Etiket arşivi: mehmet emin karabacak

Çocuğumu “Eller” mi Eğitiyor?

Bugün kariyerinden fedakârlık etmeyip annesine en çok ihtiyaç olduğu dönemde (0-2 yaş) bakıcı ve kreşe verilen çocuklar; evladına en çok ihtiyacı olduğu yaşlılık döneminde de evlatları, anne babalarını huzur evine vermektedirler.
Bu Hale Nasıl Geldik?
Bir zamanlar şehirlerde kız çocuklarının okutulmasına “zaman kötü” diyerek karşı çıkılırken kırsal kesimlerde de buna ilaveten ekonomik şartlar gerekçe gösterilmişti. Zamanında değişik mazeretler altında okutulmayan günümüz anneleri, bugün çocuklarını okutmak için sonuna kadar çaba sarf etmektedirler.
“Biz okuyamadık hiç olmazsa sen oku, biz ezildik sen ezilme, kendi ayakları üzerinde dur…” denilerek okutulan bu çocuklar, bugün üniversiteyi bitirip meslek ve kariyer sahibi oldular.

Meslek ve kariyer sahibi olduktan sonra birazda hayatımızı yaşayalım diyerek üç dört yılda çalışan bu kızlar, zamanla evlilik için yaşlarının geçmeye başladığını farkına varırlar. Bir yandan evlenmek isterlerken, bir yandan da evlilik ve çocuk bakmak bunları korkutur. Hiç kimsenin sorumluluğunu almadan büyütülüp okutulan bu çocuklar, kendilerinden başkasının hayatını düşünmek onun sorumluluğunu almak onlar için kolay bir iş olmayacaktır.

Çocuğa Kim Bakacak?
Yaşın ilerledi evlen diyenlere genelde; “Evlenmek mesele değil; evlendikten sonra çocuğa kim bakacak?” cevabı verilir. Evet, çocuğa kim bakacak. Annesi ya da kayınvalidesinin bulunduğu yerde yaşayanlar genelde annesi ya da kayın validesine baktırmaktadırlar. Böyle bir imkânı olmayanlar ise ya bakıcıya ya da kreşe vermektedirler.
Şu bir gerçek ki anneanne de olsa babaanne de olsa bir çocuğa hiç kimse annesi kadar sevgi veremez. Şu da bir gerçek ki çocuklarını büyütüp torun sevmesi gereken bu insanlara rahat ettirmek yerine tekrar çocuk baktırmak ya da baktırmaya çalışmak büyük bir haksızlık. Hem anneanne ya da babaannenin yanında büyüyen çocuklar şımarık olacaklarından disiplin sorununu da beraberinden getirecektir.

Fiziksel mi Duygusal İhtiyaç mı?
Bugün anne babalık duygusunu tatmamış birçok kariyerci, çalışan anneleri rahatlatma adına kimisi bir yaşında, kimisi iki yaşında, kimide de üç yaşında çocuklar kreşe verilebilir diyor. Hiç kimse ağzı süt kokan bu çocuğun anneye ihtiyacı var; bakıcı ve kreşe değil demiyor.

Bu çocuklar en az 2 yıl annenin yanında olması ve anne sıcaklığını hissetmesi gerekir. Bu çocuklar günün en verimli saatlerini anne kokusundan uzak, bakıcılarda ve kreşlerde geçirmektedirler. Bu çocukların karınlarını doyuyor olabilir; ancak ruhları aç kalmaktadır.
Çocukların sadece fiziksel ihtiyacı olduğunu düşünen anneler, daha yılını bile doldurmadan çocuğu bakıcı ya da kreşe teslim etmektedirler. Oysa bu çocukların fiziksel ihtiyaçlarından daha çok duygusal ihtiyaçları karşılanması gerektiğini hiç düşün(ül)memektedir.

Kreş ve bakıcıya verilen çocuklarında fiziksel ihtiyaçları her ne kadar karşılansa da, duygusal ihtiyaçları istenen şekilde karşılanmadığından bu çocuklar mutlu olamamaktadırlar. Yeteri kadar ilgi ve sevgi görmeyen bu çocuklar, vücut dirençleri güçsüz olacağından daha sık hastalanacaktırlar.

Araştırmacılar, yavru maymunların bulunduğu kafese iki anne maymun postu koyarlar. Birinci maymunun tüyleri sivri; fakat yavru maymunlara süt verecek şekilde ayarlanır. Diğer maymun ise süt vermeyen; fakat tüyleri pamuk gibi yumuşak olarak ayarlanır.
Gözlem sonucunda yavru maymunların süt içtikleri fakat tüyleri batan maymun postuna sadece karınları doyurmak için yaklaştığı, geri kalan zamanlarını ise tüyleri pamuk gibi yumuşak olan maymun postunun yanında geçirdikleri görülür. (Kaynak: M. Emin Karabacak,

Bayramlık İstemeyen Çocuklar, 4 Baskı, Tebeşir Yay. Konya, 2016)

Gelişim Sürecinde Çocuğun Yanında Olamamak
Biz annelerin eğitimli, donanımlı ve çalışmalarına karşı değiliz. İslami ölçüler dâhilinde olduğu sürece de kadınların çalışmasını da destekliyoruz. Bizim karşı olduğumuz ağzı süt kokan bu yavruların “Ellerin” eğitmesidir. Biliyorum birçok anne maddi imkânsızlıklardan dolayı çalışıyor. Ben onları burada ayrı tutmak istiyorum. Rabbim onların yardımcısı olsun.
Ama maddi problemi olmayıp; “Ben onca seneyi evde oturup çocuk bakmak için mi okudum!” diyerek çocuğunun büyütmek için en az iki yılı feda etmeyen annelerin gerekçelerini yersiz buluyorum. Ben; hem mesleğimi icra ederim hem çocuğumu büyütürüm diyenler bir koltukta iki karpuz taşınamayacağını bilmelerini gerekir. Oysa şimdiki anneler bırakın iki karpuzu bir koltukta 3-4 karpuz birden taşımaya çalışmaktadırlar.
Bizim kültürümüzde halen erkekler genel anlamda mutfağa girmemektedirler. Bunun sonucunda erkek akşam eve gelince koltuğuna uzanıp elinde kumandası ya da cep telefonu vardır. Oysa anneler akşama kadar çalışıp yorgun argın eve gelecek, eve gelince de adresi doğru mutfak olacak. Bir taraftan yemek, bulaşık, çamaşır gibi ev işlerini yapacak, bir taraftan da çocuklarla ilgilenecek. Tabi buna da ilgilenme derseniz.
Çalışmayan anneler görevini mükemmel yaptığının iddia etmiyoruz. Çocuk dışarı çıktığı zaman annenin evde olduğunu bilmesi çocuğun kendisini güvende hissetmesini sağlayacaktır. Küçük bir çocuğun annesine; “Anneciğim sen evde olmadığın zaman, benim de eve giresim gelmiyor!” demesi bunu çok daha iyi ifade etmektedir. Bu güvene birde annenin donanımlı olması çocuğun daha bilinçli yetiştirilmesini sağlayacaktır.
Çocuğun gelişim sürecinde özellikle 0-2 yaşlarında annesinin yanında olmaması çocukta bazen telafisi mümkün olmayan problemleri de beraberinde getirecektir. “Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir…” (Bakara,233). Süt çocukları için özellikle 0-2 yaşları arası temel güven ya da güvensizlik duygusunun kazanıldığı bir dönemdir. Bu dönemi sağlıklı geçirmeyen çocuklar, ilerde kendisi ve çevresiyle güven problemleri yaşayacaktır.

Çalışan Annelerin Suçluluk Psikolojisi
Çalışan anneler işten geldikleri zaman çocuklarıyla yeterince ilgilenemeyecektir. Yeterince ilgilenmeyince de ilgilenme adına çocukların her isteklerini ikiletmeden yerine getirmeye çalışacaktır. Annenin; “Duygusal anlamda annelik yapabiliyor muyum?” endişesi anneleri olduğu kadar çocukları da huzursuz ve güvensiz yapacaktır. Çocuklarına yeterli ilgi gösteremediği zaman da anneler, vicdanen kendilerini suçlu hissedeceğinde çocukların üzerine de aşırı düşmeye başlayacaklardır. Çocukların yersiz ve zamansız isteklerini de ikiletmeden yerine getireceklerdir. Sevgileri yerine parayla satın alınabilecek şeylerle çocukların gönülleri kazanılmaya çalışılacaktır.

Çocuklar, her şeyi alıp ne yapmasını söyleyen anneye değil, yüreğiyle seven ve ne yaptığıyla ilgilenen anneye ihtiyaçları vardı. Paranın verdiği güvenle çocuğa alınan maddi şeyler, çocuklara yetiyor sanılmasın. Çocuklar kendisiyle abartılı ilgilenen, her dediği yapılan, sürekli kucaklayıp öpen anneye değil; yerinde ve zamanında gösterilecek tatlı bir bakış, samimi bir gülüş, içten bir sarılış, sorumluluk verip güvenen ve onu yüreklendiren bir anneye ihtiyacı vardır. Tabi birçok anne kariyer için işten olduğundan yerinde ve zamanında bunları veremeyecektir.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Vazgeçilmezlerden miyiz?

1072’de Mâverâünnehir’de, Alparslan’a karşı isyan eden Melik Tekin’in, en yakın adamlarından ve bir kale komutanı olan Yusuf Harezmî yakalanarak huzura getirilmişti. Alparslan, serbest bırakılmasını istemiş; fakat aniden gelişen bazı beklenmedik talihsiz hâdiselerin etkisi sonucu Harezmî, Sultanın bir boşluğundan istifadeyle biranda saldırıp onu bıçaklamaya başlamıştı. Aldığı ağır yaranın etkisiyle bir müddet sonra vefat edecek olan Sultan Alparslan, bıçaklanmanın ardından etrafındaki adamlarına, ibret ve nasihat dolu şu son sözleri söylemişti:

“Her ne zaman düşman üzerine azmetsem Allah-u Teâlâ Hazretlerinden yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda askerimin çokluğundan, ordumun ağırlığından bana, ayağımın altındaki dağ çalkalanıyor gibi geldi. Kuvvetimle mağrur oldum. Kendi kendime “Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir!” diye bir düşünce kalbime geldi. İşte bunun neticesi olarak, Cenab-ı Hak, aciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allah’ü Teâla’dan af diliyor, tövbe ediyorum. La ilahe illallah Muhammedün resulullah!…” diyerek şehit oldu. (tarihimiz.net)

Toplumuzda herkes, işlerinin yoğun olduğundan ve zamanın kısıtlılığından şikâyet etmektedir. Yoğunluk işlerden mi, plansızlıktan mı, güvensizliklerden mi yoksa başka şeylerden mi pek bilinmez.

Bazı insanlar, kendisinin ve yaptığı işin o kadar önemli olduğunu düşünür ki yaptığı işi kendisinden başka hiç kimsenin yapacağına inanmazlar. Kimseye güvenemedikleri için de kolay kolay tatile çıkamazlar. Çıksalar dahi akılları işte olduğu için tatilden de ruhen yorgun dönerler.

Kendisinin yapacağına inandığı işlere o kadar zaman ayırır ki eşine ve çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getiremez. Bunlar, eşine ve çocuklarına zaman ayırarak ailesini kurtarmak yerine şovanistliğe soyunup vatanı kurtarmaya çalışırlar.

Aslında hiçbir iş yapmadıkları halde çok çalıştıklarından ve insanların kendilerini takdir etmediklerinden şikâyet ederler. Halinden şikâyet ettikleri halde bulundukları konumu da bir türlü bırakamazlar.

Bunlar, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in: “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalışın.” (Câmiu’s-Sagîr) hadisinin baş tarafını dikkate aldıkları için işlerinin yoğunluğundan dolayı vakit namazını kılacak zamanları da yoktur bunların.

Bunlar ya sağlık sorunlarından, ya yaş haddinden ya da başka nedenlerden dolayı işlerini bırakmak zorunda kalırlar.

Bu insanların psikodinamiğinde; işlerin yoğunluğunu ve güvensizliklerinden daha çok yaptığı işleri başkaları tarafından yapılmasından korkmaktadırlar. Bu da kendilerinin önemsiz bir kişi olacaklarına inandıkları için her şeyi kendileri yapmaya çalışırlar.

Bu dünyada kendisini kalıcı görüp bütün işleri kendisi yapmaya çalışan insanın durumunu bir hikâye ile anlatmak istiyorum.

Bir gün bir doktora “gerginlik ve tedirginlikten” şikâyetçi olan bir hasta gelmiş. Yapması gereken çok işinin bulunduğunu fakat kendisinin rahatsız olduğunu işlerin ise beklemeye tahammülü olmadığını söylemiş.

Doktor: “Bu işleri başka biri yapamaz mı ya da başkası size yardımcı olamaz mı? diye sormuş.

Adam: “Onları yalnız ben yapabilirim; bütün işler bana bakıyor!” diye cevap vermiş.

Doktor:-“Sana bir reçete vereceğim, bu reçeteyi aynen tatbik etmen gerekiyor!” diyerek reçeteyi eline vermiş.

Adam reçeteyi eline alıp baktığında, hayretler içinde kalmış. Reçetede:

“Her gün en az iki saat işi bırakıp yürüyüş yapacaksın ve her haftanın yarım gününü bir mezarlıkta geçireceksin” yazıyormuş.

Hasta adam:-“Yürüyüşü anladık ama neden mezarlık? diye sormuş.

Doktor: –“Oraya gidip mezar taşlarına bakmanı istiyorum. Mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla doludur. Sen de onlar gibi mezarlığa gömülünce, kendinden başkasının yapmasına imkân olmadığı zannettiğin işlerin başkaları tarafından da yapılmaya devam edildiğini göreceksin” demiş

Yukarıdaki hikâyede de olduğu gibi bulundukları noktada kendilerini “Vazgeçilmez” gören hâlbuki orada problem çözmek yerine problemin bir parçası olduğunun farkına varamayan insanlar için de doktorun reçetesi geçerli değil mi? Aslında, kendini bu hasta adam gibi gördüğü sürece, herkes için geçerli bir reçete!..

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Kelebeğin Kozadan Çıkması İçin

Çocukların büyüme aşamasındaki eğitimleri de kelebeklerin kozadan çıkış aşamasına benzemektedir. Bizler çocuklara ne kadar müdahale edersek çocukların kişisel gelişimlerine de o kadar set koymuş oluruz.

Bizler anne baba olarak, iyilik olsun diye kelebeğin kozadan rahatça çıkabilmesi için ona yardım eden bu çocuk gibi onların kendi başına yapabilecekleri işi kendimiz yaparak onlara nasıl zarar verdiğimizi fark edemiyoruz. Bu ve buna benzer konularda olmadık yer ve zamanlarda çocuklara o kadar müdahale ederiz ki bu işten ne biz ne de çocuk hoşnut oluruz. Bizim hayatımız çocuğa müdahale etmekle ve çocuğun peşinden koşmakla geçerken, çocuğun hayatı da ister istemez bizimkinden farklı geçmez.

Almanya’da yapılan bir araştırma sebebiyle 2 yaşlarındaki çocuklarını parkta oynatan Türk ve Alman aileler yaklaşık bir saat boyunca gözlemlenir. Bir saatin sonunda Türk ailesi parkta oynayan çocuğuna 14 defa müdahale ederken Alman ailesi 4 defa müdahale etmiştir.

Çocuklarımızı eğitirken ve yetiştirirken onlara o kadar müdahale ediyoruz ki; çocuklarımız büyüdükleri zaman kendi ayakları üzerinde durmakta zorluk çekmektedirler. Kendisine güvenemeyen, kendi kararlarını veremeyen bu çocuklar, büyüdükleri zaman hayatlarını bağımlı bir kişi olarak sürdürmektedirler. Bu çocuklar, toplumsal hayatın içine karıştıklarında kendi başlarına sorumluluk almaktan korkar hale gelmektedirler.

Bu çocuklar büyüyüp okula başladıkları zaman, ders çalışmayan ve sorumluluk almaktan korkan, kendine güvensiz, pasif bir öğrenci olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu durumu gören aile; hocam, bu çocuğun her şeyi tam olduğu halde neden ders çalışmıyor diye hayıflanmaya başlayacaklardır.

Tüm istekleri anında karşılanan, her şeyi dört dörtlük yapılan, kendimize bağımlı olarak yetiştirdiğimiz bu çocuklar, ders çalışmaya da istekli olmaz. Çünkü tek başlarına ödev yapamazlar, öğretmenin anlattığı dersi kolay anlayamazlar. Birinci sınıfa başlayıp da annesini günlerce sınıfta oturtan onun gitmesine izin vermeyen çok çocuk vardır. Hatta imkânı olsa okula da gitmeyerek, okula da anne babalarını göndermek isterler. Gerçi imkânı olsa çocuğunun adına sınava girecek anne baba da çoktur.

Yemeyip yedirdiğimiz, giymeyip giydirdiğimiz bu çocuklar bırakın ders çalışmayı; biraz daha büyüyünce sorumsuz ve üzerine fazla gidilince de asi bir çocuk olarak karşımıza çıkacaktır. Çünkü küçük yaşlarda arkası toplanan bu çocuklar, büyüdükleri zaman da arkalarını toplayacak birilerini ararlar. Bu tip çocuklar toplum içinde kendi görevlerini tek başlarına yapamayacak kadar aciz duruma düşerler.

Her şeyi anne babası tarafından yapılan bu çocuklar kendilerine güvenemediklerinden sorumluluk almaya istekli olamazlar. Bu çocuklar büyüdükleri zaman hayatta hep birilerinin gölgesinde yaşayarak, yönetmekten çok yönetilmeye müsait bir kişi olurlar.

Peki, bu çocuklar için neler yapılmalı?

1. Çocuklarının sorumluluğunda olup, çocuklarca yapılması gerekenleri onlar adına düşünülmemeli.

2. Çocukların yapması gerekenler onlar adına yapılmamalı.

3. Çocukların arkasını toplama yerine, kendisinin toplaması sağlanmalı.

4. Çocukların hayatlarına fazla müdahale edilmemeli.

5. Çocukların kendi kararlarını kendilerin almaları teşvik edilmeli.

6. Çocuklar sorumluluk alma konusunda cesaretlendirilmeli.

7. Çocukların bağımlı kişilik olmalarına sebep olacak hal ve davranışları pekiştirilmemeli.

8. Çocukların kendilerine güven açısından benlik saygıları yükseltilmeli.

9. Çocuklara yardım adı altında çocuğun sorumluluk alanlarına girilmemeli.

10. Çocukların okulla ilgili görev ve sorumluluklarına rehberlik dışında yardım edilmemeli.

11. Çocuklara yaş ve seviyelerine uygun sorumluluklar verilmeli.

12. Çocukların hata yapabileceklerini kabullenmeli ve bu hatalarını düzeltmeleri için onlara fırsat verilmeli.

13. Çocukların yaşlarına uygun davranışları konusunda onlara rehberlik yapılmalı.

14. Çocuklara bağımsız kişilik sergileme konusunda olumlu geri bildirimler verilmeli.

15. Bağımsız kişilik konusunda çocuğa uygun model olmalı.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Çağı Teknolojide Yakaladık Kullukta Yakalamadık

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat,56) buyuran Cenab-ı Hakka kul olarak yaratılan bizler; şu üç günlük dünyada gerçekten de ömrümüzü boşa geçirmekteyiz. Evin en iyisini, en iyi yerden olmasını isteriz. Ardından eşyasının markalı ve kaliteli olmasını isteriz. Bir iki sene sonra da modası geçti diye yenisini almak için tekrar mağaza mağaza gezeriz.

Araba alırız, bir iki yıl bindikten sonra değiştirmeye kalkarız. Telefonuydu, bilgisayarıydı, beyaz eşyasıydı, onlar da değişimden nasiplerini alırlar. Değişimin haddi hesabı da yoktur.

Gerçekten de bizler dünya malına gösterdiğimiz hassasiyeti ibadetlerimizde de göstermiş olsaydık belki de bugünkünden daha bilinçli bir Müslüman olurduk. Telefon ve bilgisayarda bulunması gereken özellikleri araştırdığımız kadar, bir Müslüman da bulunması gereken özellikleri de araştırmış olsaydık herhalde İslam’ı yaşantımız bugünkünden çok daha farklı olurdu.

Kulluk Bilinci için Helal Lokma

Bayezid-i Bistami Hazretleri gençlik yıllarında yaptığı bazı ibadetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu zaman zaman annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı ve:

Anneciğim; beni emzirdiğin zaman, benim yüzümden haramdan bir şey aldın mı? İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat neden olduğunu bilmiyorum, derdi.

Annesi uzun bir müddet düşündükten sonra:

Evlâdım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak için ocağın üstünde pişmekte olan tarhanaya komşudan izin almaksızın parmağımı batırıp ağzına koydum, dedi.

Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helallik diledikten sonra yaptığı ibadetlerden zevk almaya başladı.

Kulluk bilincinin oluşması için öncelikle insanın yediklerine ve içtiklerine dikkat etmesi gerekir. Huşu için Şeyh Nakşibendî Hazretleri; “Helal lokma yemeli” derken Ebû Bekr-i Dükkî ise bu konuda: “Mide, yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helâl lokma koyarsan, azalardan salih ameller meydana gelir. Şüpheli lokma koyarsan, azalar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer, haram lokma koyarsan, o lokma seninle Allah’ü Teâlâ arasında bir perde olur da, bu yolda yürümen mümkün olmaz.” buyurur.

Kulluk Bilinci için Ne Yapmalı?

Bir ömür nasılsa geçecektir. Kimi yetmiş yaşında, kimi elli yaşında, kimi hayatın baharı dediğimiz genç yaşta ölümle tanışacaktır. Ölüme giden hayat yolunda kulluk bilincini en güzel şekilde yaşamamız gerekir. En güzel şekilde yaşama adına eşimize, çocuklarımıza ve çevremize de model olmalıyız.

Sabah işe başladığımız zaman mesaiyi doldurmak için zaman doldurmak yerine; “Bir kul olarak zamanı en güzel şekilde nasıl değerlendirebilirim, insanlara nasıl yardımcı olabilirim?” diye düşünmek gerekir. Hatta bunu düşünceden öteye götürüp uygulamaya başlarsak hem insanları hem de kendimize faydalı olmuş oluruz. Önemli olan burada bakış açısıdır. Çünkü olumlu bakmak kişinin kulluk bilincinin farkındalığını artıracaktır. Farkındalığı artan insanda kulluk görevini ifa ederken yaratanın vermiş olduğu nimetlere olumlu pencerelerden bakmayı öğrenecektir. Farkındalığı artan ve olaylara farklı pencereden bakan insanda evinden işine giderken zihnini olumsuzluklarla meşgul etmek yerine faydalı şeylerle meşgul edecektir. Toplu ulaşım araçlarında camdan dışarı bakmak yerine kitap, dergi okuyacak ya da zikir yapacaktır. Telafisi ve dönüşü olmayan bir hayat yolunda bulunduğunun farkında olan insan toplu ulaşım araçların dahi kul olma adına zamanı en güzel şekilde değerlendirecektir.

İnsanoğlu bilinçli kulluk yapabilmek için hala elinde fırsatlar varken onu değerlendirmek yerine geçmişiyle geleceği arasında gidip gelmekte ve kullukta anı yaşamamaktır. Dün geçmiştir, yarın belki gelmeyecektir. Ama bulunduğu an kulluk için insanın kendi elindedir. Ne güzel söylemiş Mevlana Hazretleri: “Dün ve düne dair ne varsa dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım.” der.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Hayatını Yaşamadan Rahmetli Olanlar

İnsanoğlu o kadar garip bir yaratık ki; nerede, ne zaman ne yapacağı hiç belli olmamaktadır. Bir bakarsın olduğundan çok daha fazla olgun, bir daha bakarsın çocuktan daha fazla çocuksudur. Bu da herhalde insanoğlunun bilinmeyen bir denklem olduğunu göstermektedir.

İnsanoğlu çocukluğunda, şimdiki çocuklar gibi büyümek için can atar. Her sabah kalktığı zaman “Ben biraz daha büyümüşüm değil mi?” diye etrafındakilerin teyit etmelerini bekler.

Okula gitmek için can atar, sonra üniversite, iş hayatı, evlilik hayatı derken çoluk çocuğa karışır. Bir de bakar ki yaş 40’ı bulmuş. Büyümek için ne kadar acele ettiğinin farkına varır ve çocukluğunu özlemeye başlar.

Çocukluğunu o kadar özler ki; “Ah bir çocuk olsam!..” diye başlayıp istenen şekillerde davranış göstermeyen çocuklarına; “Keşke senin yerinde ben olsam…” diye başlayan cümlelerle devam ettirir özlemini.

Özlem ve pişmanlık arasında gidip gelirken, içinde bulunduğu yaş ve zamanın da farkına varamaz. İçinde bulunduğu zamanı da ileride özlemek için boş geçirir.  Sonra da: “Hey gidi gençlik hey!..”  demeye başlar.

Hastanelere bakıyorsunuz hastalarla dolu. “Nasılsınız?” diye kime sorarsanız “Hastayım” der. Gerçekten de öyle. İnsanlar, gençliğinde para kazanmak adına sağlığını harcamakta, yaşlılığında da kaybettiği sağlığını kazanmak için gençliğinde kazandığı paraları harcamaktadırlar.

Hemen her gün kazalarda birilerinin öldüğünü, sakat kaldığını televizyondan ya da gazetelerden öğrenmekteyiz. Hatta eş dostla birlikte anne babamızı da kendi ellerimizle mezara koyduğumuz da olmuştur. Öyle düşünürüz ki ölüm bizim için değil de sanki bir başkası için yaratılmıştır.

Yaş ilerleyip ihtiyarlık kapımızı çalınca ölümü düşünmeye başlarız. Önceleri hiç ölmeyeceğimizi zannederken yaşlanınca ömür denen şey ne kadar çabuk geçti diye düşünürüz. Sanki bu kadar yaşı kendimiz yaşamamışız gibi gelir.

Ne zaman ve nasıl mutlu olacağımızın daha tarifini yapamadan geçiverir ömrümüz. Hayatı anlamadan ve anlayamadan geçiririz. Mutluluğun her zaman kapımızı çalmasını bekleriz veya mutluluğu olduğundan farklı şeylerde aramakla geçirmişizdir ömrümüzü.

Çocukluğumuzda; büyüdüğümüz de,  okulu bitirdiğimizde mutlu olacağımızı beklemişizdir.

Gençliğimizde ise evlendiğimizde, çocuğumuz olduğunda, borçları bitirdiğimizde, arabayı değiştirdiğimizde mutlu oluruz demiştik.

Yaş biraz daha geçince, çocuklarımızın üniversiteyi bitirip göreve başlaması, çocukların evliliği, emeklilik gibi durumların gerçekleşmesi sonucu mutlu olmayı beklemiştik.

Hayata hazırlanmak için o kadar zaman harcamışızdır ki; hayatımızı yaşamadan ömür hayatının sonuna geldiğimizin farkına varırız.

Söz ve davranışlarıyla her zaman bilinmeyen denklem gibi davranan insanoğlunun bu halini ünlü bilge Eflatun’a sorarlar. 

“İnsanoğlunun en çok şaşırtan davranışları nelerdir?” sorusuna Eflatun şöyle cevap verir:

1.İnsanoğlu çocukluktan sıkılır, büyümek için acele eder, sonra da çocukluğunu özler.

2.Önce para kazanmak için sağlığını harcar, sonra da yitirdiği sağlığını kazanmak için parasını harcar.

3.Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, sonrada hiç yaşamamış gibi ölür.

4.Hayata hazırlanmaya o kadar zaman harcar ki hayatını yaşamaya vakti kalmaz.

5.Yarını o denli düşünür ki, bugünün elinden kayıp gittiğini fark etmez bile. Oysa hayat geçmişte ya da gelecekte değil şimdiki zamanda yaşanır.

İnsanoğlu günümüzde hâlâ bilinmeyen bir denklem gibi davranmaya devam etmektedir. Hâlâ elinde fırsatlar varken bunları değerlendirmek yerine geleceğine bakar.

Her zaman geçmişiyle geleceği arasında gidip gelmektedir. Hep arkasına ya da uzaklara bakar. Önüne pek bakmak istemez. Oysa önüne bir baksa, kendini tanıyacak ve anı yaşamak için bulunduğu yaş zamanı değerlendirecektir.

Kısacası şimdiki zamanın farkına varıp anı yaşayacaktır. Ama bakmıyor ya da bakamıyor. Hayat da insanoğlu için bir su gibi akıp gitmeye devam etmektedir.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in şu hadisleri insanoğlunun içinde bulunduğu zamanın,  fırsatların ve nimetlerin farkına varıp yaşayabilmesi için bize yol göstermektedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Bunlar sıhhat ve boş vakittir.” (Riyazü’s-Salihin,98) buyurur.

Yine Allah Resulü (s.a.v): “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz. Bu beş şey:

1. Hastalık gelmeden önce sağlığın,

2. Ölüm gelmeden önce hayatın,

3. Fakirlik gelmeden önce zenginliğin,

4. İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin,

5. Meşguliyet gelmeden önce boş vaktin kıymetini bilmektir. (Tirmiz,Zühd,25) buyurmuşlardır.

Sonuç olarak hayatın anlamını kavrayabilmek için içinde bulunduğumuz zamanın ve nimetlerin farkına varmak gerekir. Hayatın ah vahlarla geçirilmek için değil; yaşanmak ve Allah’a kul olmak için yaratılmış olduğunu unutmamak gerekir.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net