Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bu Mevzu Çok Mühim ve Derindir!

Bazı dükkânların tabelalarında “Saat Dünyası“, “Mobilya Dünyası“, “Oyuncak Dünyası” vb gibi yazıların yer aldığı görülür. “Dünya” kelimesinin yer aldığı bir tabela, dünyanın kendisi için de hazırlanacak olsa; o tabelaya da “İmtihan Dünyası” yazılması en uygun olur.

Çünkü, bütün insanların bu dünyada okul hayatı içinde ve dışında çeşitli büyüklük ve önem derecelerinde ömür boyu imtihanları olur. Bu imtihanlar için heyecan duyulur, çalışılır, başarılı olmak arzusu ve gayreti gösterilir.

İnsanların dünya hayatlarında akıl ve iradeleriyle en büyük ve en mühim imtihanları ise, onların Marifetullah (Allah’ı tanımak) ile ilgili imtihanlarıdır.

Allah; Hâlık (Yaratan), insan ise mahlûktur (yaratılmış olandır). Bir sanat eseri, herhangi bir eşya veya makinenin kendi yapımcısını zatıyla tanıması mümkün olmadığı gibi, insan da canlı ve ayrıca başka hiçbir varlıkta olmayan akılla teçhiz edilmesine rağmen, o da Hâlık olan Allah’tan başka tüm varlıklar gibi mahlûk olduğundan, Hâlıkı olan Allah’ı zatıyla tanıyamaz; ancak isim ve sıfatlarının, yaratmış olduğu varlıklardaki akislerini, tecellîlerini görmek şeklinde Allah’ı tanıyabilir.

İşte, insanın içinde yaşadığı “İmtihan Dünyası“ndaki en büyük ve en önemli imtihanı olan “Marifetullah ile imtihanı” budur. Okullarımızda, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji vd fen ve tabiat bilimlerinde tabiattaki varlıklar ve olaylar “Tabiat Kanunları” ismi verilen bazı sebeblere bağlanarak açıklanmaya çalışılır. Halbuki (“Âdetullah Kanunları” denilmesi daha doğru olan) “Tabiat Kanunları“, sadece “Sebebler Perdesi“dir; bahsedilen varlıkları ve olayları açıklamakta aslında çok yetersizdir.

İnsanın “İmtihan Dünyası“ndaki en büyük ve en önemli olan “Marifetullah” konusundaki imtihanı, fen ve tabiat bilimlerinde bahsedilen, tabiattaki bu “Sebebler Perdesi”ni aşarak, o “perde”nin arkasındaki “Sebebleri Yapan ve Çalıştıran“ı aklını iyi kullanıp akıl gözüyle görebilmesi ve iradesini de iyi kullanıp, O’nun istediği şekilde dünyada yaşamasıyla ilgili olan imtihanıdır.

Sebebler Perdesi“, fabrika dokuması polyester perdeler yaygınlaşmadan önce, elle örülen ve yakından bakılınca arkasını iyice gösteren iri delikleri bulunan tenteneli perdeler gibidir; ona yakından ve dikkatle bakan, o perdenin arkasını da görebilir ve o perdeyi bu şekilde gözüyle ve aklıyla aşabilir. Bu mevzu çok mühimdir ve derindir; insanın ebedî saadeti kazanabilmesi veya kaybedip tam aksi bir akıbetle “Dünya İmtihanı”nı kaybetmesiyle çok yakından ilgilidir.

Allah hepimizi, ‘Dünya İmtihanı’nı başarabilenlerden eylesin” duasını kolayca yapabiliriz; fakat bunu başarabilmek meyli, isteği ve gayreti kişi tarafından gösterilmezse, bu duanın o kişi için kabul edilebilme ihtimali yok denilecek kadar azdır.

Sebebler Perdesi“ni aşarak onun arkasındaki “Sebebleri Yapan ve Çalıştıran” Allah’ı akıl gözüyle görüp tanıyabilmemiz (Marifetullah) ile ilgili olarak, dünya hayatımız boyunca varlıklar ve olaylar karşısındaki anlayış ve yorumlayış şeklimiz, her varlık ve olay için mühim birer imtihan sorusuna, neticesini âhirette göreceğimiz cevabımız olabilir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

İslam “İmanı”nın ve “Ahlakı”nın Önemi

Bir ay kadar önce, Türkiye’nin en çok satılan gazetelerinden birinin ilk sayfasında “Kan donduran cinayetler” başlığı altındaki haber metni “Bolu, İstanbul ve Konya’dan peşpeşe gelen cinayet haberleri kamuoyunu şoke etti.” cümlesiyle başlamakta, onun yanındaki resimde de bir üniversitemizin dekanlık binasından çıkarılan bir tabut, tabut önlerinden geçerken ağlayan kız öğrenciler ve “Doçent, boğazı kesilerek öldürüldü, zanlı profesör” haber başlığı altında haberin özeti verilmekteydi. Ayni gazetenin “Gündem” sayfasında da, ilk sayfada çok kısa olarak bahsedilen Bolu, İstanbul ve Konya’daki “Kan donduran cinayetler”in haber detayları yer almaktaydı.

Üniversiteler, bir milletin beyni hükmündedir; beyindeki ârıza, bütün vücudu birinci derecede ve çok etkiler. En yüksek tahsil müessesesi olan üniversitelerimizden, halkının muhafazakârlığı ile tanınmış bir ilimizdeki bir devlet üniversitesinde, en yüksek akademik unvanıyla ve ayni zamanda bir bölümün başkanlığı idarî göreviyle ve özel hayatında da o üniversitenin bir fakültesinin dekanının eşi sıfatıyla bir profesörün, o üniversitedeki sekreter bir bayanla zina ilişkilerinin rekabetiyle kıskançlık paranoyasına girdiği kendi üniversitesindeki bir doçentin katil zanlısı olması ve o cinayetini itiraf ettiğinin de ayni haberde yer alması, kamuoyunu şiddetle şoke edebilecek bir mahiyet arzetmekteydi.

Kur’an’da Nisâ Sûresi’nin 93. Âyetinde “Kim de bir mü’mini (katlini helal sayarak) kasden öldürürse,artık cezası, içinde ebediyen kalıcı olarak Cehennemdir. Hem Allah ona gazap etmiş, ona lâ’net etmiş ve onun için (pek) büyük bir azâb hazırlamıştır!” hükmü vardır. Bahsedilen olayda o cinayetin helal sayılarak mı işlendiğini bilmiyoruz; adliyeye intikal etmiş bir konunun adlî yönü üzerinde fikir de beyan edilemez. Fakat, ayni tarihli bir gazetede “Kan donduran cinayetler”den birkaç tanesinin haberinin yer alması, alkol ve uyuşturucu kullanma yaşının ülke genelinde daha genç yaşlara doğru inmesi, ailelerde boşanmaların ve parçalanan ailelerin, kadına şiddet ve kadın cinayetlerinin artması, bunlardan başka hemen her gün hakikî insanlıkla bağdaşmayan çeşitli olayların haber kaynakları tarafından ardı arkası kesilmeden duyurulmağa devam edilmesi ve bütün bunlarla da ilgili olarak; o çok müessif olaydan bir ay kadar önce de başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsünün “Ekonomideki başarıyı manevî alanda gösteremedik” samimî itirafının sanki çok çarpıcı bir delilinin verilmiş olması, ülkemizde son on yıldır Batı ülkelerindeki gibi sathî ve yetersiz şekilde gündemde olan insanî değerler eğitimi yönünden çok ciddî uyarılar niteliğiyle, bizi “gerçek insanî değerler eğitiminin nasıl verilmesi gerektiği” konusunda çok iyi düşünmeğe ve hakikî, köklü çözümleri üretmeğe sevkeden sebebler olmaktadır.

Cemiyetlerin maddî ve manevî kalkınması, asâyişi, huzuru ve refahı, fertlerinin ahlâkî yapısıyla yakından ilgilidir.
İnsanların ferdî ve içtimaî meselelerinin odak noktasında bulunan ahlâk, çok geniş ve çok mühim bir konudur. İnsanlara ahlâk olarak neyi, niçin ve nasıl telkin etmek gerektiği, ferdî ve içtimaî hastalıkları önlemek ve gidermek için iyi bilinmeli ve iyi yapılmalıdır.

Batı dillerinde biraz farklı yazılışlarla karşılığı sathî ve yetersiz açıklamalarla “moral” kelimesiyle verilen ahlâk, İslâm’da kaynağı Kur’an ve Sünnet-i Seniyye olan ve geniş açıklamaları yapılan çok mühim bir dinî terimdir.

Gazete havadisleri veya bizzat karşılaşılan hadiseler vesilesi ile, cemiyetteki bazı insanların ahlâkî zaaflarından sadece “dert yanmakla” kalınır ve gereği yapılmazsa, şikayet sebepleri ortadan kalkmaz ve şikayetler devam edip gider. “Kırk gün karanlıktan şikayet etmektense, bir gün bir mum yakmak daha hayırlıdır.

İnsanların maddî hastalıkları için nasıl mütehassıs hekimlere müracaat ediliyorsa, manevî hastalıkları için de, bu sahada ulaşılabilecek en iyi mütehassıs araştırılmalı; onun teşhis ve tedavi usulleri dikkate alınmalıdır.

Beşeriyetin en yüksek temsilcisi olan Peygamberimiz (a.s.m.), ahlâk hususunda da en önde gelen rehberimizdir. “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim“, “İslâm güzel ahlâktan ibarettir” gibi hadis-i şerifleriyle ahlâkın asıl mahiyetine ve bunun büyük ehemmiyetine dikkatimizi çeken Resulullah’ın ahlâkının nasıl olduğu sorulduğunda Aişe validemiz; “Onun ahlâkı Kur’an ahlâkıydı” şeklinde kısa ve tatminkâr bir cevabı vermeyi kafi görmüştür. Bediüzzaman da, “Yaşayan Kur’an” olan Peygamberimizi anlayabilmemiz için, onu “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarriften biri” olarak tanıtmağa çalıştığı Risale-i Nur eserlerinde (Bediüzzaman, Sözler), aynı zamanda bize en mühim ahlâk derslerini de vermiş olmaktadır.

Ahlâkı çeşitli bakış açılarından ele alan çok sayıda kitap vardır. Ahlâkın temeli semavî dinler ve onlar arasında da asliyetini bozulmadan muhafaza etmiş olan İslâm dinidir. İnsanı kâinatın misal-i musağğarı (kâinatın küçültülmüş bir misali), eşref-i mahlukât ve arzın halifesi olarak yaratan Allah (C.C.), elbette uyması için ona yapması ve yapmaması icap edenleri de bildirmiştir ki, bunlar da âyetler ve hadisler başta olmak üzere, İslâmî kaynaklarda mevcuttur. Bu sebeple, ahlâk mevzuundaki İslâm dışı çeşitli felsefî görüşlerde boğulmamalı; İslâm ahlâkı üzerinde durulmalı, İslâm ahlâkının bilhassa Peygamberimizin (a.s.m.) örnekliğinde lâyıkı ile tanıtılması yolunda mesai sarf edilmelidir.

Bediüzzaman, âyet ve hadislerden süzülmüş manâlar halinde İslâm ahlâkından Risale-i Nur Külliyâtı eserlerinde geniş olarak bahsetmiştir. Onun bu zamanda en mühim mesele olarak üzerinde büyük ehemmiyetle durduğu İslâm imanıyla ilgili Risale-i Nur Külliyâtı kitaplarını okumak, onların okunduğu sohbetlere iştirak etmek, onları anlamağa ve usulüne göre anlatmaya çalışmanın cemiyetimizin içinde bulunduğu içtimaî ve ahlakî problemlere nasıl çözüm olabileceğini –bazılarının bu mevzudaki haksız tenkitlerinin de yanlışını daha iyi anlamağa çalışır gibi– biraz daha iyi düşünmeğe çalışalım:

Peygamberimiz (a.s.m.) başlangıçta tek kişi olmasına rağmen, bugün onun getirdiği dine bağlı olanların sayısı 2 milyara yaklaşmıştır. Allah (C.C.) peygamberlerin görevinin ancak tebliğ olduğunu Kur’an’da bildirmektedir. O tebliğe muhatap olan insanlar, Allah’ın (C.C.) kendilerine verdiği aklı ve cüz’î iradeyi iyi kullanarak hakikate meylederlerse, Allah (C.C.) onlara hidayeti nasip eder. “Hidayet Allah’tandır” sözü bu manâdadır.

Peygamberler bile insanlara karşı sadece hakkı tebliğle vazifeliyken, Peygamber olmayanların diğer insanlara karşı bu mevzudaki vazifesi de hakkı tebliğden daha ötesi değildir. Bilhassa Risale-i Nur Külliyâtı kitaplarından aldığımız derslerle, hakkı ve hakikati insanlara anlatmaya çalışarak, çok kişiye tebliğ yapsak da bir yılda ancak bir kişinin hakkı ve hakikati kabulüne ve yaşamasına vesile olabilsek, bir yıl sonra onunla birlikte iki kişi oluruz. Bu çalışmamıza ayni şekilde iki kişi olarak devam etsek ve bir yıl sonra ancak birer kişinin daha hakkı ve hakikati kabulüne ve yaşamasına vesile olabilsek, ikinci yılın sonunda dört kişi oluruz. Bu dört kişi ayni şekilde bir yıl çalışmakla ancak birer kişinin hakkı ve hakikati kabulüne ve yaşamasına vesile olabilsek, üçüncü yılın sonunda sekiz kişi oluruz. Ayni şekilde yıllar ard arda geçtikçe, hakkı kabul ederek ona uygun şekilde yaşayan insanların sayısı da her yıl iki misli artar: 1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512, 1024, 2048, 4096, 8192, 16384, 32768, 65536, 131072, 262144, 524288, 1048576, 2097152, 4194304, 8388608, 16777216, 33554432, 67108864, 134217728, …

Bu hesap şekli ile, halis niyet, sabır, sebat ve gayretlerle böyle bir çalışmanın yapılması halinde, çok kişiye tebliğ yapılsa da bir yıllık çalışmayla ancak bir kişinin hakikati anlaması, kabulü ve yaşamasına vesile olunsa bile, yıllar bu şekilde birbirini takip ederse, katlanarak artışlarla ortaya çıkabilecek hesabın neticesi olarak hakkı kabul eden ve ona göre yaşayan insanların sayısı çok büyük rakamlara ulaşabilir.

İnsanların ebedî hayatlarını kurtarmakla ilgili bu çalışmanın semeresi her yıl böyle ikiye katlanırsa, bunun zahmet ve meşakkatine katlanılmaz mı?

Bu basit matematik hesabı ile, meselenin kesin çözümü gayet açık bir şekilde göz önünde olmasına rağmen, bilhassa “sekülerizm” (dünyevîleşme) hastalığına tutulmuş olan insanların büyük bir kısmı, kendi ailesi içinde bile bu kesin çözümle ilgili gereğini yapmamakta; bu çözümden uzak yaşayışın neticesi olan eşleri veya çocukları ile ilgili istenmeyen bir hadiseyle karşılaştıklarında da, bunun sebebini merak etmekte, başka yerlerde aramakta ve ekseriya da yanlış yorumlara saplanmaktadırlar.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

İyi Paylaşım Yapmak da Mümkündür!

Facebook sayfası olanlar bilirler. Kendi sayfalarını açınca, “Ne düşünüyorsun?” sorusunun yazılı olduğu bir pencere karşılarına çıkar. O soruyu okuyanlar cevap olarak, o pencereye bazen iyi düşünmeden rastgele birşeyler yazarak onu paylaşırlar; fakat ekseriya o yazılanlar mâlâyâni (faydasız) şeyler olur. O faydasız şeyleri okuyanların bazıları da, facebook sanki yalnız böyle faydasız veya zararlı şeyleri paylaşmak vasıtasıymış gibi, facebook’tan soğurlar. Halbuki, paylaşımın faydalısı da, bu yaygın iletişim vasıtasını kullanmak suretiyle yapılabilir.

Facebook sayfamı son açtığımda “-Ne düşünüyorsun?” sorusunun yazılı olduğu pencere karşıma çıkınca, o penceredeki o soruyu cevapsız bırakmamak için, birkaç satır yazayım demiştim.

Aslında insan için, aklıselimle düşünülmesi gereken çok şey vardır. Ama ben o soruyu okuduğumda, “ene”nin mahiyetini düşünüyordum. Kendi kendime onun mahiyetini anlayabilmem ise, mümkün değildi; Risale-i Nur Külliyâtında Sözler adlı eserde 30. Söz Birinci Maksad onu harika bir şekilde açıklıyordu. O açıklama, imanla küfür arasındaki sınırı çizer gibiydi.

Orada verilen çeşitli misallere ek olarak, geometri bilimindeki noktanın tarifi “yarıçapı sıfır olan daire” şeklinde yapılmasa, geometri biliminin de, geometri bilimine dayanan tüm fen ve mühendislik bilimlerinin ve onlara dayanan teknolojilerin de olamayacağını, Allah’ın insanlara kendisini tanıtmak istediğini, zatıyla kendisini tanıması mümkün olmayan insanların içine, isim ve sıfatlarının aynadaki akisleri gibi kıyas birimleri olacak ve aslına delalet edip aslını tanıttırabilecek, binlerce hislerin yumağı halinde emanet olarak “ene“yi (benlik hissini) koyduğunu, Allah’ın bu “ene” emanetini iyi kullanan insanların, en değerli ilim olan Marifetullah (Allah’ı tanımak) ile müşerref ve Cennete namzet olurken, bu hisler yumağı emaneti Allah’ı tanımak için kullanmayıp şirke düşen ve firavunlaşan insanların da ebedî cehenneme namzet olmak tehlikesi içine girdiklerini düşünüyordum.

Geometride gerçek varlığı olmayan sıfır, nasıl geometri biliminin ve ona dayanan fen ve mühendislik bilimleriyle onların uygulamaları olan teknolojilerin temelini teşkil ediyorsa, insandaki “ene” de hem insanın kendisini, hem Allah’ı, hem de onun yarattığı varlık âlemini tanımakta çok mühim bir anahtar hükmündeydi. Ondaki ilahî tecellileri (akisleri) ilahî sıfatların kendisiymiş gibi vehmetmek ise, en büyük günah (şirk= Allah’a ortak koşmak) oluyordu.

Bu ve bunun gibi düşünce hallerini herkes, Risale-i Nur Külliyâtında Sözler adlı eserde 30. Söz Birinci Maksattaki açıklamalar ve diğer emsali kitapların derslerin ve ilim meclislerinin ışığında yaşayabilir; sonra da neşredebilir, paylaşım sitelerinde paylaşabilir ve bunları yapmakla da mutlaka çok kârlı çıkabilir.

Çünkü bu, çok mühim bir tefekkürdür ve hadis-i şeriflerde, tefekkür gibi değerli nafile (farzların dışındaki) bir ibadetin olmadığı ve bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadete bedel olduğu bildirilmiştir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Sünnet-i Seniyye’ye Tabi Olmak ve Tıp İlminden Bir Misal

Bu zamanın mühim bir hastalığı, fenlere adeta yeni bir din gibi tapmak (!).. Fenleri -yenilenmelerinin ve değişmelerinin ardı arkası kesilmediği halde- ‘hayatta en hakikî mürşid’ gibi kabul etmeğe kendini sunî bir şekilde zorlamak ve böylece de en hakikî mürşit olan Kur’an ve Hadislerin irşad ve tebliğini kabul etmemek için bir yol aramak (!)..

Ne gariptir ki aynı fenler, bazı insanları, imana da, küfre de götürebilen fikir yollarındaki yanlış seçim ve tercihlere karşı ikaz ve irşad ediyor; asıl ‘hakikî mürşide’ dikkatleri çekiyor.

Bu mevzuda verilebilecek misallerden biri, birçok insan tarafından hakîr, kerîh, çirkin, sebeb-i vücudu anlaşılmaz ve lüzümsuz gibi değerlendirilen sülük adlı hayvanla alakalıdır.

Hayatta en hakikî mürşit fendir” diyerek tedavi maksadıyla sülük kullanılmasına dair Sünnet-i Seniyyeyi de hakîr görmek cüretine teşebbüs edenler, tıp ilminin en ileri olduğu Amerika’da sülüğün “tıp harikası” olarak ilân edilmesi karşısında acaba ne diyeceklerdir?

Bugün, Amerika’nın birçok hastanesinde binlerce sülük kullanılmakta ve bu hastanelerin en meşhur doktorları dahi “sülük olmasaydı ne yapardık?” demektedir.

Tarihin çok eski çağlarından beri hacamat (kan almak) vasıtası olarak başvurulan sülük, Resulullah (S.A.V) tarafından da kullanılmış ve tavsiye edilmiş olduğuna göre, bunun elbette birçok hikmeti olduğu düşünülmeliydi.

Şimdiye kadar sadece kan almak işlemlerinde tedavi maksadıyla kullanılmış olan sülüğün, bu gün modern tıbbın bilhasa mikrocerrahi sahasında fevkalâde mühim vazifeler yapabileceği anlaşılmış bulunmaktadır.

Mikroskop altında yapılan ameliyatlarda, sülükler bir cerrahın en ideal yardımcısı olmaktadır. Çok ince damarların birleştirilmesinde ve buradan kan deveranının temininde sülükler, hem damarları birbirine yapıştırıcı ve hem de damarlardaki tıkanıklığa mâni olucu rol oynamaktadır.

Bu şekilde, bir kaza neticesinde kopan çok küçük çocukların parmaklarını bile, sülükler yardımıyla yapılan ameliyatlarla başarılı bir şekilde yerine bağlayabilmek mümkün olmaktadır.

Bu mevzuda son günlerde dünya medyasında yer alan son haber de şu oldu:

“Amerika’da, bir köpeğin saldırısına uğrayan 19 yaşındaki genç bir kızın kopan kulağı sülük yardımıyla yerine dikildi.

Olay Amerika’nın Rhode Island şehrinde gerçekleşti. Pitbull cinsi köpeğin saldırısına uğrayan 19 yaşında bir kız kolundan yaralandı ve sol kulağı koptu. Plastik cerrahi uzmanları, kopan kulağın yeniden dikilmesine imkan vermeyecek şekilde çok fazla hasar aldığını söyledi. Uzman cerrah Dr. Stephen Sullivan;

“- Normalde kopan bir kulak plastik cerrahlar tarafından yerine dikilebilir ama, vücuttan ayrılan parçanın bıçak gibi düz bir kesik yerine köpek ısırığı ile parçalanmış olması durumu zorlaştırır” şeklinde açıklama yaptı.

Rhode Island hastanesinde genç kızı ameliyat eden doktor Sullivan, kopan kulakta mikroskop ve aşırı hassas cihazlar kullanarak 0,3 mm çapında bir atardamar buldu ve kulağı bu atardamarla kızın başına mikroskobik dikişlerle tutturdu.

Kulağa temiz kanı taşıyan atar damarla bu şekilde bağlantı yapan doktor, kirli kanın toplanacağı toplardamar bulamadığı için farklı bir çözüm üretti ve kulakta biriken kirli kanı temizlemek için sülük kullandı. Dr. Sullivan;

“- İnsan vücudunda, damarlar yeniden yapılabilmektedir. Biz sülükleri, toplardamarlar yeniden oluşana kadar, geçici bir kan tahliyesi yöntemi olarak kullanacağız” dedi.

İki haftadan uzun bir süre düzenli olarak hastaneye giden kızın dikilen sol kulağına sülük uygulanarak, oksijensiz kirli kan çekildi. Bu süreçte kulakta yeni damarlar oluşmaya başladı ve sülük tedavisi aralarla uygulanmaya devam edildi. Neticede, kulakta gereken bütün damarlar yeniden teşekkül etti ve sülük tedavisine son verildi. Geriye belli olmayan ufak bir yara izinin kaldığını açıklayan Dr. Sullivan;

“- Kulak kopması hasta için bir ölüm-kalım meselesi değil ama, hayat kalitesini arttırmak adına çok önemli. Bu operasyon ve sülükle tedavi sayesinde, onun başına böyle bir kaza geldiğini farkına varılmasının imkânı yok” diye açıklama yaptı.

Bugüne kadar bu olay gibi tıp literaturüne geçen kulak dikilmesiyle ilgili sadece 50 başarılı operasyon bulunuyor. Bunun sebebi de, kulakta bulunan damarların çok ince ve küçük olması.

2004 yılında Amerika Gıda ve İlaç Kurumu (FDA) kan ile beslenen sülüklerin sağlık sektöründe kullanılabileceğini onaylamıştı.

Tıp ilminin şimdikine nisbeten çok geri olduğu 14 asır önce, tedavi maksadıyla bu hayvanı bizzat kullanmış ve ümmetine tavsiye etmiş olan Peygamberimiz (SAV)’in sözlerindeki ve davranışlarındaki isabeti, bugün dünya çapındaki tıp otoriteleri vasıtası ile, bir kere daha ispatlanmış ve onun Sünnet-i Seniyyesine tabi olmanın önemine tekrar dikkat çekilmiş olmuyor mu?

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Tefekkür Edip İcabınca Yaşayabilenlere Ne Mutlu !

Risale-i Nur mesleğinin dört esasından biri de; tefekkürdür. Risale-i Nur eserleri, bir saati bir sene nafile (farzlar dışındaki) ibadet sevabını verebileceği hadiste bildirilen tefekkürle ilgili çok mühim dersler vermek özelliğini de taşımaktadır.

Risale-i Nur eserlerinden alınan tefekkür dersleriyle, “Kâinat Kitabı“ndan, tefekküre verilebilecek çok sayıdaki misallerden biri olarak, astronomi ilminden şu misal verilebilir:

Helyum, yer kabuğunda nadir ve çok az, kâinatta ise hidrojenden sonra en bol bulunan elementtir. Çünkü, maddî kâinatın maddesinin çok büyük kısmı; her biri çeşitli büyüklüklerde birer güneş olan yıldızlardır. Yıldızların maddesinin de çok büyük kısmı; hidrojendir. Yıldızların içindeki çok yüksek sıcaklıkta hidrojen atomlarından “fusion” nükleer reaksiyonu ile helyum meydana gelirken, bir kısım madde de tamamen enerjiye dönüşerek, radyasyon, ışık, ısı yayar.

Allah (C.C.) yüzmilyar kere yüzmilyar (1 rakkamı yanında 22 tane sıfır olan sayı: Üslü bir kemiyet olarak 10 üzeri 22 şeklinde de kısaca yazılır) adet olduğu tahmin edilen yıldızların hepsini birer “nükleer fırın” halinde, hidrojenden “fusion” (küçük atom çekirdeklerinden büyük atom çekirdeklerinin meydana gelmesi) nükleer reaksiyonu ile helyum meydana getirecek ve bir kısım maddeyi de tamamen enerjiye dönüşüp radyasyon, ışık ve ısı yayacakları şekilde yaratıp çalıştırmakla “Vahidiyet” manasındaki birliğini ve bu kadar çok sayıdaki yıldızın hiç birini başka bir yıldıza tıpatıp benzer şekilde yaratmamış olmakla da “Ehadiyet” şeklindeki birliğini -o yıldızların sayısı kadar- ilan edip bize göstermektedir.

Helyum elementinin hidrojen elementinden nükleer bir reaksiyonla milyarlarca seneden beri teşekkülünün devam ettiği maddî kâinattaki yıldızlar âlemine bu gözle bakarak, en mühim hakikat olan “Tevhid” (Allah’ın varlığı ve birliği) hakikatini tefekkür edebilenlere ve o tefekkürün icaplarına göre yaşayabilenlere ne mutlu…

O yıldızlar âlemini; para, unvan, mevki, şöhret ve benzeri nefsanî maksatları için ömürleri boyunca incelemelerine rağmen, bu “tevhid” hakikatının dersini alamayanlara ve o hakikate göre yaşamayanlara ise, yazıklar olsun!..

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org