Etiket arşivi: allah ve kainat

Tesadüf Saçmalığı (Yaratılış Delilleri) (Video)

Bu delilde âlemin tesadüfler sonucu olamayacağına dair misaller verecek ve “Kâinat tesadüfen oldu.” sözünün saçmalığını ortaya koyacağız. Şöyle ki:

1. Misal: Biz İzmir’den Kars’a gideceğiz. İzmir’den kalktık, ‘A kazasına’ geldik. Önümüze çıkan iki yoldan birini seçtik. Seçimimiz isabetliymiş, ‘B kazasına’ vardık. Orada önümüze üç yol çıktı. Kafadan atıp üçüncü yoldan gittik. Yine doğru çıktı, ‘C kazasına’ vardık. Orada önümüze dört yol daha çıktı… Sonunda Kars’a en yakın olduğumuz noktada önümüze bin yol çıksa ve biz yine kafadan atıp 375. yolu seçsek ve Kars’a varsak… Bu durum tesadüf ile izah edilebilir mi? Kars’a tesadüfen vardığımız kabul edilse bile, devamlı seyahat ederken önümüze çıkan binlerce yoldan her zaman doğru yolu bulmamız, her halükarda bir rehberin varlığına ve bize yol göstermesine bağlanmak zorunda kalınır.

Bir atomun hareketi de misalimizdeki bizim hareketimizden farklı değildir. Önünde gidebileceği milyarlarca yol vardır; ama o hep en iyi yolu seçer. Bir mahlukun vücut bulması, atomun milyarlarca ihtimal içinde en iyi yolu seçmesinin sonucudur. Atomun seçebileceği milyarlarca yol arasından en iyisine girmesi, ancak ve ancak bir müdebbirin emriyle ve bir tercih edicinin tercihiyle olabilir. Başka bir surette olamaz.

Şimdi ey kâfir! Bir insanın, önüne çıkan yollardan birini seçerek tesadüfen Kars’a ulaşabileceğini kabul edemezken, nasıl olur da şuursuz ve akılsız atomların milyarlarca yol içinden en uygununu seçebileceğini kabul ediyor ve mahlukların yaratılışını atomların tesadüfî seçimlerine bağlıyorsun. Bunu kabul edene hiç akıllı denilebilir mi?

2. Misal: Art arda altı kez atılan bir zarın ilk önce 1, sonra 2, sonra 3, sonra 4, sonra 5 ve daha sonra da 6 gelmesi olasılığı (1/6)6 yani 46.656 ihtimalde 1′dir. İnsanın kulak kemiklerinin sayısı ise altıdır. Bu altı kemiğin tesadüfen ortaya çıktığı kabul edilse bile, bu kemiklerin şu andaki mevcut sıralarıyla dizilme ihtimali 46.656′da 1 ihtimaldir. Bu sadece bir insandaki kulak kemiklerinin tesadüfen dizilme ihtimalidir. Bir de bu dizilişin şu anda yeryüzünde bulunan 7 milyar insanda aynı şekilde olduğu düşünülür ve bütün insanların aynı şekle sahip olmalarının ihtimalini bulmak istersek, 46.656 rakamını 7 milyar kere çarpacağız. İşte eğer sonucu telaffuz edebilirseniz, bu kadar ihtimalde bir ihtimaldir. Allah’ı inkâr eden neyi kabul etmek zorunda olduğuna bir baksın ve bundan utansın!

3. Misal: Yine elimize bir zar alıp attığımızda o zarın 4 gelme ihtimali altıda birdir. İki zarı aynı anda atsak, ikisinin de 4 gelme ihtimali 36′da birdir. İki zarı iki defa atıp her ikisinde de iki zarın 4 gelme ihtimali ise 1.296′da birdir. Dört defa peş peşe attığımızda her iki zarın da her defasında 4 gelme ihtimali ise 1.679.616′da birdir. Acaba iki zarın dört defa peş peşe 4 gelme ihtimali 1.679.616′da bir ise, bir insanın vücudunda bulunan 206 kemiğin birbirine uygun olarak gelme ihtimali acaba kaçta kaçtır? Yani şunu düşünelim: Faraza bütün kemiklerim tesadüfen yaratıldığını düşünüyoruz. Bizler bu kemikleri aldık ve bir torbaya koyduk. Her defasında bir kemik çekeceğiz ve iskeletimizin dizilişini oluşturmaya çalışacağız. Yanlış bir kemik çektiğimizde, o ana kadar çektiğimiz doğru kemikleri tekrar torbaya koyup baştan başlayacağız. Acaba 206 kemiği doğru olarak çekebilme ihtimalimiz kaçta kaçtır? Trilyonlarla ifade edilemeyecek kadar çok… Ve şunu unutmayın, biz bu hesabı kemiklerin tesadüfen yaratıldığını kabul ederek yaptık. Bir de kemiklerin tesadüfen yaratılmasını hesaplamaya kalksak… Bir de bunu bir insanda değil -madem yaratılan her insan aynı kemik yapısına sahip- bütün insanlarda yapsak… Ve buna bir de diğer hayvanları eklesek… Acaba böyle bir ihtimal hesaplanabilir ve rakamlarla ifade edilebilir mi? İşte ey Allah’ı inkâr eden akılsız adam! Allah’ı inkâr etmek ile nasıl bir ihtimalin vukuunu kabul etmek zorunda kalıyorsun buna bir bak ve aklını tamamen kaybetmemişsen bundan dön!

4. Misal: Şimdi Ayasofya Camisi’nin tabiat olayları tarafından kendi kendine, mimarı olmadan yapıldığını düşünelim. Bu nasıl olabilir? Kuzeyden esen rüzgâr 10,7 ton su getirir, buraya döker. Güneydoğudan esen rüzgâr 4,3 ton kadar demir getirir. Batıdan esen rüzgâr 11,5 ton kireç, doğudan esen rüzgâr 2,37 ton tuğla… Diğer bir taraftan esen rüzgâr ise tuğlaları dizer. Başka bir rüzgâr çimentoyu yerleştirir ve böylece Ayasofya Camii meydana gelir. Yine bir rüzgâr tarladaki dikenleri toplar. Bunlar, koyunlar üzerlerinden geçerken tüylerini koparıp halı dokurlar ve halı caminin içine düşer. Diğer bir rüzgâr, oduncular yemek yerken baltalarını alıp ağaçları keser ve bir marangozhaneden geçerken uygunca doğrar. Kazara çiviler bunun üzerine gelir, çekiçler çarpar ve minber caminin içine kendiliğinden düşer… Herhâlde Ayasofya Camisi’nin ustasını inkâr edip camiyi tesadüfe havale ettiğimizde bundan daha mantıklı bir açıklama olamaz.

Şimdi cami ile hücremizi mukayese edelim: Bu cami 1200 metrekare, bizim hücremiz ise 5-10 mikron. Bu camiye 5-10 çeşit malzeme, bizim hücremize ise 30.000 çeşit bileşim lazım. Bu camiye lazım olan maddeler kilolar, tonlarla ifade ediliyor; hücrede ise maddeler mikrogram ile ifade edilecek kadar hassas, zerre kadar değişme olsa hücre bozulur.

Şimdi soruyoruz ey Kâfir! Caminin kendi kendine meydana gelmesini kabul edemezken ve buna gülerken, bundan daha acayip bir muhal olan bir hücrenin kendi kendine oluşabileceğine nasıl imkân veriyorsun?

5. Misal: Bir maymunu daktilonun karşısına oturtalım. Maymun daktilonun tuşlarına rastgele dokunsun, böyle rastgele yapılan hamleler neticesinde anlamlı bir kelimenin oluşması mümkün müdür?  Ya anlamlı bir cümlenin oluşması?  Ya da anlamlı bir sayfanın?  Peki, anlamlı bir kitabın oluşması ihtimal dâhilinde midir?  Elbette hayır! Böyle bir maymunu daktilo başına oturtsak, ‘A’ harfini yazma ihtimali 29`da 1′dir. “AT” yazma ihtimali ise (1/29.29), yani 841′de 1′dir. Mesela 7 harfli “TESADÜF” yazma ihtimali (1/297) yani 17.249.876.309′de 1′dir. Bu ise zaman bakımından da imkânsızdır.

Acaba insan ve diğer canlılar, yedi harfli bir kelimeden daha mükemmel değil midir? Canlıları bir kenara bırakarak tek bir DNA’ya baksak, bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf bulunur. Yedi harften oluşan bir kelimenin tesadüfen oluşma ihtimali 17.249.876.309′de 1 ise acaba bir tek DNA’daki 3.5 milyar harfin tesadüfen oluşma ihtimali nedir?

6. Misal: Dünya üzerindeki bütün elverişli atomları kullanmak şar­tıyla, dünyanın yaratılışından bu yana kadar geçen zaman içinde bir tek proteini tesadüfen elde edebilme ihtimali 1/10161 dir. Yani 10 rakamını 161 defa kendisiyle çarpın ya da 10 ra­kamının sağına 161 tane sıfır koyun. İşte bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali, bu kadar ihtimalden sadece bir ihtimaldir.

Fa­kat iş bu kadarla da bitmiyor. Zira en küçük bir canlı için 238 protein daha gerekmektedir. Bu kadar proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini telaffuz etmek isterseniz, trilyon kelimesini 9.975 defa tekrarlamanız gerekir ki bu yaklaşık iki saatinizi alır, sonra çıkan rakamı 10 ile çarpınız. İşte bir canlıdaki proteinle­rin tesadüfen oluşması ihtimali bu kadar ihtimalden bir ihtimal­dir.

Hâl böyleyken, kâinatın tesadüfler sonucu meydana gel­diğini iddia edenin aklından şüphe edilmez mi?

Seyrangah.tv

Allah kendisinden büyük bir varlık yaratabilir mi?

Bu soruya maddeler halinde cevap vermeyi daha uygun görüyoruz:

1- Soruda kasıt vardır:

Bu sorunun hedefi inançları sarsmak, saf zihinleri bulandırmak, masum ve körpe dimağlara zehir akıtmaktır. Bir akrep kıskacı olan bu demogojik soru ile insanlar zehirlenmek istenmektedir. Şöyle ki:

Eğer bu soruya “Evet” diye cevap verilse o zaman “Demek ki sizin Rabbiniz, yarattığı şeyden güçsüzdür.” denilecek. Eğer, “Hayır” diye cevap verilse, o zaman da “Demek ki sizin Rabbiniz âcizdir.” denilecektir. Her iki halde de -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’a acizlik isnadı söz konusudur.

Bu soruyu ortaya atanlar, var olması muhal olan bir şeriki yaratmayı Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden talep etmekle Allah’ın Hâlık (yaratıcı), vehmettikleri o şerikin de mahlûk (yaratılan) olduğunu bir ön yargı olarak kabul ettikleri halde, daha sonra o mevhum mahlukun Hak Teâlâ’dan büyük olabileceğine ihtimal vermekle, açıkça demagoji yapmaktadırlar.

Bu kimseler Allah’ın kutsi mahiyetinin mahlûk mahiyetine hiçbir cihetle benzemeyeceğini bilememektedir. Eser ustasına hiçbir cihetle benzemeyeceği gibi, Cenab-ı Hak da mahlûkatına hiçbir cihetle benzemez.

Bu hakikati bilmemek, büyük bir cehalettir. Bu cehalete düşenler Allah’ın mutlak kadir, mahlûkun ise sonsuz âciz olduğu gerçeğinden gafildirler.

2- Soruda “imkân-ı vehmî” ile “imkân-ı aklî” birbirine karıştırılmaktadır.

İmkân-ı aklî: Aklen hem olması, hem de olmaması mümkün olan şeye denir. Meselâ, yeni evlenen bir insanın, çocuğunun olması da, olmaması da mümkündür.

İmkân-ı vehmi: Hariçte vukua gelmesi mümkün olmayan, hakikatsiz ve esassız bir vehimdir. İmkân-ı vehmi hiçbir hükme esas olamaz. Hiçbir delil ve hakikate dayanmadığı için ilim ve mantık imkân-ı vehmi ile meşgul olmaz.

İmkân-ı vehmi sadece “olabilir”, “belki” gibi temenni, zan ve hayallerden kaynaklanır.

“Cenâb-ı Hak kendinden büyük bir mahlûk yaratabilir mi?” sorusunda imkân-ı vehmi ile imkân-ı aklî karıştırılmıştır. Bu soru ancak vehmin mahsulüdür; hiçbir hakikate istinad etmeyen bir hurafe, bir safsatadır; aklen muhaldir. Hiçbir akıl, bir mahlûkun Allahü Azîmüşşân’dan büyük olmasını mümkün göremez.

3- Soru ile demagoji yapılmaktadır.

Mantıkta “Gerçek olmayan mukaddemelerle yapılan kıyaslara demagoji veya safsata” denilmektedir. Meselâ duvar üzerine çizilmiş bir insan resmi gören demagog:
“Bu resim konuşur. Çünkü, bu resim insana aittir.”

“Her insan konuşur. Öyle ise bu insan da konuşur.” diye yanlış bir hükme varır. Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı bir mahlûku -hâşâ- Allah’tan büyük tevehhüm etmek, duvardaki resmi insan kabul etmekten daha büyük bir safsatadır.

Bu soruda esas olarak şu safhalar vardır:

1) Yaratılması vehmedilen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir.

2) Mevhum varlığın yaratılması Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın Hâlık olduğu, o mevhum varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir.

3) O mevhum varlığın yaratılması Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir.

Bu mukaddemelerden Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz büyük, yegâne Hâlık, ezelî ve ebedî ve mutlak Kadir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, âciz, zelil ve miskin olduğu sonucu çıktığı halde, tam tersine o vehmî varlığın Allah’tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır. Bu ise yukarıdaki misâlden çok daha ileri derecede bir safsatadır.

4) Soru pek çok çelişkilerle doludur:

Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun “iddia olma” özelliği yoktur. Meselâ, “Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?” sorusu böyle çelişkili bir hükme dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî kıymeti yoktur. Çünkü, sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru da sorulabilsin. Eğer sonsuz, erişilmez bir büyüklüğün sembolü ise hiçbir rakam sonsuz ile mukayese edilemez. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse o zaman da sonsuzluk hakikati ortadan kalkar.

Bu soru da, çelişkili kıyaslardan olduğu için mantıken ve ilmen hiçbir kıymeti yoktur.

Bilindiği gibi bir eserdeki kemâl, onu yapan zatın kemâlinin bir tecellisi, bir göstergesidir. Ve bu eserdeki kemâlin, ustasının kemâlini aşması, ondan fazla olması muhaldir. Bir âlimin, telif ettiği bir kitabına kendi ilminden fazla ilim yerleştirmesi, yahut, bir mimarın kendi maharetini aşan bir eser yapması, güneşin kendi ışığından fazlasını bir damla suya vermesi muhaldir, safsataların en acibidir.

“Cenâb-ı Hak, kendinden büyük bir varlık yaratabilir mi?” sorusu: “Allahü Teâlâ kendi kemâlatından daha fazlasını bir mahlûkuna verebilir mi?” gibi bir saçmalık ifade eder.

Soru, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları, fiilleri adedince muhaller taşır. Bunlardan birkaçını kaydedelim:
Hak Teâlâ’nın sıfatlarından biri “Kudrettir. Soru, bu sıfat yönünden tahlil edildiğinde şöyle olur:
“Kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hak, kendinden daha kudretli birisini yaratabilir mi?”

Bu sorunun sahibi, sonsuzluk kavramının cahilidir. Sonsuz kudretten daha büyük bir kudret olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Şu sonsuz feza, şu uçsuz bucaksız sistemler, hep O Kadir-i Zülcelâl’in kudretinin tecelligâhıdır. Haşmetli bir dağın âyinedeki tecellisi bir çakıl taşı ağırlığında da olamaz. Hadsiz yıldızlar, uçsuz bucaksız galaksiler hep Cenab-ı Hakk’ın Hâlık isminin tecellileridir. Bu tecellilerin O Kadir-i Mutlak’ı yorması, âciz bırakması düşünülemez. Her an böyle milyarlarca kâinatı yaratsa, bunların tümü o kudret nazarında yine bir zerre kadar da olamaz.

Söz konusu soru, Cenâb-ı Hakk’ın irâde sıfatı yönünden tahlil edilirse şu şekle girer:
“Mutlak irâde sahibi olan Allahü Teâlâ, kendi hükmünü geri bıraktıracak, kendi irâdesini kayıtlayacak bir ilâh yaratabilir mi?”

Halbuki, Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi mutlaktır, sonsuzdur. Hiçbir kayıt altına girmez. O’nun irâdesini kayıt altına alacak bir varlığın bulunması muhaldir. Öte yandan, Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı şey, mahlûk olur. Mahlûk ise Hâlık’ın irâdesi altındadır. Bu soru ile Hâlık’ın irâdesi sınırlı, mahlûkun irâdesi ise sınırsız tevehhüm edilmekte, böylece “sınırlı olanın sınırsız olanı sınırlandırması” gibi büyük zıtlığa ve çelişkiye düşülmektedir.

Soruyu, Allahü Teâlâ’nın ezeliyeti ve ebediyeti noktasından düşündüğümüzde şu safsata ile karşılaşırız:
“Cenâb-ı Hak, kendinden evvel var olup, kendisinden sonra da varlığı devam edecek olan bir mahlûk yaratabilir mi?”

Ezel ve Ebed Sultanı olan Allahü Azîmüşşan’ın, bir ismi Evvel, bir ismi de Âhir’dir. Varlığının evveli olmadığı gibi, sonu da yoktur. Ezelden evvel ve ebedden öte bir zaman kavramı olamaz ki, böyle bir hurafeye, bir vehme yer olabilsin. Bu safsataya göre, Cenâb-ı Hak ezelî ve ebedî olduğu halde, hâşâ, fâni ve sonradan yaratılan bir mahluk olacak, yaratacağı o mevhum varlık ise, mahlûk olduğu halde ezelî ve ebedî olacaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın Hayat, Semi’, Basar gibi diğer sıfatları da aynı mantık ve ölçü içerisinde düşünülebilir.

Ne gariptir ki, böyle bir safsata ve bir hezeyan bu asrın cehalet çarşısında müşteri bulmakta, az da olsa bir kısım insanları saptırabilmektedir.

5) Soruda hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi istenmektedir.

Bilindiği gibi, bir hakikatin, zıddına dönüşmesi muhaldir. Yine, bir hakikatin kendi mahiyetini korumakla birlikte kendi zıddı olan bir mahiyete girmesi de muhaldir. Meselâ, güneşin, kendi mahiyetini aynen muhafaza ederek suya dönüşmesi, yahut bir insanın “insanlık” mahiyetini hiç kaybetmeden “arslan” olması muhaldir. Misâller çoğaltılabilir. Mahlûkat için, gerçeklerin zıtlarına dönüşmesi böyle binlerce muhaller taşıdığı halde, Hâlık Teâlâ hakkında böyle bir şey vehmetmek muhallerin en acibidir.

Yukarıdaki soru ile Ulûhiyete ait sonsuz hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi tevehhüm edilmektedir. Şöyle ki; soru sahibi bu demogoji ile sonradan yaratılacağından noksan, fâni, âciz, kayıtlı olacak olan o mevhum varlığın hakikatini, zıddı olan sonsuz kudret ve kemâle inkılâb ettirme muhaline düşmektedir. Allahü Teâlâ’nın mutlak kemâli, zıddı olan mutlak noksanlığa, mutlak cemâli mutlak çirkinliğe, mutlak kudreti, mutlak acze inkılâb etmez.

O Zât-ı Zülcelâl sonsuz aziz, mahlûkat ise sonsuz zelildir. Allahü Azîmüşşân, sonsuz âlim ve mutlak Hâkim’dir; mahlûkat ise cahil ve mahkûmdur. Allah’ın varlığı vücudu vâcib, Zâtı ezelî ve ebedîdir. Yarattığı ve yaratacağı herşey ise mümkindir, fânidir ve hadistir.

Soru sahibinin vehmine göre, Cenâb-ı Hak ezeli olduğu halde, hâşâ hadis olacak (sonradan meydana gelecek), yaratılması vehmedilen o varlık ise, hadis olduğu halde ezelî olacaktır. Tâ ki, Allahı Teâlâ’dan, hâşâ daha büyük olması tevehhüm edilsin.

Allahü Azîmüşşân, sonsuz kadir olduğu halde, âciz olacak, O’nun yaratmasına muhtaç olan o varlık ise sonsuz kadir olacaktır.

Misaller çoğaltılabilir.

6) Soru sahibi vücut (varlık) mertebelerinden habersizdir.

Bu sorunun cevabı, üç kavramın bilinmesine bağlıdır. Bunlar “vâcib, mümkin ve mümteni” kavramlarıdır. Aklen bu üçünün dışında kalan bir başka şık düşünülemez.

Gayet mükemmel bir heykele baktığımızda bu üç hakikati şöyle tesbit edebiliriz:
“Heykelin bir ustası olması vâciptir.” Zira, san’at san’atkârsız düşünülemez.

“Bu heykel yapılmadan önce, ustası için heykeli yapıp yapmamak ise mümkündür.” Yâni usta için, o eseri yapıp yapmamak olasıdır.

“Heykelin, ustasından daha maharetli, mükemmel, daha güçlü olması ise mümtenidir (imkansızdır), muhaldir.”

Aynı hakikati güneş için düşünecek olursak: Güneşin ışık sahibi olması vâcibdir. Yâni, ışıksız güneş düşünülemez. Güneşi irâde sahibi farzetsek, ışığını dilediğine verip, dilemediğine vermemesi de mümkündür. Güneşin âyinedeki tecellisinin, güneşin büyüklüğüne ve ısısına sahip olup, etrafında oniki gezegeni dolaştırması ise mümtenidir yani imkansızdır.

Yukarıdaki misâller gibi, vücud mertebelerinde de üç hakikat vardır: Vâcib, mümkin, mümteni.

Cenâb-ı Hakk’ın vücudu “vâcib”, yaratılmış ve yaratılacak olan herşeyin vücudu “mümkin”, Allahü Teâlâ’nın şeriki, misli, benzeri ve nazirinin bulunması ve herhangi bir mahlûkunun kendisinden büyük ve güçlü olması ise “mümteni”dir.

Cenâb-ı Hakk’ın vücudu vâcibdir. O’nun vücudu Zât’ ındandır. Var olmak için hiçbir sebebe muhtaç değildir. O’nun varlığı mahlûkatın varlığına hiçbir cihetle benzemez. Hiçbir cihetle dengi, eşi ve benzeri yoktur.

Mümkine gelince, mümkin varlığı ile yokluğu eşittir, var da olabilir, yok da olabilir. Mümkinin varlığı da, yokluğu da muhal değildir. Yaratılan ve yaratılma ihtimali olan herşey mümkindir.

Meselâ, kâtibe göre bir harfin yazılıp yazılmaması denktir. Yâni, kâtib, o harfi yazabilir de, yazmayabilir de. Demek ki, “harf için iki taraf sözkonusudur. Olmak ve olmamak. Kâtib bu iki şıktan hangisini tercih ederse o gerçekleşir. Yazmayı tercih ederse harf yokluktan varlık âlemine çıkar, yazmamayı tercih ederse yoklukta kalır.

Bütün mümkinat, Cenâb-ı Hakk’ın yanında bu harf gibidir. Kâinat, O’nun yaratmasıyla meydana geldiği gibi, yine O’nun irâdesi, kudreti, terbiye ve takdiri ile varlığını sürdürmektedir. Gerek var olmasında, gerekse devam ve bekasında Allah’a muhtaçtır.

Mümkinat âleminde, O Vâcib-ül Vücudu âciz kılacak bir mahlûkun olması düşünülemez. O’nun ezelî irâdesi ve mutlak kudreti karşısında herşey eşittir. Küçük – büyük farkı yoktur. O kudrete nisbeten bütün galaksilerle bir zerre birbirine denktir. Bir çiçek ile baharın, parça ile bütünün farkı yoktur.

Mümteniye gelince; mümteni, varlığını tasavvur etmek asla mümkün olmayan demektir. Mümkinin “olmak”, “olmamak” gibi iki ciheti varken, mümteninin tek ciheti vardır; o da olmamaktadır. Yokluk mümteninin daimî vasfıdır. Onun varlığını tasavvur etmek, çelişki ve tezatları doğurur.

Meselâ, bir rakam ya çifttir, ya da tektir. Bir rakamın hem çift, hem de tek olması mümtenidir.

Bir insanın aynı anda hem ayakta, hem de oturur olması da mümtenidir.

Bir rakamın sonsuzdan büyük olması da mümtenidir.

Aynen öyle de, Cenâb-ı Hakk’ın ortağı ve benzeri olması da mümtenidir.

Mümkinin vâcib’ten büyük olması da mümtenidir.

Mahlûkun Hâlık’tan üstün olması da mümtenidir.

Soru sahibi bir demogoji ile mümteniyi mümkin göstermeye çalışmaktadır.

7) Soru sahibi büyüklük kavramının cahilidir.

Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü mahlûkata nisbeten değildir. Yâni, O, zâtında büyüktür, büyüklüğü mahlûkat ile kıyasa girmez. O’nun Zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğüne benzemez, takdirle bilinmez. Mahlûkatın büyüklüğü nisbîdir, birbirine göredir.

Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Güneşin büyüklüğü kar zerrelerindeki tecellileriyle kıyasa girmez. Zira, bütün o tecelliler, parlaklıklarını o güneşten almaktadırlar. Nasıl onunla kıyasa girebilirler?

Bu misâl gibi, ilmi, kudreti, azamet ve kibriyâsı sonsuz olan Allahü Teâlâ’ nın büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğü ile hiçbir cihetle kıyasa giremez. Zira bütün mahlûkat hep O’nun sıfatlarının ve isimlerinin tecellileridir. Varlıkları O’nun var etmesiyle, hayatları O’nun hayat vermesiyle, nurları O’nun nurlandırmasıyladır. Onların büyüklükleri ancak birbirilerine göredir. O’nun bir mahlûku olan insan aklı ne kadar büyüklük tasavvur ederse etsin ve yine insan hayali büyüklüğü nasıl hayal ederse etsin bunların hepsi mahlûk büyüklüğüdür. Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü, düşünülen ve hayal edilen bütün bu büyüklüklerden münezzehtir, yücedir.

Bilindiği gibi, matematik ilminde bir “sonsuz” kavramı vardır. Bütün rakamlar ona nisbetle kıyasa giremeyecek kadar küçük kalırlar. Onların büyüklükleri birbirilerine göredir. Sonsuz için bir ile bir milyarın farkı yoktur. Bu noktada sonsuza nisbeten büyük-küçük fark etmez. Bütün rakamlar, şuurlu kabul edilse, bunların hepsi sonsuzu kavramakta aynı derecede güçsüz ve noksan kalacakları gibi, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz büyüklüğünü anlamakta da bütün akıllar aynı nisbette âciz kalırlar. O mutlak ve sonsuz büyüklük, bu sınırlı akla sığmaz.

Soruda sözü edilen o vehmi varlığın, mahlûk olacağı peşinen kabul edilmektedir. Bir mahlûk ise ne kadar büyük olursa olsun, büyüklüğü mahlûklara göredir ve o daire içinde düşünülür.

San’atkârın san’atından büyük olduğu tartışma kabul etmez bir gerçektir. Meselâ, Selimiye Camii’ndeki bütün kemâlât ve güzellik hep mimarının kemâlâtından süzülmüş, ilminden dökülmüştür. O taşları bir şaheser hâline getiren, Mimar Sinan’ın ruhundaki incelik, düşüncesindeki derinlik, hissiyatındaki zerafet ve san’atındaki meharettir. Alkış Sinan’adır, takdir O’na gider. Faraza, Sinan’ın ömrü, ebedî olsaydı, daha nice camiler yapar, eserler vücuda getirirdi. O eserlerin hepsi de O’nun büyüklüğüne delil olurdu. Lâkin, onların büyüklükleri Mimar Sinan’ın büyüklüğüyle mukayeseye giremezdi.

Şu kâinat denilen büyük mescid, arşlar, ferşler, sema tabakaları, uçsuz bucaksız galaksiler de hep Allah’ın eseri, icadı ve mahlûkudur. Onlarda tecelli eden bütün güzellikler ve üstünlükler Esmâ-i İlâhiyye’ye aittir. Bütün mevcudat Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle, iradesiyle, hâkimiyetiyle ayakta durmaktadır. Atomlardan galaksilere kadar herşey, her haliyle ve tavriyle, her an O’nun hâkimiyeti ve gözetimi altındadırlar. O’nun hâkimiyeti karşısında herşey mahkûm, O’nun büyüklüğü karşısında her mahlûk zelildir.

İşte yukarıdaki soru, büyüklük mefhumunu bilmemek yanında, Hâlikıyet ve mahlûkıyeti de bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Mehmed Kırkıncı / Sorularlaislamiyet.com