Etiket arşivi: Kainat ve Tesadüf

Kalıp Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Bir pinpon topu yapmak isteseniz, ilk önce ne yapmanız gerekir?

İlk yapmanız gereken, pinpon topu için bir kalıp hazırlamaktır. Kalıp olmaksızın onu imal edemezsiniz. Kalıba duyulan ihtiyaç, imal edilen her eşya için geçerlidir.

Mesela yapay bir çiçek yapmak istiyorsunuz. Yine ilk yapmanız gereken, o çiçek için bir kalıp hazırlamaktır. O çiçeği ancak bu şekilde imal edebilirsiniz.

Şimdi de toprağı düşünelim:

Aynı toprak beş yüz bin çeşit farklı bitkiyi kendinde bitirebiliyor. Hangi tohumu veya çekirdeği o toprağa atsanız, ondan farklı bir bitki ve ağaç çıkıyor. Bu olayın iki farklı izahı olabilir:

1- Bu bitkileri, çiçekleri ve ağaçları yaratan Allah-u Teâlâ’dır. O’nun ilminde her bir bitki ve çiçek için, ilmî ve manevi kalıplar vardır. Nihayetsiz ilmi ile her bir bitki için, farklı kaderî kalıpları tayin etmiştir. Nihayetsiz olan kudreti ile atomları ve elementleri bu manevi kalıplara sevk eder ve o mahluku yaratır. Bütün bunlar, O’nun irade etmesi ile bir anda vuku bulur.

2- Eğer Allah-u Teâlâ’nın varlığı -hâşâ- kabul edilmezse, şu iki şıktan birisi kabul edilmek zorundadır:

A-) O toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıplar olmalıdır. Toprak, bu maddi kalıpları kullanarak nebatatı icat etmektedir. Zira ortada bir eser vardır ve bu eserin meydana gelebilmesi için de kalıba ihtiyaç vardır. Kalıp olmaksızın böyle intizamlı bitkilerin yaratılması mümkün değildir. Yapay bir çiçek için bile maddi bir kalıba ihtiyaç varsa, bu hadsiz çiçek ve bitkilerin kalıpsız yaratılması elbette mümkün değildir. O hâlde toprakta, beş yüz bin farklı tür için, beş yüz bin farklı kalıp vardır.

Bu şıkkı, yani bir saksı toprağın içinde beş yüz bin farklı kalıbın bulunduğunu kabul etmek ‘akıl sahipleri için’ mümkün değildir. Hem iş sadece beş yüz bin farklı kalıp ile de bitmemektedir. Bu türlerin her bir ferdinin farklı bir şekli vardır. Hatta yaprak ve çiçekleri dahi kendi cinslerinden farklıdır. O hâlde bu toprakta, değil beş yüz bin maddi kalıbın bulunduğunu kabul etmek, yaratılan bitkiler adedince maddi kalıpların varlığını kabul etmek gerekiyor. Zira hiçbir bitki diğerine birebir benzemez ve her biri kendine mahsus bir kalıp ister.

B-) Eğer toprağın içinde böyle hadsiz maddi kalıpların varlığını kabul edemezsek -ki edemeyiz- o zaman toprakta manevi ve ilmî kalıpların varlığını kabul etmemiz gerekecektir. Çünkü muntazam bir eser, kalıp olmaksızın icat edilemez. Eğer kalıp maddi olmazsa, ilmî ve manevi olmak zorundadır. Yani o bir avuç toprak, bütün bitkilerin vücut yapılarını, şekillerini, yaratılış kurallarını, üzerindeki yaprakları, çiçekleri, meyveleri vs. bilmeli ve kudretiyle de atomları bu ilmî kalıplara sevk etmelidir. Bu da ancak bir avuç toprağın, Allah’ın ilmi kadar bir ilme ve Allah’ın kudreti kadar bir kudrete sahip olması ile mümkündür.

Bir daha özetlersek: Topraktan çıkan bitkiler, çiçekler ve ağaçlar bir kalıptan çıkmışçasına mükemmel bir şekilde yaratılıyor. Göz önündeki bu harikulade yaratılışı gördükten sonra ya demeliyiz ki: “Bu nebatatı yaratan Allah-u Teâlâ’dır. Allah’ın nihayetsiz ilminde her bir bitki için manevi ve ilmî kalıplar vardır. Atomlar, kudretin sevkiyle bu kalıplara girerler ve bu şekilde nebatat halk edilir.”

Eğer -hâşâ- Allah’ın varlığı inkâr edilirse, o hâlde gözümüz önündeki bu faaliyeti izah edebilmek için şu iki sözden birisi kabul edilmek zorunda kalınır:

1- Ya toprağın içinde her bir nebat için maddi kalıplar vardır. Toprak, o maddi kalıpları kullanarak bitkileri yaratır. Bu halde, bir saksı toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıpların varlığı kabul edilecektir.

2- Eğer toprağın maddi kalıbı yoksa ilmî ve manevi kalıpları olmalıdır. Yaratılan her bitkinin vücut yapısını ilmi ile bilmeli ve kudreti ile de zerreleri o manevi kalıplara sevk etmelidir.

Allah’ın nihayetsiz ilmini ve kudretini kabul edemeyip O’nu inkâr edenler, bir avuç toprağa Allah’ın ilmi kadar bir ilmi ve O’nun kudreti kadar bir kudreti verirken acaba utanmıyorlar mı?

Ya da gerçekten, her çeşit bitki için maddi bir kalıbının o toprakta bulunduğunu mu kabul ediyorlar?

Ya da saydığımız seçeneklerden başka bir seçenek mi var ki onunla bu eşyanın icadını izah ediyorlar?

Ya da her şeye gözlerini kapatarak “tesadüf” deyip mi geçiyorlar?

İşte Ey kâfir! Allah’ı inkâr ettiğinde neyi kabul etmek zorunda olduğuna bak ve eğer insaniyetini hâlâ kaybetmemişsen bundan utan!

Seyrangah.Tv

Yardımlaşma Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Şu âleme dikkat ile baktığımızda, varlıkların birbirinin yardımına koştuklarını görürüz.  Atomlar hücrenin, hücreler organların, organlar bedenin, bulutlar bitki ve hayvanların, hayvanlar insanların… her şey birbirinin yardımına koşar ve birbirinin işini tamamlar.

Hâlbuki başkasına yardım edebilmek için, ilk önce yardım edenin iradesi olmalı ve yardım etmeyi, yardım etmemeye tercih edebilmelidir. İradenin yanında kudreti de olmalıdır. Kudreti olmazsa yardım edemez. Bunun yanında yardıma muhtaç olanı tanıyabilecek bir ilmi, onun çağrısını duyabilecek bir işitmesi, onu görebilecek bir gözü, ihtiyacını hissedebilecek bir şuuru ve daha bunlar gibi onlarca sıfatı olmalıdır.

Hâlbuki birbirlerinin yardımına koşan mahluklarda irade, kudret, işitme ve görme gibi sıfatlar yoktur. Hatta bir kısmının hayatları bile yoktur. O hâlde bu varlıkların bu yardımlaşmayı kendi başlarına ve kendi kendilerine yapmaları mümkün değildir. Demek onları yardıma koşturan, perde arkasında bir zat vardır ve olmalıdır.

Kâinattaki bütün hayat sahiplerini bir tarafa ayırsak, bu takdirde ortada hayatsız, şuursuz, iradesiz ve kudretsiz bir topluluk kalır. Bu durumda zenginin fakire, kuvvetlinin zayıfa yardım etmesi misali, hayat sahibi olanların da hayatsız olanlara yardım etmeleri gerekir.

Hâlbuki hakikat bunun tam tersidir. Cansızlar, canlılara yardım ederler. Hayatsız ve iradesiz bir şeyin kendi hesabına yardım etmesi mümkün olmadığına göre, demek hepsi birer memurdur ve Allah’ın emriyle hareket ederler.

Mesela, bulutlar yağmurları ile yeryüzü ahalisinin yardımına koşarlar ve onları sularlar. Bu hadisede üç kaziyeden birisini kabul etmemiz gerekir:

1- Bulutlar; insanları, hayvanları ve bitkileri tanırlar ve merhamet göstererek onlara yağmur yağdırırlar. Tabi bunu yapabilmek için hayat, irade, kudret ve ilim gibi sıfatlara sahip olmaları gerekir.

2- Buluta yağmuru yağdırtan insanın kudretidir. İnsan buluta yağmur yağdırmasını emreder ve bulut da yağmuru yağdırır.

Bu iki şık da kabul edilebilir değildir. Aklını kaybetmeyen hiç kimse, bu iki şıktan birini kabul edemez. O hâlde geriye sadece 3. şıkkı kabul etmek kalır.

3- Bulut Allah’ın bir memurudur. O’nun emri ile yeryüzü ahalisini sular. Yağmuru yapan da, yeryüzü ahalisine merhamet gösteren de Allah’tır.

İşte bulutların yeryüzünün yardımına koşmaları gibi, bütün eşya da birbirinin yardımına koşarlar. Şuursuz, hayatsız, iradesiz, ilimsiz, kudretsiz… mahlukların kendi kendilerine bu şefkatli yardımı yapabilmeleri mümkün değildir. İşte onların bu yardımlaşmayı yapmaktaki âcziyetleri ispat eder ki, perde arkasında bir zat vardır ve onları birbirlerinin yardımına koşturan O zattır.

Âlemde gözüken yardımlaşma hakikatinin misalleri saymakla bitmez. Biz sadece numune olması için bir misal verip Allah’ı inkâra yeltenen kişiye bazı sorular soracağız:

Kökün iki tane vazifesi vardır. Birisi, ağacı ayakta tutmaktır. Diğeri ise, ağaca lazım olan maddeleri topraktan almaktır. Lakin iğne yapraklı ağaçların (ardıç, çam gibi) yetiştiği topraklar asit karakterli olduğundan, kök lazım olan maddeleri topraktan alamaz. İşte ağaç bu sıkıntı içinde kıvranırken, birden bir mantar gider ve ağacın köküne yerleşir. Ağaca lazım olan maddeleri onun için hazırlar ve ağaca takdim eder. Ağaç da bu iyiliğe karşı ürettiği şekerin bir kısmını ona verir.

Şimdi ey Kâfir! Anlatılan bu yardımlaşma hakikatinin faili olan Allah’ı kabul etmezsen, şu sorularımıza cevap ver de görelim!

1- Mantar, ağacın bu sıkıntısını nereden biliyor? Elbette bunu bilmesi mümkün değildir. Zira bilmek, ilim sıfatına sahip olmak ile mümkündür. Mantarın ise ilmi yoktur. Yoksa sen, kendinden dahi haberi olmayan mantarın, İbni Sina kadar ilmi olduğunu mu iddia ediyorsun? Gerçi bunu o bile yapamazdı.

2- Hadi ilmi var ve ağacın sıkıntısını biliyor diyelim. Lakin ağaca yardım etmek merhametin eseridir. Merhameti olmayan yardım etmez. Hâlbuki mantarın merhameti yoktur. Yoksa sen, mantarda hadsiz bir merhametin varlığını da mı kabul ediyorsun?

3- Haydi ilim ile beraber merhameti de var diyelim. Acaba kökün yapamadığı işi, o nasıl yapıyor ve ağaca lazım olan maddeleri nasıl üretiyor? Yoksa mantarın sonsuz bir kudreti mi var, bunu da mı kabul ettin?

4- Evvela, acaba mantar, ağaca lazım olan maddeleri nereden biliyor? Hangi mektepte botanik okumuş? Mesela sen ağaca hangi maddelerin lazım olduğunu biliyor musun? Eğer bilmiyorsan şu soruyu sorabiliriz: Acaba mantar senden daha mı akıllı?

5- Acaba ağacın, bu iyiliğin altında kalmayıp ürettiği şekerin bir kısmını mantara sunması onun minnettarlığının bir eseri midir? Yani bu ağaç, iyiliğin altında kalmayacak kadar izzetli bir ağaç mıdır?

Daha bunlar gibi onlarca soru sorabiliriz. Herhâlde artık anlaşılmıştır ki, Allah’ı inkâr eden, işte bu kadar hezeyanları kabul etmek zorunda kalır.

Seyrangah.Tv

Hikmet Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiç bir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. O hâlde bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

Şu misal, hikmet delilini daha net anlamamıza yardımcı olacaktır:

Bir botanik profesörü, derste öğrencilere anlatıyormuş:

– Yağan yağmurlar yaprağın üzerinde birikirler. Eğer su damlaları yaprağın üzerinde kalsaydı, açan Güneş’e bir mercek vazifesini görecek ve yaprağın yanmasına sebep olacaktı. İşte yaprağın yaşaması için tabiat ona oluk ve damarlar takmıştır. Bu oluklardan su aşağıya doğru akıp gider…

Allah-u Teâlâ’nın bu hikmetli icraatını, tabiattan bilen öğretmenine kızan zeki ve imanlı bir talebe ise el kaldırarak söz ister ve öğretmenini şöylece ilzam eder:

– Öğretmenim, biraz önce yapraktaki bu kanalları tabiatın taktığını söylediniz. Eğer bu hikmetli işi tabiat yaptıysa, olsa olsa tabiatın içindeki en zeki varlık olan insan yapmıştır. Ve eğer insan yapmışsa, herhâlde bu işi en iyi bilen botanikçiler yapmıştır. Siz şimdiye kadar kaç tane yaprağa bu kanallardan taktınız?

Bu soru karşısında cevapsız kalan öğretmen, talebeye:

– İllaki Allah mı yaptı diyelim? deyince, imanlı talebe de soruya soruyla karşılık vermiş:

– İllaki tabiat mı yaptı diyelim?

Demek, yapraklara takılan kanalların dahi birer vazifesi vardır ve bu kanallar gibi her şey bir gaye ve hikmet tahtında icat edilmekte, hiçbir şey israf edilmemektedir. İşte bu, hikmet delilidir.

Hikmet delili ile ilgili ciltler dolusu kitap yazılabilir, çünkü yaratılan her mahluk vücudu ile bu hikmetin varlığına şehadet etmektedir. Bizler bu makamda sadece bir sivrisineğe bakacağız. Aslında sivrisineğin vücudundaki hikmet ile ilgili de özel bir kitap yazılabilir ve yazılmıştır da. Bizler, hikmet delilini bir parça da olsa tefekkür edebilmek için sadece, sineğin bir-iki özelliğinden bahsedeceğiz:

Sivrisinek son derece hassas ısı algılayıcıları ile donatılmıştır. Binde birlik (1/1000) bir sıcaklık değişimini dahi hissedebilir. Bu algılama ışığa bağlı olmadığından dolayı, karanlık bir odada bile kan damarını bulabilir.

Kan damarını buldu mu, ilk önce hortumcukları vasıtasıyla noktayı seçer. Deriyi ise sanıldığı gibi basınçla değil, üst çene ve dişlerinin bulunduğu alt çenesi ile yarar. Testere gibi ileri geri hareketler ile deriyi keser ve açılan yarıktan iğnesini kan damarına sokar. Şırıngaya benzeyen iğnesi ise bir kılıfla korunmuştur. Kan emme sırasında bu kılıf iğneden sıyrılır.

Burada büyük bir problem vardır ki, o da kanın pıhtılaşmasıdır. Zira insan vücudu, yine bir hikmetten dolayı, akan kanı pıhtılaştırma özelliğinde yaratılmıştır. Bu sayede, bir yeri kanayan insan kan kaybından ölmez ve akan kan bir müddet sonra pıhtılaşarak durur. Eğer sinek kanı emerken kan pıhtılaşırsa sinek beslenemez. Sivrisinek bunun da önlemini almıştır. Avının vücudundaki pıhtılaşmayı önleyecek bir sıvıyı, damardan açtığı deliğe bırakır ve bu sıvı kanın pıhtılaşmasını önler. İşte kaşıntıya sebep olan da bu enzimdir.

Şimdi, Allah’ı inkâra yeltenen kişiye soruyoruz:

1- Yıllarca eğitim almış hemşireler bile birçok defa damarı bulamamakta, iğneyi yanlış yere saplamaktadır. Buna rağmen hiç bir eğitim almayan sivrisinek hedefini asla şaşırmaz. Sineğe bu dersi kim vermiştir?

2- Eğer ısı algılayıcıları sayesinde bu işi yapıyor dersen, biz de deriz ki: Bu son derece gelişmiş olan ısı algılayıcılarını onun vücuduna hikmetle kim yerleştirdi? Sakın tabiat deme! Çünkü kör, sağır, cansız, şuursuz tabiat böyle hikmetli bir fiile, hem de milyonlarca fertte sahip olamaz.

3- Daha önce dediğimiz gibi, bu ısı algılayıcıları ışığa bağlı olarak çalışmıyor. Gece de sıcaklık değişimini hissedebiliyor. Eğer ışığa bağlı olsaydı, sinek gece beslenemezdi. Gündüz ise onu gören avı tarafından zaten beslenemezdi. Bu ise sivrisineğin sonu demekti. Acaba onun beslenebilmesi için ısı algılayıcılarını ışığa bağlı kılmayan ve karanlıkta da çalışmasını tasarlayan hikmet sahibi sanatkâr kimdir?

4- Sineğin, ufacık iğnesini koruması için bir kılıfı vardır. Acaba bu kılıfı hangi terzi ona dikti?

5- Sinek, deriyi delmek için ise dişini ve çenelerini kullanır. Acaba dişini ve çenelerini kullanmayı ona kim öğretti? Hatta bundan da önce, onun vücudunda bu dişi ve çeneyi hikmetle kim yarattı?

6- Belki de en önemlisi, kanın pıhtılaşmasını önleyen enzimi, açtığı delikten içeriye bırakmasıdır. İlk önce, sinek kanın pıhtılaşacağını nerden biliyor? Hadi biliyor, pıhtılaşmayı önleyen enzimi üretecek tezgâhı ve fabrikayı vücuduna kim yerleştirdi? Sadece tezgâhın olması da yetmez, zira kanın pıhtılaşmasını önleyecek sıvının formülünü bilmek için âdeta bir kimyager olmak gerekir. Sivrisinek acaba hangi kimya okulunu bitirdi?

Şimdi ey kâfir! Sana bir teklifimiz daha var. Gel, sineğin Allah’ın bir mahluku olduğunu kabul et. Ve bu kabul ile de yüzlerce sorulara cevap bulma derdinden kurtul!

Seyrangah.Tv

Rızık Verme Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Bir odaya girseniz ve odanın tam ortasında kurulmuş bir sofra görseniz. Sofra öyle zengin de olmasa; üzerinde bir parça ekmek, biraz zeytin ve bir bardak da su olsa. Acaba bu sofranın tesadüfen ve kendi kendine şans eseri kurulduğuna sizi ikna edebilirler mi? Acaba bütün dünya toplansa: “Bu sofrayı kimse kurmadı, bu sofra kendi kendine bu şekli aldı.” dese, sizi inandırabilirler mi? Yoksa hepsine güler geçer miydiniz?

Elbette inanmaz ve güler geçerdiniz. Çünkü bir sofranın kendi kendine oluşması mümkün değildir. Sofra basit bile olsa! Şimdi şunu soralım: Acaba en basit bir sofra dahi kendi kendine kurulamazsa, yeryüzü sofrasının kendi kendine bu şekil alması hiç mümkün müdür?

Evet, bu dünya öyle bir misafirhanedir ki, yeryüzü onun bir sofrası ve bahar o sofranın bir gül destesidir. Her bir bahçeyi bir kazan kabul ettiğimizde, bu sofrada milyonlarca kazan vardır. Her bir ağacı bir kap kabul ettiğimizde, bu sofrada milyarlarca kap vardır. Bal arıları bu sofranın tatlıcıları; denizler bu sofranın taze et ambarı; keçiler, koyunlar, inekler bu sofranın süt çeşmeleri ve bütün yeryüzü ahalisi bu sofranın misafirleridir. Böyle bir sofranın tesadüfen kurulması ve her mahlukun kendine layık rızkı bu sofrada bulması hiç mümkün olabilir mi?

Yeryüzü öyle haşmetli bir sofradır ki, bir bahar mevsiminde dünyamıza gönderilen yiyecekleri eğer gücümüz olsa da vagonlarda toplayabilseydik, bu vagonların uzunluğu Dünya ile Ay arasındaki mesafenin 130 misli; Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin de 1/3′ü kadar olurdu. Böyle bir treni, üstüne oturtmak için şu andaki mevcut tren yollarının 40 misli uzunluğunda raylara ihtiyacımız vardır.

Şimdi, bu yeryüzü sofrasında beslenen mahluklardan bir kaç numuneyi görelim:

Bir apartmanın 6. katına iki yüz litre su çıkartmak isteyen bir adam, her seferinde on litrelik iki kova su çıkartmak şartıyla, bu apartmanın altıncı katına on defa inip çıkması gerekir. Fakat bu iş, sıcak yaz günlerinde, orta büyüklükteki bir huş ağacının her gün yaptığı alelade bir iştir. Bir huş ağacı her gün 200 litre suyu en üst dallarına kadar taşır. Acaba bu huş ağacına her gün 200 litre su içiren ve bu suyu en üst dallarına kadar taşıyan kimdir?

On dönümlük bir kayın koyu ormanında ise 25-30 m yüksekliğinde yaklaşık 400 ağaç vardır. Bu ağaçlardan buharlaşan su, büyüme mevsiminde 2.000 tonu geçmektedir. Bu miktardaki suyu on tonluk iki yüz tankere doldurabiliriz. Buharlaşan su elbette ki kök, gövde ve dal içinden 20 metre yüksekliğe taşınmaktadır.

Acaba bu kadar suyu kaç işçi, kaç kova ile kaç defa taşıyabilecek ve ter dökecektir? Bir de yeryüzündeki bütün ağaçların tepesine suyun taşınmasını düşünün! Acaba bu işleri tesadüfe isnat etmek mümkün müdür? Bir tek ağaca su içirilmesini bile tesadüf ile izah edemezken, yeryüzündeki bütün ağaçların ve bitkilerin sulanmasını ve onlara diğer rızıklarının da mükemmelen gönderilmesini nasıl tesadüf ile izah edebiliriz?

Rızık verme delili bütün dünyayı kuşatmıştır. Bu delilin misalleri saymak ile bitmez. Rızkı mükemmel bir şekilde verilen her bir mahluk bu delilin birer şahididir.Bizler, son derece ilginç bir misalle bu delili tamamlamak istiyoruz:

Amerikan karıncaları buldukları yaprakları parçalarlar ve ufak parçaları yuvaya getirirler. Yuvadaki karıncalar da bu yaprakları çiğner ve meydana getirdikleri yeşil hamuru, ağızlarının altındaki ufak bir torbada sakladıkları artıklarla karıştırırlar. Buna yuvadaki pislikleri ve diğer ölü böcekleri de ilave ederler. Neticede besleyici bir hamur elde ederler. Zamanla bu hamur küflenir ve üzerinden mantarlar çıkmaya başlar.

Yeni doğan bir karınca beyi, yeni bir koloni kuracağı zaman uygun bir yer arar ve bu yeri bulduğunda oraya ağzındaki torbadan daha önce hazırlamış olduğu mantar ezmesini bırakır. Sonra da bu mantarın içine yumurtlar. Daha sonra da bu yumurtalardan birkaçını kırar. Bu hummalı faaliyetin sebebi şudur: Bir müddet sonra yumurtadan çıkan karıncalar gıdalarını hazır olarak bulacaklardır.

Bütün hayvanlar bir tarafa, sadece şu yeni doğan karıncaların rızkının nasıl münasip bir vakitte onlara yetiştirildiği tefekkür edilse, Allah’a iman etmek için kâfi olmaz mı?

Seyrangah.Tv

“Denge Delili” (Yaratılış Delilleri) (Video)

Şu âlemde gözüken kusursuz denge, bu dengeyi kuran Cenab-ı Hakk’ın varlığına güneş gibi bir delildir. Şöyle ki: Şu âlemdeki her varlık; mikroorganizmalardan, bitki ve hayvanlara varıncaya kadar her şey bu dünyayı istila etmek istemektedir. Hâlbuki onların bu istila meyli ve arzusu, bir kuvvetin setti ile önlenmekte ve her biri bir limiti geçememektedir.

Mesela, bir mikroorganizma uygun şartları bulduğunda 44 saat içinde 5000 Dünya ağırlığında bir büyüklüğe ulaşabilmektedir. Eğer bu mikroorganizma dilediği gibi büyüyebilseydi tek başına şu âlemi istila edebilirdi. Ancak diğer canlıların hayat haklarının korunması için bu mikroorganizmaya müsaade edilmemiş ve çeşitli düşmanlarla mücadele etmek zorunda bırakılarak dünyayı istilasının önüne geçilmiştir.

Denizlerde milyonlarca yumurta yumurtlayan balıklara da bir sınır getirilmiştir. Eğer bir sınırlama getirilmeseydi, her bir balık türü denizleri kendi cinsiyle istila ederdi ve denge de yerle bir olurdu. Mesela, ıstakoz bir yılda 7 milyon yumurta yumurtlar. Eğer bunların hepsi ıstakoz olsaydı, birkaç senede denizler ıstakozla dolar taşardı. Mezgit balığı da senede 6 milyon yumurta yumurtlar. Eğer bütün mezgitler yaşasaydı bir seneye kalmaz denizler mezgitle dolardı. Oysa altı milyon mezgitten ancak bir düzinesi hayatta kalabilmekte ve diğerleri hayvanlara yem olmaktadır. Eğer balıklar ve diğer deniz canlıları diledikleri gibi çoğalsalardı, bir sene içinde denizlerin dörtte üçünün canlılarla dolup taşacağını, karaları da suların istila edeceğini kestirmek herhâlde güç olmaz. Ancak buna müsaade edilmemekte ve denizlerde muhteşem bir denge hâkim olmaktadır.

Bir cins ev faresinin bir sene içerisinde 400′e, ikinci senede ise 65.000′e ulaşabileceği tespit edilmiştir. Eğer farelerin üremesi ve çoğalmasının önüne geçilmeseydi, iki sene içerisinde yeryüzünü iki karış fare kaplardı.

Bir vakit Avustralya’ya, bahçelerin etrafında çit olarak kullanılmak üzere bir tür kaktüs getirildi. Bu kaktüs kısa bir zamanda o kadar büyüdü ki, İngiltere kadar bir alanı kapladı. Tarlaları ve ekinleri helak etti. Her ne yapıldıysa da büyümesi bir türlü önlenemedi. Nihayet böcek bilimcileri yardıma çağrılarak araştırmalar yapıldı ve araştırmalar sonucunda görüldü ki, bu kaktüsün anavatanındaki büyümesini engelleyen şey, üzerinde yaşayan bir nevi böcekmiş.

Daha sonra o böceğin, Avustralya’daki bu kaktüsün üzerinde yaşayabileceği hayat şartlarını hazırlayarak, o böceğin Avustralya’da çoğalmasını sağladılar ve böylece kaktüsün büyümesini de önlemiş oldular.

Heyhat! Koca insanların yapamadığını küçücük bir böcek yaptı ve dengeyi korudu…

Ya Dünya atmosferindeki oksijen dengesine ne demeli! Atmosferde % 21 oksijen, % 77 azot ve %2 oranında da diğer gazlar vardır.  Eğer oksijen %21 oranında değil de biraz daha fazla olsaydı, ocağı yakmak için kibriti çaktığınızda Dünya’yı yakabilirdiniz. Ya da biraz daha az olsaydı, boğazımıza bir ip geçirilmiş gibi nefessiz kalırdık.

Misalleri çoğaltmak, hatta kâinattaki denge ile ilgili bir kitap yazmak mümkündür. Zaten her fennin konusu bu denge olup her fen bu dengenin varlığına sadık bir şahittir. Bizler, âlemdeki denge ile ilgili diğer binlerce örneği ilgili fenlerin kitaplarına havale ederek, Allah’ı inkâr etmeye yeltenen kişiye şimdi soruyoruz:

Böyle ince bir dengenin tesadüfen oluşması ve binlerce yıldır tesadüfen devam etmesi mümkün müdür?

Eğer mümkün değilse, kâinattaki hayret verici bu dengeyi kim kurdu?

Varlıkların kâinatı istila etme meylini kim durduruyor ve onların âlemi istila etmesini kim önlüyor?

Biz Allah diyoruz, peki ya sen?

Seyrangah.Tv