Etiket arşivi: seyrangah tv

Herşey O’nu (C.C.) Anlatıyor: “El-Melik Kimdir?

Melik, sultan ve padişah demektir. Cenab-ı Hak Melik’tir. Bu kâinatın sultanı ve padişahıdır. Her şeyin anahtarı O’nun yanında ve her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir.

Nasıl ki muhteşem bir saray görsek, o sarayın sultansız ve sahipsiz olması mümkün değildir. Biz sultanı görmesek de o saray, varlığı ve ihtişamı ile sultanının varlığına ve ihtişamına delalet eder.

Acaba böyle bir saray bile maliksiz, sultansız olamazsa; kâinat sarayının sultansız, şu âlem memleketinin padişahsız ve şu mülkün maliksiz ve sahipsiz olması mümkün müdür?

Kâinat öyle bir saraydır ki, yıldızlar o sarayın kandilleridir. Dünya ise o sarayda sadece küçücük bir odadır. Güneş o odanın lambası ve sobası, Ay ise gece lambasıdır. Şimdi kâinat sarayında küçük bir gezinti yapalım ve o Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın saltanatının haşmetini ve Melik isminin tecellisini bir parça da olsa görelim!

Dünyamız’ın lambası olan Güneş, Dünyamız’dan 1.300.000 defa daha büyüktür.

Bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinde ise iki yüz milyar ile üç yüz milyar arasında yıldız vardır. Her biri Güneş büyüklüğünde üç yüz milyar yıldızın kapladığı alanı hayal edebilir misiniz? Acaba bu kadar yıldızı birbirine çarptırmadan gezdiren kim?

Bilim adamları 800.000.000 galaksiyi keşfetmişlerdir. Kendi itiraflarıyla bekli de kâinatın milyonda birini ancak keşfedebilmişler. Acaba kâinatın büyüklüğü ne kadardır?

Güneşin merkez sıcaklığı 20.000.000 santigrat derecedir. (Suyun 100 derecede kaynadığı malumdur.) Eğer Güneş’ten toplu iğne ucu kadar bir madde getirebilseydik, 160 km uzaklıktaki bir maddeyi yakabilirdi. Eğer bütün Dünya odun ve kömür olsaydı, Güneş’in bir günlük ihtiyacını karşılayamazdı. Acaba güneş sobasını söndürmeden yakan kim?

Güneş’in Dünya’ya uzaklığı 150.000.000 km’dir. Samanyolu galaksimizin çapı ise 100.000 ışık yılıdır. (Işığın saniyedeki hızı 300.000 km’dir) Eğer saniyede 10.000 km hızla giden bir rokete binseydik, Galaksimiz’in bir yanından öbür yanına gitmek için 15.800.000.000 yıla ihtiyacımız olacaktı.

Bilim adamları 1.400 adet kuyruklu yıldızı tespit etmişlerdir. En kısasının kuyruk uzunluğu 300.000.000 km.dir.

Güneşimiz’in, Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olduğunu öğrenmiştik. Şimdi dikkat edin! Hayalin dahi tasavvur edemeyeceği bir yıldızdan söz edeceğiz: Betaklus yıldızı. Bu yıldız o kadar büyüktür ki, çapı 250 Güneş büyüklüğündedir. Hacimce Güneş’ten on binlerce defa daha büyüktür.

Ve intizamla hareket eden muhteşem bir ordu görsek, ama kumandanını görmesek; o ordunun meliksiz, sahipsiz ve başıboş olabileceğine ihtimal verebilir miyiz?

Elbette hayır!

Çünkü askerlerin terbiyesi, düzenli hareketleri, silahlarının verilmesi, elbiselerinin değiştirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller ispat eder ki, bu ordu bir kumandana ve melike bağlıdır ve onun emriyle hareket ederler.

Acaba böyle küçücük bir ordunun bile idaresi, terbiyesi, beslenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller kumandansız ve meliksiz olmaz ve tesadüfe havale edilemezse, şu yeryüzünde yüz binler muhtelif taburlardan oluşan hayvanlar ve bitkiler ordusunun kumandansız ve meliksiz olması mümkün müdür?

Bu öyle bir ordudur ki, milletleri farklı ve silahları farklı ve elbiseleri farklı ve talimatları farklı ve suretleri farklı ve erzakları farklı.

İşte böyle bir ordunun meliksiz ve kumandansız olması hiç mümkün müdür? Bu ordunun öyle bir meliki var ki, hiç birini unutmaz ve hiçbir işi birbirine karıştırmaz.

İşte bu ordu, misalimizdeki ordudan ne kadar büyükse, büyüklüğü ve mükemmelliği nispetinde kumandanları olan Allah’ı, Melik ve Sultan ismiyle bizlere tanıttırır.

Bizim vazifemizse: Kâinat sarayına bakıp bu sarayın sultanı olan Allah’ı, “Ey mülkün sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin. Hayır senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kadirsin!” ayeti ile zikir etmek ve zemin yüzündeki ordulara bakıp bu orduların kumandanı olan Allah’ı, “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” ayetiyle yâd etmek, O’nu Melik ismiyle tesbih ve tefekkür etmek ve her şeyin kendisine itaat ettiği O Melik’e itaat ederek ona abd ve kul olmaktır.

Allah (C.C.) İsm-i Şerifi ve Bu İsmin Özellikleri. Allah’a Tanrı Denilir mi? (Kısa Video)

Bu kâinatın sahibi ve bu âlem sarayının sultanı ve bu mülkün maliki olan zatın adı Allah’tır. Ve O, kitabında kendinden bahsederken “Enallah” yani “Ben Allah’ım” diyor.

Bu ismi diğer isimlerden ayıran bazı özellikleri vardır. Şimdi bunları anlamaya çalışalım:

– Kur’an’da ilk inen ayet besmeledir. Ve Allah ismi besmelede geçen üç isimden ilkidir. Demek Allah ismi Kur’an’da nazil olan ilk isimdir.

– Allah ismi Esma-ül Hüsna içinde asıldır. Diğer isimler ise bu isme izafe edilir. Mesela “Şâfi, Allah’ın bir ismidir.” denilir ama “Allah, Şâfi’nin bir ismidir.” denilmez. Ya da “Rahman, Allah’ın bir ismidir.” denilir ancak “Allah, Rahman’ın bir ismidir.” denilmez.

-Allah ismi ism-i âlemdir yani özel isimdir. Mecaz yoluyla da olsa başkası için söylenemez. Bu isim Allah’a has ve ancak ona işaret eden bir isimdir. İlahlık davasına kalkışan Firavun dahi “Ene rabbükümül a’la” “Ben sizin yüce Rabbinizim!” demiş fakat “Enellah” “Ben Allah’ım!” diyememiştir. Allah’ın Rab ismini kullanırken Allah ismini kullanmaya cüret edememiştir.

Yine Mekke müşrikleri Kâbe’nin etrafını 360 putla doldurmuşlar, her birine farklı isimler vermişler ama hiç birine Allah diyememişlerdir. Demek bu isim ancak Allah’a mahsus bir isimdir.

– İmana girmek kelime-i şehadet ile mümkündür. İmanın temeli olan kelime-i şehadet ise ancak Allah ismi ile kabul olur. Mesela bir gayrimüslim, Müslüman olmak için “Eşhedü enla ilahe illallah…” yerine “Eşhedü enla ilahe ille-r Rahman” veya “Eşhedü enla ilahe ille-l Melik” dese İslam’a girmiş olmaz. Çünkü Allah ismi, tek ve ortaksız olarak Cenab-ı Hakk’ın zatını ifade eden has bir isimdir. Has isimlerde ortaklık manasını düşünmek mümkün değildir. Bunun için bu isimde hakiki bir tevhid vardır. Diğer isimlerde ise bu hakiki tevhid olmadığından ve onlar ile Allah’ın birliği ikrar edilmediğinden iman kabul edilmez.

– Allah ismini teşkil eden harfler birer birer kaldırılsa mana yine de bozulmaz. Bu özellik diğer isimlerde yoktur. Mesela Melik ismindeki “mim” harfi kaldırılsa “lik” olur ki hiçbir mana ifade etmez. Ya da Samed ismindeki “sad” kaldırılsa “med” olur ki bu da hiçbir mana ifade etmez.

Hâlbuki Allah isminin lafzında bir camiiyyet yani toplayıcılık vardır. Mesela:

• Baştaki elif kaldırılırsa “lillah” olur, bu da Allah demektir.

• “Lillah”daki birinci lam kaldırılsa “lehu” olur, bu da ona işaret eder.

• Bu “lam” da kaldırılsa “hu” olur ki yine Allah’ı ifade eder.

• Hatta “hu”daki gizli “vav” kaldırılıp “he” kalsa yine Allah’a delalet eder. Çünkü “hu” isminin de aslı “he”dir. ”Vav” asıl değil, ilavedir. Bu sırdan dolayı her canlı teneffüs ederken “he, he, he” demek suretiyle Allah’ı zikretmektedir.

– Allah isminin manasında toplayıcılık vardır, diğer isimlerde bu yoktur. Diğer isimler yalnız bir manaya işaret ederler. Mesela “Hadi” ismi sadece “hidayet veren” manasında, “Nafi” ismi ise sadece “menfaat veren” manasında, “Halik” ismi” ise sadece “yaratıcı” manasındadır. Fakat Allah ismi bunlardaki ve diğer isimlerdeki manaların hepsini toplu bir şekilde ifade eder.

Nasıl ki Güneş dediğimizde yedi renk, ısı ve ışık gibi sıfatlara sahip olan bir ışık kaynağı aklımıza gelir ve bu sıfatları kendinde bulunduramayan Güneş olamaz.

Aynen bunun gibi, “Allah” ismi denildiğinde de bütün kemal sıfatları ve isimleri kendinde bulunduran Zat-ı Akdes akla gelir. Bu isim ve sıfatları kendinde bulunduramayana Allah denilemez.

O hâlde madem Allah’tır, bütün kemal sıfatlarla sıfatlanmıştır. Bunun içindir ki bu manadaki topluluğu düşünerek “Allah” diyen bir kimse Cenab-ı Hakk’ı bütün isim ve sıfatlarıyla zikretmiş olur.

Allah’a tanrı denilir mi?

Bu bölümde Allaha Tanrı denilemeyeceğinin delillerini göreceğiz:

–  Allah’ın isimleri ehl-i sünnet itikadınca tevkifidir. Yani Allah hakkında, Allahın bildirdiği isimleri söylemek caiz olup, bunlardan başkalarını söylemek caiz değildir. Mesela Allaha alim denir, fakat aynı manada olan “fakih denmez, yine Allaha cömert manasında cevad denir, ancak aynı manada olan sahi ismi denilmez. Çünkü Allah kendisini fakih ve sahi isimleriyle tanıtmamıştır. Bunun için Allah yerine Tanrı demek de caiz değildir. İmam Gazali derki: Bir insana bile kendimizden dilediğimiz gibi  ad koyamazsak nasıl olurda Allah hakkında bu cüreti gösterebiliriz.

– Tanrı ilah ve mabud demektir. Mesela pek çok hindunun tanrısı öküzdür, mecusilerin tanrısı ateştir denilmektedir. Başka dilerde de ilah ve mabud manasında farklı kelimeler kullanılmıştır. Allah ismi ise yabancı dillerde yapılan tercümelerde aynen kullanılmıştır. Çünkü bu ismin karşılığında hiçbir dilde hiçbir kelime yoktur.

– Allah ismi kuranda 2806 defa geçmesine rağmen, bir defa bile tanrı kelimesi geçmemektedir. Hem Cenab-ı Hak Kur’an da defalarca “benim ismim Allah’tır, beni Allah diye çağırınız, bana Allah diyerek ibadet ediniz, Allah diyerek yalvarınız demekte ancak hiçbir ayette ben tanrıyım, bana tanrı deyin dememektedir. Hadis-i şeriflerde de tanrı ismi geçmemektedir. O halde Allah’a kendi istediği ismi söylemeyipte müşriklerin ona ortak koştukları, batıl mabudlarını koydukları tanrı ismiyle onu çağırmanın ne kadar yanlış olduğu ortadadır.

Acaba bir hükümdar emri altında bulunan kimselere benim adım Ahmed dir. Beni Ahmed ismi ile çağırınız  dese,onlarda farzı misal “hayır efendimiz bizim canımız sana Ahmed demek istemiyor biz sana Osman diyeceğiz  ikiside altı üstü isim değilmi deseler öylede çağırsalar o padişah nasıl çok kızarsa  aynen öylede Allah ismi yerine onun emretmediği belki de sevmediği tanrı ismini söylemek ve o isimle ibadet etmek gazabı ilahiyeye vesile olur.

Yaratılışın gayesi nedir? (Kısa Video)

Hiçbir şey yoktu yalnız o vardı ezel ve ebed sultanı olan Allah …

Her güzellik ve kemal sahibi kendi güzelliğini ve kemalini görmek ve göstermek istemesi  sırrınca sonsuz  güzelliğin ve kemalin sahibi olan Allah da cemalini ve kemalini görmek ve göstermek istedi  ve bu alemi icad etti.

Her bir mahluku nakış nakış  süsledi cemalinin ve kemalinin her türlü tecellisini bu  alemde gösterdi ve seyretmek vazifesini ve şerefini insana yükledi .

İşte insanın yaratılışının gayesi, hikmeti ve bu aleme gönderiliş vazifesi  bu.

Cenab-ı Hakk-ı tanımak, Cenab-ı Hakkı bilmek ve mahlukatta Cenab-ı Hakkı görmek.

Her mahluk bir kitap  insanın vazifesi o kitaptaki isim ve sıfatları okumak.

Her eser bir ayna  insanın vazifesi  o aynada Cenab-ı Hakkı görmek  ve Cenab-ı Hakkı bilmek.

Şimdi Allah’ı  isimleri  ile tanımaya başlayalım.

 

Kur’an Neden “Delil” İstemeye Önem Verir? (Kısa Video)

Asrımızın mühim bir hastalığı, imani hakikatlere karşı lakayıtlık ve iman hakikatlerini ispat eden delillerden yüz çevirmektir. Maalesef bu hastalık sadece ehl-i gafleti değil, manevi âlemde yol almak ve terakki etmek için ciddi çalışan Müslümanları dahi kuşatmıştır. Hatta bir kısım Müslümanlar daha da ileriye giderek, imani konularda delil aramayı malayani kabul etmekte “Şüphemiz yok ki delile ihtiyacımız olsun.” demektedirler. Yani onlara göre iman hakikatlerini ispat eden delillerle uğraşmak, kalbî hastalıkların emaresidir ve şüphesi olmayanlar için gereksiz bir iştir. Bu görüş ve itikat, tamamen İslamî bilgi eksikliğinden ve cehalettendir. Bu sözü ancak, İslam’ın delile verdiği kıymeti bilmeyenler ve imanın mahiyetinden habersiz olanlar söyleyebilir.

İşte bu eserdeki amacımız: İslam’ın delile verdiği kıymeti beyan etmek, imanın kısımlarını izah ederek taklidi ve tahkiki imanın farklarını ortaya koymak ve bu sayede Müslümanları iman hakikatlerinin delillerini öğrenmeye teşvik etmektir. Şimdi meselemizi maddeler hâlinde incelemeye geçiyoruz.

Bu bölümde, Kur’an’ın delil talebine verdiği önemi ve delillerden yüz çevirmenin zemmini işleyeceğiz. Aslında bu konu hakkında hususi bir kitap yazılabilir. Zira Kur’an, baştan sona iman hakikatlerinin ispatından bahseder. Kim Kur’an’ı eline alarak sadece mealini bile okusa bu sözümüzü tasdik edecektir. Çünkü Kur’an, kâinatı iman hakikatlerine delil yapar. Güneş’ten, yıldızlardan, bulutlardan, yağan yağmurdan, esen rüzgârdan ve daha birçok eşyadan bahseder. Daha sonra da bunlardan iman hakikatlerine pencereler açar. Zikrettiği eşya ile Allah’ın varlığını, ahiretin tahakkukunu, Kur’an’ın hak kelam olduğunu ve diğer iman hakikatlerini ispat eder. Dolayısıyla “Delile ihtiyacım yok.” demek, bütün bu ayetleri manasızlıkla itham etmek olur. Bilakis delile çok ihtiyacımız var ki, Cenab-ı Hak, kelamında baştan sona iman hakikatlerinin delillerinden bahsediyor. Elbette bu, bir ihtiyaca binaendir.

Şimdi delillerden yüz çevirmeyi zem eden ve delilin imanı ziyadeleştirdiğine işaret eden ayetlerden bir kısmını beraber inceleyelim.

1. Ayet: “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onlardan yüz çevirerek üzerinden geçerler.” (Yusuf 105)

Bu ayet-i celiledeki “ayetten” maksat; Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına ait olan delillerdir. Zira çiçeklerden ağaçlara, karıncadan yıldızlara kadar her şey Allah’ın varlığına bir delildir ve O’nun birliğine şehadet ederler. Mezkûr ayette, bu delillerden yüz çevirerek üzerinden geçenler kınanmıştır.  Acaba “Delile ihtiyacımız yok.” diyenler bu zemmin şümulüne dâhil değil midirler? Yani üzerine bastığı ot bile elli beş lisan ile Cenab-ı Hakk’ın varlığını haykırmakta iken, bu haykırışa kulak kapayanlar ve bu kulak kapamayı da sözde imanlarının kuvvetine verenler bu ayetteki zemden hissedar değil midirler? Allah-u Teâlâ bu ayette açık bir şekilde, yerde ve gökte bulunan delilleri okumamızı bizden istemekte ve yüz çevirmemizi de kınamaktadır. O hâlde bir Müslüman’ın ilk işi, bu delilleri okumayı öğrenmek, delillerden yüz çevirme fiilini terk etmek ve bu sayede ayetteki zemme muhatap olmaktan kaçınmaktır.

2. Ayet: “Onların gözleri üzerinde bir perde vardır.” (Bakara 7)

Ayette geçen “gözdeki perde” tabirini İmam-ı Maturidi şöyle izah eder: Bu perde, hakiki bir perde değildir. Kişi, âlemdeki delilleri görüp medlule yani kendisine delalet edilen Allah’a intikal edemediği için, gözünde bir perdenin olduğu kabul edilmiştir.

Demek bu perde, başta Allah’ın varlığı ve birliği olmak üzere, iman hakikatlerini ispat eden delilleri okuyamamaktır. O hâlde kim “Delile ihtiyacım yok, şüphem yok ki delile ihtiyacım olsun.” diyerek eşyadaki delilleri okumaktan yüz çevirir ve bir çiçekten, kelebekten, kuştan veya herhangi bir eşyadan Allah’ın varlığına ve diğer iman hakikatlerine pencereler açamazsa “Onların gözünde bir perde vardır.” ayetiyle belirtilen zümreye dâhil olur. Allah bizi bu zümreye dâhil olmaktan muhafaza etsin!   O hâlde bir Müslüman’ın ilk işi, gözündeki perdeyi kaldırmak ve yırtmaktır. Bu da ancak delilleri talep etmek ile olur.

3. Ayet: “Bir zamanlar İbrahim: ‘Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!’ demişti. Allah-u Teâlâ: ‘Yoksa inanmadın mı?’ buyurdu. İbrahim: ‘İnandım; fakat kalbimin mutmain olması için istiyorum.’ dedi.” (Bakara 260)

Acaba İbrahim (a.s.) gibi ulu-l azim bir peygamber bile kalbinin mutmain olması için, öldükten sonra dirilmeye dair bir delili Cenab-ı Hak’tan isterse bize ne oluyor da delil talep etmeyi terk ediyor ve “Şüphemiz yok ki delile ihtiyacımız olsun.” diyebiliyoruz. Acaba imanımız Hz. İbrahim’in imanından daha mı yüksek ki, o delile ihtiyaç duyarken biz delille uğraşmayı malayani biliyoruz?

Şık ikidir: Ya imanımız Hz. İbrahim’in imanından daha yüksek ki; o, delile ihtiyaç duyarken biz duymuyoruz.  Ya da imanın mahiyetinden habersiz olarak nefsin maskarası olmuşuz, bizimle dilediği gibi oynuyor? Cevabı size bırakıyoruz!

4. Ayet: Bakara suresinin 260. ayetinde Üzeyir (a.s.)’ın bir kıssası zikredilir. Kıssanın özeti şöyledir: Üzeyir (a.s.) virane bir şehre gelir ve “Ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?” der. Allah-u Teâlâ da ona bir delil göstermek için onu öldürür ve tam yüz sene bu hâl üzere bırakır ve daha sonra tekrar diriltir. Bu yüz senede yiyeceği ve içeceği bozulmamış, ama eşeğinin kemikleri çürümüştür. Geçen yüz sene, Üzeyir (a.s.)’a bir gün gibi gelmiştir. Ancak eşeğinin çürüyen kemiklerini gördüğünde yüz sene ölü olarak kaldığını anlamıştır. Allah-u Teâlâ Üzeyir (a.s.)’ın “Ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?” sözüne bir cevap olması için, gözü önünde eşeğini tekrar diriltir. Kemikler, Allah’ın emriyle bir araya gelir ve ete bürünerek eski hâlini alır. Yüz sene önce “Ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?” diyen Üzeyir (a.s.), eşeğinin gözü önündeki haşrini gördüğünde şöyle der: Şimdi biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir.”

Kıssanın tafsilatını ilgili ayet-i kerimenin tefsirine bakarak öğrenebilirsiniz. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz nokta şurasıdır: Üzeyir (a.s.) iki farklı söz söylemiştir. Birincisi, şehre girdiği an söylemiş olduğu “Ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?” sözüdür. İkinci sözü ise, eşeğinin tekrar diriltilmesini gördüğü an söylediği “Şimdi biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir.” sözüdür. Birbirinden farklı bu iki söz, delilin kıymetini ve imanın delil ile ziyadeleştiğini ispat eder.

Zira “İşitmek, görmek gibi değildir.” Yani görmekte öyle bir kuvvet vardır ki, işitmekte bu kuvvet yoktur. Bunun gibi, deliller ile takviye edilmiş bir imandaki kuvvet de delilsiz imanda yoktur.

Başta dediğimiz gibi, Kur’an’ın delile verdiği önem ve delillerden yüz çevirmeye ait zemmi hakkında hususi bir kitap yazılabilir. Biz bu dört delille iktifa ederek meselenin detayını Kur’an’ın manasına havale ediyoruz.

Amelin en iyisini araştırırken vesveseye düşmek! (Kısa Video)

Şeytan bazen de takva adı altında, amelin en iyi suretini araştırmaya sevk ederek vesvese verir. Takva zannıyla, bu hali ona kadar şiddetlendirir ki, kişi amelin daha evlasını ararken, bilmeden harama düşer.

Mesela, gusül abdesti alan bir kimsenin, suyu fazlaca kullanıp israf etmesi haramdır. Hatta peygamberimiz(S.a.v) “akan bir nehirde de abdest alsanız, suyu israf etmeyin” buyurmuştur. Vesveseli kişi, takva zannıyla “aman guslümde eksiklik olmasın” diyerek, suyu haddinden fazla kullanır ve amelin en iyi suretini ararken israf ile harama düşer.

Yada açlıktan ölmek ile karşı karşıya kalan birisinin, ölmeyecek kadar haram yemesi vaciptir. Domuz eti dahi olsa, ölmeyecek kadar yemelidir. Eğer haramdan yemez ve ölürse, günahkar olmuş olur. İşte şeytan amelin evlasını arayan ve bu durumunun fıkhi hükmünü bilmeyen böyle bir kişiye gelir, “haram yiyeceğine, Allah için açlıktan öl” diyerek, sözde takva altında onu harama düşürür….

Yada bir kişide gusül abdesti almayı gerektirecek bir hal vukua gelse, önce gusleder ve sonra namazını kılar. Ama eğer üç millik alan içinde su yoksa, yada suya ulaşamıyorsa, toprak ile teyemmüm abdesti alarak, namazını öylece kılar. Namazını kazaya bırakmaz. Şeytan bu durumda olan ve bu fıkhi hükmü bilmeyen birisine gelerek “guslün yok, bu halde namaz kılınır mı? Allahın huzurunda durulur mu?” diyerek vakit namazını kılmasını engeller ve namazını kazaya bıraktırır. Kişi amelin evlasını ararken, namazını kazaya bırakarak harama düşer.

Şeytan, amelin evlasını, takva zannıyla aratarak harama düşürebildiği gibi, bazen de sünneti aratarak, kişiye bir vacibi terk ettirir.

Mesela: ilimler ikiye ayrılır;

1-) Farz-ı ayın olan, yani her Müslümanın bilmesi gereken ilimler. Herkesin namazını kılacak kadar Kuran bilmesi ve farz ibadetlerin eda şekillerini öğrenmesini bu kısma misal gösterebiliriz.

2-) Kısım ilim ise; Farz-ı kifaye; yani, bazılarının bilmesiyle, diğerlerinin, bilmeme mesuliyetinden kurtuldukları ilimlerdir. Tıp, coğrafya, kimya, fizik gibi ilimler bu sınıfa dahildir. Bunların öğrenilmesi sünnet olup, farz-ı kifaye derecesindedir.

Buna karşılık; bir kadının örtünmesi ve cilbabını giymesi, farz-ı ayındır. Yani her kadının üzerine farzdır. Eğer kadın, cilbabını çıkarmadan sünnet ilimleri öğrenebiliyorsa, öğrenir. Ve bu da güzeldir . Ama eğer, sünnet ilimleri öğrenebilmesi için, kendisine farz olan cilbabını çıkarmak zorunda kalacaksa, o zaman farz-ı ayını, sünnete tercih eder. Yani cilbabını terk etmez, o ilimleri terk eder.

İşte şeytan bu noktada o kişiye vesvese verir ve der ki: “Bu ilimleri de hak namına öğrenmelisin, makam, mevki ele geçirerek ileride İslama hizmet etmelisin, bu ilimleri hep başkaları mı öğrenecek?” Bazen şeytanın bu vesvesesine, niyeti halis ama meselenin fıkıh boyutunu bilmeyen bir büyüğün sözü de yardım eder ve neticede o kişi cilbabını çıkartarak sünnet ilimleri öğrenmeye gider. İşte bu kişiyi, bu noktada şeytan aldatmıştır, sünnet peşinde koştururken, daha kıymetlisini, farzı terk ettirmiştir… Şeytanın bu vesvesesinin örneklerini çoğaltmak mümkündür. Bizler bu kadar misalle yetinerek şeytanın bu vesvesesinden kurtuluş çaresine geçiyoruz.

Demek ki şeytan, amelin daha iyisini aratmakla harama düşürmek ve sünneti aratarak, vacibi terk ettirmek istemektedir. O halde bu vesvesesinden kurtulmanın çaresi; Allahın dinini hakkıyla öğrenmek, neyin haram, neyin helal, neyin farz, neyin vacip, neyin takva ve neyin ruhsat olduğunu bilmektir. Zira şeytan, kişinin cahilliğinden ve bilgisizliğinden istifade ederek, takva zannıyla onu harama düşürmektedir. Neyin takva olduğunu öğrendiğimizde, şeytanın bu vesvese kapısını kapatmış, takvayı ararken harama düşmemiş, sünnet peşinde koşarken, vacibi terk etmemiş oluruz.

Şeytanın bu vesveseyi sadece bilgisiz kişilere atabildiği, alimlere ise bu cihetten yanaşamadığını ifade eden bir kıssa ile bu bölümü tamamlayalım:

Allah dostlarından birisi, şeytanı caminin kapısında beklerken görmüş. Ona sormuş: “Ey iblis, cami kapısında ne beklersin?”

Şeytan şöyle cevap vermiş: “içeride namaz kılan şu adamı görüyor musun, ona vesvese atacağımda, yanında uzanmış, uyuklayan adamın uyanarak kalkıp gitmesini bekliyorum.”

Allah dostu ona tekrar sormuş: “Niçin namaz kılan adama vesvese vermek için, yanında uyuklayan kişinin gitmesini bekliyorsun?”

Şeytanın cevabı şöyle olmuş: “Namaz kılan kişi cahildir, uyuyan kişi ise alim. Şimdi beni namaz kılan kişiye vesvese atsam, O, yanındaki alimi uyandıracak ve vesvesem ile ilgili ona soru soracak. Cevabını öğrendiğinde de vesveseden kurtulacak. Netice de benim hilem boşa çıkacak. İşte uyuyanın gitmesini bekliyorum ki, hilem boşa çıkmasın.”