldanmaz. Az olurlar ama kaliteli olurlar. Üstad diyor “Böyle 10 kişi olsa yeter. ” Aşere-i Mübeşşere gibi…

Bu kısımdaki Üstad’ın vurgusu şu: Benim mezhebim Şafii. İmam-ı A’zamın fetvası ise hem her mezhebi bağlamaz, hem belirli şartlar dahilinde geçerlidir. Siz diyor, Hanefi mezhebi için geçerli fetvayı Şafii mezhebine göre yaşayan halka uygulayamazsınız. O sırada ve şu anda Türkiye’de Şafii olanlar Kürt halkıdır. Konu Hanefi Türkler, Şafii Kürtler ayrımına gireceği ve akıl oraya kayacağı için Üstad 4. Sual’de milliyetçilik meselesi üzerinden konuyu ele alarak izahta bulunarak şu soruyu soruyor:

DÖRDÜNCÜSÜ: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden (kaynaşan ve birleşen), ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne (tahrif ederek) ve bid’akârâne (dine zarar verecek şekilde) bir fetvâ ile “Türkçe kamet et” diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne (kardeşçe) münasebettar olduğum halde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla?

[1] Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa, s. 182.

Miraç Kandili Nedir?

Allah’ın emriyle Peygamber Efendimiz (sas)’in rûhen ve bedenen, Burak (1) isimli semavî bir binite binerek Cebrail ile birlikte Mekke’deki Mescid–i Haram’dan Kudüs’teki Mescid–i Aksa’ya (Beytü’l–Makdis) kadar yapmış olduğu gece yolculuğuna –ki buna İsra denilir–, oradan da bir mi’râcla (manevî asansör) yedi kat göklere yükselip tâ Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaşması, burada Cebrail’i arkada bırakıp Refref denilen ledünnî binitle Allah’ın huzuruna varıp O’nun Zât–ı Akdes’ini yakînen müşahede etmesi ve zaman–mekân üstü konuşması olaylarına Mi’râc denilir. İki aşamalı bu gökler ötesi yolculuk, peygamberliğin 12. yılında, hicretten on sekiz ay önce, mübarek üç ayların ilki olan Recep ayının 27. gecesinde (Regâib gecesinden yirmi küsur gün sonra) gerçekleşmiştir. Kadir gecesinin de Ramazan’ın 27. gecesi olması ile aralarında çok gizemli bir tevafuk vardır. Bediüzzaman Hazretleri: “Mi’rac gecesi ikinci bir Kadir gecesi hükmündedir.” (2) sözleriyle, bu gecenin Kadir gecesinden sonra en kutsal bir gece olduğunu belirtmişlerdir. Ebu Talip’in ve Hatice (ra) validemizin vefatı ile çok hüzünlenen, müşriklerin üç yıl süren ablukası ve Tâiflilerin saldırıları karşısında daralan Allah Rasûlü (sas) (ve mü’minler), bu mi’rac olayı ile çok muhteşem bir teselliye ve ihsan–ı İlâhîye ve nail olmuştur. Üç ayların ilk kandili, Regaip gecesi, ikinci Mi’rac gecesidir. Regaib gecesi, Zât–ı Ahmediye’nin terakki hayatının başlangıcının ünvanıdır. Mi’rac gecesi de Zât–ı Ahmediyenin terakki hayatının zirve noktasının ünvanıdır. (3)

Kur’ân–ı Kerim’de İsrâ suresi (17/1) bu İsrâ olayını anlatır. Necm suresi de İsrâ’nın devamı olan Mi’râc hadisesini anlatır. (4) Âyetlerde biraz da kapalı olarak anlatılan bu esrarengiz yolculuğu, Peygamberimiz (sas) bir çok hadîslerinde detaylarıyla anlatmışlardır. (5)

Bir gece Kâbe–i Muazzama’nın Hatîm mevkiinde yatarken, Cebrail (as) gelip mübarek göğüslerini yardı, kalbini zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içini iman ve hikmetle doldurup eski hâline koydu. Sonra beyaz bir binek Burak ile (normalde bir aylık mesafedeki) Mescid–i Aksa’ya uçtular. Orada bütün peygamberlerin ruhlarına imam olup namaz kıldırdı. Bu, onların şeriatlerinin asıllarına mutlak varis olduğunu ifade ediyordu. (6) Bir de kendisine su, şarap ve süt takdim edildi. O, fıtrî ve tabiî olan sütü içti. Bu ise ümmetinin doğru yola iletildiğini ifade ediyordu. Ardından yüceliklere yükseltici bir mi’rac (manevî asansör) ile göklere çıkartılıp yedi kat semaları bir bir dolaştırılmıştır.

1. kat semada: Hz. Adem’le, 2. kat’ta Hz. İsa ve Hz. Yahya, 3. kat’ta Hz. Yusuf, 4. kat’ta Hz. İdris, 5. kat’ta Hz. Harun, 6. kat’ta Hz. Musa ve 7. kat’ta Hz. İbrahim ile görüştü.

Melekleri, Cennet ve Cehennem’e kadar bütünüyle ahiret hayatını müşahede etti. Bütün mülk ve melekût âlemlerini dolaştı. (7) Cebrail daha sonra Peygamberimiz (sas)’i daha da yükseklere çıkardı, öyle bir fezaya vardılar ki kaderleri yazan kalemlerin cızırtıları duyuluyordu.  Nihayet varlıklar âleminin son sınırı olan Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaştılar. Cebrail:

“İşte burası Sidretü’l–Müntehâ’dır. Ben buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam, yanarım.”

dedi. Peygamberimiz (sas)’e Sidre’de dört kutsal nehir ve her gün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği Beyt–i Ma’mûr gösterildi. Sonra kendisine şarap, süt ve bal dolu üç bardak sunuldu. O, yine sütü tercih etti. İçtiği süt, onun ve ümmetinin fıtratı, yani hilkat–i İslâmiyesiydi.

Ayrıca şehitlerin ve muttakilerin cenneti olan Cennetü’l–Me’vâ’yı temaşa etti. Cebrail’i geride bırakan Zât–ı Ahmediye Aleyhisselam, burada Refref’e binerek Arş–ı A’lâ’ya urûç etti ve tâ Kâb–ı Kavseyn olarak belirtilen “imkân dairesinin bitiş, vücûb dairesinin başlama sınırına” ulaştı. Huzûr–u Kibriya’da Zât–ı Akdes’e ok yayının iki ucu kadar, hattâ daha fazla yaklaştı. (8) Cemâlullah’ı perdesiz ve vasıtasız olarak müşahede etti, Onunla zaman ve mekândan münezzeh olarak bîkem u keyf konuştu. Daha sonra tekrar Refref’le Sidre’ye geri döndü. Orada Cebrail’i asıl hüviyetiyle –tıpkı ilk defa Hira’da gördüğü şekliyle– gördü. (9) Müteakiben de yine Cebrail ile birlikte göz kırpması kadar kısa bir zaman parçasında dünyaya nüzûl eylediler. (10)

“Ben mi’racdan daha güzel bir şey görmüş değilim.” (11)

diyen Peygamberler Sultanı (sas), mi’rac yüceliklerinden –âdeta bir vefa duygusuyla– geri dönerken yanında ümmetine çok büyük hediyeler getirmiştir.

Birincisi: Beş vakit farz namazı getirmiştir. İhsan şuuruyla kılınan namazlar, ümmetin mi’rac asansörleri olacaktır.

İkincisi: “Âmenerrasûlü” diye bilinen âyetleri getirmiştir. (Bakara, 2/285–286)

Üçüncüsü: İsra Suresi’nin 22–39. âyetlerinde(12) bahsedilen on iki adet İslâm prensibini getirmiştir. (13)

Dördüncüsü: Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesini getirmiştir.

Beşincisi: İyi amele niyetlenen kişiye –onu yapamasa bile– bir sevap; eğer yaparsa on sevap yazılacağı; fakat kötü amele niyetlenen kişiye –onu yapmadığı müddetçe– hiçbir günahın yazılmayacağı; ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı müjdesini getirdi.

Bir diğer hediye de, Mi’rac gecesi Allah ile karşılıklı selâmlaşma ve sohbetlerinden bazı sözleri getirmiştir ki et–Tahiyyâtü diye meşhur olan bu sözler, bütün namazlarda teşehhütte otururken okunmakla Mi’racda Allah ile Habibi (sas) arasındaki o kutsî sohbeti hatırlatmakta ve benzerî bir mükâlemeye namaz kılanı mazhar etmektedir. (14)

Evet Zât–ı Ahmediye, bütün velayetlerin üstünde bir külliyet ve ulviyetle tezahür eden velayetinin bir neticesi olarak İlâhî kemal mertebelerinde seyrü sülûk olan Mi’rac (15) ile huzur–u kibriyaya uzanan yolu açmıştır. Kapıyı da açık bırakmıştır ki, arkasındaki evliyayı ümmet, ruh ve kalp ile o nuranî caddede, Mi’râc–ı Nebevî’nin gölgesinde seyrü sülûk edip istidatlarına göre yüce makamlara çıkıyorlar. (16) Mi’rac’ta farz kılınan beş vakit namaz, mü’minin mi’racıdır; (17) ve Mi’rac–ı Ekber’in (Efendimiz’in Mi’racı) cilvesine mazhar (18) olan bir mi’rac–ı asgar (küçük mi’rac’tır. (19) Bu mi’racın zirvesi ise secde hâlinde yaşanır, (20) kulun Allah’a en yakın olduğu anda. Her mü’min, namazın fiil ve rükünlerine fikrini bindirip, bir nevi mi’rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. (21)

Bediüzzaman Hazretleri:

“Leyle–i Mi’rac, ikinci bir Leyle–i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket–i maneviye sırrıyla, inşâallah her biriniz kırkbin dil ile tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisan ile bu kıymetdar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadet ile şükredersiniz.” (22)

sözleriyle bu gecenin manevî bir fırsat bilinip değenlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmişlerdir.

“Bu bağlamda, fıkıh kitaplarında bir Mi’rac gecesi namazından bahsedilmektedir ki, kılınması müstahsen görülmüştür: 12 rek’attir. Her rek’atında fatiha suresiyle beraber herhangi bir sure okunarak iki rek’atte bir selâm verilir. Sonra da 100 kere “Sübhânellâhi velhamdü lillahi vela ilahe illallâhü vellâhü ekber.” denilmelidir. Müteakiben ise 100 kere tövbe ve istiğfar edilip, 100 kere de Efendimiz (sas)’e salât ü selâm getirilmelidir. Gündüzünde de oruçlu bulunmalıdır; zira bu hâlde günaha dair olmaksızın yapılacak her duanın kabul edileceği inayet–i İlâhîden umulur. (27) Ayrıca bütün mü’minlere dua etmeyi de unutmamalıdır.”

Nasıl ki Efendimiz’in (sas) Mevlid kandillerinde, Onun kutlu doğumunu anlatan Mevlidler okunur; öyle de Mi’rac kandillerinde, bu semavî seyehati anlatan Mi’râciyeler okunur. (28) Mevlid–i Nebi şairi Süleyman Çelebi’nin “Söyleşirken Cebrail ile kelâm / Geldi Refref önüne, verdi selâm” beytiyle başlayan mi’raciyesi meşhurdur. Bu kandil gecesi, Mi’rac olayını anlatan hadîsler ve kitaplar yeniden okunmalı, toplantılar düzenleyip mi’raciyeler okutulmalıdır. Gönüller ilâhilerle coşmalı, ilmî–manevî sohbetlerle kendinden geçmelidir. Kur’ân’dan özellikle (İsra, 17/1, 22–39. âyetleri, Necm 53/1–18; Bakara, 2/285–286) âyetleri ve tefsirleri okunabilir. Eğer kişi, Kur’ân’ın dilinden kalp kulağıyla iman derslerini dinleyip başını kaldırıp vahdete tam yönelse, “kulluğun mi’racı”yla kemalat arşına çıkabilir. (29) Mi’rac’ta iman hakikatleri gözle görüldüğü için, bu kandil gecesi imanî konuları ve o konular içinde Mi’rac’a ait meseleleri derinlemesine okuyup mütalâa etmek lâzımdır. (30) “Mi’rac–ı imânî” (31) ile âdeta İlâhî mükâlemeye nail olmalıdır.

Camilerde cemaatle kılınan akşam ve yatsı namazları ve okunan Kur’ân’larla kıvamını bulan ruhlar, daha sonra evlerine çekilmeli, evlerindeki mescid–i haram mesabesindeki odalarından seccade burak’ına binerek ilham cebrail’i eşliğinde ihlas mescid–i aksa’sına varmalı; orada gözyaşıyla karışık bir kâse mânâ sütü içtikten sonra secdelerin mi’racıyla yükselip âyetlerin kanatlarında ruhunun mülk ve melekût semalarına yelken açmalı, her rek’atta âdeta bir kat yukarılarına doğru yücelmeli, bir noktadan sonra binit değiştirip ihsan (32) refref’ine binerek kendi kemal sidre–i müntehalarında pervaz etmeli, nihayet insanda arş–ı azam mesabesindeki kalbin derece–i ufkuna urûç ile tâ kâbı kavseyne ulaşıp “et–tahiyyâtü”nün sırrıyla huzur–u kibriya’da sünûhât ve ilhâmât ötesi bir nevi mükâleme–i İlâhiye ve müşahede–i Rabbâniyeye mazhar olmalıdırlar.

Dipnotlar:

1) Merkepten büyük, attan küçük bu göksel binit beyaz renklidir ve Cennet’ten getirilmiştir. (Nursi, Mektubat, s.303, Envar Neşriyat, İstanbul, 1992).
2) Nursi, Şualar, s.499; Tarihçe–i Hayat, s.598.
3) Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.207.
4) Necm, 53/1–18.
5) Buhari, Bed’ü’l–Halk, 6; Enbiya, 22, 43; Müslim, İman, 263, 264; Tirmizi, Tefsîr’u–İnşirâh, 33–34; Ahmed b. Hanbel, 1/309; Musannef, 14/306; İbn Hişâm, Sîretü’n–Nebî, 2/44, İhyâü’t–Türâsi’l–Arabî, Beyrut, Beyrut.
6) Nursi, Sözler, s.525.
7) Nursi, Sözler, s.560.
8) Necm, 53/9.
9) Necm, 53/1314.
10) Nursi, Sözler, s. 136, 562. Mi’rac olayının “bast–ı zaman gibi” çok kısa bir sürede olduğuna dair bkz. Nursi, Mesnevi–yi Nuriye, s.197; Nursi, Lem’alar, 
21) Buhari, Salât, 1; Hacc, 76, Enbiya, 5, Tevhid, 37, Menâkıb, 24; Müslim, İman, 259; Ahmed b. Hanbel, 3/148, 149, 5/143. Mi’rac: Semavî asansördür ki, ölülerin ruhları gökyüzüne onunla yükseltilir. Bu yüzdendir ki ölülerin gözleri yukarılara gökyüzüne doğru bakar.
12) “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ana–babanıza da iyi davranın. Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını verin. Gereksiz yere de saçıp savurarak israfçı ve cimri olmayın. Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Zinaya yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Ahdinizi yerine getirerek verdiğiniz sözü tutun. Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma.” (İsra, 17/22–39).
13) Müslim, İman, 264.
14) Nursi, Şualar, s.77–79.
15) Nursi, Sözler, s.561, 563.
16) Nursi, Sözler, s. 580; Nursi, Mektubat, s.306.
17) Kaynaklarda bu mânâyı gösterir şekilde bazı hadîsler bulunmaktadır: “Sizden biriniz namaza durduğunda Rabbiyle münacat edip konuşur.” “Cenab–ı Hakk’ın namaz kılan kula teveccühü ve ikbali devam eder, tâ ki kul namazdan çıkıncaya kadar (ya da kul sağına–soluna dönünceye kadar).” Buhari, Salât, 39; Müslim, Mesâcid, 54; Salât, 108, 121; Müsned–i Ahmed, 2/26, 34, 36, 129.
18) Nursi, Şualar, s. 92, 643.
19) Nursi, Şualar, s.645.
20) Nursi, Mesnevi–yi Nuriye, s.63; Nursi, Sözler, s.47.
21) Nursi, Sözler, s.572. Ümmet de insilâh–ı küllî denilen bir haletle bir nevi mi’rac yapmaktadır. İnsilâh–ı küllî: Kulun (mutasavvıfın) unsurlardan mürekkep olan kesif madde bedeninden çıkarak, bütün unsurları bırakıp âlem–i gaybdan olan latif cesediyle semalara urûc etmesi olayına denir. Bkz. Yazır, Muhammed Hamdi, 5/315152, Eser Neş.İstanbul.
22) Nursi, Şualar, s.499; Tarihçe–i Hayat, s.598, Envar Neşriyat, İstanbul, 1989.
23) Bediüzzaman Hazretleri bazen kandil gecelerini iki gece olarak değerlendirirdi. Örneğin bir defasında Mi’rac gecesini iki gece olarak kutladığını kendisi belirtmektedir. [Nursi, Emirdağ Lahikası, 2/65>.
27) Bilmen, a.g.e., s.188.
28) Nursi, Mektubat, s.307.
29) Nursi, Sözler, s.364.
30) Bu meyanda Risale–i Nur Tefsirlerinden uygun bahisler okunabilir. Zira “Risalei–Nur, hakikat–ı Kur’ân ve mi’rac–ı îmandır.” [Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.266>.
31) Mi’rac–ı İmânî için bkz: Nursi, Tarihçe–i Hayat, s.373; Asa–yı Musa, s.138).
32) İhsan: Allah’ı görüyor gibi veya O’nun gördüğü şuuruyla ibadet ve kulluk yapmaktır.