Etiket arşivi: Allahın Delilleri

“El – Vehhab” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El- Vehhab;  Hibe eden demektir. Hibe ise; karşılık beklenmeden yapılan bağıştır. Evet Allah Vehhab’tır; karşılıksız hibe eder, cömertçe ihsan eder ve verdiklerine mukabil bir bedel istemez. Zaten insan da kendisine verilen bu nimetlerin ücretini ödemek istese de ödeyemez.

– Biz yoktuk var olduk.

– Mevcutlar içinde taş, toprak gibi cansız bir varlık olabilirdik. Ama olmadık, hayat sahibi olduk.

– Hayat sahipleri içinde çiçek veya ağaç gibi bir bitki olabilirdik. Ama olmadık, şuur sahibi olduk.

– Şuur sahipleri içinde herhangi bir hayvan olabilirdik. Ama hayvan da olmadık, insan olduk.

– İnsanlar içinde ateşe tapan bir Mecusi, öküze tapan bir Hindu, veya puta secde eden bir putperest olabilirdik. Ama olmadık, Allah tanıdık ve O’na iman ettik.

– Allah’a iman edenler içinde O’na evlat isnat eden bir Yahudi veya Hıristiyan olarak Allah’ın gazabını celbedebilirdik. Ama yine olmadık. Elhamdülillah Müslüman olduk.

– Müslümanlar içerisinde de Sultan-ı Enbiya ve Habib-i Kibraya olan Hz. Muhammed (sav)’e ümmet olmakla şeref bulduk.

Bütün bu nimetlere karşı Allah’a ne verdik?

Hiçbir şey…

İşte karşılıksız, cömertçe ikram ve ihsan edilen bu nimetler üzerinde Allah’ın Vehhab ismi gözükmektedir. Demek bizlere bedelsiz verilen hayatımız, vücudumuz, vücudumuza takılan gözümüz, kulağımız, dilimiz ve diğer azalarımız, bu azalara takılan hissiyat ve duygularımız, sözün özü maddi ve manevi sahip olduğumuz her şey, Allah’ın bize bir hibesidir. Ve Vehhab isminin bir tecellisidir.

Demek ağaçlara takılan yapraklar, çiçekler ve meyveler, kuşlara takılan kanatlar, balıklara verilen yüzgeçler, kısacası her bir mahluka yapılan hibeler ve ona verilen hediyeler Allah’ın Vehhab isminin bir tecellisidir.

Demek her bir varlık kendisine verilen cihazların, hibe edilen duyguların, ikram edilen rızıkların ve kendisine yapılan bütün iyiliklerin lisan-ı haliyle Allah’ı Vehhab ismiyle zikreder ve O’nu tesbih eder.

İnsanın vazifesi ise; Bu mahlukların lisan-ı halleriyle “ya Vehhab, ya Vehhab” diyerek yaptıkları tesbihatı işitmek ve Vehhab isminin kendindeki tecellilerini görerek, haliyle, diliyle hatta bütün azalarıyla “ya Vehhab ya Vehhab” diyerek o halka-i zikre katılmaktır.

İnsan bu vazifeyi yaptıkça insandır. Ve bu aleme gönderiliş vazifesi budur.

Kendisine yapılan en küçük bir iyiliği unutmayan ve yıllarca o iyiliğin sahibinden övgüyle bahsedip ona minnettar olan insan, nasıl olurda, nimetleri saymakla bitmeyen Allah’ın iyiliklerini unutur? Ve O’na karşı minnettar olması gerekirken, nasıl olurda o minneti, nimetin gelmesine vasıta olan sebeplere verir?

Bir padişahın kıymettar bir hediyesini bize getiren miskin bir adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece ahmaklık ise, öylede, Allah’ın nimetlerini bize getiren sebeplere medh ve muhabbet edip, nimetlerin hakiki sahibi olan Allah’ı unutmak, ondan bin derece daha ahmaklıktır.

Evet tavuk sebeptir, yumurta Allah’ın ihsanıdır. Koyun sebeptir, süt Allah’ın ikramıdır. Arı sebeptir, bal Allah’ın nimetidir. Bulut sebeptir, yağmur Allah’ın rahmetidir. Ağaçlar sebeptir, meyveler Allah’ın hediyesidir. Bunlar gibi sebeplere takılan bütün nimetler Allah’ın hibesidir. Ve Vehhab isminin tecellisidir.

O halde şükredilmeye, övülmeye ve methedilmeye en çok layık olan; nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’tır. Çünkü nimeti getirene değil, onu gönderene bakılır.

İnsanın bu ismi ahlak edinmesi ise şöyle olur; yaptığı iyiliklerde karşılık beklememelidir. Karşılık sadece malla, mülkle de olmaz. Beklenilen bir övgü, kazanılmak istenen bir şeref, istenilen bir hürmet ve arzu edilen bir teveccüh de manevi bir bedeldir. Eğer yaptığı iyiliklere karşı böyle manevi bir bedel beklerse, yine Vehhab ismini ahlak edinememiştir.

Hatta yaptığı ibadetleri, sadece Allah’ın rızası için yapmalı ve karşılığında cenneti beklememelidir ki, Vehhab ismine mahzar olabilsin. Zaten ibadet, geçmişte verilen nimetlerin şükrüdür. Yoksa gelecekte verilecek nimetlerin karşılığı değildir. Evet biz ücreti almışız ve ibadetle mükellefiz.

Bir Allah dostu bu makamı şu sözleriyle dile getirmiş ve Vehhab ismini ahlak edindiğini göstermiştir;

Ehl-i dünya dünyada,
Ehl-i ukba ukbada,
Her biri bir sevdada,
Bana Allah’ım gerek….

“El – Gaffar” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El-Gaffar; Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok affeden, çirkinlikleri örten ve ayıpları gizleyen manalarına gelir.Bu ismi affedici manasındaki ‘el-Afuv’ isminden ayıran fark şudur; el-Afuv isminde sadece günahı affetmek ve günaha ceza vermemek vardır. El-Gaffar isminde ise günaha ceza vermemekle birlikte, günahı yüze vurmamak ve kulu rezil etmemekte vardır.

Mesela birisi size karşı bir kusur işlese, eğer siz onun bu kusuruna karşı ona ceza vermeyip, sadece kusurunu ve hatasını yüzüne vursanız, sizde el-Afuv ismi tecelli etmiş olur. Eğer ceza vermeyi terk etmekle birlikte, işlediği hatayı yüzüne de vurmayıp tamamen vazgeçseniz, sizde el-Gaffar ismi tecelli etmiş olur.

İşte Allah suçlara ceza vermeyip, suçu kuluna hatırlatmakla el-Afuvdur. Ve Allah hatayı bütün bütün silerek, kulun yüzüne vurmayıp onu mahcup etmemekle de el-Gaffardır.

Bu yüzden dualarımızda “Allah’ım bizi af ve mağfiret et” deriz ki, bu duada af dileyip, günahlarımıza ceza vermemesini istemekle el-Afuv ismine, mağfiret dileyip, günahlarımızı yüzümüze vurarak bizi rezil etmemesini istemekle de el-Gaffar ismine sığınırız.

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur;

Melekler kulun günahını yazarlar ve daha sonra semaya yükselirler. Semaya yükseldiklerinde kulun amel defterinde bu günahın yazılı olmadığını, buna mukabil işlemediği sevapların yazılı olduğunu görünce Allah-u Teala’ya şöyle derler;

“Ey Rabbimiz biz kuluna zulmetmedik. Ancak onun işlediğini yazdık.” Buna karşı Allah meleklere şöyle buyurur: “Evet doğru söylediniz. Kulum o günahları işlemiş ve defterindeki sevapları işlememişti. Lakin kulum günahına tövbe etti ve göz yaşlarıyla benden af diledi. Bende onun günahlarını mağfiret ettim ve ona karşı cömertçe muamele ederek günahlarını sevaba çevirdim. Ben ikram edenlerin en çok ikram edeniyim.”

Allah-u Teala, Gaffar olduğunu Kur’an’daki şu ayetlerle de bize haber vermektedir;

De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, gafurdur, çok bağışlayıcıdır ve rahimdir, çok merhamet edicidir.” (Zümer 53)

Tövbe ve iman edip, salih amel işleyenlere gelince; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır ve çok merhamet edicidir. Ve her kim tövbe edip Salih amel işlerse, şüphesiz o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner. (Furkan 70-71)

Bediüzzaman hazretleri de el-Gaffar ismine sığınmamız gerektiğinden şöyle bahseder;

“Ey insan! Senin elinde gayet zayıf fakat günahta ve tahribatta eli gayet uzun, ve iyilikte ve hasenatta eli gayet kısa cüz-i ihtiyar namında bir iraden var.

O iradenin bir eline duayı ver ki, iyilikler silsilesinin bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan ebedi saadete eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli günahtan ve seyyiattan kısalsın ve cehennem zakkumuna yetişmesin.

Demek dua ve tevekkül, hayırlara meyletmeye büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tövbe dahi günaha ve şerre olan meyilleri keser ve tecavüzünü kırar.”

Bu isimden alacağımız ders ise şudur;

Nasıl ki Allah Gaffar ismiyle hatalarımızı örtüyor, ayıbımızı yüzümüze vurmuyor. Aynen bunun gibi, biz de Gaffar ismini ahlak edinerek başkalarının hatalarını örtmeli ve kimsenin ayıbını yüzüne vurmamalıyız.

Ta ki, hem Gaffar ismine ayna olalım, hem de Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadiste verdiği müjdeye nail olalım;

“Her kim, bir müminin ayıbını dünyada örterse, Allah’ta onun ayıbını hem dünyada hem de ahirette örter.”

Seyrangah.Tv

“El – Kahhar” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El- Kahhar; Düşmanlarını kahreden ve perişan eden, mutlak galibiyetin sahibi ve her an kahretmeye muktedir olan manalarına gelir.

Kahhar ismi bu manalarıyla; Allah’a isyan eden Ad kavmi, Semud kavmi, Nuh kavmi gibi bir çok kavimde tecelli etmiştir. Allah O kavimleri Kahhar ism-i şerifi ile kahretmiş ve mahvetmiştir.

Yine Kahhar ismi, binlerce kişinin öldüğü depremlerde, sel felaketlerinde, ağaçları kökünden koparan fırtınalarda, kasırgalarda ve maddi musibetlerde tecelli ettiği gibi, en büyük ve asıl perişanlık olan imansızlık ve küfür musibetinde de tecelli etmektedir.

Zira iman nimetinden mahrum olanlar devamlı manevi bir cehennemde yanarak kalben ve ruhen sıkıntı çekerler. Bu da manevi bir kahır olduğu için el-Kahhar isminin bir tecellisidir. Kahhar ism-i şerifi ile dünyada onları böyle manevi bir kahır ile kahreden Allah, ahiret aleminde de Kahhar isminin en geniş aynası olan cehennemde onları mahv-ı perişan ederek, adaletini ve mutlak galibiyetin tek sahibi olduğunu gösterecektir. Evet cehennem, el-Kahhar ismine en geniş ayna olarak ehl-i isyanı içine alacaktır.

Madem biz bu aleme, bu alemin sahibi olan Allah’ı tanımak ve O’na iman etmek için geldik. Ve madem her şeyde O’na açılan pencereler ve hakka giden yollar vardır. O halde bizler her şeyde O’na pencereler açmalı ve o pencerelerdeki isimler ile O’nu zikir ve tesbih etmeliyiz. Yani;

Helak olan bir kavmin kalıntılarını gördüğümüzde; “Ey kendisine isyan edenleri helak eden Allah’ım! Sen Kahharsın, dilediğini perişan ve mahvedersin. Senin kahrın, adaletinle tecelli eder. Her şeyin perçemi senin kudret elindedir. Hiçbir asi senin kahrından kaçamaz ve hiçbir zalim sana karşı gelemez. Sen mühlet verirsin ama ihmal etmezsin…

Bahardaki mahlukların, kışın gelmesiyle ölümlerini gördüğümüzde; “Ey bahara Muhyi ismi ile hayat verip, hayat verdiği bu mahlukatı kışın kahhar ismi ise kahreden Rabbim! Sen kahretmeye muktedir olansın ve el-Kahharsın. Bu kışta ölen her bir mahluk lisan-ı haliyle seni kahhar ismiyle zikrettiği gibi, ben de onların halka-i zikrine girerek lisan-ı kalimle seni “Ya kahhar, Ya kahhar” diyerek zikrediyorum…

Bir deprem felaketinde binlerce kişinin öldüğünü ve binaların yıkıldığını gördüğümüzde; “Ey yeryüzünü kudretiyle bir beşik gibi sallayan Rabbim! Yıkılan bütün bu binalar ve ölen bütün bu insanlar üzerinde senin Kahhar isminin mührü gözüküyor, sancağı dalgalanıyor. Ancak bu Kahhar isminin tecellisi altında, yine rahmetin tecelli ediyor. Ölen ehl-i imanı şehit kabul ediyorsun. Çektikleri sıkıntıları, günahlarına keffaret yapıp, ağaçların yapraklarını döker gibi, bu sıkıntılarla onların günahlarını döküyorsun. Ve onların helak olan mallarını sadaka kabul ediyorsun. Hem biliyorum ki, senin Kahhar isminin bu tecellisine bizim işlediğimiz günahlar sebep oldu. Ey Sultanlar sultanı! Kahhar isminin tecellisinden senin rahmetine sığınıyorum.

Fırtınaların, kasırgaların ve hortumların “Ya Kahhar, Ya Kahhar” diyerek döndüğünü gördüğümüzde; “Ey azameti ve büyüklüğü karşısında her şeyin küçüldüğü, Ey Celalinin korkusundan dağların parçalandığı, Ey kudret ve azametine her şeyin boyun eğdiği ve Ey korkusu altında her şeyin zillet içinde bulunduğu rabbim! Bu fırtınalar ve kasırgalar senin itaatkar askerlerindir ve Kahhar isminin tecellileridir. Onlar nasıl “ya kahhar ya kahhar “ diyerek alemi titretiyorlar, ben de, her ne kadar sesim onlar gibi gür çıkmasa da ve günahlarım sesimi kıssada seni “ya kahhar ya kahhar” diyerek zikir ve tesbih ediyorum…

Kahhar isminden insanın alacağı en büyük ders ise şudur;

İnsan, geçmiş asırlara bakmalı ve o asırlarda yaşayan asi ve inatçı kavimlerin akıbetini görmeli. Ve anlamalı ki, insan başıboş değildir. Her vakit bir celal ve kahır sillesine maruzdur. Günahlarından dolayı azabın onu yakalamaması, Allahın kendisine verdiği mühletten dolayıdır. Yoksa Allah asla ihmal etmez.

Bu mühleti bir ganimet bilmeli ve kahhar isminin tokadına yemeden evvel takva dairesine girmelidir.

Seyrangah.Tv

“El – Musavvir” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El-Musavvir; tasvir eden, şekil ve suret veren demektir. Bütün mahluklar kendilerine verilen şekilleriyle, tasvir edilen suretleriyle Cenab-ı Hakkın musavvir ismini göstermektedir.

Yağmur damlasından, kar tanesine, papatyalardan karanfillere, parmak izinden göz bebeğine, karıncalardan semanın yıldızlarına ve zerrelerden galaksilere kadar her mevcud kendine mahsus suretiyle ve şekliyle Allah’ın musavvir ismine aynadır.

Şimdi bir insanı ele alarak musavvir isminin tecellisini görmeye çalışalım; her parçasıyla harikulade bir planlamanın neticesi olan kafayı bir kenara bıraksak bile bu hazır malzeme üzerine geçebilecek bir yüz için sayısız, milyonlarca ihtimaller vardır. Bu sayısız ihtimaller içince, bütün akılları aciz bırakacak bir şekilde en uygununu, en güzelini seçmek tam anlamıyla imkansızdır. İnsanın yüzünde kullanılan malzeme son derece basit ve sadedir. Tek bir deri, bir çift göz ve birazda kıl. Buna rağmen iki aylık bir bebeğin yüzündeki o sadelik ve o basitlik içinde böyle güzel bir yüzün yaratılabileceğini, görmeseydiniz ihtimal verebilir miydiniz?

Bir insan için bir yüz çizdikten sonra ikincisi için başka bir yüz çizmek, en azından ilki kadar imkansızdır. Çünkü insanlar seri imalat ile yaratılmazlar. Hepsinde aynı unsurları kullanıp, her birine ayrı bir sima çizmenin zorluğunu meşhur Fransız ressam Hanry Metisse şöyle anlatıyor; “Bir ressam için gül resmi çizmek kadar zor bir iş yoktur. Çünkü daha evvel çizilmiş bütün gül resimlerini bir yana bırakıp öylece çizmesi gerekir.”

Hem insan yüzü basit bir portreden ibaret de değildir. Oraya yerleştirilen her bir azanın sınırsız bir sanat kadar sınırsız bir bilgiye ihtiyaç gösteren fonksiyonları vardır. Bütün bu fonksiyonların bir kenara bıraksak bile, bu yüzdeki tebessüm, endişe, sevinç, korku, kahkaha gibi yüzlerce manayı dile getirmek yüzü yaratmak kadar imkansız değil midir? Okyanusu bir bardağa doldurmak ne kadar zor ise, insanın ruhunu sima da temsil etmekte o kadar zordur. Müminin siması ruhu gibi aydınlık, kafirin siması ise ruhu gibi karanlıktır.

Bir heykeltıraşın basit bir heykele bile o simetriği verebilmesi için bazen yıllarca çalışması gerekiyor. Buna mukabil saniyede 4 insan ve her gün 350.000 insan son derece kolaylıkla yaratılıyor. Her birine farklı bir yüz veriliyor.

Bizler birbirine benzeyen ikizleri veya üçüzleri gördüğümüzde hayret ederiz. Şimdi soruyoruz; iki yüzü birbirine benzetmek mi daha zor? Yoksa milyarlarca insanın birbirine benzetmemek mi daha zor? Birincisine hayret ederken, ikincisi neden hayret etmiyoruz?

Kim birbirinden farklı bu yüzlerin yaratıcısı?

En basit maddelerden bir sanat harikası yapıp, sanatında akılları hayrete düşüren sanatkar kim?

Kim o yüzde sayısız manayı ifade eden?

Kim her ferde farklı bir yüz veren?

Kim o yüzdeki cihazlara mükemmel iş yaptıran?

Göze görmeyi, burna koklamayı, dile tatmayı kulağı işitmeyi öğreten kim?…

Bütün bu kimlerin tek bir cevabı var; Musavvir olan Allah

İnsanın yüzünü bir nebzede olsa inceledikten sonra, bütün hayvanların, bitkilerin, çiçeklerin, canlı ve cansız her şeyin tasvirini ve şeklini insana kıyas edelim. Ve Allah’ın musavvir ismine şöylece pencereler açalım:

Fiil failsiz, sanat sanatkarsız , kitap katipsiz olamayacağı gibi suret ve şekil vermek dahi musavvir yani bir tasvir edici olmadan olamaz ve mümkün değildir.

Acaba kağıttaki basit bir yüz resmi dahi bir ressamı gerektirirse, şu alemdeki hadsiz hakiki yüzler Musavvir olan Allah’ın varlığını gerektirmez mi?

Farklı bir yüz çizebilmek için, çizilmiş bütün yüzleri bilmek gerektiği gibi, farklı bir yüzü yaratmak için de, o ana kadar yaratılan bütün yüzleri bilmek lazım gelmez mi? Bu da Musavvir olan Allah’ın birliğine ve bütün yüzleri yarattığına delalet etmez mi?

Her bir yüz Allahın musavvir ismine delalet ettiği gibi, farklı olması cihetiyle de Allah’ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarına işaret etmez mi?

Kainat kitabı bize Allah’ı musavvir ismiyle tanıttığı gibi, Kuran dahi şu ayetiyle bizlere Allah’ın musavvir ismine şöyle haber veriyor;

“Sizi rahimlerde dilediği gibi tasvir eden ve şekillendiren O’dur. Ondan başka ilah yoktur. O azizdir ve hakimdir” (Al-i imran 6)

Seyrangah.TV

“El – Bari” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El-Bari; Kusursuz yaratan’ demektir. Bu isimde el-halıkisminden farklı olarak şu manalar vardır;

1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan,
2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan,
3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir.

Şimdi bari isminin bu üç manasını kainat kitabının sayfalarında okumaya çalışalım;

1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan

Ham maddesi hazır olan bir bardağı yapmak için ilk önce ne yaparsınız?

Yapmanız gereken ilk şey; bardağa bir kalıp hazırlamaktır. Maddi bir kalıp olmadan bir bardağı asla yapamazsınız. O halde şekilleri birbirinden farklı 50 bardak yapacak olsanız size 50 farklı kalıp lazımdır.

Demek en basit bir eşyayı yapmak için maddi kalıplara ve bir ustaya ihtiyaç var. Ve usta ve kalıp olmaksızın o eşya var olamıyor.

Şimdi bir sineğin yada bir çiçeğin yaratılması için neler gerekli buna bakalım;

1- O çiçek ve sineğin planını çizmek ve programını yapmak,
2- O çiçek ve sineği oluşturan atomları ve maddeleri şu alemin her köşesinden toplamak,
3- Topladığı atom ve maddeleri ince bir elek ile eledikten sonra o çiçek ve sineğe lazım olacak kadarını hassas bir ölçüyle belirleyip almak,
4- Ve aldığı bu maddeleri bir kalıba dökerek, düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde onu yapmak.

O halde mesela bir toprağa bir gül tohumunu attığımızda, o toprağın ‘gülü yaratmak’ fiiline sahip olabilmesi için, gülün plan ve programını yapabilmesi, güle lazım olan maddeleri alemden toplayabilmesi, hassas bir teraziyle ona lazım olan kadarını ayırabilmesi ve bu maddeleri maddi bir kalıba dökebilmesi gerekir. Bir gül ancak bunlar yapıldıktan sonra var olabilir.

İlk 3 maddeyi bir kenara bırakıp, sadece maddi kalıbının olması gerektiği hakkında biraz düşünürsek; madem o toprak, kendisine atılan binlerce farklı tohumdan, farklı bitkiler çıkartabiliyor. O halde o toprakta, yeryüzündeki bitkiler adedince maddi kalıpların var olduğunu kabul etmek gerekir.

Ayrıca her bitkinin yaprakları, meyveleri, çiçekleri, şekilleri farklı olduğundan, o toprakta sadece bitkiler adedince kalıplar değil, aynı zamanda yapraklar, meyveler, çiçekler adedince maddi kalıpların var olduğunu da kabul etmek gerekir. Bunu kabul etmek ise öyle bir fikirdir ki, alemdeki bitkiler, çiçekler ve meyveler adedince imkansızlık ve hurafeler içinde bulunur.

Halbuki bu sanatlı bitkiler ve hikmetli eserler Allah’ın bari ismine isnad edildiğinde, o atomlar Allah’ın ilminin ve kaderinin manevi kalıplarına, kudretinin sevkiyle girerler. Ve düzgün ve tertipli bir şekilde çıkarlar.

O halde bizler bir elmaya, bir kelebeğe, bir çiçeğe, bir insana ve insanın azalarına, sözün özü, her bir mevcuda baktığımızda, ondaki bir kalıptan çıkarcasına düzgün ve tertipli yaratılışı görerek Allah’ı ‘bari’ ismiyle tesbih etmeliyiz.

Demek düzgün ve tertipli yaratılan her şey, Allah’ın bari isminin tecellisine mahzardır ve okuyabilenler için Allah’ın ‘bari’ isminin bir mektubudur.

2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan

Azaların birbirine uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir. Bu manasıyla Bari ismi, İnsanlarda ve bütün hayvanlarda, hatta bitki ve ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Zira her mahlukun bütün azaları, birbiriyle uyum içinde yaratılmıştır.

Mesela insana bakalım; İnsanın dili ile ağzı uyum içindedir. Eğer dili uzun olsaydı, ağzına sığmayacak ve hayat onun için ne kadar zor olacaktı. İşte dil ile ağız arasındaki bu uyum Bari isminin bir tecellisidir.

Dil ile ağız arasındaki uyum gibi, dişler ile ağız arasında da bir uyum vardır. Dişler adeta inci gibi ağza dizilmiştir. Eğer dişlerimiz uzun olsaydı ve ağzımıza sığmasaydı, halimiz nice olurdu bir düşünün. İşte dişlerin, ağza uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir.

Kaşlar ve göz arasındaki uyum da bu ismin bir tecellisidir. Kaşlar göze kadar uzamamakta ve insanın görüşünü etkilememektedir. Kaşların da saçlar gibi uzadığını ve insanın gözüne perde olduğunu düşündüğümüzde, Bari isminin tecellisine ne kadar muhtaç olduğumuzu anlarız.

Yine insanın iki gözü ve iki kulağı arasındaki uyum, kolun uzunluğunun boy ile uyumu, el ve ayak parmaklarının arasındaki uyum, bacakların birbiriyle eşit uzunlukta olması, dişlerin kendi arasındaki uyumu ve iç organların birbiri arasındaki uyum hep Bari isminin bir tecellisidir. Bu ismin tecellisi sayesinde bir ayak uzun, diğer ayak kısa olmamakta ve bütün azalar birbirini tamamlamaktadır.

İnsanda azami mertebede tecelli eden Bari ismi, hayvanlarda da tecelli etmektedir. Kartala sinek kanadının takılmaması, sineğe arının iğnesinin verilmemesi ve her mahluka vücuduna uygun azaların takılması hep bari isminin bir tecellisidir.

Bari ismi bu manasıyla ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Ağacın gövdesi ile dalları arasındaki uyum, dallar ile meyveler arasındaki uyum hep bari isminin bir tecellisidir. Hatta bir ağaca baktığınızda, yaprakların dallara gelişigüzel takıldığını zannedersiniz. Halbuki hakikat böyle değildir. Zira dala takılan her bir yaprak, diğer yaprağın güneşine en az mani olacak şekilde takılmaktadır. İşte bir ağaca yaprakların takılması dahi bu ismin tecellisi ile olmaktadır.

Madem vazifemiz Allah’ı tanımak ve mahlûkatta tecelli eden isim ve sıfatlarını okumaktır ve bu vazife bizim yaratılışımızın en büyük gayesidir. O halde bizler hem kendimize hem de her bir mahlûka baktığımızda aza ve cihazlarımızın birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratıldığını görerek Allah’a hamd etmeli ve O’nu bari ismi ile tespih etmeliyiz.

3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir.

Her yaratılan varlık, kainattaki nizama ve gayelere uygun bir şekilde icad edilmiştir.

Mesela, insanı ele alalım; bütün azaları ve cihazları kainattaki nizama ve gayelere uygun olarak yaratılmıştır. Işığı görebilen göze, sesleri işitebilen kulağa, kokuları hissedebilen burna, yiyeceklerin tadını alabilen ve konuşmayı sağlayan dile, havayı teneffüs edebilen ciğerlere ve kainattaki nizama uygun diğer azalara sahiptir.

O halde insanın gözünü yaratan kim ise, ışığı icad eden de odur. İnsana kulağı takan kim ise, sesleri var eden de odur. İnsana burnu ihsan eden kim ise, o burnun kokladığı varlıkları ve onlardaki kokuları yaratan da odur. İnsana dili takan kim ise, o dilin tattığı bütün yiyecekleri ve o dildeki konuşmayı icad eden de odur. Sözün özü; insan bu haliyle adeta şöyle der; “beni kim yapmış ise, alakadar olduğum bütün eşyayı ve kainattaki nizamı da o yapmıştır. Ben kimin mülkü isem, kainatta onun mülküdür. Ve O zatın adı bu cihetle El-Bari’dir. ”

Ve her şey kainattaki gayelere münasip bir şekilde yaratılmıştır. Mesela, alemde hayatın devamı gibi bir gaye vardır. Her çiçek ve ağaç bu gayeye hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. Adeta atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini ayarlayacak şekilde bir hesap uzmanı gibi çalışır. Bütün ömrü boyunca oksijen üreterek o dengeyi sağlar. Ölürken de ömür boyu karbondioksit emen o çiçek oksijen vererek ölür. Eğer atmosferde karbondioksit gazı çoğalsa, bütün bitkiler solunumlarını hızlandırır.

Eğer bu nizamı sağlayan –haşa- Bari olan Allah değilse, şimdi soruyoruz;

Acaba şuursuz olan bu bitkiler bir kimya mühendisi gibi nasıl çalışıyorlar?

Hangi aletleriyle ölçüm yapıyorlar?

Hayatın devamı onlar için niye bu kadar önemli?

Karbondioksiti oksijene çeviren fabrikayı onun vücuduna kim yerleştirdi?…

İnsanın azalarının kainattaki nizama uygunluğunu, çiçek ve bitkilerin alemdeki gayelerle olan münasebetini gördükten sonra, şimdi bir bal arısını, kelebeği, kuşu, balığı ve diğer canlı ve cansız mahlukları insan ve çiçeklere kıyas edelim. Ve onların yaratılışına, kainattaki nizama uygun cihaz ve azalarına bakarak şu sesi duymaya çalışalım;

Ben yaratılırken tek başıma planlanmamışım. Bana kainattaki nizama uygun alet ve cihazlar takılmış. Ve gayelere hizmet edecek vazifeler verilmiş. İşte ben, nizama uygun cihazlarım ve gayelere hizmetim ile Allah’ın Bari ismine aynayım. Sen de benim bu cihetime bak ve benim lisan-ı halim ile “ya bari, ya bari” dediğim gibi, sen de lisan-ı kalin ile “ya Bari ya Bari “ diyerek rabbini tesbih et.”

Seyrangah.Tv