Etiket arşivi: Zaman

Sofra adabı üzerine..

Sofrada nasıl bir duygu ve değerlendirme içinde olmalıyız, diye soran okuyucuma:

Baştan denebilir ki, insanın yiyecek kadar midesinde iştiha duyması, bu iştihasını karşılayacak kadar da sofrasında nimet bulması, Allah’ın büyük bir lütuf ve ikramıdır.

Sofraya her oturuşta insan bu lütfu hatırlamalı, bu ikramı düşünmeli, bu nimetin gereği de yapılmalıdır.

Yani sofrada yemek boyunca zikir, fikir ve şükür duyguları içinde olunmalıdır.

Bu nasıl olur? Sofrada nasıl zikir, fikir, şükür duyguları içinde olunur?

Alimlerimiz şöyle tarif ediyorlar sofrada zikir, fikir ve şükür duyguları içinde olmamızı:

– Yemeğe besmele ile başlamak zikirdir! Yemek boyunca bu nimetleri vereni düşünmek fikirdir!. Yemekten sonra ‘Elhamdülillah!’ diyerek kalkmak da şükürdür!..

İşte size sofra adabımız ve sofra boyunca unutulmamsı gereken zikir, fikir, şükür görevlerimiz..

Sofraya böyle zikirle başlayan, fikirle devam eden, şükürle tamamlayıp kalkan kimse, elbette ruhen huzur bulur, bedenen sıhhate kavuşur, sofrasında da berekete nail olur. Çünkü Rabb’imiz, verdiğim nimetlere şükrederseniz bereketini çoğaltırım, şükretmezseniz azaltırım, buyurmaktadır.

Alimlerimiz yemek konusunda bazı tavsiyelerde bulunarak diyorlar ki:

– Zikir, fikir ve şükür niyetiyle sofraya oturan insan, baştan kendine tembihte bulunmalı, çok yememeye dikkat etmeli, tıka basa midesini doldurmamaya kararlı bulunmalıdır.

Çünkü ihtiyaçtan fazla tıka basa yemek, zikrin zevkini azaltır, fikrin derinliğini yok eder, sünnete de aykırılık söz konusu olur.

Nitekim tıpta ihtisas yapmış bir alime:

-‘Kur’an-ı Kerim’de insan sağlığı ile ilgili bir ayet buldunuz mu?’ diye sormuşlar.

Şöyle cevap vermiş: “Kur’an-ı Kerim’de insan sağlığı ile ilgili çok ayet vardır. En başta geleni ise, “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz.” ayetidir demiştir.

Anlaşılıyor ki, ihtiyaç kadar yemek helaldir. Ama tıka basa yiyerek israf etmek helal değildir. Tıbben de vücuda zarardır.

Aslında yemek konusunda en nihai ölçüyü Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle vermiştir:

-Midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, kalan üçte birini de rahat nefes almaya bırakın!

İşte size zikir, fikir ve şükür duygularıyla oturduğunuz sofradan sünnete uygun şekilde kalkma adabı..

Demek ki, sofraya iştiha ile oturmalı, yine iştiha varken kalkmalı, midede suya, nefes almaya da yer bırakmalı, tıka basa doldurmamalıdır.

Sofrada mideyi çok doldurmanın tehlikesine ait verilen bir misal.

Sahabeden Semüre bin Cündeb’in oğlu yemekten sonra kusmuştu. Çok yedikten sonra kusmayı hayra alamet saymayan sahabe baba şöyle dedi:

– Oğlum bu kusmadan sonra ölmüş olsaydın, cenaze namazını kılmakta tereddüt ederdim!.

Demek ki, çok yemekten ölen insan, namazı kılınamayacak derecede kötü biri gibi görünmektedir sahabeye.

Hazret-i Ömer efendimizin uyarısı da unutulmamalıdır sofrada:

– Nefsin arzu ettiği her şeyi alıp sofraya koymak israftandır. Allah ise israf edenleri sevmez!.

Öyle ise alabildiğiniz her çeşidi sofranıza koymayın, nefsinizi tahrik ederek israflı sofralar kurmayın.

Unutmayın ki sofradaki nimet helal ise hesabı, haram ise azabı vardır!.

Maneviyat büyükleri sofrada şu dört şeyin düşünülmesi gerektiğini ifade etmişlerdir:

1- Yemeğin mutlaka helalinden kazanılmış olması.

2- Bu helal nimeti Allah’ın ihsan ettiği sıhhatle yediğini düşünmesi.

3- Kendisine takdir edilenin, yediği nimet olduğunu düşünmesi, şikayete yönelmemesi..

4- Yediği nimetin verdiği güçle Allah’a ibadet görevinin bulunduğunu unutmaması.

 

Ahmed Şahin / Zaman

Peygamberimiz’in (sas) çocukları ve tüp bağlatma konusu!

Efendimiz, “Ben ümmetimin çokluğuyla iftihar ederim.” buyurarak, çocuk sayısını azaltma yönünde bir tercihi görülmemiştir. Nitekim ilk hanımı Hatice validemizden tam altı çocuğu, Mısırlı Mariye annemizden de bir İbrahim’i dünyaya geldiğinden, üçü erkek, dördü kız olmak üzere tam yedi çocuk babası olma mutluluğunu yaşamış, ümmetine böyle örneklik etmiştir.

Ne var ki, yedi kişilik nesl-i Nebi’den altısı, Efendimiz (sas) Hazretleri’nin hayatında iken vefat etmiş, hepsinin de ölüm acısını yaşayan Efendimiz, ümmetine sabırlı bir aile reisi olma örneğini de vermiştir.

Sadece geriye kendisinden altı ay sonra vefat eden Fatıma validemiz kalmış, Hazreti Ali ile evlendirdiği Fatıma validemizden devam etmiştir nesl-i Nebi..

Kız çocukları Zeyneb, Rukiye, Ümm-ü Gülsüm ve Fatıma validemiz. Erkek çocukları Kasım, Abdullah, İbrahim’dir.

Buradaki soruda şöyle denmektedir. Yeni doğan bebeğin ilk günlerde sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okumak sünnettir denmektedir. Bunu bir hocanın mı okuması lazımdır? Yoksa kim okursa sünnet yerine gelmiş sayılabilir mi?

Evet bu bir sünnettir. Hem de Efendimiz’in tavsiye buyurduğu bir sünnettir. Okuyabilen her baba, dede gibi yakınların bu ezanları okumaları uygun olur. Mutlaka bir resmî görevli getirilip okutulması gerekmez.

Ezan okuyacak kimse önce ayağa kalkıp kıbleye yönelir. Kucağına aldığı çocuğun kulağına eğilerek sakin bir sesle sağ kulağına ezan, sol kulağına da bir kamet okur. Sonra da, ismin Abdullah’tır, ya da Selma’dır, ömür boyu İslamî hayatta ve hizmette mutlu ve sabit olasın inşallah diye dua ederek sünneti yerine getirmiş olur.

Bir başka soru: Doğum sırasında ölen çocuk için nasıl bir cenaze uygulaması yapılır?

Önce çocuğun gerçekten ölü olarak doğup doğmadığı tespiti yapılır. Buna ihtiyaç vardır.

Çünkü canlı olarak doğmuş da, hemen anında ölmüşse, bu çocuk, normal bir cenaze muamelesine tabi tutulur. Yıkanır, kefenlenir, ismi konulur, namazı kılınır. Normal bir cenaze gibi mezarına defni yapılır.

Şayet canlılık işareti hiç vermemiş de gerçekten ölü doğduğuna hükmedilmişse, bu defa da yine aynı şekilde yıkanır, bir beze sarılır, isim konulur, ancak namaz kılınma gereği duyulmadan götürülüp mezarlığa gömülür.

Ölü doğan, yahut da düşük sayılan çocuğun yıkanıp beze sarılarak defni yapılması, insanlığın kerameti içindir. İnsan oluşu, onu böyle bir hizmete layık kılar. Çünkü insan, küçük bir et parçası da olsa hürmete layıktır.

Soru: Fazla çocuk sahibi olmayı önlemek için tüp bağlatmak caiz olur mu?

Cevap: Anladığım kadarıyla tüp bağlatma demek, doğum yapabilen kusursuz bir hanımı tüp bağlatarak artık bir daha doğum yapamaz hale getirmek demektir. Yani kusursuz bir kadını artık istese de doğum yapamayan kusurlu kısır kadın durumuna düşürmek manasına gelen bir müdahale..

İslam’da tedavi yoluyla insanın eksiğini tamamlamak caizdir. Ancak doğum yapan kusursuz bir kadını artık doğum yapamaz kusurlu hale getirmek caiz değildir. Bu ölçü hem kadın hem de erkek için geçerlidir. Kısır hale getirmek erkek için de kadın için de caiz olmayan bir kısırlaştırma yöntemidir.

Kaldı ki bugün çocuk sayısını fazla bulan insan, yarın şartlar değişir de çocuk ihtiyacı duyarsa ne olacak?. Söylendiği gibi gerçekten de dönüşü olmayan yola girilmiş, artık istese de çocuk sahibi olamayan bir kusurlu durumuna kendini düşürmüştür.

Halbuki hamile kalmayı önleyen çeşitli tedbir ve çareler de vardır. Tüp bağlatıp da kısır duruma düşmeye hiç gerek yoktur.

Hamile kalmayı önleyen tedbirler sahabe zamanında da alınmış, Efendimiz’in mani olmadığı da anlaşılmıştır. Çünkü bu tedbirde oluşumu başlamış bir canlıyı yok etmek söz konusu değil, hamile kalmayı önleyen tedbirler alınmakta, bunda da bir mahzur görülmemektedir.

Ahmed Şahin / Zaman

Oruca başlama vakti, ölmüşlerimize Yasin okuma anlayışı…

Soru: Geçen sene Ramazan’da oruca sabah ezanıyla başlıyorduk. Bu sene üç ayların başında tutmak istediğimiz oruca da yine ezan sesiyle başladık. Yani sabah ezanı okununcaya kadar yememizi sürdürdük.

Ezan başlayınca hemen yemeyi kesip oruca başladık. Ancak sonra bizi ikaz edenler oldu. Ezana kadar yemek yenilmez dediler. Halbuki biz Ramazanlarda hep ezanla başlıyorduk oruca. Şimdi ne oldu ki, sabah ezanıyla başladığımız orucumuzun geçersiz olduğunu söylüyorlar bize. Cevap: Soru sahibi okuyucuma, geçen Ramazan’da ne olmuştu, şimdi Ramazan’dan önce ne olduğunu kısaca arz edeyim de iki ezan arasındaki oruca başlama farkının ne olduğunu fark etsin, böylece şaşırmaktan da kendini kurtarmış olsun.

Geçen Ramazan’da işitince hemen oruca başladığınız ezan, Ramazanlarda oruca başlama vaktinin girdiğini ilan etmek için erkenden okunan ezandır. Tam imsakta okunan o ezanlarla oruca başlanır, daha fazla beklenilemez. Ancak Ramazan dışında sizin dinlediğiniz ezan, orucun başladığını ilan eden ezan değildir. Tam aksine orucun başlama vaktinin çoktan geçtiğini haber veren ezandır. Dolayısıyla geç vakitte okunan bu ezanla oruca başlanılmaz. İşte sizin itiraz edilen orucunuz da böyle başlama vakti çoktan geçmiş olan oruçtur.

Bilmem okuyucuma, imsakla birlikte okunan Ramazan ezanı ile imsak geçtikten çok sonra okunan ezanın farkını arz edebildim mi? Bunun için Recep ayının başında dinlediği ezanla başladığı orucunun sıhhatine itizar edilmiş, niyet vakti geçmiş oruç geçerli değildir, denmiştir!

Bununla beraber ezanla oruca başlama konusunda akla gelen şu yanılma ihtimalini de düşünmeliyiz. Sabah ezanını okuyan müezzin bazen saatine yanlış bakıp erken de okuyabilir, uykuya dalıp geç de kalabilir. Böylece Ramazan’da orucuna ezanla başlayanlar da aynı yanlışa uyabilir. Böyle bir yanılmaya maruz kalmamak için takvimdeki imsak vaktinin girip girmediğine bakmayı ihmal etmemekte büyük fayda vardır.

Ayrıca imsak dakikası, gecenin bitip gündüzün başladığını da ifade etmektedir. Bu sebeple imsakla hem oruca başlanır, sabah namazının vakti de girmiş sayıldığından, ihtiyaç duyanlar sabah namazını da hemen kılabilirler de. Ancak tedbir olarak 15-20 dakika beklemenin daha uygun olacağını ifade edenler de vardır.

***

Soru: Ölmüşlerimize sene boyunca Yasinler okuyup ruhlarına bağışlıyoruz. Ancak son zamanlarda ölmüşlerimize Yasin okunamayacağını ileri sürenler oluyor, ölünün ruhu için Yasin okunmaz demeye getiriyorlar. Geçmişlerimiz için Yasin okumayı bırakalım mı şimdi?

Cevap: Ölmüşlerimizi niyet ederek okuduğumuz Yasinleri bırakmamalı, Kur’an okumaya devam etmeliyiz. Çünkü ölülere Yasin okunmasa bile okuduğumuz Yasinlerin sevaplarını ölmüşlerimize bağışlayabiliriz. Böylece geçmişlerimiz okuduğumuz Yasinlerin de, yaptığımız tüm hayır hasenatların da sevaplarından istifade ederler. Çünkü yaşayan insanlar yaptıkları tüm hayır hasenatlarının sevaplarını geçmişlerine bağışlayabilirler. Varsa azapları azalır, yoksa makamları yükselir. Har halükarda ölmüşlerimiz istifade ederler bu türlü hediyelerimizden. Bunda şüpheye düşmeye sebep yoktur.

Rahmetli pederim bana yedi yaşımda iken perşembe günleri geçmişlerimize Yasin okuma alışkanlığı kazandırdı. Halen 77 yaşında o alışkanlığımı sürdürmekte, her perşembe mutlaka Yasin okuyarak geçmişlerimize sevabını bağışlamaktayım. Bundan da çok mutluyum. Geçmişlerimizle irtibatı kesmemeli, manevi hediyelerimizle vefamızı göstermeliyiz diye düşünüyorum.

Ahmed Şahin / Zaman

Yaptığımız iyilik ve ibadetlerimizi kendimize mal edebilir miyiz?

İnsanın içinde, yaptığı ibadet ve iyiliklerinden memnuniyet duyma ve bunları nazara verme temayülü var. Bu tür arzu ve heveslere karşı mü’mince bakış ve düşünüş nasıl olmalıdır?

İnsan, yaptığı iyilik ve ibadetleri en mükemmel olarak görüp nefsine mal edebilir mi?

Bu soruya Hocaefendi’nin verdiği cevabı birlikte okumakta büyük fayda gördüm. Bakalım iyilik ve ibadetlerimizi, hassas takva terazisiyle biz de tartabiliyor muyuz görelim diye düşündüm. Birlikte okuyoruz, verilen önemli örnek ve misalleri.

İnsan, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfikiyle, kimi zaman, bazı güzel işler ortaya koyabilir. Fakat ortaya konulan bu amellerin, o ameller için gerekli olan evsafa uygun yerine getirilip getirilmediğine dair elde bir garanti bulunmamaktadır. Kim bilir belki de mevcut imkânlarla daha sağlam ve daha güzel bir amel gerçekleştirilebilirdi. Bu açıdan insanın, büyük bir başarı gibi görülen muvaffakiyetler karşısında bile, kendi kendine “Acaba ben, bana verilen bu imkânları tam olarak kullanabildim mi? Daha iyi bir sonuca ulaşma adına gerekli performansı ortaya koyabildim mi?” sorularıyla kendini ve yapıp ettiklerini kritiğe tabi tutması gerekir…

Bunu yapılabildiği takdirde zannediyorum insan, en büyük muvaffakiyetler karşısında bile, “Öyle görülüyor ki, ben bu işi tam beceremedim. Onu, murad-ı ilahiye uygun ve beni tatmin eder şekilde yerine getiremedim.” diyecek; ve kendini beğenmek bir yana, muhasebe duyguları içinde kendini levmetmeye, tenkide duracaktır.

Bir misal olması açısından ifade edeyim: Milletimiz namazın eda edilmesini, “namaz kıldım” tabiriyle dile getirir. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da namazın bize bir vazife olarak verilmesinde kullanılan kelime “ikâme”dir. Bunun manası ise bütün mâsivâdan sıyrılarak namazı, iç ve dış şartlarıyla tastamam yerine getirme, Allah’ın bize tahmil ettiği bu emanetin hukukuna kemal-i hassasiyetle riayet etme ve o âbideyi kendine has renk, desen ve çizgileriyle arızasız ve kusursuz bir şekilde ortaya koyma demektir.

Bu açıdan, “Namazı ikâme ettim” diyen bir insana, “Sen hakikaten namazı, erkân-ı zâhiriye ve batıniyesiyle tastamam ortaya koydun mu?” diye sorabilirler. Kılma kelimesine gelince, onda, bir mânâda aradan çıkarma ve geçiştirme gibi bir sun’îlik vardır.

İşte ben, milletimizin namaz vazifesinin edası için “kılma” tabirini kullanmasını, onun edep ve terbiyesinin bir gereği olarak görüyorum. İhtimal ki insanımız şöyle düşünmektedir:

“Eğer kıldığım namazın iç veya dış yapısında bir arıza varsa, ben bu namazı ikâme ettim diyemem. Bilakis onu, gücümün yettiğince şeklen eda ettim. Ancak Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinden ümit ederim ki; O, benim gibi namazını yarım yamalak eda eden bir insanı da affeder.” Mahviyet, hacalet ve tevazu mülahazasının bir sonucu olarak ortaya çıktığına inandığım böyle bir ifadeye bayıldığımı söyleyebilirim.

Şimdi mesele böyle olunca, insanın yaptığı iş ve amellerine güvenmesinin tehlikeli bir yanı var demektir. Bunun yerine insan, bir yandan “tam yerine getiremedim” diyerek daha mükemmelin peşinde olmalı, diğer yandan da, Allah’ın (celle celaluhu) şeklî amellerle bile kullarını affedeceğine ve onları dergâh-ı ulûhiyetinde kabul buyuracağına inanmalıdır. İhtimal ki, Cenab-ı Hak, bu mülahazalara sahip olan bir insanın amellerindeki boşluklarını onun niyetiyle doldurur ve ona göre muamelede bulunur!..

İnsanın ortaya koyduğu güzel işleri düşünmesi, kendisini onlarla ifadeye kalkması, onlardan bahsedilmesini istemesi mahzurlu olduğu gibi, başkalarının kendisine yönelttiği takdirleri sahiplenmesi de aynı şekilde mahzurludur. Bazıları onun hakkında, “Falan şunu yaptı, bunu yaptı” diyebilirler. O bütün bunları onların hüsnüzannına vermeli ve hatta bunları bir içtihat hatası olarak görmelidir.

Gerçi insanların, hüsnüzanlarında yanılmış olmalarını bir günah olarak değerlendirmek doğru değildir. Zira bir insanın suizan edip isabet etmesindense, hüsnüzan edip yanılması daha ehvendir. Bu itibarla hüsnüzannı tercih etmek daha doğrudur. Elverir ki, hüsnüzanda bulunan kişi, dengeyi kaçırmasın, övdüğünü gurura kaptırıp da kazandığını kaybettirmesin!..

Ahmed Şahin / Zaman

Korumamız gereken ‘Emanet’ler

Maneviyat büyüklerimizin, “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et.
Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl!.”diye yaptıkları dualarında kastettikleri Emanet, ‘sadece canımızı teslim etme Emaneti midir, yoksa vazife ve sorumluluklarımız da korumamız gereken emanete girmekte midir?’ diye sormuşlar Hocaefendi’ye.

Verilen geniş bilgi fevkalade önemlidir. Emin kılınmak istediğimiz emanetin içine nice İlahi ikram ve ihsanlar giriyormuş da farkında bile olmuyor muşuz diye düşündüm. Konunun yerimizin aldığı kadarını sizinle paylaşmak istedim. Birlikte okuyoruz yüklendiğimiz emanetin nice nimetleri içine aldığını.

****

– Emanetin çerçevesi geniştir. Allah Teâlâ’nın insana bahşettiği ilk ihsanlar birer emanet olduğu gibi, insanın, iradesinin hakkını verip bu ilk mevhibeleri değerlendirmek suretiyle kazandıkları da birer emanettir!

– Dolayısıyla Rabb’imizin bahşettiği hayatımız bize bir emanet olduğu gibi, onun üstünde ebedi hayatın nüvesini taşıyan iman, Kur’an, marifetullah, muhabbetullah da birer emanettirler!

– Zaten iman olmayınca insan, bu dünyada diğer mahlûklar gibi çok dar bir zaman dilimi içinde yaşayıp sonra da kendini yokluğa mahkûm etmiş olur. Onun ebediyete mazhar olması ise imana bağlıdır. Bu sebepledir ki insan, kendisine tevdi edilen iman gibi çok önemli Emanetleri korumak için etrafında ne kadar surlar oluştursa, bu hedef doğrultusunda, bütün cehdini ortaya koyup ne kadar gayret sarf etse azdır!

-İnsan, bu bakış açısını yakalayabildiği takdirde, hem kendisine bahşedilen hem de iradesinin hakkını vererek mazhar olduğu bütün nimetlerin evvel ve âhirinde, zâhir ve bâtınında kudret-i namütenahinin elini görecek, bu nimetleri kendisine ihsan eden Zat’a karşı sinesi, hamd-ü sena duygularıyla dolup taşacaktır!.

– Bütün bu nimetleri düşünen insan, çok ciddi bir metafizik gerilim içinde minnet ve şükran hisleriyle oturup kalkacak, “elhamdülillah”la soluklanacak ve bu mübarek kelimeyi, tepeden tırnağa kadar vücudunun her yanında ihtizaz meydana getirecek şekilde duyacaktır!..

-İşte bu açıdan bakıldığında emanetin çerçevesinin çok geniş olduğu görülecektir…

– Dün seleflerimizin omuzlarına konulan bu (iman ve Kur’an) emaneti, bugün bizim omuzlarımızın üzerinde bulunuyor, yarın da sonraki nesillere aktarılacak. Biz bu emanete sahip çıkmaz, onu gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, bir taraftan bu emanete ihanet etmiş, diğer yandan da yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlık yapmış oluruz.

– İhmale uğradığından dolayı bilhassa günümüzde, imana ve Kur’an’a hizmet emaneti daha bir önem kazanmıştır. Geçmiş dönemlerde, çok sıkıntılı şartlarda bile bu yüce mefkûre uğrunda insanlar hırz-ı can etmiş, yapmaları gerekli olan işleri arızasız kusursuz yerine getirmiş ve bu emaneti günümüze kadar taşıyıp bize ulaştırmışlardır.

– O halde bize düşen vazife de, bu hizmet-i imaniyeyi arıza ve kusura maruz bırakmaksızın geldiği şekliyle muhafaza etmek, hız kesmeden devam etmesini sağlamak ve onu ulaştırılması gerekli olan yerlere ulaştırmaktır. Yani biz ömrümüz olduğu sürece bu emanetin emanetçileri olarak, zerresini zayi etmeksizin, onu götürülmesi gerekli olan yere götürmekle mükellefiz. Eğer hakkıyla yerine getirilemediğinden dolayı bu hizmette kırılma, çatlama, duraklama ve hatta geriye gitme olursa, emanete hıyanet etmiş sayılırız ki, Cenâb-ı Hak bunun hesabını ahirette bize sorar.

-Evet, nezd-i uluhiyette hainlik damgası yemekten ve emanete hıyanet etmekten endişe ediyorsak, meseleyi bu çerçevede ele almalı, sonra da “Allah’ım! Bir an önce emin insanları gönder de, üzerimizdeki bu emanetleri zayi etmeden onlara teslim edebilelim.” dua ve mülahazalarıyla Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve rahmetine sığınmalıyız…”

İşte biz de bugün bu geniş emanet anlayışı içinde dualarımızı tekrar ederek diyoruz ki: -Ya Rab, bizleri kendine kul, Resulüne ümmet kabul eyle! Teslim etme vaktine kadar da bizleri emanetlerinde emin kıl!

Ahmed Şahin / Zaman