Kategori arşivi: Yazılar

Dua rahmet kapılarını açar

Son yıllarda dünyayı kuşatan zulümler, savaşlar, hastalıklar ve pahalılık gibi üzücü hadiselerin ardı arkası kesilmiyor.

Bu musîbetlerin başında insanların hatası olduğu bir gerçektir. Kur’ân’ı Kerîm’de meâlen, “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” 1 buyurulmuş. Allah, (cc) iyilikte de, kötülükte de insanı irade-i cüz’iyesini kullanmakta serbest bırakmıştır.

İnsan, irade-i cüz’iyesini kötülükte kullanması ve mârifetullahtan uzak kalması halinde kuvve-i gadabiyeye hâkim olamaz, hissiyatı akla galip gelir bilerek veya bilmeyerek hem kendine hem de topluma zarar verir. “Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” 2 diye, belânın gelmesi kendi hatamızın bir neticesi olduğu mukaddes kitabımız dikkat çekmiştir.

Umumî bir musîbet ve belâ geldiği zaman çıkar yol, sadece birey değil toplum olarak duâ ile yakarışta bulunmak gerekir. Bunu da belirtmekte fayda var, duâ ve yakarış sadece musîbet ve belâ geldiği zamana mahsus değildir. Her zaman duâ etmek nafile bir ibadettir. Ancak belâ ve musîbet geldiği zaman duâ etmek farzdır.

Allah ile insan arasında en yakın münâsebet duâdır. Duâ ile insan acz ve fakrını anlar ve ellerini yüce Mevla’ya kaldırır, O’ndan muradını talep eder. Duâ, manevî bir sığınaktır, yardım, moral ve güç tazeleme kapısıdır, rahmet kapılarının açıldığı andır.

“Eğer Allah vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi.” Yani, Cenab-ı Allah, (cc) eğer rahmet kapılarını açmak istemeseydi, insana duâ edecek kapıyı da açmazdı. “De ki; eğer duânız olmasa Rabbimin katında ne ehemmiyetiniz var.” 3 duânın ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

Hülâsa: İmanın yerine küfrün, adaletin yerine zulmün, muhabbettin yerine düşmanlığın, birlik ve beraberliğin yerine ihtilafın, sadâkat ve uhuvvettin yerine kin ve nefretin revaçta olduğu bir yerde belâ ve musîbetler de kaçınmaz olur. Ne zaman ki, zulmün yerine adalet, düşmanlığın yerine muhabbet, ihtilâfın yerine ittifak sağlanırsa o zaman Cenab-ı Allah’ta rahmetiyle muamele eder, inşallah.

Musîbetlere sebep olan bir diğer husus ise, nakkaşın, nakşında tasarruf ve hikmeti bilinmiyor. Her musîbet bir cezanın neticesi olarak görmemek lâzım, bazen netice itibariyle güzel olan musîbetler de vardır. Allah’ın has kullarının derecelerini arttırmak; günahkâr kullarının da hata ve kusurlarına kefâret olmak için bazen musibetlerle kul imtihan ediliyor. Kul’da musibet ve belâların karşısında dua ve sabır ile rahmet kapısının açılmasını beklemelidir. Vessellâm…

24.02.2024

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi 79. 

2- Şûrâ, âyet 30.

3- Furkan. âyet 77.   

Berat Gecesi

Bu gece bir yıl içerisinde olacakların yazıldığı gece, ecellerin, rızıkların, hastalıkların, savaşların yazıldığı gece.
Bu gece Hazreti Muhammed (sav) efendimize şefaat yetkisi verildiği gece.
Bu geceyi uykuda geçirenlere melekler ‘yazık ettiler, yazık ettiler “diye nida ederler.
Bu gecenin feyzi akşam güneş batması ile başlayıp, sabah güneş doğana kadar devam eder.
Bu gece elli yıl ibadet sevabının verildiği gecedir.
Allah bizleri af etmek istiyor, bizde af dileyip tertemiz bir sayfa ile sabaha çıkmayı istemeliyiz. Af edilmenin en kestirme yolu af etmektir.
Muhiddin Arabi, “cennetime gir” diyen Allah (cc) ‘den kendisini haksız yere idam edenlerinde affını istemiştir.
Bu gece öyle bir geceki kendimizden çok ümmetin affı için dua etmemiz gereken gece.
Dostlarla iyi geçinmek her kesin işi, marifet düşmanla iyi geçinmek, maharet onun için dua etmek bu gece af edilmeyi en çok hak edenler işte bu kullar.
Bu gece itiraf gecesi, işlediğimiz günahları Allah’a pişmanım Yarabbim diyerek istiğfar etme gecesi. Suç işleyen evladınız gözü yaşlı bir şekilde gelip suçunu itiraf etse nasıl sevinirsiniz, eskisinden daha fazla sarılır kucaklarsınız, Allah’ın Gafur ismi Settar ismi burada tecelli eder. Kuluz kusurluyuz.
Şeytan bu gece kusurunuzu göstermemek, itiraf ettirmemek için kırk takla atacak, tövbe ettirmemek için cirit atacak.
Peygamber (sav) Efendimiz “Günahına tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir” buyuruyor.
Bu gece asıl berata erenlerden olma dileğiyle berat geceniz mübarek olsun.

Çetin Kılıç

Meşveret edin

İnsanlar herhangi bir mesele üzerinde yapacakları işlerinde hataya düşmemek için başka fikirlerle müşavere etmeye ihtiyaç duyar.

Bediüzzaman, “kıtaların meşveretinden” bahisle meşveret sistemi genişledikçe sorunların azalacağına dikkat çekmiştir. Cenab-ı Allah, “Onların işleri aralarında şûrâ iledir.” Ayeti ile meşvereti emretmiştir.

Hazreti Muhammed (asm): ”Kim bir iş yapmayı ister ve o hususta istişare edip uygularsa, işlerin en doğrusunu bulmuş olur. Allah kendilerine en doğru olanı bildirir”1 Bu Hadis-i şerif, insanları meseleler üzerinden fazla akılla düşünüp işin doğrusunu yapmaya teşvik eder.

Meşveretle alınan karara karşı gelmek yanlıştır. Meşverettin bir esası kişi veya kişiler karşı görüşün doğruluğundan memnun olmalı, kendi fikrine karşı görüşlere de saygı göstermelidir.

Bediüzzaman Hazretleri, ”Meşverette hüküm ekserindir.” Meşverettin hüküm sürdüğü yerde şüphe, varsayımlar, kanaat, hissi duygu ve düşüncelerin hükmü olamaz. Zaten gaye ve maksat da rıza-ı ilâhîdir.

Bediüzzaman Hazretleri, ”Zaman şahıs zamanı değil; şahs-ı mânevî zamanıdır. Risale-i Nur’da şahıs yok; şahsı mânevî var!” (ve devamında) “Ben de Risale-i Nur’un talebesiyim. Bir Risaleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım”2, der. Şahs-ı maneviyi nazara vermiştir.

Cenab-ı Allah, her asrın ihtiyacına göre kullarını donatıp gönderir ki, o asrı irşat ve tenvir etsin. Mesela, Gavsiyet, Kutbiyet ve Ferit gibi manevî makamlar vermiş. Hem gavs, hem de kutbiyet makamına gelenlere Kutb-ı Azam denir. Bu makama gelen zatlar “Ferdiyet” makamına ulaşmış demektir.

Günümüzde Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden Risale-i Nur talebeleridir. “Ferit” makamı ile şereflenen böyle kutsi cemaatin meşveretlerinde alınan kararlar bu yüce makamın bilincinde ve sorumluğunda olduğunu bilmeli ve ona göre hareket edilmelidir.

17.02.2024

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:
1- Taberani,Evsat. Feyzü’l-kadir,VI.
2- Tarihçe-i Hayat,Kastamonu lahikası s. 294

Haset, fena insanların silahıdır

Haset, sosyal hayatta birisinde olmayıp başkasında bulunan maddî veya manevî güzel hasletlerinden rahatsız olmaktır. Meselâ başkasının işinden, malından, giyiminden, başarısından, aile yaşantısından, çocuklarının tahsilinden veya ilminden kıskanmak hasede birer örnektir.

Haset edenler, başkasının kendinden üstün olan iyi meziyetlerinden kıskanırlar. Ruh ve kalpleri pis levhalarla alude olmuş, hedef ve maksatları varlıklı veya kendinden yüksek olan insanların gıybetini yaparlar.

Kıskanç insanlar toplumda da, Allah’ın yanında da sevilmeyen insanlardır. Oysa “Bir Müslüman kendisine istediği bir iyiliği, başka bir Müslüman için istemezse ve bir Müslüman, kendine gelecek bir kötülüğü istemediği halde o kötülüğü başka bir Müslüman için isterse onun imanı tam değildir.” 1

Keza, İmam-ı Gâzali ”Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür. Haset, riya ve ucb” buyurmuş.

Haset eden insan tekebbürlü (kibirli) oluyor. Başkasının hukukuna tecavüz eder, hatta en büyük günahlardan sayılan gıybeti yapar. Oysa Hadis-i şerifte “…haset etmeyin, birbirinizi kardeş gibi sevin, çekiştirmeyin, Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı görmez.”2 buyurulur.

Tarihte ilk haset ve kıskançlık eden şeytandır.

Hazreti Âdem babamızı çekememesi kendisini isyana götürmüştür. Demek ki o zamandan günümüze kadar gelen kıskançlık ve haset insanların ruh ve kalplerine yerleşen müz’iç (rahatsız eden) bir kalp hastalığıdır.

Bediüzzaman Hazretleri haset hastalığına şöyle bir reçete sunmuştur: “Hasedin çaresi Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olmaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.” “…Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” 3

Haset edilen şeylerin tamamının geçici olduğunu, Allah katında kıymet almanın mal ve servet ile olmadığını düşünürsek fani dünyanın mal ve serveti hased etmeye değmez.

Hülâsa: Haset kötü bir eylem olmasına rağmen, hasetçi, hasedi eylem ve amele dökmediği müddetçe inşaallah mesul olmaz. Yani insan kusurunu bilse ve bu eyleminden rahatsız olursa bir cihetle tövbe anlamına gelmiş olur. Aksi durumda hasid bu dünyada da bir nev’i Cehennem azabı içindedir.

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:
1- Hadis, Buharî.
2- Hadis, Buharî.
3- Mektubat, Yirmi ikinci mektup.

ÂDAB

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ÂDAB

Âdab, edeb kelimesinin cem’i olup, edebler demektir. Edeb ise, İslam terbiyesi, yani Allah’ın Rab sıfatının tecellisinden gelen terbiye kaideleridir.

Evet, “…. Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş: اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى 1   Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir su­rette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet Siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sün­net-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin envaını, Cenab-ı Hak Habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terkeden, edebi terkeder.2  L:53

“Sünnet-i Seniyyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kı­sım, Şeriat-ı Garra’da tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır. Hiçbir ci­hette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevafil nevindendir. Nevafil kısmı da iki kı­sımdır. Bir kısım, ibadete tabi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdab” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat, âdab-ı Nebevî’ye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât), muamelat-ı fıt­riyede Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın tevatürle mâlum olan harekâ­tına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlatın âdabının düsturlarını beyan eden ve muaşerete ta­alluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere “âdab” tabir edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdabdan mühim bir feyz alır. En kü­çük bir âdabın müraatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı ta­hattur ettiri­yor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, adeta hu­kuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir…3 ” L.53

1- Dinin en küçük âdâbı dahi ehemmiyetli olup tebdil edilemez.

“Din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm’ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor.4 Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.5

Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir.6 Zaruriyat-ı Diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “Muhkemat” denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyorيَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dâhil oluyor.7 ” M:435

Asrımızda fitne-i ahirzamanın bid’alarına medenî yaşayış deyip beğenerek bulaşan ekseriyetin anlayış ve yaşayışları, mezkûr beyanlar müvacehesinde cay-ı dikkattır.

2- Âdâb-ı şer’iye, sonsuz ilm-i İlâhiden gelmiş olduğundan ona ittiba lâzımdır.

Evet, “Vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece semere-i ilham olan âdâb-ı tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarîkatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyeye ittiba’ etmektir.” M:452

Hem “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.” Evet Sünnet-i Seniyeye ittiba, mutlaka gayet kıymetdardır. Hususan bid’aların istilâsı zamanında sünnet-i seniyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan Fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyenin küçük bir âdâbına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.” L:50

İnsaniyeti yükselten hakiki hürriyet, âdâb-ı şeri’atla neşv ü nema bulur.

“Hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünema bulur. Sadr-ı evvelin yani sahabe-i kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdad hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeaya bir bürhan-ı bahirdir. Yoksa hürriyeti, sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve heva-i nefse ittiba’da serbestiyet ile tefsir ü amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyakatını gösterir. Zira sefih mahcurdur.” D:70

“Nazenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktırşeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.” Mü:19

Evet, “….hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.” H:61

Hürriyetiâdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur.” D:17

Yani, İslam hukuku, İslam cemiyetinde, şeair-i İslamiyeye ters düşen haram bid’aları, cemiyette aşikâre işlemeyi yasaklar ki, görenekle yayılıp fitne ve anarşiye yol açılmasın.

3- Edeb-i Kur’aniyeden bir örnek:

“Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarîkat! Bu müdhiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek, yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz! وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا edeb-i Furkanî ile edebleniniz! Ve haricî düşmanın hücumunda dâhilî münakaşatı terketmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip, yüzer âyât ve ehadîs-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp; bütün hissiyatınızla ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslekdaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz.. yani, ihtilafa düşmeyiniz.” L:155

Yani, resmen vazifeli olmayıp gayr-ı resmî sahada olanların, en azından birbirleriyle rekabetkârane uğraşmamaları tahsin ediliyor. Bu durum, ittifak ile ihtilaf arasında bir mertebedir. Bu husus, Kur’anda geçen hecr-i cemil âyetine benzer. Şöyle ki:

“وَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ Muarızların diyeceklerine sabreyle هَجْرًا جَم۪يلاً ve onları bir hecr-i cemil ile terk et-şimdilik hallerine bırak.” (73:10) (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Hecr-i Cemil maddesi)

Ancak bu gibi durumlarda hakikatları ve doğruları, ders, neşir ve tebliğ etmek gerektir.

Diğer bir edeb-i Kur’anî ise, iyilikleri fazl-i İlahiden, kusurları nefsinden bilmektir.

Evet, “Nass ile sabit olan Fâtır’ın sırf feyz-i fazlından olan hasenatı kendi nefsine veriyorsun. Tâ işlemediğin şeylerle medholunasın. Şu edeb-i Kur’an ile edeblen. Kur’an-ı Kerim diyorki:  مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ Malına sahib ol. Başkasının malını gasbetme. Hem Kur’an-ı Kerim diyor ki:مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى اِلاَّ مِثْلَهَا   Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adavet-i müsi’den, müsi’in ekaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur’aniye ile edeblen! Kur’an’ın edebiyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.” Ni:46

Evet, Resulullahın A.S.M. “…sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel nümunelerdir ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîmeehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.” L:59

Elhasıl, âdab-ı şer’iyeden kaçmak, İlahî terbiye dairesinden kaçmak demektir.

Muhteva:

1- Dinin en küçük âdâbı dahi ehemmiyetli olup tebdil edilemez.

2- Âdâb-ı şer’iye, sonsuz ilm-i İlâhiden gelmiş olduğundan ona ittiba lâzımdır.

3- Edeb-i Kur’aniyeden bir örnek.

 

Selam ve Dua ile..

Rüştü TAFRALI

K.H. hadis:164

Demek sünnet-i seniyyenin haricinde edeb aranmamalı. Edebli olmayı isteyenler, sünnet-i seniyyeyi takib etmelidirler.

Şeair, İslam adetlerinin cemiyette açıkça yaşanması olduğundan herkese görünür, İslamî hissiyatı aşılar ve kuvvetlendirir. Bu sebeble faidesi küllidir ve çok kıymetlidir.

 Yani, din cemiyete hâkim olunca itikadiyat ile beraber ameliyâta ait ahkâm ve âdâbı dahi getiriyor.

Yani, dinin getirdiği ahkâm ve âdâb, sonsuz ilm-i İlâhiden geldiği için onlara muhalefet, Allah’a muhalefet manasını taşır. Bu husus, ince bir noktadır.

Beşincisi: Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavîlikten çıkarıyor. Halbuki Şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı Şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedirler.” S:482

Yani, zaruriyat, esasat ve muhkemat tabir edilen hükümlerde hiçbir tasarruf yapılamaz. Aksi halde iman tehlikesi başlar.