Etiket arşivi: eymen akça

En Makbul Salavat, Musibet ve Nimet, Huzur-u Daimiye Dair Sorulara Cevaplar

Soru 1: En makbul, en güzel, en üstün, en mükemmel salavat hangisidir?

Cevap 1: Bu konunun net cevabı şudur: Senin ihlasla ve muhabbet dolu olarak getirdiğin her salavattır. Çünkü Büyük Cevşen’deki Delailü’n-Nur isimli kısımda farklı Allah dostları ve âlimlerin salavatları var. Bu durum gösterir ki her biri kendi Peygamberlere imanını o salavatta konuşturmuş. Demek belirli bir sınırlandırma yok. Senin dünyanda Allah Resulü ne ifade ediyorsa onu zikredip o şekilde Rabbü’l-Âlemîne yalvarıp onu şefaatçi kılabilirsin. Eğer net bir husus olsaydı hepsi ortak bir şeyleri seçerdi. Fakat bir prensip olarak diyebilirim ki, hadislerde tavsiye edilen salavat en makbulüdür. Çünkü onun kelimeleri kalb-i Muhammedî ve ruh-u Muhammedî’den (ASM) çıktıklarından daha feyizli ve daha nurludur. Onun kelimeleri bu açıdan daha kudsî ve makbul, daha ruhlu ve rızaya açıktır. Namazdaki Salli-Barik duaları, Efendimiz’in (ASM) sahabelere öğrettiği salavattır. Ki o salavat, Hud suresindeki bir ayete dayanır. Kelimeleri de benzer. O duanın sırlarını Üstad 6. Şua’da açmış. O sırlarıyla okursak daha etkili ve vurucu olur. Fakat özel tavsiyem 23. Söz’ün sonunda bir salavat var. Onun mealini oku, onu hissederek Allah’a dua et. Önemli bir salavat orası… Ayrıca 7. Söz’ün sonundaki dua da önemlidir. Bunun haricinde mealli Cevşen varsa Delailü’n-Nuru komple bir oku, sana sıcak gelen salavatı tercih edebilirsin. Salavat, zikr-i Resul’dür. Zikrullah Allah’a (CC) muhabbeti artırdığı gibi, salavat okumak da Peygamberimiz’e (ASM) muhabbeti artırır.

Soru 2: 28. Mektub 5. Risale olan 5. Mesele Şükür Risalesi. Burayı genişçe açar mısın? ızHamd ve şükürle alakalı hiçbir şey bilmiyorum. Daha önce derslere katıldığımdan aklımda tek tük bir şeyler var ama şükür en önemli konu, hamd da öyle. Genişçe açarsanız sevinirim.

Cevap 2: Şükür ve İktisad Risalelerinin bir açıdan şerhi konumunda olan ve Risale Haber sitesinde yayınladığım “ Hamd ve Şükür Ekonomisi ” isimli makale senin bu soruna yeterince cevap veriyor. O makaleyi sana cevap olarak gönderiyorum.

Soru 3: Lem’alar kitabından 2. Lem’anın Hatime kısmını açabilir misiniz?

Cevap 3: Bu bölümde Üstad şöyle demiş:

Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyeti verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını ifa eder.

Burada sistematik var. Bu sistematik 1. Söz’de de vardı: Acz-Kudret ve Fakr-Rahmet ilişkisi… Zaten ilk cümle böyle başlıyor: Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir… Bu cümlede altı çizilecek bir kelime var: Göstermek… Arkadaki cümlede de aynı ifadeye vurgu var: Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için… Üstad burada “ Her cemal ve kemal sahibi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca ” cümlesindeki “göstermek ister” kısmını açıyor. Musibetler celalini gösterir. Normal şartlarda Allah yaratıcılığıyla cemalini gösterir. Yaratmak bir nimettir. Nimet, cemaldendir; cemali gösterir. Musibetler ise celaldendir. Celali gösterir. Ayrıca musibetler varlık ve hayat nimetindeki cemal üzerine eklendiği için yeni bir boyut ortaya çıkar. Yani Allah musibetlerde cemale, celali ekler; bu durumda kemalini göstermiş olur. Yani Allah kemalini göstermek istediği zaman musibet gönderir, diye metnin içine girebiliriz.

Bir nesne bizim görüntümüzü alıyor ve bize geri gösteriyorsa ona ayna diyoruz. Ona baktığımızda kendimizi gördüğümüz gibi aynanın görüntüsünü aldığı başka şeyler varsa onları da bize gösterir. Bu bahiste Üstad insanın İlahi cemal ve celalin tecellilerini şuur sahibi diğer kullara göstermesi konusunu işliyor.

Diğer kural, nimete, şükredilir; musibete sabredilir. Nimetlere şükürle, musibetlere sabırla biz İlahi icraatlara aynalık ediyoruz. Musibetlerin genelde sebebi insanların hatası olduğu için İlahi gazabı da gösteriyoruz. Bu noktada Allah, hadsiz kudretini, musibetlerle; nihayetsiz rahmetini ise nimetlerle gösterir. Bize bu manada büyük potansiyeller vermiş. Eline kıymık batmasından bacağına bıçak saplanmasına kadar, gözüne toz kaçmasından beynine vesveseler girmesine kadar çok geniş yelpazede insan musibetlere giriftar olur. Nimetlerden istifadesi bu manada en cüz’iden en külliye kadar geniş çaplıdır.

Diğer kural musibetler, elem verir; nimetler ise lezzet verir. Bu noktada Üstad şöyle der: hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Günahların pis ve haram lezzetleriyle kirlenen, yaralandığı için hırçınlaşan fıtratları Cenab-ı Hakk elemlerin mukaddes eliyle temizler, ruhları cilalar, kalpleri tasfiye eder. Nefisleri tezkiye, benlikleri terbiye edip onlara haddini bildirir. Bu manada lezzetlerle şımaran fıtratları Allah elemler eliyle tokatlayarak terbiyeye alır. Musibetler Üstad’ın diğer bir yerdeki ifadesiyle bir “mekteb” dir. Musibet okulunda Allah insana bazı doğruları acı bir şekilde öğretir ve gösterir.

Dengesiz beslenmeyle beden sağlığını bozup hasta olana Allah Şafi isminin tecellisini gösterdiği gibi, Dârr (Zarar Veren) isminin tecellisini de gösterir. Zenginlikle şımaranları Müzill ( Alçaltan, Zillete düşüren ) ismiyle terbiye ettiği gibi elde ettiği ilmi kendi aklının ürünü görüp nankörlük yapanları Mudıll (Hakikatten saptıran) ismiyle cezalandırır. Bu şekilde sayısız yönlerden canlılar ve insanlar Allah’ın isimlerinin nakışlarını bizlere okutturan bir fabrika gibi çalışıyorlar.

“ o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. ”

Kâinattaki Levh-i Mahfuz, bizde “ hafıza gücü ” olmuş. Kainattaki Âlem-i Misal, bizde “hayal gücü” olmuş… Esmaü’l-Hüsna kainatta, vahidiyet şeklinde geniş çaplı görünürken insanda ehadiyet tarzında cüz’î surette görünür. İnsanda göz ve görmesi, kulak ve duyması, dil ve tatması, cilt ve dokunması gibi zahiri âletlerle bizdeki hayat dış dünyaya uzandığı gibi, bizdeki akıl fikriyle, kalb zikriyle, nefis şükrüyle yine dış dünyaya, geçmiş ve gelecek zamana, hatta fanilerden Baki’ye doğru bir yöneliş yaptırır. Bu maddi ve manevi cihaz ve aletlerin her birinin kendine has bir lezzeti var; yine kendine has bir elemi var. Kulak ağrısı, eklem ağrısı, diş ağrısı farklı farklı seviyelerde acılar… Buna mukabil, görmenin lezzeti, duymanın lezzeti, sevmenin lezzeti ve yemek yemenin lezzeti ve zevki de ayrı ayrı derecedeler…

Temel kural: Lezzete, şükredilir. Eleme (acıya) sabredilir. Bu hakikati şu hadis ifade eder:     “ Mü’minin haline şaşılır. Onun her işi hayırdır. Bu, mü’minden başkasına nasip olmaz. Çünkü ona bir nimet verildiğinde şükreder. Bu onun için bir hayır olur. Başına bir musibet geldiğinde de sabreder. Bu da kendisi için bir hayır olur.”[1]  Eğer lezzete şükredip musibete şikayet ederse, şükürde kazandıklarını şikayette kaybeder. Sabır bir ibadettir, fakat şikayet bir günah ve bir suçlamadır. “ Ben ne yaptım, ne ettim ki başıma bunlar geldi” şeklinde kendini aklayıp, hatalarını küçük görüp musibeti büyük göstererek Allah’ın hikmetine bir iftira atmaktır. Bu durumda Allah musibeti katmerlendirir. Ta ki acılar, insana çaresizliğini, hiçliğini hissettirsin. Bu manada kendi gücünün yetersizliğini hisseden, çaresizliğini gören kişi dikleşmeyi ve inadı bırakırsa Allah’a iltica eder. Onun şefkatine kavuşur. Dikleşmeye, firavunluğa devam ederse dünyası da Ahireti de sefil olur, külliyen kaybeder.

İnsan bulunduğu an itibariyle ya nimet içindedir, ya musibet içindedir. Bazen Allah musibet içinde kişiye Cennet gibi ortam yaratır; bazen de nimetleri onu sıkan bir zindana dönüştürür. Fakat genel durum itibariyle ilk ihtimal söz konusudur. Hayat temelde nimet Cennetidir. Musibet Cehennemi ara sıra uğrar, varlığını hissettirir.

İnsan musibet ve sabır, nimet ve şükür tezgahında gergef gibi işler. Kendi ömür halısını dokur. Hayat sahifesine şükür ve lezzetler ile hadiseleri, musibetleri, nimetleri kodlar. Aynı zamanda Levh-i Mahfuz’un küçük halleri olan Levh-i Misalî’de yani Alem-i Misal’in görüntü arşivlerinde kendi ömür hikayesini de 1001 renkli bir kalemle aynı anda yazar. Bu manada kendi ebedî senaryomuzu yazıyoruz. Bu film ebedî hayatta sonsuz yönleriyle izlenilecek ve izletilecek… Mutaffifîn suresine bakabilirsin.

Ömrümüz bu şekilde Esma-yı İlahiyeyi bildiren, gösteren bir ilannâme haline gelir. İlanname, devletin bir sırrı mahiyetinde olan bir meseleyi duyurmak için olduğu gibi, bir ihalenin şartlarını da içerir. Sırlar, ilan edilir, aleni hale getirilir. Bu manada ömrümüzün her anı ve yaşanan her lezzet ve acı da arka planda Esma-yı İlahiyeye hizmet eden ve isimlerin sırlarını gösteren bir tablodur. Bu tablolarla biz manevi İhaleye giriyoruz. Rıza ve beka pazarında Allah’ın rıza ve cemalini ebedî şekilde kazanmaya çalışıyoruz.

Aynı zamanda ömrümüz bir kaside-i manzume-i Sübhaniye haline geliyor. Kaside, Osmanlı döneminde yazılan gazel tarzı bir çeşit şiirdir. Padişahı, vezirleri ve benzeri devlet büyüklerini veya maneviyat büyüklerini övme niyetiyle yazılır. Mesela meşhur şairlerden biri olan Fuzulî “ Su Kasidesi ” isimi eserini Peygamberimiz (ASM) için yazmış. Sübhanî tabiri zaten işin içindeki ihtişamı ve celali ifade ediyor. Manzume, şiir demek… Bu manada insanın ömrü İlahi bir kaside haline gelir. İnsanın hayatındaki cemal, celal ve kemal ile Allah kendi kendini metheder, sena eder. Biz Onun bir şiiri ve kasidesi haline geliriz. Manzume ve şiirlerde, kafiye olduğu gibi, insan hayatında da aslında yaşananlar arasında benzerlikler, kafiyeler vardır. Çoğu zaman geçmişte yaşadığımız bir olayın benzerini yaşarız. Hatta bu devletler çapında da geçerlidir. Neden? Yaşanan hatadan ders alınmazsa Allah benzerini yaşatır ki insan uyansın. “Yahu ben bunu bir daha yaşamamış mıyım?” desin.

Soru 4: Lem’alardan 21. Lem’adaki 2. Sebep: İman-ı tahkikinin kuvvetiyle marifet-i Sani’i… diye devam ediyor. Burayı açar mısın? Derecâtın en ilerisi nasıl?

Cevap 4: Size gönderdiğim İhlas Risalesi okuma notlarında o kısmın izahı vardı. Oradan okuyabilirsiniz. Belki sizde o notlar şimdi yoktur veya başka birine vermişsinzdir diyerek oradan aktarıyorum. Orası yeterli derecede izah ediyor:

* İkinci sebep, iman-ı tahkikînin kuvvetiyle: Tahkik mesleğinde nur ve kuvvet vardır. Yani nur-u iman ve kuvvet-i iman gibi… Her hakikat, akla ve ruha, nur verir, kalbe ve hisse, kuvvet verir… ( İhlastaki nur ve kuvvetler için baş kısma bakılabilir. ) Nur ve kuvvet birleşmesi lazım ki iş yerini bulsun. Fikir hislere işlerse, o vakit tesirli olur. Tesir sahibi olmak, kuvvet ile olur. İman kuvvetli ise, kişi üzerinde etkisini gösterir. Yoksa kişinin sözleri ile fiilleri uyuşmaz. Asıl iş, hislere o imanı işlettirmektir. Bunun da yolu, kalbi çevreleyen ve kuşatan nefis kabuğunu kırmaktır. Bu da rabıta-yı mevt ile, riyazetle ( rabıta-yı mevt gibidir ), oruçla, teheccüdle oluyor.

* marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemeât: Lemeat, parıltılar demektir. Arapça’da güneşin ışığının ayna üzerinden bize yansıyan kırılmış haline, lem’a denilir. Lemeat ise, lem’anın çoğul halidir. Tahkikî iman, tefekkürle olur. Bu da Sâni-san’at-masnû üçlüsüyle zihnî bir sistem kurmakla olur. Kur’an diyor “ Allah’ın san’atı, hakikaten her şeyi çok kıymetli ve ehemmiyetli yapmakla tanınır. ” ( Neml, 88 ) Bu 3’lü bakış, mana-yı harfî ve tevhid bakışıdır. Yani sanatlı yapılmış her şey sanatkârının manevi cemal ve kemalini gösteren bir aynadır.

Buna misal olarak şöyle deriz: “ Selimiyeye gözünle bak, Sinan’ın cemal ve kemalini gör; Sinan’a fikir ve nazarınla bak, Allah’ın cemal ve kemalini gör! ” Bu şekilde yapılan bir tefekkür, insan kalbini Allah’ın tecellilerini alıcı kılar. Bu kalpteki tecelli, akla ve ruha nur verir. Güneşin ışığına, ziya; ay denilen aynadan gelen ışığa ise, nur denilir. Nur, lem’a gibidir. Bu noktada Allahu Teala, bir manevi güneş olarak onun ziyası, iman ile kalbin içine girer; kalb, Allah’a ayna olur. Sonra bu kalpteki cilveden, şuur-üstüne ve zihne, nur gider… Nura kavuşulunca ne olur?

Sahabeler sordular:

-“ İnsanın sadrı açılır mı, inşirah-ı sadr mümkün mü? ” Resulullah Aleyhissalatu Vesselam cevap verdi:

-“ Evet. ” Sordular:

-“ Nasıl ve ne ile açılır? ” Cevap verdi:

-“ Nur ile. ” Sordular:

-“Peki açıldığını, nura kavuştuğumuzu nereden bileceğiz? Nura kavuşan insanda neler olur? ” Cevap verdi Nur Nebi (AS):

Baki diyarı, fâni diyara tercih eder.

Hz. Ömer’e (Radıyallahu Anh) demiş ki: “ Bırak ya Ömer! Dünya onların olsun, Âhiret bizlerin. 

* lemeât ile bir nevi huzur kazanıp: Gaye, huzur kazanmak… Yani sebepleri aşıp, her şeyi Allah’tan görebilecek seviyeye yükselmek… Padişahları görebilmek, onunla görüşebilmek için sarayında iç içe perdeler, kademeler vardı. Aynı şekilde Ezel-Ebed Sultanı Allah ile görüşebilmek, her şeyi ve her işi Ondan görebilecek seviyeye çıkabilmek nefsaniyet ve enâniyetin ördükleri duvarları ve çetin kaleleri aşmakla olabilir. Allah’ı madde ve manadan ve her türlü kayıddan mücerred olarak görebilmek asıl hedeftir. Maddiyattaki engel, menfaatçi nefis; maneviyattaki engel, meziyetçi ve faziletfuruş ene’dir. Her ikisi de, Allah’ı hakkıyla tanımaya engeldir. O yüzden tefekkür lazım, hem de geniş çaplı ve devamlı tefekkür… Allah’ın sanat eserleri galaksilerden, yıldız kümelerinden, güneşlere-gezegenlere-aylara, yeryüzünden canlılara-hücrelere-zerrelere, maddi dünyadan meleklere-ruhanilere-cinlere-ifritlere, dünyadan berzaha-mahşere-sırata-cennete ve cehenneme kadar… Bütün bu âlemler ve içlerindeki her nesne Onun bir sanat eseridir. O halde Allah’ı ya cemaliyle, ya celaliyle, ya kemaliyle veyahut kibriyasıyla tanıttırıyor demektir. İşte bu şekilde geniş-külli ve derin tefekkür edilse, Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve hikmeti o sanat içinde görülse âlemler çapında bir nur ve emniyet kişiye yansır ve hissedilir.

* Hâlık-ı Rahîmin hazır, nâzır olduğunu düşünüp…: Bu cümle tefekkürden gayeyi özetliyor. Halık der ki, “ Her şeyin hilkatini oku! Yani nasıl bir kudretle yapılmış; nasıl bir ilim o kudreti şekillendirmiş; nasıl bir hikmet onu meyvedar, gayeli ve faydalı yapmış; nasıl bir rahmet onu size hizmetçi kılmış onu gör. ” Bunda da ilk aşama kendini okumak… Rabıta-yı mevtteki tarz üzere düşünülebilir. Önce kendimiz, sonra dış dünya, sonra geçmiş ve geleceğiyle bu âlem… Allah’ın nurunu, mazi-müstakbel ve hazır anda görüp kendini bütün zamanlar ve mekanlarda, âlemler ve cihetlerde nurlar içinde görmektir. “ Allah, kâfirleri kuşatmıştır ” ayetleri, Allah’ın kafirleri maddi ve manevi ateşlerle kuşattığını bildirdiği gibi müminler açısından da “ Allah bizi nuruyla her yönden kuşatmıştır ” manasını da verir. Hâzır, manen bulunan ve bilen demektir. Bir kişinin karşısında olanı bilmesi gibi… Nâzır, bakan ve gören demektir.

* Ondan başkasının teveccühünü aramayarak huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmekle: İhlas, Allah’ın rızasını, takdir ve teveccühünü aramak ve kazanmaya çalışmak demektir. Tahkik ile, her yerde ve her şeydeki tasarruflarının, sanatının, yaptığı icraatının gösterdiği üzere Allah’ın her yerde ve her şeyde ilim-irade-kudretiyle hazır ve nazır olduğunu, bizi bildiğini ve gördüğünü çok iyi anlayıp gözle gördükten sonra başkasının teveccühü aranılmaz. Çünkü bu şekildeki bir tevhid, başkalarının takdir ve teveccühlerinin Allah uğruna mı nefisler uğruna mı olduğunu gösterir. Allah içinse, bunu sağlamanın yolu Allah’ın takdirine ermektir. Yavuz Sultan Selim’in huzuruna kabul edilmiş bir kişiye, Yavuz:

-“ Meramın nedir? Bütün askerlerimle ve hazinemle senin arzunu yapacağız ” dediği halde, gitse Yavuz’a sırtını dönüp Yavuz’un huzurunda titreyen bir kölesinden veyahut sadrazamından medet dilese değil yardım almak veya huzurdan kovulmak

-“ Yavuz’un saltanatında ona ortak koşuyor ” diye kelleyi bile kaybedebilir. Maalesef hâlimiz bundan ibaret…

* o riyâdan kurtulup ihlâsı kazanır: Tevhid, halka kendini beğendirmek ve sevdirmek hastalığından kişiyi kurtarır. İnsandaki kendini başkasına sevdirme hissinin doğru tarzını Üstad şöyle anlatır: “ Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile Onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini Ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın? ” ( 10. Söz, 3. Hakikat )

* Tahkiki imanın 3 mertebesi var, her mertebenin ihlasla bağı var: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn… Bunlar sırasıyla kişiyi hâlis, muhlis ve muhlas seviyesine yükselten merdivenlerdir. İzahları için Üstad şöyle der: “ Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur. Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. ” ( Emirdağ Lahikası-1 )

[1] Câmiü’s-Sağir, 5382.

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-9

Peygamberlerin Fıtratları, İsm-i A’zam ve Dualarının Kabulü

Peygamberler mutlaka dualarında, o konuya ilişkin veya kendi halleriyle alakadar bir isim kullanarak Rablerine dua etmişler. Halka Allah’ı anlatacakları ve tevhidi ilan edecekleri zaman bahsettikleri konu ile ilgili bir veya daha fazla Esma-yı Hüsna’yı kullanmışlar. Bu şekilde kavimlerine ya bir ümit, ya bir tehdit veya bir ikaz şeklinde Allah’a giden marifet yolu açmışlar. Bunu Kur’anda bütün Peygamber kıssalarında görebiliyoruz. Mesela Hz. Şuayb kavmine Rabbini “ Rahîm ve Vedud ”[1] olarak, Hz. Sâlih (AS) “ Karîb ve Mücîb ”[2] ve Hz. Yusuf (AS) “ Alîm ve Hakîm ”[3] olarak tanıtırlar.

Dua bahsi noktasında Kur’ana baktığımızda Hz. Musa (AS) duasında “ İnneke künte binâ basîra[4] ( Hak bu ki Sen bizi Basîr’sin, görücüsün ) diyor. Hz. İbrahim (AS) dua edince diyor ki: “ İnneke ente’s-semiu’l-alîm[5] ( Hak bu ki Sen bizi duyan ve bilensin. ) Görme, dışı kuşatır. İşitme ve duyma ise, iç dünyanın kuşatılmasını ifade eder. Bu noktada Semi ve Basîr ismi, beraberce tam bir kuşatmayı ifade ediyorlar. Dua makamında da maddi-manevi ihtiyaçların cevaplanması için arz-ı hâlin tam olarak sergilenmesidir.

Kur’an, Basîr ismini, Habîr ismiyle beraberce kullanarak, Habîr isminin gerçekleşmiş ve dış dünyada gözükmüş şeyleri ihata ettiğine değiniyor. Bu manada Semi’ ismi de, Latîf ismiyle örtüşüyor. Bu manada Latîf ve Semî isimleri, Bâtın ismine; Habîr ve Basîr isimleri Zâhir ismine nâzırdır. Zâten ism-i Zâhire mazhar kişilerin görme ve gösterme endeksli yapıları ve riya ( gösteriş ) hastalıkları, her şeyden ve dünyadan haberdar olmak isteyen hususiyetleri bu ilişkileri perçinliyor ve ayan hale getiriyor.

Buna mukabil, Bâtın ismine mazhar kişilerin duyma ve duyurma endeksli yapıları ve süm’a ( duyulma ) hastalıkları, her şeyin ve dünyanın özüne nüfuz etmeye çalışan hususiyetleri de bu alakaları açıyor ve gösteriyor.

Hayy ve Hakk isimleri ise, Zâhir ve Bâtın, Habir ve Latîf, Semi ve Basîr isimlerini kendinde cem ederler. Bu manada şehadet ve gayb âlemine aynı anda açık olan, her iki âlem açısından bir temas noktası ve berzah vasfı gören vicdan, Hayy ve Hakk isimlerinin mazhar-ı mücellasıdır.

Hz. Musa (AS) bu duasıyla, dışa dönük karakterli bir yapının dua ederken kullanacağı, duayı kabul ettirici ism-i a’zamı bize bildiriyor. Hz. İbrahim (AS) ise bu duasıyla, tıpkı Hz. Zekeriya (AS) gibi içe dönük karakterli bir yapının dua edeceği zaman makbuliyet sağlayıcı ism-i a’zamı ders veriyor. Peygamberler bizlere nasıl makbul dua edilir, öğretiyorlar. Dua öyle müessir ki, Hz. Musa’nın (AS) duasının hemen arkasında Cenâb-ı Kabil-i Mutlak, “ Allah dedi ki: ‘ Sana istediğin verildi ” ey Musa ”[6]

der. Bu noktada Cevşenü’l-Kebir’deki bazı bablar dua edileceği zaman, içinde bulunulan hale göre farklı ismin kapısının çalınması gerektiğini bize konu konu, isim isim olarak işler. Mesela 11. Bab der ki:

Ya ıddeti ınde şiddetî * Yâ recâi ınde musîbetî * Yâ mûnisi ınde vahşetî * Ya sâhibi ınde ğurbetî * Yâ veliyi ınde ni’metî * Yâ kâşifi ınde kürbetî * Yâ ğıyâsi ındeftikarî * Yâ melcei ındeztırârî * Yâ muîni ınde fezeî * Yâ delîli ınde hayretî…

( Ey şiddet ve zorluk anında hazırlığım * Ey musibet zamanında ümidim * Ey yalnızlık zamanımda sıcacık gönüldaşım * Ey gariplik ve gurbet anımda sâhibim * Ey nimetler içinde dostum * Ey keder zamanında rahatlatanım * Ey fakirlik zamanında yardım edenim * Ya zor durumumda sığınağım * Ey korkum ânında yardımcım * Ey şaşırdığımda yol gösterenim… )

Halas, Necat ve İcâret

Cevşenü’l-Kebir duasında her babın sonunda, iltica ve rica mektubunu zarflayan bir tesbih ve içeriğini bildiren bir mühür manasında Hz. Peygamber (ASM) “ Sübhaneke yâ lâ ilahe illa ente’l-emânü’l-emânü hallisna/ecirna/neccina mine’n-nâr ” ( Sen Sübhan’sın. Kusursuz ve eksiksiz icraat yaparsın. İcraat-i Sübhâniyen ile kirlenenleri temizlersin. Senden başka İlah ve Mabud yok. Emniyet veren ve kullarını kurtaran Emân-ı Mutlak Sen’sin. Senden eman diliyoruz. Bizi ateşlerden kurtar ) diyor.

Cevşenü’l-Kebîrdeki 1-30. Bablar “ Hallisnâ ” ile, 31-60. Bablar “ Ecirnâ ”, 61-90. Bablar “ Neccinâ ” ve 91-100. Bablar tekrar “ Hallisnâ ” ile bitiyor.

Necât, maddi musibetler ve ateşlerden kurtarmak demektir. Bu manada tufan hadisesinde boğulmaktan kurtulduğu için Hz. Nuh’a (AS) “ Neciyyullah ”[7] ( Allah’ın boğulmaktan kurtardığı peygamber ) denilir.

Halas, manevi musibetler ve ateşlerden kurtarmak demektir. İnsanın amellerini fesada veren riya, süm’a, ucub, fahr gibi manevi ateşler ve musibetlerden kişiyi kurtaran duyguya halas ile aynı kökten “ ihlas ” denilmesi buna delildir. Bu manada Kur’an, Züleyha’nın günah teklifine hayır diyen Hz. Yusuf için “ Muhlas ”[8] ( günahtan kurtarılmış kişi ) der.

İcâret ise, maddi-manevi her türlü musibet ve ateşlerden korumak ve kurtarmak demektir. Ki tam kurtuluş bu şekildedir. Bu tam manasıyla Allah’a sığınmak manasında olarak Cevşen’de 50. Bab’da kullanılır. Allah’a şöyle seslenilir: “ Ya men yücîru velâ yucâru aleyh ” ( Ey her şeyi koruyan, fakat kendisi korumaya muhtaç olmayan )

Bu manada “ neccina ” ifadeli bölümler, bedenin muhafazası ve maddi sıkıntılar için ilaçken; “ hallisna ” ifadeli bölümler, ruhun muhafazası ve manevi sıkıntılar için ilaçtır. “ Ecirnâ ” ifadeli bölümler ise, ruh ve bedene birden açık ve iki taraf arasında geçit ve perde olan vicdan ve hayat mekanizması için ilaçtır.

Fakat asıl ihtiyaç ruhî olduğu için Cevşen duası, hallisna ile ruhtan başlar; ecirna ile vicdana geçer; neccina ile bedeni muhafaza altına alır; sonra tekrar hallisna ile sona erer.

Biz de bu perspektifi baz alarak aynen Hz. Peygamber (ASM) gibi dünyevi ve uhrevi, maddi ve manevi bütün ateşleri kasdederek 30. Bab ile Cenab-ı Hafîz-i Küll-i Şey’e iltica ediyoruz:

Yâ âsıme menista’sameh: Ey günahlardan ve düşmanlarından korunmak isteyenleri koruyup onları masum tutan Âsım,

Yâ râhime menisterhameh: Ey şefkat ve hususi rahmet isteyenlere devamlı rahmet eden Râhim,

Yâ nâsıra menistensarah: Ey darda ve zorda kalan veli kullarına, zafere ulaştıracak şekilde yardım eden Nâsır,

Yâ hâfıza menistahfezah: Ey korunmak ve zararlardan kurtulmak isteyenleri muhafaza eden Hâfız,

Yâ mükrime menistekrameh: Ey hususi ikram isteyenlere ikram edip onlara ilgisini gösteren Mükrim,

Yâ mürşide menisterşedeh: Ey hakk yolunda gitmek isteyenleri rüşde eriştirip onları hakka tabi bir hayata sevk eden Mürşid,

Yâ muîne menisteâneh: Ey yardım isteyen bütün zayıf kullarına yardım eden Muîn,

Yâ muğîse menisteğâseh: Ey ihtiyaç içinde bocalayan kullarını bu dar hallerden kurtarıp onlara yardım eden Muğîs,

Yâ sarîha menistesrahah: Ey ağlayıp feryad eden kullarının ağlamalarını dindiren Sarîh,

Yâ ğâfira menisteğferah: Ey günahlarının silinmesini isteyenleri bağışlayan ve temizleyen Ğâfır,

Sübhâneke yâ lâ ilâhe illa ente’l-emânü’l-emanü hallisnâ mine’n-nâr: Sen Sübhansın! Senden başka İlah yok! Kullarına emniyet ve kurtuluş verensin! El aman! Bizi kirlenmişlik, merhamet edilmeme, mağlubiyet, korunmama, kınanma, olgunlaşmama, zayıf kalma, miskinlik, sızlanma ve bağışlanmama denilen manevi ateşlerden kurtar!

[1] Hûd suresi, 90.

[2] Hûd suresi, 61.

[3] Yûsuf suresi, 100.

[4] Taha suresi, 35.

[5] Bakara suresi, 127.

[6] Taha sûresi, 36.

[7] Sa‘lebî, s. 166.

[8] Yusuf suresi, 24.

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-8

Esma-yı Hüsna ile Hakikat ve İlme, Hak ve Hikmete Yolculuk

Kâinat, yeryüzü ve her şey bir çok ismin beraberce ve belirli bir hiyerarşi dahilinde tecellisiyle meydana gelmektedir. Ehadiyet gereği… Hz. Peygamber (ASM) derin tefekkürleri neticesinde Esma-yı Hüsna ve hakikatlerle kâinatı okuduğunda Mutlak Tevhid gereği her şeyi birer Esma Sayfası olarak görmüş ve okumuştur. Bu okuyuşlarını Cevşen’de çeşitli baplarda ya tamamen veya kısmen işlemiştir. Bunlardan bir tanesi özel bir yer işgal eder: 81. Bab

Bu bab, kâinat denilen gülün katmerlerini yaprak yaprak açan bir tefekkürü bildiriyor. Zâhirden hakikate geçişin 10 adımını haber veriyor. Diyor ki O kâşif-i hakikat: “ Yâ men en’ame bihavlih * Yâ men ekrame bitavlih * Yâ men âde bilutfih * Yâ men teazzeze bikudretih * Yâ men kaddera bihikmetih * Yâ men hakeme bitedbîrih * Yâ men debbera biilmih * Yâ men tecâveze bihilmih * Yâ men denâ fi uluvvih * Yâ men alâ fi dünuvvih. ” Bu okuma, gözle görünen nimetlerden “ in’am ” ( nimetlendirme ) fiiline, oradan “ ikram ” a, oradan “ âd ” e ( tekrarlamaya ), oradan “ teazzüz ” e ( izzetlenmeye ), oradan “ takdir ” e, oradan “ hükm ” e, oradan “ tedbîr ” e, oradan “ ilm ” e, oradan “ tecâvüz ” e ( karşılıklı geçişe, müsamahaya ), oradan “ dünuvv ” e ( yakınlığa ) ve oradan da “ uluvv ” e    ( yüceliğe ) varıyor.

Bu 10 adım arasındaki geçişleri, sıfatlar arası ilişkiyi de şöyle açıyor: Ni’met-in’am-havl, ikram-tavl, âd ( tekrarlama )-lütuf, teazzüz-kudret, takdir-hikmet, hüküm-tedbîr, tedbir-ilim, tecâvüz ( müsamaha )-hilim, dünuvv ( yakınlık)-uluvv ( yücelik ), uluvv-dünuvv… Hem geçişi de şöyle veriyor: Kader, kudret ve takdir aynı köktür. Teazzüz, izzetle; izzet ise kudretle olur. Kudret, takdir ve kadere tabidir; kader ve takdir ise, hikmete; hüküm ve hikmet ise, tedbîre; tedbîr ise, ilme; ilim ise, hilme tabidir. Hilim ise, uluvve; uluvv ise dünuvve;  dünuvv de ulüvve…

Bu bab kâinatın derinlemesine okunması neticesinde, ilmin her şeyde ve her yerde bir öz olarak karşımıza çıkacağını bildiriyor. Hem ilmin perdesi arkasında, Allah’ın yüceliği içinde yakınlığını, yakınlığı içinde yüceliğini kaybetmeden hâzır olduğunu bildiriyor. Allah’ın yakınlığı Onu kayıt altına almaz, diye bir sırrı bildiriyor.

Arkadaki 82. Bab da meşiet denilen en öz İlahî sıfatın asla bir kayıt altına girmediğini âlem âlem okutturuyor; bu kayıtsızlığı, mutlakıyeti delilleriyle beyan ediyor.

Hem bu Bab, ilimden hikmete geçişi “ tedbîr ” sıfatına dayandırıyor. Ki tedbîr, tamamıyla iradeyi bildirir. Hem bu Bab, İlâhî icraatların arkasındaki derin sırlardan birinin “ hilim ” olduğunu bildiriyor. Yani hilkat, hilm sıfatının bir cilvesidir. Fıtraten Halîm olan birisi, yaratmanın bu cephesini anlayabilir ve hissedebilir. İsmail (AS) gibi…

Esma-yı Hüsna, Hayat ve Hayır

Hz. Peygamber (ASM) gerek kişisel hayatı gerek peygamberlik dönemi sürecinde çok çeşitli zorluklar, imtihanlar, hüzünler ve kederler yaşadı. Bu dönemlerinde Rabbine farklı derinlikte hislerle teveccüh etti. Dualarla durumunu arz edip Onun rahmetini, keremini, inayet ve ihsanını talep etti. Bu ızdırari dualar Onda bazı Kur’an âyetlerinin sırlarını ve dua makbuliyeti konusunda etkisini bilfiil tecrübe ettirdi. Peygamberlerin kullandığı “ Hayra’r-Râzıkîn ”[1] gibi terkiplerin derinliklerindeki cevherleri ve etkiyi görerek bir araya getirdi ve Cevşen’de bunları Rabbine topluca arz etti. Bunu Cevşen’in 3 babında görebiliyoruz: 3. Bab, 39. Bab ve 94. Bab.

Cevşen’deki 39. Bab gibi “ Yâ Hayra ” diye başlayan bablar her ukdesi ile birkaç müjde sunuyorlar. Çünkü hem diyorlar ki “ Rahmân’a yöneldiğin her yön ile sen hayra erersin, ‘ ahyâr ’ dan olursun. Hem Ona yönelişinde asla zarara, ziyana uğramaz ve Âhiret noktasında kazançlı olursun. Hem Ona hangi yönle yönelirsen yönel sana en hayırlı şekilde cevap verici olarak Onu bulursun. Hem Ona yöneldiğin yön ile sen dengeli bir hale gelip halk içinde seçkin bir seviye elde edersin.

Bu noktada 39. Bâb sırasıyla rehbet, taleb, rağbet, sual, kasd, zikir, şükür, hamd, muhabbet, inzal ve isti’nas hakikatlerinin Allah’a müteveccih hallerini bildiriyor. Bir kul bunları kullara karşı yaşadığında ya şer veyahut hayırla mukabele görecektir. Fakat şer ciheti ağırlıkta olacaktır. Çünkü insanın hayrını, onu gerçekten tanıyan ve sevenler isterler. Onlar haricindekiler ya varlığından haberdar olmadıkları, ya tanımadıkları veyahut sevmedikleri için onun hayrını isteyemezler. Fakat Rahmân-ı Zü’l-Celâli Ve’l-İkrâm daima kulunun hayrını ister. Rahmet, hayrı ister ve netice verir. Bu bâb, rehbet denilen şiddetli korkudan hemen taleb ve rağbete geçiyor ve cemal perdelerini ard arda sayıyor. Sanki diyor ki: “ Neden Ondan korkuyorsun?! O korkulacak değil taleb edilecek bir cemal, rağbet edilecek bir kemal, her isteğe cevap verecek bir rahmet, tanındıkça odaklanılacak tek zâtiyet, unutulamayacak bir zikir v.s. sahibidir. O, sevgisi ve yakınlığının kaybedilmesinden korkulması gerekendir.

Bu bab en sonundaki muhabbet-inzal-isti’nas sıralaması ile diyor ki: “ Sen onu sevdikçe O sana rahmetini inzal eder. O vakit sen Onu sevmenin güzelliğini, Onun rahmetinin sıcaklığını görürsün. Sonra Onun ünsiyetini ve yakınlığının sıcaklığını hissetmek istersin. O da sana öyle güzel hissettirir ki üns hakikatini de yaşarsın.

Bu hayır ibareli bâblar, hakikatleri bilmekle ilgili değildir; yaşamakla ve tahakkuk ettirmekle ilgilidir. Allah bu hakikatler bilinsin istediği gibi, asıl istediği ve muradı bu hakikatlere ayna olunması ve yaşanılmasıdır. Bu yüzden, her talep ve yönelişe mutlaka cevap verir. Farklı suretlerde kabullerle kişiyi her mevzuda ehl-i hak ve ehl-i hayat yapmak ister. Kulun aldığı cevaplar, hayatındaki istikamet ve muvazene onu zaman içinde seçkin bir hale getirdiğinden Rahmân-ı Zü’l-Celâli Ve’l-İkrâm kulunun hayrına olarak daima mukabelede bulunur. Kul, ikrâm ile, cemal-i hayra erer, melek-i kerîm gibi bir Yûsuf (AS) olur. Celal ve İkrâm-ı Rahmaniyet ile, kemal-i hayra erer, melik-i muktedir bir Süleyman (AS) olur. Cevşen, Ulûhiyetin bilme ve bildirme konusunda, Rahmâniyetin yaşama ve yaşatma konusundaki taleplere mutlaka cevap vermesi sırrını ısrarla vurgular.

[1] Mâide suresi, 114.

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-7

Âhiret, Cennet, Cehennem ve Esma-yı Hüsna İlişkisi

Cennet, “ fazl-ı Rahmânî ” dir; saadet-i ebediye ise, “ atâ-yı İlâhî ” dir. Kur’an, hem Yunus Suresi 58, hem Fetih suresi 29. âyetlerde cennetin “ mahz-ı fazl ” olduğunu belirtirken Hud suresi 108. âyet ise, cennette ebedî saadet ve saltanatın “ atâ-yı gayr-ı meczûz ” olduğunu bildiriyor. Yani kesintisiz bir atâdır.

Hz. Peygamber (ASM) ise Cevşenü’l-Kebîr 19. Bâbda şöyle der: “ Yâ men lâ yürcâ fadluh * Yâ men lâ yühâfu illa adluh… ”      ( Ey Kendisinden mahz-ı fazlı olan Cennet rica edilen ve ümit edilen * Ey Kendisinin mahz-ı adaleti olan Cehenneminden korkulan Allah! ” Bu bâbda, Cennet, fazl-ı Rahmânî; Cehennem ise adalet-i Sübhaniye olarak gösterilir.

Hz. Risalet (ASM) atâ, cûd ve fazl sıfatlarını tanıtırken Cevşenü’l-Kebîr 8. Bâbda şöyle der: “ Yâ ze’l-menni ve’l-atâ… Yâ ze’l-cûdi ve’n-na’mâ * Yâ ze’l-fadli ve’l-âlâ ” ( Ey minnettârlık hissi uyandıran nimet ve ikramların ve çok özel lütuf olan atânın sahibi… Ey cömertlik ve nimetler sahibi * Ey fazl ve şahane nimet ve ikramlar sahibi ) Yani Allah’ın cömertliği ve Cevvad ismi, sayısız ve hesap edilmez nimetlerde görünür. Allah’ın fazlı ise, nimetler içinde şâhâne özellikte olan ve hususi bir ikram konumunda olanlarla gözükür. Ki Rahmân suresi, bu tarz nimetlerin tekzibini vurguluyor. Allah’ın atâsı ise, kullarda minnettarlık hissi uyandıran, bu açıdan Mennân isminin tecellisiyle beraber kendini gösteren bir lütuftur. Bu manasıyla Cennet, Rahman isminin ebedî bir ikramı, cûd ve fazlı iken; saadet-i ebediye, Hannân ve Mennân isimlerinin ebedî ve sermedî bir ikramı, lütfu ve atâsıdır. Saadeti, saadet yapan, ebediyettir. Bitiş endişesi, ihtimali dahi saadeti bitirir. Bir gün biten ve bitecek bir nimet, ihtimaliyle dahi kişiye hüzün verir. Kur’an Hud suresi 108’de ehl-i saadete diyor ki: “ Ey ehl-i saadet, Cennet sizin için kesintisiz bir atâdır. Hiç bir endişe ve ihtimal aklınıza gelmesin.

  1. Bab’da ricalarla ümit edilen fazl-ı Rahmâniyi, Hz. Risalet 48. Bab’da şöyle açıyor: “ Ya men afvühü fadlun * Ya men azâbuhu adlün ” ( Ey afvı, kullar için fazl-ı Rahmânî olan * Ey azâbı, kulları için adl-i Sübhânî olan Zât! ) Demek Fâdıl ismi, Afüvv burcunda tecelli edecek; kulların Cennete girişi Afüvv isminin cilvesiyle mümkün olacak. Cennete Adl ve Âdil ismi ile girilmez. Adl ve Âdil ismi noktasında, insanların hak ettikleri yer cehennem ve azabdır. Bu, Cevşen’de Hz. Peygamber (ASM) tarafından tekrar tekrar vurgulanır. Demek ebedî birer hakikattir; “ Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz[1] ayetinin de neticesidir. Çünkü insan saymasından âciz olduğu, çoğunluğundan gâfil olduğu nimetlerin şükrünü de eda edemez. Şükredemediği nimetin de, ebedîsine hak kazanamaz. Bilakis gafletinde olduğun nimetler kadar nankör olur. Bu da, cezayı gerektirir.

Bazı İsim ve Hakikatlerin Aralarındaki Özel İlişkiler

( Hamîd-Mecîd,Veliyy-Halîl, Nur-Hayy, Câil-Fâtır )

Esma-yı Hüsna arasında âlem, boyut, tecelli dairesi farklılıkları vardır. İnsan manevi yolculuğu ve kemale erme seyahatinde farklı âlemlerde farklı isimlerin tecellileriyle karşılaşır. O âlemde o ismiyle Rabbiyle muhatap olur. Miraç yolculuğunda Hz. Peygamber (ASM) farklı sema tabakalarında farklı isimlere mazhar peygamberlerle karşılaştı. O bu yolculuğunda sırası ile, Hz. Âdem, Hz. İsa ve Yahya, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim    ( Aleyhimüsselam ) ile görüştü. Hz. Âdem (AS) gibi Alîm ismine; Hz. Îsa (AS) gibi Kadîr ismine ve Hz. Yahya (AS) gibi Muhyi ismine, Hz. Yûsuf (AS) gibi, Mürîd ismine; Hz. İdris gibi Basîr ismine, Hârun (AS) gibi Semî ismine; Hz. Mûsa ( AS) gibi Mütekellim ismine; Hz. İbrahim (AS) gibi, Hayy ismine; mazhar oldu. Bu manada Hz. Peygamber’i (ASM) hakkıyla anlamak için kişi bu 7 isme mazhar olmalı ki Rahman ismini, Rahmaniyeti ve bütün bu 7 sıfatı şahsında cem’ eden Zât-ı Muhammediyeyi (ASM) anlayabilsin. Miraç bu 7 isim ve sıfatta yapılan bir terakkidir. Sıfat-ı sübutiyeden, sıfat-ı zâtiyeye doğru bir yükselişin ismidir. Bu manada Cevşenü’l-Kebir duası, Hz. Peygamber’in (ASM) Allah’a külli yürüyüşü ve yolculuğunun zenginliğini gösteren bir marifet kitabıdır.

Esma-yı Hüsna’dan Hamîd ve Mecîd, hamd ve mecd hakikatlerine dayanarak bir paket program oluştururlar. Resulullah (ASM) Cevşenü’l-Kebîr 77. Bab’da şöyle bir izah ve şifre verir: “  Yâ men hüve’l-veliyyü’l-hamîd ” ( Ey kulları için Veliyy ve Hamîd olan Zât )… Bu izaha göre Hamîd ismi, Veliyy ismi ile alakalıdır. Şahid olduğum ve Allah’ın kasdını alenen hissettiren bir manzaraya binaen diyebilirim ki Mecîd ismi de, Halîl ismi ile alakadardır. Velâyet, âyetin ifadesi ile, “ nûr ” a erişmektir. Velayet, ruhun, hakikat nurları ile çevrelendiğinin fark edilerek korkulardan kurtulmasıdır. Hıllet ise, ruh goncasının güller gibi açılması ve etrafına rayiha saçacak hale gelmesidir. Velayette, dost dostu kuşatır, bilir, onu anladığını ona gösterir; hıllette ise, dost dostu yaşar, onun gibi bilir, görür aynen onun gibi hisseder ve yaşar. “ Allah, İbrahim’i halîl edindi[2] ayeti hem bu manayı bildirir; hem Hz. İbrahim’in (ASM), Mecîd ismine mazhariyetini haber verir. Hamîd ismi, bilkuvve ruhanileşmek, ruhlaşmak ve çekirdekleşmek; Mecîd ismi ise, ruhu yaşamak, gülleşmek, rayiha saçmaktır.

Ruhânî hayat, hakikatlere dayandığı için, fıtratı ve kalbi de tedavi eder. Bu manada ruhani hayat, sağlıklı bir kalbî hayatı da netice verir ki, buna “ selamet ” denilir. Hz. İbrahim şöyle der: “ Mahşer günü ne oğullar ve ne mal fayda verir. Ancak fayda gören mahşere kalb-i selîm getiren kişidir. ” ( Şuara, 88 )

Resulullah (ASM) Cevşenü’l-Kebîr 77. Bab’da şöyle bir ifade kullanarak farklı bir pencere açar: “ Ya men hüve Kur’anuhu mecîd ” ( Ey Kur’anı Mecîd olan Zât )… Demek ki Kur’an, Mecîd ismine mazhardır. Bu noktadan bakılırsa vahyin “ ilim ”  ve “ hakikat ” cihetinin adı olan “ Furkan ” kısmı, Hamîd ismine; vahyin “ hikmet ”  ve “ hakk ” cihetinin adı olan “ Kur’an ” kısmı, Mecîd ismine mazhardır. O halde Hamîd ismi, sağlıklı bir manevi yapı, gaybî boyut ve iman sağlamasıyla, Alîm ismiyle alakadardır; Mecîd ismi de sağlıklı bir maddi yapı, şehâdet boyutu ve islam sağlamasıyla, Hakîm ismiyle alakalıdır. Bu noktadan, Hamîd ismi, nübüvvet hakikati dairesinde görünür; Mecîd ismi ise, risalet hakikati dairesinde görünür.

Vahy  “ Kur’an-ı Kerîm olarak ”, şehadet âleminin keremine erdirir. Hem “ Kur’an-ı Hakîm ” olarak, şehâdet âleminin sırlarını çözdürür, manasını gördürür. Hem “ Kur’an-ı Mecîd ” olarak, şehâdet âleminin şeref ve izzetine vardırır.

Başka bir açıdan da kâinat kitabı,   “ Kur’an-ı Mecîd ” ve “ Kitâb-ı Mübîn ” dir. Mecîd ismi, Hayy ve Fâtır isimleri dairesinde tecelli eder. Hamîd ismi ise, ruhun kaynağı olan Nur ve Câil isimleri dairesinde… Hayy ve Fâtır isimleri, ilim ve emir sıfatlarının kudret ve irade ile birleşmesiyle, yani ruhun maddeyle birleşmesiyle tecelli eder. Bu noktada Mecîd ismi, kudret sıfatının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini gösteren kemâlî bir isimdir. Kudretin bu celalli ve cemalli tecellilerine havl ve kuvvet denilir. Bu manadan dolayı havl ve kuvvetin yalnızca Allah’a ait olduğunu ve böyle bir kudretin yalnız Onda ve Onunla bulunduğunu, hem bu kudret ve iktidarın Onun elinde bir âlet olduğunu bildiren “ La havle ve lâ kuvvete illa billâhi’l-aliyyi’l-azîm ” cümlesine “ Kelime-i Temcîd ” denilir. Bu cümlenin mecd hakikatinin tecellisi olduğunu ifade eder.

Bu manada kudret sıfatının en geniş tecellisi olan ve kudret ile yaratma sisteminin sembolü olan “ Arş ” ın bu aynalığı için Resulullah (ASM) Cevşenü’l-Kebîr 77. Bab’da “ Yâ ze’l-arşi’l-mecîd ” ( Ey mecîd olan Arş’ın sahibi Zât ) der. Bu noktada Arş hakikati, Fâtır ismi ve risalet hakikati arasında ciddi bir bağ vardır ki Kur’an şöyle der: “ Onların resulleri dediler ki: ‘ Göklerin ve yerin Fâtırı hakkında şekk olabilir mi? ’ ”[3]

Namazda okunan Salli-Barik duaları, Hamîd ve Mecîd isimleri ile biter. Bu dualar, ümmete iman hizmeti yapacak üstadlar ve hocaları; hem İslam hizmeti yapacak pirler ve mürşidleri yaratması için Allah’a yalvarmaktır.[4] Üstadlar, vâris-i nübüvvet olarak, iman hizmeti yapıp Hamîd ismine; mürşidler ise, vâris-i risalet olarak, İslam hizmeti yapıp Mecîd ismine mazhar olurlar. Ehl-i Beyt’in bu mazhariyetini bildiren Hud Suresi 73. âyet der ki: “ Melekler İbrahim’e dediler ki: ‘ Allah’ın çocuk vermesi emrine mi şaşırıyorsunuz? Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerindedir, ey Ehl-i Beyt… Hakikaten O, Hamîd ve Mecîd’dir. ” Bu açılardan bakıldığında mecd, ehl-i hakta olabilecek bir hususiyettir; hamd ise, ehl-i hakikatte olur.

Bir insan, hakikate erse ve bekayı kazansa, hal dili Yâ Hamîd der; aynı kişi hakka erişse ve ebediyete ulaşsa, hal dili Yâ Mecîd der. Bu seviye, şahsî kemalattır. Aynı kişi ilim ve ihlas ile, diğer insanların hakikate ve bekaya ermeleri için çalışsa “ Hâmid ismi ” ne mazhar oluyor; hem aynı kişi hikmet ve uhuvvet ile, müminlerin hakka ve ebediyete ulaşmaları için çabalasa “ Mâcid ismi ” ne mir’at oluyor.

[1] Nahl suresi, 18.

[2] Nisa suresi, 125.

[3] İbrahim suresi, 10

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 6. Şua, 2. Sual, 1. Cihet.

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-6

İlâhî Hürriyet ve Esma-yı Hüsna

Hz. Peygamber Cevşen’de bir bölümü Allah’ın en baş sıfatı olan iradeye, bu iradenin kökü olan, Onun Zâtının taayyünü manasında olan ve hiçbir kayıd altına girmeyen “ meşiet ” sıfatına ayırır. Bu sıfatın kâinatın her karesinde tecellisini gösterir. Tâ ki, doğru bir Ulûhiyet marifeti ve telakkisi hasıl olsun. Cevşen’deki 82. Bab meşiet hakikatine tahsis edilmiştir. Orada şöyle der: “ Yâ men yahluku men yeşâu * Yâ men yef’alu men yeşâu * Yâ men yehdî men yeşâu * Yâ men yudıllu men yeşâu… ” ( Ey dilediğini maddi vücuda getiren ve yaratan * Ey dilediği şeyi yapabilen ve yapan * Ey dilediğine hidayet veren ve bahşeden * Ey dilediğini hakikat yolundan saptıran ve dalalete atan… )

Kur’an Hud Suresi 105-108. âyetlerde meşietin mutlaklığını vurgular. “ Allah dilerse, ehl-i cenneti cennetten çıkartabilir. Ehl-i cehennemi de cehennemden çıkartabilir. Hiçbir şey ve hiçbir irade Onu sınırlayamaz ” der. Meşietin, kayıtsızlığını vurgular. Fakat “ Cennet, ehl-i cennet için kesintisiz bir nimettir ” diyerek, böyle bir dilemede bulunmayacağını bildirir. Buna mukabil Cehennem noktasında “ Dilerse, ehl-i cehennemi cehennemden çıkartabilir. Allah, dilediğini yapar ” diyerek, Cehennem’den çıkış mümkündür müjdesini de veriyor. Cennetten çıkabilme ihtimalini ve endişesini ise kapatıyor. Tâ ki cennette, saadet olabilsin. Bir gün biten bir cennet, insanı mes’ud ve mesrur değil, mahzun eder. Zâten Hud suresi, “ saadet ehli ” nden bahsederken “ Cennet’ten çıkışın olmayacağını ” söylüyor. Bu çok mühim bir nükte!

Tefekkür Usulü ve Esma-yı Hüsna

Cevşen, âfâkî tefekkürün usulünü öğretip âfâkta kudret-i İlahiyeyi temaşa etmek gerektiğini vurguluyor. Bunu 2 temel babda işliyor: 42. Bab ve 56. Bab…

  1. Bâb mâziden bu mevcud hale kadarki süreci ve mevcud halde kudret eserlerini okumayı öğretiyor. Mesela şöyle diyor:       “ Yâ men hüve fi’s-semâi azametuh * Yâ men hüve fi’l-ardi âyâtuh * Yâ men hüve fî külli şey’in delâiluh * Yâ men hüve fi’l-bihâri acâibuh * Yâ men yebdeu’l-halka sümme yuîduh * Yâ men hüve fi’l-cibâli hazâinuh… Yâ men yuarrifu’l-halâika kudreteh ” ( Ey semâda azamet-i kudreti görünen * Ey arzda kudretinin âyet ve mu’cizeleri bulunan * Ey her şeyde kudretinin ve Kendisinin delilleri olan * Ey denizler içinde acâib, çok güzel ve beğenilen yaratıkları olan * Ey her şeyi belli bir model ve kalıpla yaratmaya başlayan ve sonra o kalıba göre onu tekrarlayan ve devam ettiren * Ey dağların içinde hazineleri bulunan… Ey yarattıklarına kudretini tanıtan )
  2. Bab ise bu kudretin farklı fiillerde farklı surette görünüşünden hareketle mevcud hali okumadan tâ kabir-mahşer-hesap-mizan-cennet ve cehenneme kadar ebedî süreçteki kudret tecellilerini gösteriyor. Bu babda şöyle der: “ Yâ men hüve fi’l-berri ve’l-bahri sebîluh * Yâ men hüve fi’l-âfâki âyâtuh * Yâ men hüve fi’l-âyâti burhânuh * Yâ men hüve fi’l-memâti kudretuh * Yâ men hüve fi’l-kubûri izzetuh * Yâ men hüve fi’l-kıyâmeti milketuh * Yâ men hüve fi’l-hisâbi heybetuh * Yâ men hüve fi’l-mîzâni kadâuh * Yâ men hüve fi’l-cenneti rahmetuh * Yâ men hüve fi’n-nâri azâbuh ” ( Ey arzın kara ve denizden oluşan kısımlarında Kendisine giden birer yol olan * Ey arz ve semâdan müteşekkil âfâkta âyet ve mucizeleri bulunan * Ey âyet ve mucizeleri içinde kudretini ve varlığı gösteren burhanlar olan * Ey ölümlerde fânilerin aczi içinde doğrudan kudreti, tesir ediciliği ve her şeyi teslim alıcılığı gözüken * Ey kabirlerde ve berzah âleminde bütün benlik sahiplerinin alçalmasında izzeti gözüken * Ey kıyâmette bütün benlikleri kelepçelemesinde melikiyeti gözüken * Ey mahşerdeki hesapta herkesin boyun bükmesinde heybeti gözüken * Ey mizanda iradesinin tecellisi ve kazâsı gözüken * Ey cennette rahmeti gözüken * Ey cehennem ve ateşte azâbı gözüken )

Böylece Resulullah (ASM) Kudretin ezelî ve ebedî tecellilerini okutturuyor ve diyor ki: “ Yer ve gökleri böyle âyetleriyle doldurmuş ve her şeyi kudretinin bir mucizesi kılarak sana hizmetkâr kılmış O Zât-ı Mutlak’ı, bu akılla tanımazsan ve şu kalple sevmezsen elbetteki Cehennemi hak edersin… Ya bu mevcud hali ve içindeki azamet-heybet-izzeti reddet veyahut madem edemiyorsun senin kemalini isteyen ve her şeyi sana boyun eğdiren bu kudrete teslim ol, itaat et! Bu mevcud hal, öncesi ve sonrası o kudretin ezelî ve ebedî oluşunu sana bildirir. Ölüme kadar ki istikbalin ve içindeki kudretin tecellisi; hem geçmiş ecdadının ölümüne rağmen kudretin tecellideki devamı ve asırlardır istimrarı; kudret-i İlâhiyenin kabir ve kıyamet şeklinde de varlığına, devamına ve farklı tecelliler sergilemesine delildir, alamettir, işarettir.

Bu şekilde Hz. Peygamber (ASM) bütün zamanın, kudretin tecellisi ve faaliyetinden ibâret olduğunu bildiriyor. Hem farklı fiillerde bu kudretin farklı yüzünü gösteriyor. Böylece Tevhid şemsiyesi altında âfâkî tefekkürden Âhirete imana geçiyor. Bu geçişte, kâinattaki azamet-i kudrete rağmen şu küçücük insana kâinatın hizmetkâr olmasındaki dehşet verici sırrı kullanıyor. “ Eğer, Âhiret yoksa, neden bu zavallı ve küçücük insana bu hizmetkârlık yapılsın ve koca kâinata boyun eğdirilsin? Yatırımın ve hizmetin büyüklüğü, çıkacak neticenin ve meyvenin büyüklüğünü gösteriyor. Madem kâinatın bu itaati ve hizmeti insanın kabul ve reddiyle değişmiyor; madem kâinat ile insanı böyle göbeğinden birbirine bağlayan muazzam bir kudret var. Elbette o kudret, ikinci hayatı yapacaktır. İkinci hayatın varlığının en büyük delili bu birinci hayatın inşası ve içindeki bu azametli teshir ve istihdamdadır. Katrilyonlarca yıldızdan müteşekkil bir âlem, küçücük bir insana neden boyun eğsin?! Eğer Âhiret gibi nâmütenâhi ve ebedî bir hayat yoksa bu dehşet verici boyun eğdirmeyi kim yapıyor? Niye yapıyor? Elbetteki, Âhiret vardır. Delili de, bu teshir-i kâinat ve istihdam-ı küll-ü eşyadır. İstihdam ve teshir, azametli olduğu için hesapta heybet-i İlâhîye gözükecek. Âmennâ ve saddaknâ!