Etiket arşivi: Abdülkerim

Ashab-ı Kehf gibi

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 3. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ALTI KOĞUŞ ağası ve meşhur bir mafya lideri… Sayıları Ashab-ı Kehf‘e denk gelen bu eski eşkıyalar, bir nevi evliyalaşarak hapisten çıkmışlardı. Hapis onlara bir Medrese-i Yusufiye olmuştu.

Ellerinde bavulları ile kendilerini hapishanenin önünde bulduklarında şaşkındılar. Bir süre ne yöne gideceklerini bilemediler. Sokakta yürümeyi bile unutmuşlardı. Bu şaşkın ve kararsız durumu her zamanki gibi yine Cin Kole, yaptığı kısa bir konuşmayla değiştirdi:

– Arkadaşlar biz neyiz, şimdi neredeyiz ve ne yapacağız? Bizler daha yıllarca hapiste kalmamız gereken suçlular değil miyiz? O halde neden dışarıdayız? Bunu iyi düşünelim. Arkadaşlar, bizi hapisten çıkaran bu kutsal kitaptan başkası değildir. O halde bundan sonraki hayatımızı Kur’an’ın hizmetine adamalıyız. Komünizmle zehirlenmiş vatandaşlarımızı bu kitabın mesajlarıyla aydınlatmaya çalışmalıyız ve buna söz vermeliyiz.

Bu ifadeler, aslında hepsinin gönüllerinde var olan gizli bir isteğe tercüman oluyordu. Hep birden:

– Tamam, söz veriyoruz. Bu uğurda sen bizim reisimiz ol, bize ne emredersen onu yapmaya hazırız, dediler.

Evet, bir zamanların azılı suçluları, hayatlarını Kur’an hizmetine adamaya söz vermekteydiler!

Kısa süren bir kararsızlıktan sonra ağır ağır yürümeye başladılar. Artık ne için yürüdüklerini, hangi istikamete doğru adım attıklarının bilincindeydiler. Liderleri Cin Kole’den yeni bir teklif geldi:

– Arkadaşlar biz, bu dinle ilgili bir şey bilmiyoruz. Biz, bu işin başındayız. Önce bir ev tutup, orada dinimizi öğrenmeye başlayalım. Biz Ruslar nasıl ki, Komünizm’i dünyaya yayarak ateizm ağacını ektik, aynen öyle de ağacı kökünden söküp İslamiyet ağacını ekelim!

Bu teklif de hepsinde can u gönülden kabul gördü. Çok geçmeden bir ev tutarak içine yerleştiler.

Bir gün Aleksandır’dan bir başka teklif geldi:

– Arkadaşlar, ben Özbekistan’da hapis yattım. Orada pek çok Müslüman tanıdım. Dilerseniz, ben gidip Müslümanlığı onlardan öğrenip geleyim, dedi.

Hepsi söz birliği etmişçesine “Evet” cevabını verdiler. Derhal harekete geçtiler. Arkadaşlarının şehir dışına çıkabilmesi için hapishane müdüründen özel izin istediler. Müdür, gerekli temaslarda bulunup arkadaşlarına izin çıkardı. Aralarından topladıkları parayı Aleksandır’a yol harçlığı yaptılar:

– Haydi, Aleksandır, hiç vakit kaybetme! Hemen git, dinimizle ilgili ne varsa öğren gel, bize anlat, dediler.

Valentinovna Hastanede!

YİRMİNCİ MEKTUP’TAKİ ifadeler adeta Sofia Valentinovna’nın beyninde uğulduyordu. Çok düşünceli bir şekilde çalışma odasındaki masasının başına geçti.

Evet, şu perişan fani dünyada, avare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette aciz, miskin bir insan bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

Bu satırlar, sanki ruhunun derinliklerinde olan gizli bir feryadın tercümanı oluyordu. İçinden, “Çok doğru, ben meşhur bir spiker oldum da ne oldu? İşte yaşlandım ve her geçen gün hiçliğe doğru yuvarlanıyorum!” diye geçirdi.

Sofia bir süre koltuğuna yaslanarak gözlerini kapadı ve düşüncelere daldı. Çocukluğu, gençliği, bir bir gözünün önünden geçti. “Dünyaya geldim de ne oldu, işte kara toprağın altında yok olmaya gidiyorum!” diye derin bir üzüntüye daldı. Bu düşüncelerin kıskacında ezildiğini hissetti ve kendinden geçmiş olarak bir müddet öylece kaldı.

Neden sonra çalan telefonun sesiyle kendine geldi ve o gün radyoda sunacağı programı bir kez daha gözden geçirdi. Sekreter her zamanki gibi programa girmeden önce içeceği kahvesini getirdi. Kahveden isteksizce bir iki yudum alıp bıraktı. Sekreter, nazik bir şekilde vaktin geldiğini hatırlattı. Sofia, yine o gururlu haliyle yerinden doğruldu, odasından çıkıp yan tarafta yer alan yayın odasına geçti.

Fakat o gün içine her zamankinden daha fazla düşmüştü ölüm korkusu. İlk defa bu kadar isteksiz bir program sunacaktı. Fon müziğini ve fragmanı duyunca biraz kendine gelir gibi oldu.

Programa başladıktan birkaç dakika sonra başına müthiş bir ağrı saplandı. Adeta kafasına balyozla vuruluyor gibiydi. Buna rağmen, “Ağaçlar ayakta ölür” misali direnmeye ve programını sürdürmeye çalıştı. Fakat ağrı o kadar şiddetliydi ki, daha fazla karşı koyamadı, kendinden geçmiş bir halde koltuğuna yığılıverdi. Radyo görevlileri koşup kollarına girerek stüdyodan çıkardılar. Ağırlaşan bedenini güçlükle salondaki kanepenin üzerine yatırdılar. Hemen ambulans çağırıldı.

Sofia’nın rengi sapsarı kesilmiş ve kendinden geçmişti. Ambulans acı sireniyle radyo evinin kapısına dayandı. Ve Sofia götürüldüğü hastanenin acil servisine kaldırıldı ve hemen müşahede altına alındı. Bütün doktorlar seferber oldu. Gerçekleştirilen bir seri tetkikler ve muayenelerden sonra beyninde tümör bulundu.

Aleksandır Özbekistan’da

ALTI ARKADAŞ, Aleksandır’ı trenle Moskova’ya yolcu ettiler. Bu arada boş durmayıp, kendilerinin de bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünmeye başladılar. Cin Kole, ilk iş olarak kitapçılardan İslamiyet hakkında bulduğu bütün kitapları satın almıştı. Hatta farkında olmadan İslam aleyhinde olanları da almıştı. Farkına vardığında bunu yadırgamadı, çünkü Rusya’nın geçmişte dinlerin kökünü kazımaya kalkışmış bir ülke olduğunu biliyordu.

Daru’l-Erkam misyonu taşıyan evlerinde temin ettikleri kitaplardan hummalı şekilde İslamiyet’i öğrenmeye başladılar.

Özbekistan uçağı havalanırken Aleksandır’ın zihninde tek düşünce vardı. İslam’ı nasıl öğreneceği, zihnini sürekli meşgul ediyordu. Özbekler, uçakta aralarında bir Rus’un olduğunu fark edince:

– Hayrola nereye gidiyorsun, diye sordular.

Aleksandır, yedi arkadaşıyla birlikte Müslüman olduklarını söyledi. Kendisi daha önce Özbekistan’da bulunduğu için arkadaşlarının onu, Özbekistan’da İslam’ı öğrenmesi için görevlendirdiklerini ifade etti. Ama kimden öğreneceğini bilmediğini söyledi. Bunu duyan Özbekler:

– Çok güzel! Sen hiç merak etme, biz sana yardım ederiz, dediler.

Aleksandır, daha uçaktayken yaşadığı bu tevafuktan çok memnun olmuştu. Endişesi gitmiş, içine tatlı bir huzur gelmişti.

Özbekistan’a vardıklarında kendisini bir cami imamına teslim ettiler. İmam, caminin meşrutasında geçici olarak ikamet etmesine müsaade etti. Aleksandır, ilkokula başlayan bir öğrenci gibi her gün taze bir şevkle uyanıp, dinle ilgili yeni şeyler öğrenmenin heyecanını yaşıyordu.

Önce Kur’an’ı, sonra namazı öğrendi. O sırada Ramazan ayı girmişti. Müslümanlarla birlikte oruç tutmaya başladı. Bildiklerine her gün yeni şeyler katmak, onu çok mutlu ediyordu. Merak ettiği her şeyi soruyor cevap alıyordu. Böylece dinin farz, vacip, sünnet, mekruh ve haram hükümlerini, emir ve yasaklarını öğrenmeye başladı. Öğrendiklerini unutmamak ve daha sonra arkadaşlarına anlatmak için sürekli notlar aldı.

Ancak Aleksandır’ın zihnine özellikle iman konusunda bazı sorular takılmaya başlamıştı. Bunları da hocaya soruyordu. Bunlardan biri şöyleydi:

– Hocam, Allah birdir. Peki, bütün insanları, hayvanları, bitkileri, yıldızları, pek çok varlıkları birden nasıl idare ediyor? Bu, aklıma pek sığmıyor?

Hoca bu tür sorularına cevap vermekte zorlanıyordu. Bazı cevaplar verse de Aleksandır için tatmin edici olmaktan uzaktı. Sorular karşısında iyice sıkılan ve daralan hoca bir gün dayanamadı:

– Aleksandır, şu materyalizm, sizin kafanızı iyice bozmuş. Benim sana anlatacaklarım bu kadar. Bundan sonra sana güzel bir Özbek pilavı pişirip, seni göndereceğim. Ha, bir de, sana şu küçük kitabı vereceğim. Belki sorularına onda cevap bulabilirsin, dedi.

Aleksandır kitabın hacmine bakıp bu küçük kitapta sorularına cevap bulacağına ihtimal vermemişti. Fakat yine de merak edip göz gezdirmekten kendini alamadı. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî’nin Rusça’ya yeni çevrilmiş Yirmi Üçüncü Söz kitabıydı. Açıp okumaya başladı. İfadeler ve anlatım tarzı o güne kadar duyduklarından çok farklıydı. Hele insanın değerinin madde ile değil, İlahî sanat itibariyle olduğunun izahı çok hoşuna gitmişti. İçinden bir ses, bu kitabın tüm sorularına cevap verecek nitelikte olduğunu söylüyordu. Ayrıca hocanın verdiği Kur’an-ı Kerimle küçük Namaz İlmihali’ni alarak tekrar Rusya’nın yolunu tuttu.

Alo, Ben Abdülveli!

Aradan altı ay geçmişti. İslamî hayatı iyice benimsemiş olan Aleksandır, yeni ismine o kadar alışmıştı ki, eski ismini unutmuştu. Moskova hava alanına indiğinde, arkadaşlarının kendisini yeni ismiyle tanıyamayacakları hiç aklına gelmemişti.

– Alo, ben Abdülveli, diye telefona sarıldığında karşıdaki ses şaşkınlıkla sordu.

– Kim?

– Abdülveli!

– Abdülveli de kim? Böyle birini tanımıyoruz…

– Yahu Özbekistan’a gönderdiğiniz Aleksandır…

– Haa, Aleksandır, Yahu sen nerde kaldın?

– Ancak geldim, şimdi Moskova’ya indim. Şu saatte trene binip geliyorum, dedi.

Bu haberi alan arkadaşları çocuklar gibi sevindiler.

Sevinç ve heyecanla istasyonun yolunu tuttular. Önceden gidip trenin gelmesini beklemeye başladılar. Dakikalar geçtikçe heyecanları artıyordu. Çünkü bekledikleri kişi, onlara sonsuz hayatı temin edecek olan dinî bilgilerle geliyordu.

Nihayet kavuşma anı geldi. Tren, vuslat düdüğü ile istasyona girdi. Altı arkadaşın gözleri, kompartımandan inen insanlara takılıydı. Biraz sonra, başında Özbek külahı, sakallan uzamış, Özbek kemeri kuşanmış, heybetli birinin çıkıp kendilerine doğru geldiğini gördüler. Dikkatle bakınca bunun Aleksandır olduğunu anladılar.

devamı gelecek…

Nikolay ve İncil

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 2. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

NİKOLAY İÇİN hapiste sıkıntılı günler devam ediyordu. Bir gün eline İncil geçti. İncil’i baştan sona birkaç kez okudu ve biraz teselli buldu. Fakat uğradığı ihanet sürekli zihnini meşgul ediyor, her hatırladığında adeta beyni zonkluyor ve kalbi daralıyordu. Yine böyle çok sıkıştığı ve hayatla ölüm arasında gidip geldiği bir gece, çareyi Allah’a dua etmekte buldu. Öyle içten ve gözyaşları dökerek yalvardı ki, uzun süre başını yerden kaldıramadı. Hatta bir ara kendinden geçmişti.

Ertesi sabah, her zamanki gibi koğuşları dolaşan gardiyanlardan biri kendisine bir kitap uzattı:

– Bu dinî bir kitapmış, dışarıdan verdiler. Ben okumayı sevmem. İstersen al oku, istersen at bir kenara!

Nikolay heyecanla kitaba uzandı. Bu, Kur’an-ı Kerim’in Rusça tercümesiydi!

O güne kadar eline ilk defa bir Kur’an geçmişti. “İncil’den sonra Kur’an, ne tesadüf!” dedi içinden… “Demek İlahî kitaplarla tanışmak için hapse girmek gerekiyormuş.

Ağlayarak Allah’a yalvardığı gecenin sabahında Kur’an’ın eline geçmesi tesadüf değildi. Hemen bir kenara çekilip okumaya başladı. Rastgele açtığında gözüne ilk çarpan âyet, aslında Kur’an’da en çok tekrarlanan âyetlerden biriydi:

Zalimler için pek acı bir azap vardır. İman edip güzel işler yapanlar ise, altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirilirler. Orada Rablerinin izniyle ebedî olarak kalacaklardır. Orada birbirlerine dilekleri ve meleklerin onlara iltifatı da hep selamdır.” (İbrahim Suresi, 22-23)

Bu âyet-i kerime Nikolay’ı adeta can evinden vurmuştu. İçinden ‘Tamam işte! Benim aradığım Allah böyle olmalı!” dedi.

Nikolay da hapse düşünceye kadar başkalarına haksızlık ve zulüm yapmıştı. Bununla beraber ihanete uğramış, kendisi de bir haksızlık görmüştü. Tüm bu haksızlıkların, büyük günah ve zulümlerin kolayca affedilmesini vicdanı ve mantığı bir türlü kabul etmiyordu. Basit bir günah çıkarma işlemi ile bu büyük haksızlıklardan kurtulmanın adaletli olmadığını düşünüyordu. İşte tam bu duygular içindeyken okuduğu âyet imdadına yetişmişti. Nikolay:

– Adalet işte böyle gerçekleşir! Yoksa Hıristiyanlık’taki günah çıkarma işi, zalime mükâfat, zulme uğrayanlara ceza ve haksızlık, diye düşündü.

Evet, demek ki Kur’an herkese, içinde bulunduğu ruh haline ve ihtiyacına göre bir cevap veriyordu.

Nikolay’ın Kur’an’la olan bu ilk buluşması böyle tamamlanmadı. İlk âyetten sonra Kur’an’ı kapattı ve bir yer daha açtı. Sayfada gözüne ilişen ilk âyet şöyleydi: “Allah, gökleri ve yeri ve her ikisi arasında bulunan bütün varlıkları yaratan, idare eden sonsuz kudret sahibidir.” Nikolay bu ayetle ikinci bir şok daha yaşadı. Yıllarca aradığını bir cümleyle bulmanın heyecanını yaşıyordu.

İçinden, “Evet, inandığım Allah’ın her şeye gücü yetmesi, bütün âleme hükmü geçmesi gerekir” dedi.

Nikolay îvanoviç, okuduğu iki âyetle Kur’an’ın ne kadar makul ve insan yaratılışına hitap eden bir kitap olduğunu anlamıştı.

Bir zamanlar, dünyaya hükmettiğini düşünen Nikolay, şimdi dört duvar arasında çaresizdi.

Allah’ı bütün kâinata gücü yeten olarak tanımak, ona büyük bir ferahlık veriyordu.

O dilerse kendisini bulunduğu durumdan da kurtarır” dedi içinden. Bu büyük buluşmanın ardından bütün benliği ile Kur’an’a sarıldı. Büyük bir merak ve iştiyakla Kur’an’ı okumaya başladı.

Dönerli Ders!

ABDÜLKERİM, koluna girip Resul’ü sakinleştirmeye çalışıyordu. Fakat nafile… Resul, Sofia’nın İslam’a ve Müslümanlar’a hakaret etmesinden sonra kayıt için okumamakta; Abdülkerim de bu işi takipte kararlıydı. Binanın dışına çıktıklarında Abdülkerim aniden durdu ve Resul’e döndü:

– Resul! Şu binaya bir bak! Burası neresi ve biz burada ne yapıyoruz?

Resul o kadar kızgındı ki, Abdülkerim’in söylediklerini duymak bile istemedi:

– Ne var yani, ne yapıyoruz? Bol bol hakaret yiyoruz!

– Kardeşim, düşünsene! Rusya’da, Hıristiyanlığın merkezindeyiz ve biz burada en yüksek binalardan birindeyiz.

– Tamam da, ne olmuş yani?

– Bizim elimizde Risaleler, onların elinde Risaleler…

– Eeee?

– Ne yapıyoruz, bir düşünsene?

– Ne yapıyoruz?

– Dönerli ders yapıyoruz, dönerli ders!

Bu son cümleyle Resul’ün zihninde şimşekler çaktı. Birden öfkesi dindi. Adeta hizmet için yeniden formatlanmıştı. Bu lider karakterli insan, yine düştüğü yerden onu kaldırmış, moralini düzelterek hedefine yöneltmişti.

– Tamam, Abdülkerim anladım, yarın sabah yine geliyoruz, dedi.

İkinci gün

Radyo binasından çıktıktan sonra Resul, Novgorod’da kaldığı dershaneye döndü. Yemekten sonra hemen kitabın başına oturdu. Çünkü Abdülkerim onun bozulan moralini tekrar onarmış, dağılan himmetini toparlamıştı.

Söylediği söz, kendisine müthiş bir motivasyon sağlamıştı. Gerçekten de hiç öyle düşünmemişti. Böyle bir yerde bu insanlarla Risale okumak ve dönerli ders yapmak ne demekti? Bundan sonra seslendireceği metinleri daha bir şevk ve gayretle okumaya çalıştı.

Alıştırmalara devam etti. Çünkü mesele, yanlış yapmanın da ötesindeydi. İslamiyet’e haksız eleştiriler yapılmasını engellemeliydi.

Ertesi gün Abdülkerim ile beraber sabah saat 9’da kayıt için stüdyodaydılar. Resul, bu sefer kendini daha bir güvende hissediyordu. Abdülkerim’in sözü kulaklarında çınlamaktaydı: “Dönerli ders yapıyoruz!

Herkes yerine yerleştikten sonra Resul okumaya başladı. Ne kadar hazırlansa da karşısında Rusya’nın en ünlü bir spikerlerinden birisi vardı. Ona beğendirmek kolay değildi. Yine peş peşe stop lambası yanıp söndü. Yine Sofıa Valentinovna’nın “Olmadı, olmuyor!” sözleri duyuldu. O günü de böyle geçirdiler.

Resul stüdyodan çıkar çıkmaz, Sofia’nın yüzünü görmemek için, kaçarcasına oradan uzaklaştı.

Cin Kole Değişiyor

NİKOLAY, bir müddet sonra kaldığı tek kişilik hücreden çıkarılmıştı. Koğuş ağaları büyük hayranlık duydukları bu ünlü mafya liderinin etrafına toplanddar.

Ona meşhur lakabı “Cin Kole” diyerek hitap ediyorlardı. Böyle yaşayan bir efsanenin aralarında bulunması onlar için bir gurur vesilesiydi. Ondan gelecek istekleri emir telakki ediyorlardı. Zira hapishanenin kuralı buydu.

Kim daha güçlü ve namlı ise, herkes ona boyun eğer ve ondan emir alırdı.

Nikolay, şahsına olan bu hayranlıktan eskiden olsa çok hoşlanırdı. Ama şimdi feleğin tokadını yediği ve dünyadan alabildiğine soğuyup küstüğü bir haldeyken bunlar kendisini pek ilgilendirmiyordu.

Kendisine hayranlık duyan ağalara hiç beklemedikleri bir teklifte bulundu.

– Gelin, bu kitabı birlikte okuyalım, dedi.

Sözlerini emir telakki eden koğuş ağaları hemen Nikolay’ın etrafında toplanıp halka oldular ve onu can kulağı ile dinlemeye başladılar. Dinledikçe ruhlarına Kur’an’dan manevî bir esinti geldiğini ve içlerindeki kötü duyguları arındırdığını hissettiler.

Okudukça Kur’an’da tarif edilen üç tip insandan (kâfir, münafık, mümin) Kur’an’ın övdüğü ve cennetle müjdelediği mümin insan olmayı arzulamaya başladılar; cehennemlik kâfir ve münafıklardan olmama isteği ve arayışı giderek güçleniyordu. Fakat Kur’an’ın tarif ettiği müminin yapması gerekenler hakkında bir bilgileri yoktu. Kur’an’da okudukları namaz, oruç, hac ve zekâtın ne demek olduğunu, nasıl yapılacağını onlara öğretecek kimse de yoktu. Bildikleri tek şey, cennete gidebilmek için Allah’ın hoşnut olacağı iyi bir kul olmak, yaptıkları günahlardan pişmanlık duymaktı. Böyle olduğu takdirde Allah’ın kendilerini bağışlayacağını umuyorlardı. Bu yüzden günahlarından ve yaptıklarından pişmanlık duymaya başladılar. Kur’an’ın mealini okumak, onlara Allah’ın kulları safında yer alma istek ve arayışını güçlendiriyordu. Bir zamanlar zulüm ve haksızlıktan zevk alan bu insanlar, Kur’an’ı dinledikçe kalplerinin yumuşadığını ve içlerinde iyi duygular belirdiğini hissediyorlardı.

Fakat çok geçmeden bu okumalar hapishane yönetiminin dikkatini çekmişti. “Kitap okuma adı altında bir plan mı çeviriyorlar?” şüphesiyle onları takibat altına aldılar. Fakat tam tersine, eski yaptıklarından da pişmanlık duyup ıslah olmaya çalıştıklarını görmeleri onları şaşkına çevirdi.

Bu durum kısa süreli olmadı. Hatta sonunda ıslah olduklarına hükmedip hapiste kalma gerekçelerinin kalmadığına hükmettiler. Müdür bu maksatla Moskova’ya bir yazı yazarak tahliyelerini talep etti. Bu talebe müspet cevap geldi ve şartlı olarak salıverilmelerine izin verildi.

Eski bir mafya liderinin etrafına toplanıp okudukları Kur’an, kendilerine şefaatçi olmuş ve bir dua hükmüne geçmişti.

Üçüncü gün

RESUL, Risale kayıtlarının ikinci günü akşamından ertesi sabaha kadar okuma temrinleriyle geçirdi. Ne olduysa üçüncü gün oldu. O gün Tabiat Risalesi bitmiş, sıra Yirminci Mektup’a gelmişti. Sabah stüdyoya vardıklarında herkes yerini aldı. Bu sefer takip edenlerin elinde Yirminci Mektup’un nüshaları vardı. Resul’ün gözü yanıp sönen lambadaydı. Nihayet işaret verildi ve okumaya başladı. Yirminci Mektup’un girişinde “Lailahe illahu vahdehû lâşerîke leh” diye başlayan tevhid kelimesinin Arapça aslını okuduktan sonra Rusça tercümesini yaptı. Ardından Mukaddeme’ye geçti. Burası Resul’ü her zaman etkileyen bir bölümdü. Rusça’ya tercümesi de oldukça edebî düşmüştü. İçinden gelerek ve üstüne basa basa okumaya devam etti:

Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürür ve kalb-i insan için en safı sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürür ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenabı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptelâ olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tamsa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” (Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat)

Bu ifadelerde, yüksek bir fesahat ve belagatle, insanlığın inkârın verdiği kimsesizlik, sahipsizlik karanlığından kurtulup saadete ermesinin reçetesi saklı olduğundan, her ruhu cezb ve celb edecek bir mana vardı. Resul bu satırları okurken kendini bu mananın akışına kaptırmıştı. Daha sonra bir yerde vurgu hatası yaptığını fark etmişti, fakat ikaz lambası yanmamıştı. “Herhalde mühim bir hata değildir” diye düşünüp devam etti. Daha sonra bir hata daha yaptığının farkına vardı. “Bu sefer mutlaka ışık yanar” diye beklerken yine yanmadı. Epey okuduğu halde stop lambası inatla yanmıyordu. Merakını izale için bir yerde kasıtlı olarak yanlış yaptı. Bir paragrafı atlayarak okudu, yine tepki gelmedi. Bazı paragrafları birbirine karıştırarak okudu, yine hiçbir ikaz gelmedi.

Bunun üzerine “Bu işte bir şey var” diyerek okumayı kesti. Kafasını kitaptan kaldırıp baktı. Cam bölümün arkasında kendisini takip edenlerin gözü adeta kitaba çakılmıştı. Öylesine dalmışlardı ki, kendilerine seslenildiği halde duymadılar. Bu defa eliyle mikrofonu tıklatmak zorunda kaldı. Ancak o zaman başlarını kitaptan kaldırıp bakabildiler.

– Ne var, ne oluyor?

– Ne mi oluyor? Bir sürü hata yaptığım halde hiç ikaz lambası yanmadı! Bunun üzerine Sofia Valentinovna ilk defa sakin ve biraz da umursamaz bir ses tonuyla,

– Öyleyse tekrar baştan al, dedi.

Resul tekrar Yirminci Mektub’u baştan aldı ve takılmadan okumaya devam etti. O gün, ilk defa bu kadar kolay ve az hata ile çalışmayı tamamladılar. Resul, her günkü gibi ceketini alıp uzaklaşmak niyeti ile kapıya yöneldi. Ancak Sofia Valentinovna’nın birkaç adım yukarıdaki bürosundan aceleyle indiğini fark etti. Sofia, Resul’ü kapıda yakalamıştı.

– Bir dakika, sana bir şey soracağım, dedi Sofia.

Resul, “Acaba yine azar işitir miyim?” düşüncesiyle tedirgin oldu. Yüzüne bile bakmadan müstağni bir tavırla:

– Ne var, ne soracaksın, dedi. Sofia:

– Düşünüyorum da bu kitapları okumaya başladığınızdan beri cümleler hep zihnimde çınlıyor. Otobüste, evde, iş yerinde hep o kelimeler, neden acaba?

Resul, epey rahatladığını hissetti. Görevinin önemini düşünerek “Herhalde bu kadın artık gerçeği dinlemeğe hazırdır” düşüncesiyle anlatmaya başladı:

– Çünkü sizin bu zamana kadar okuduğunuz kitaplar insan sözüdür. Bunlar ise ilahi kitap olan Kur’an’ın tefsiridir. Kur’an ise Arş-ı Azam’a bağlıdır. Latif kelimeler olduğundan, diye konuşmasını sürdürecek oldu. Fakat Sofia’nın iç dünyasında beliren kıpırdamayı şeytan yine susturmuştu. Resul’ün sözünü yarıda kesti:

– Tamam, tamam, anladık, kes! Herhalde herkeste olur böyle şeyler! Stüdyodan yine üzüntü içinde dışarı çıkarken Abdülkerim, hemen koluna girdi:

– Anlat bakalım o ne dedi, sen ne dedin?

– Yahu bırak, bu kadından iş çıkmaz. Kalbi iyice mühürlenmiş!

– Sen anlat hele! Abdülkerim kayıt sırasında bir şeylerin olduğunu hissetmişti. Resul, Sofia ile konuştuklarını aktarınca:

– Kim bilir, hidayet Allah’tandır, diye karşılık verdi. Resul, yine ümitsizce konuştu:

– Hidayeti kim kaybetti de, o bulacak!

Aykırı Mezar

RUSYA’NIN kuzey batısında Hıristiyanlığın sembolü Novgorod şehri. Bu şehrin kuzeyinde, adeta diğerlerine sırtını dönmüş bir mezar bulunuyor.

Bütün mezarlar haç işaretli ve aynı istikamette olduğu halde, üzerinde haç işareti olmayan ve yönü kıbleye dönük tek mezar bu…

Başucundaki oval mermer taşın ortalarında küçük harflerle Sofla Valentinovna, mermerin üst kısmında büyük harflerle yarım ay şeklinde yazılmış büyükçe MERYEM yazısı göze çarpıyor. Ayrıca mermer taşta, mezarlığa yolu düşenlerin dikkatini çeken şu vecize yer alıyor:

Dünya fanidir. Fakat iyi bilin ki, sonsuz bir hayat vardır.”

Mezarının yönünü Sofia, bizzat kendi vasiyetinde belirtmişti. Mezar taşma da bu vecizenin yazılmasını istemişti.

Mezarlığa giren herkes, hayatının son altı ayını imana adamış bu kadının mezar taşına hayretle bakmaktan kendini alamıyor. Ve ardındaki sebebi merak ediyor. Bu aykırı mezarın sahibini tanımak için altı ay öncesine gitmek gerek.

Novgorod’un en yüksek binalarından birindeyiz. Radyo televizyon binasındayız. Sofla Valentinovna radyo kanalının önemli programcılarından.

Tüm Rusya’da hayranlıkla takip ediliyor. Çok güçlü bir hitabete ve son derece güzel bir ses tonuna sahip. Rusça’yı düzgün ve akıcı bir diksiyonla konuşuyor ve dinleyicileri kendine bağlıyordu.

İşini her zamanki gibi büyük bir titizlikle yapan Sofla, o günkü radyo programı için odasında hazırlanıyordu.

Abdülkerim randevusuna geç kalmış gibi arabayı hızla sürüyordu. Yanında bulunan Resul, Abdülkerim’in bir işi başlayıp bitirme konusundaki titizliğini bildiğinden arabayı sürmedeki heyecanını buna bağlıyordu.

Epey dolaştıktan sonra nihayet Novgorod‘taki radyo televizyon binasının önünde durdular. Ve ikisi arabadan indiler, radyo binasına girdiler. Abdülkerim kendine olan güvenin verdiği cesaretli tavırla danışmaya yaklaşarak müdür beyle görüşmek istediğini söyledi. Resul ise yeni hizmet macerasında bu sefer nelerle karşılaşacağını merak ediyordu. Sekreter, hangi konuda görüşmek istediklerini sorup öğrendikten sonra müdürle irtibat kurdu ve:

– Buyurun, müdür bey sizi bekliyor, dedi.

Radyo müdürüne gidip bant kaydı için okunmasını istedikleri kitabı gösterdiler. Okunanların büyük bir mahkûm kitlesine dinletileceğim, bu yüzden kayıt için radyo binasını seçtiklerini söylediler. Bunun üzerine müdür, şartlarını ve stüdyo saat ücretini söyledikten sonra, kendilerini üçüncü kattaki Sofıa Valentinovna’ya sevk etti. Asansöre binip üçüncü kata çıktılar. Koridorun hemen sağında bulunan ve üzerinde “Sofia Valentinovna” isminin yazılı olduğu kapıya yöneldiler.

O anda Resul’ün zihninde bir şimşek çaktı. Bu ismi bir yerlerden hatırlamaktaydı. Hafızasını biraz yokladıktan sonra, “Tamam, Azerbaycan’dayken radyolarda, seslendirdiği Rusça romanlarını dinlediğimiz, sesine hayran olduğumuz, meşhur Rus spiker Sofia Valentinovna bu!” dedi içinden. Heyecanı daha da arttı.

– Şu işe bak Abdülkerim, kimin yanına geldik. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, diye mırıldandı.

Abdülkerim hemen tepki vermedi. Çünkü o tipik bir Rus’un karakteristik özelliklerine sahipti, soğukkanlıydı. Daima yapacağı işi düşünür, hedefine yürürdü. Tabiri caizse, dereyi görmeden paçaları sıvamazdı.

Rusya’nın Korkulu Rüyası: Nikolay İvanoviç

BATI RUSYA’NIN mafya lideri olarak tanınırdı. Yaptıkları sık sık Rus medyasının gündemine taşınırdı. Uluslararası pek çok gasp, soygun, kaçakçılık ve cinayet olayına adı karışmıştı. Fakat buna rağmen uzun yıllar yakayı ele vermedi. Çok kurnaz ve cesur bir kişiliğe sahipti. Bu yolda elde ettiği servetinin çokluğu dillere destandı. Amerika ve Kanada’da malikâneleri, okyanuslarda yüzen gemileri vardı. Rus kamuoyunda neredeyse onu tanımayan yoktu.

Nikolay için işler yolunda gidiyordu. Fakat bir gün hiç ummadığı bir durumla karşılaştı, ihanete uğradı. Çok sevdiği, çocukluğunu beraber geçirdiği, aynı zamanda mafya işlerinde en güvendiği yoldaşı onu ele vermişti. Dostum dediği insan, Nikolay’ın yerini alabilmek için devletten gelen gizli teklifi reddedememişti. Kendisi serbest bırakılmak şartıyla Nikolay’ı ihbar etti ve onun yerini aldı.

Bir zamanlar Rusya’ya hükmeden Nikolay, ihanete kurban gitmiş, Rusya’nın en ünlü hapishanesine konulmuştu.

Sıradan bir mahkûm gibi işkence gördü ve hücreye atıldı Nikolay. Bütün bunlar umurunda bile değildi. Asıl onu kahreden, en güvendiği arkadaşının ihanet etmesiydi. Bunu bir türlü içine sindiremiyordu.

Düşündükçe kahroluyordu.

Hatta bu yüzden intihara bile teşebbüs etmişti.

Sofia Valentinovna

SOFİA, KOYU renkli ahşap masasının başında, o gün yapılacak programla ilgili notlarını düzenlemekle meşguldü. Odasındaki sessizlik bir anda kapının çalmasıyla bozuldu. Resul ve Abdülkerim içeriye girdiler.

Sofıa, Resulün tipinden Rus olmadığını anladı. Tepeden bakan ve küçümseyen bir tavırla sordu:

– Ne var, ne için geldiniz?

Yüzünde ciddiyetten de öte, soğuk rüzgârlar esen, 65 yaşlarındaki bu kadının Resul’ün üzerinde bıraktığı ilk intiba hiç de hoş değildi. Resul bu hisler içindeyken Abdülkerim cevap verdi:

– Müdür bey gönderdi, bir seslendirmemiz var.

– Şartları konuştunuz mu?

– Evet, kayıt için sizinle görüşmemiz gerektiğini söyledi müdür bey.

– Metni siz mi seslendireceksiniz, yoksa biz mi?

Buna karar vermemişlerdi. Ama Abdülkerim’e göre, kaydını yapacakları kitap Risale-i Nur metni olduğu için bunu, inanan birinin seslendirmesi gerekiyordu. Bu yüzden düşünmeden:

– Biz seslendireceğiz, diye cevap verdi.

– Peki, o zaman yarın sabah saat dokuzda gelin! Gelirken okunacak metnin üç ayrı nüshasını beraberinizde getirmeyi de unutmayın, dedi Sofıa, sert bir ses tonuyla.

Resul, Risale-i Nurun insanlar üzerinde bıraktığı tesiri bildiğinden, “Belki ilgisini çeker” diye cebinden çıkardığı Tabiat Risalesi’ni kadına gösterdi.

– Efendim, bizim okuyacağımız kitap bu… Adı Tabiat Risalesi… Allah’ın varlık ve birliğini ispat ediyor!

Sofia çok zeki ve gururlu bir ateistti. Resul’ün niyetini sezmiş olacak ki, tam tersine bir cevap verdi:

– Bana bak! Burası Novgorod Rusya, Hıristiyanlığının merkezi… Ben Hıristiyanlığa bile inanmıyorum, nerede kaldı senin dinine inanacağım, hadi oradan, deyip adeta elinin tersiyle Resulü kovdu.

Resul neye uğradığını şaşırmıştı. Beklemediği bu cevapla morali bir hayli bozuldu. Hatta dışarı çıkarken bu kadınla nasıl çalışacaklarını düşünerek endişesini Abdülkerim’e açtı:

– Gördüğün gibi kadın koyu bir ateist! Bununla nasıl yapacağız?

Abdülkerim, her zamanki gibi kararlı tavrıyla:

– Resul, biz işimize bakacağız, o da işine bakacak, onun dinsizliği bizi ilgilendirmez!

Resul, Abdülkerim’e hak verdi.

Nur dershanesine vardıklarında Resul’ün aklı hâlâ Sofia Valentinovna’daydı. İslamiyet’e karşı söylediği sözlerin etkisinden bir türlü kurtulamamıştı.

– Abdülkerim, komünizm kadını ne hale getirmiş gördün mü, diye söylendi.

– Şimdi kadını bırakalım da, biz işimize bakalım. Bu iş, dershanede ders yapmaya benzemez, düzgün ve takılmadan okumalısın, dedi.

O gece ikisi kafa kafaya verip geç vakte kadar Tabiat Risalesi üzerinde çalıştılar. Resul stüdyodaymış gibi alıştırmalar yaptı. Bir ara kendini rol yapıyormuş gibi hissetti ve okuyuş tarzını yüreksiz buldu.

– Bu Abdülkerim de başımıza açmadık iş bırakmadı. Ben kim, stüdyoda ses kaydı yapmak kim? Bir bu eksikti. Sayesinde seslendirici de olduk. Aslında bu işi profesyonel birine yaptırmalıydık, diye içinden söylendi. Daha sonra bu düşüncesini açığa vurdu:

Abdülkerim, bu iş özel bir kabiliyet ve tecrübe ister. Ben hayatımda stüdyoya girip bir cümle bile okumuş değilim. İstersen gel, bunu o kadına okutalım, ne dersin?

– Bak Resul, bu sadece kabiliyet isteyen bir iş değil, aynı zamanda iman işi, ihlâs işi. Görmedin mi, kadın kopkoyu bir ateist! Açıkça inanmadığını söylüyor. İnanmayan birinin Risale-i Nur’ları seslendirebileceğine sen inanıyor musun? Onun için bu işi senin yapman gerek.

Bu açıklama Resul’ü ikna etmeye yetti. Yine Abdülkerim’e hak verdi. Zaten Abdülkerim’de müthiş bir ikna gücü vardı. Artık iş, başa düşmüştü. Resul, stüdyodaymış gibi gece yarılarına kadar okuyacaklarını tekrar etti.

Kayıtta ilk gün

Sabah olunca Abdülkerim tam vaktinde gelip zili çaldı. Resul’ü alıp birlikte radyo binasına gittiler.

Resul oldukça heyecanlıydı. Sofia ile önceki gün yaşadığı olumsuzluğun etkisini henüz üzerinden atmış değildi. Abdülkerim kendisini bir joker gibi kullanmıştı. Onu rolden role soktuğunu düşündü. İçinden, “Spikerlik kim, ben kim?” diye tekrarlıyordu. Ama bir yandan da, hizmet için her şeye razıydı.

– Yiğidi öldür, hakkını yeme, derler. Ruslar, gerçekten işlerini sağlam yapan insanlardı. Stüdyoya vardıklarında Sofia Valentinovna, kayıt odasında hazır bir şekilde onları bekliyordu.

Abdülkerim ve Resul yeni bir hizmet macerasının ilk gününde şevkle kayıt odasına girdiler. Seslendirecekleri metnin üç nüshasını da Sofia’ya verdiler.

O da bunlardan birini Resul’e, diğerlerini iki arkadaşına verdi. Resul kitabı seslendireceği sırada Sofia okunan kelimelerin telaffuz edilmesini takip edecek, diğer iki arkadaşı da camekân arkasından metnin eksiksiz okunmasını takip edecekti. Böylece yapılan hatayı birinin kaçırması halinde diğerinin yakalaması sağlanacaktı.

Bir Kayıt Esnasında Resul, bu durumu görünce bir kere daha işin ciddiyetinin farkına vardı. Kayıt odasına geçip, masanın başına oturduğunda heyecanı biraz daha arttı. Kendini yatıştırmak için önündeki bardaktan birkaç yudum su içtiyse de heyecanı geçmek bilmiyordu. Sofia Valentinovna, kayıt öncesi son talimatlarını verdi:

– Bak, bu ikaz lambası. Bu yanınca okumayı kesecek, bize kulak vereceksin. Hatalı okuduğun yeri tekrar okuyacaksın, tamam mı?

– Tamam! Sofia’nın işaretiyle kayıt başladı.

Resul dersin başındaki besmeleyi okuyup manasını Rusça’ya tercüme eder etmez, ikaz lambası yanıp söndü. Ardından sanki kıyamet kopmuş gibi Sofia Valentinovna’nın sesi duyuldu:

– Bu ne biçim okumak? Kafkas şivesiyle Rusça’yı berbat ettin! Zaten heyecandan dili damağına yapışmış olan Resul’ün bu sefer eli ayağına dolaştı. Sofia öfkeli ses tonuyla:

– Neyse, hadi devam et, dedi.

Resul okumaya devam etti, ama hiç kendinde değildi. Moral bozulduğuyla neredeyse her cümlede hata yaptı. İkaz lambası da devamlı yanıp söndü. Sofia sert üslubuyla moralini bozmaya devam etti. Üstelik:

– Ne olacak, siz Müslümanlar hep böylesiniz, diyerek kendi kusuruyla bütün Müslümanlar’ı suçladı. Bu, Resul’e daha da ağır geldi.

Okuma bitip de stüdyodan çıktığında Resul’ün yüzü ateşte kızarmış gibiydi. Hele Sofia’nın kendi şahsında Müslümanlar’a hakaret etmesi, işin tuzu biberi olmuştu. İçinden, “Bu iş buraya kadar!” deyip Abdülkerim’e siteme hazırlandı. Stüdyodan çıkıp da Abdülkerim’le karşılaşır karşılaşmaz:

– Bütün bu hakaretler senin yüzünden… İşitmediğimiz laf kalmadı. Yarın ben yokum, sen gelir okursun!

Abdülkerim, son derece sakin bir tavırla:

– Dur bakalım kardeşim, hemen pes etmek yok. Sabredeceğiz.

– Onu, bunu bilmem, sen gelir okursun. Ben bu dinsiz kadından daha fazla hakaret işitmek istemiyorum!

Not: 1. Bölüm’ün sonuna geldik… Eklenen bölümleri, bu sayfadan takip edebilirsiniz. http://www.nurnet.org/kizil-meydandan-kibleye-hidayet-hikayesi/