Kategori arşivi: Video

Ramazan Risalesi Oku ve Dinle

Ramazan-ı şerife dairdir

Birinci kısmın âhirinde şeair-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden şeairin içinde en parlak ve muhteşem olan ramazan-ı şerife dair olan bu ikinci kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir.

Bu İkinci Kısım, ramazan-ı şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden dokuz nüktedir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَ الْفُرْقَانِ

Birinci Nükte

Ramazan-ı şerifteki savm, İslâmiyet’in erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin a’zamlarındandır.

İşte ramazan-ı şerifteki orucun çok hikmetleri hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine hem insanın hayat-ı içtimaiyesine hem hayat-ı şahsiyesine hem nefsin terbiyesine hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Cenab-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halk ettiği ve bütün enva-ı nimeti o sofrada مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i rububiyetini ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazen unutuyor.

Ramazan-ı şerifte ise ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın “Buyurunuz!” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmaniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvi ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

İkinci Nükte

Ramazan-ı mübareğin savmı, Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Birinci Söz’de denildiği gibi bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’am edeni tanımamak, nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi Cenab-ı Hak hadsiz enva-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zahirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz; hattâ müstahak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün’im-i Hakiki, o esbabdan hadsiz derecede o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır.

İşte ona teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

İşte ramazan-ı şerifteki oruç, hakiki ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakiki açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlahiye olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, ramazan-ı şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü manevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür değilim, demek başkasının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum.” diye nimeti nimet bilir, bir şükr-ü manevî eder.

İşte bu suretle oruç, çok cihetlerle, hakiki vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

Üçüncü Nükte

Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa nefis-perest çok zenginler bulunabilir ki açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir.

Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki o haleti kendi nefsinde hissetmiyor.

Dördüncü Nükte

Ramazan-ı şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfe-mâyeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar.

İşte ramazan-ı şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakiki vazifesi olan şükre girer.

Beşinci Nükte

Ramazan-ı şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi lâyemutane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlık’ını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez, ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte ramazan-ı şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…

Altıncı Nükte

Ramazan-ı şerifin sıyamı, Kur’an-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve ramazan-ı şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Kur’an-ı Hakîm, madem şehr-i ramazanda nüzul etmiş; o Kur’an’ın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı, hüsn-ü istikbal etmek için ramazan-ı şerifte nefsin hâcat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlâttan tecerrüd ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’an’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’an’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

Evet, ramazan-ı şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’an’ı, o hitab-ı semavîyi arzlılara işittiriyorlar. Her ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ الْقُرْاٰنُ âyetini, nurani parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’an ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmanın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar. Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tabi olup yemek içmek ile o vaziyet-i nuraniden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatin manevî nefretine ne kadar hedef ise öyle de ramazan-ı şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de o derece umum o âlem-i İslâm’ın manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.

Yedinci Nükte

Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Ramazan-ı şerifte sevab-ı a’mal, bire bindir. Kur’an-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile her bir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i cennet getirir. Ramazan-ı şerifte her bir harfin, on değil bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler ve ramazan-ı şerifin cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.

Evet, her bir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nurani şecere-i tûba hükmüne geçiyor ki milyonlarla o bâki meyveleri, ramazan-ı şerifte mü’minlere kazandırır. İşte gel; bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!

İşte ramazan-ı şerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşv ü nema-i a’mal için bahardaki mâh-ı nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcatına ve malayani ve heva-perestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için dünyevî hâcatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek savmı ile samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.

Evet ramazan-ı şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.

Evet bir tek ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise nass-ı Kur’an ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i kātıadır.

Evet, karanlıklı bu hayat-ı dünyeviyenin en nurani Leyle-i Kadri ramazandır.

Evet nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususi ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder.

Öyle de Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal’i; o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’i ramazan-ı şerifte inzal eylemiş. Elbette o ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. Madem ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşâgilden insanları çekmek için oruca emredilecek.

Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevk etmektir.

Mesela dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek…

Mesela, gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’an dinlemeye sarf etmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için oruç ile ona tatil-i eşgal ettirilse başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.

Sekizinci Nükte

Ramazan-ı şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilaç nevinden maddî ve manevî bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfe-mâyeşa hareket ettikçe hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi hem helâl haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner.

Ramazan-ı şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zayıf mideye de hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peyda eder. Hayat-ı maneviyeyi bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı şerifteki oruç on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilacı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat ramazan-ı şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, ramazan-ı şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki ramazan-ı şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumane gülüyorlar.

Dokuzuncu Nükte

Ramazan-ı şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis; Rabb’isini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte ramazan-ı şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.

Hadîsin rivayetlerinde vardır ki:

Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azap vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş.

Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azap vermiş, yani aç bırakmış.

Yine sormuş: “Men ene vema ente?”

Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحٖيمُ § وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ فٖى شَهْرِ رَمَضَانَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلٖينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اٰمٖينَ

***

İ’tizar: Şu ikinci kısım, kırk dakikada süratle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.

“Alçaltan ve Zelil Eden” Kimdir? Allah’ın “El Muzil” İsmi Ne Demektir? (Video)

El-Muzil

El-Muzil: Dilediğine alçaltan ve zelil eden demektir. Allah-u Teâlâ, dilediğini aziz edip şerefli kıldığı gibi, dilediğini de zelil eder ve hakir kılar. Allah’ın hor ve hakir kıldığını kimse şerefli kılamaz; izzet ve şerefe ulaştırdığını da kimse zelil edemez. İzzet, Allah’ın kullarına verdiği bir şeref olduğu gibi, zillet de bir perişanlık ve mahrumiyettir.

Tarihin tozlu sayfaları bu ismin tecellisiyle zelil olan kavimlerle doludur. Başta, peygamberlerini inkâr eden Ad kavminden Semud kavmine, Medyen halkından Lut kavmine kadar bütün isyankâr kavimler İsm-i Muzil’ın tokadıyla yerle bir olmuştur. Onların kalıntıları ise, sonraki nesillere birer ibret levhası olarak bırakılmıştır. Hatta o kavimlerden bir kısmı, maymuna ve hınzıra çevrilmek gibi en alçaltıcı bir azap ile zelil edilmişlerdir. Yine Firavun’un denizde boğulması, Nemrud’un topal bir sivrisinek ile helak edilmesi, Karun’un hazineleri ile birlikte yere geçirilmesi gibi bütün Allah düşmanlarının başına gelen tokatlar ve musibetler, El-Muzil isminin bir tecellisidir.

Allah’ı tanımayan asi kavimlerde tecelli eden İsm-i Muzil, her kâfir ve münafıkta da tecelli etmektedir. Zira iman ve İslam izzetin sebebi olduğu gibi, şirk ve küfür de zilletin ta kendisidir. Demek bir kâfir, ne kadar zengin ve güçlü de olsa, hakikatte ve manasında zelildir ve hakirdir. Bir mümin ise ne kadar fakir ve zayıf da olsa, hakikatte azizdir ve şereflidir. Zira Allah’a dost olan zillete düşmez ve Allah’a düşman olan da aziz olamaz.

Muzil ism-i şerifi, yeryüzünde insana itaat eden bütün mahlûkatta da tecelli etmektedir. Yani insanı deveye bindiren şey, insanın kuvveti değil; Hak Teâlâ’nın deveyi insanın emrine verip onu zelil kılmasıdır. Deve, kendindeki Muzil isminin tecellisiyle insana karşı zelil olmuştur. Aynen bunun gibi, gözsüz bir akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlup olan insana, küçük bir kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren onun iktidarı ve kuvveti değil, zayıflığının bir neticesi olan teshir-i rabbanidir. Yani o mahlûklar, Allah’ın zelil kılmasıyla insana itaat etmektedir.

El-Muzil ism-i şerifi, dünyada böyle tecelli ettiği gibi, ahirette de tüm haşmetiyle tecelli edecek ve kâfirler cehenneme atılarak zelil kılınacaklardır.

Allah-u Teâlâ, Müslümanları da günahları sebebiyle kâfirlere karşı zelil edebilir ve maalesef Âlem-i İslam’ın şu andaki hali bu hakikate şahittir. Müslümanlar ne zaman Kuran’a ve İslam’a sarılmışlarsa aziz olmuşlar ve ne zaman Kuran’dan ve İslam’dan uzaklaşmışlarsa zelil olmuşlardır. Bu hakikate Efendimiz (sav) şöyle işaret buyurmuştur: “Kim Allah’a verdiği ahdi bozarsa, Allah-u Teâlâ, düşmanlarını onlara musallat eder.” İşte düşmanların musallat olması ve Müslümanların mağlubiyeti, Allah’a verilen ahdin bozulması sebebiyle olan bir zillettir.

Müslümanların izzeti kaybedip zillete düşmelerinin bir sebebi de dünyaya olan rağbetleri ve hırslarıdır. Bu hakikate şu latif misal ile işaret edeceğiz:

Fetihe-l Musili hazretleri bir yerde otururken kendisine, arzu ve isteklerinin peşinden gidenlerin sıfatları soruldu. Fetihe-l Musili hazretlerinin yakınlarında, birinin elinde sadece ekmek, diğerinin elinde ise ekmekle birlikte turşu olan iki çocuk vardı. Elinde sadece ekmek olan çocuk, arkadaşına: “Elindeki turşudan bana da versene” dedi. Arkadaşı: “Bir şartla, eğer benim köpeğim olursan veririm” deyince, elinde sadece ekmek olan çocuk: “Tamam” dedi. Bunun üzerine ekmeğinin yanında turşusu olan çocuk, arkadaşının boynuna bir ip geçirdi ve tıpkı köpeklerin çekildiği gibi onu çekmeye başladı. Fetih hazretleri, soru sorana dönüp dedi ki: “Eğer bu çocuk elindeki ekmekle yetinmiş ve turşuya rağbet etmemiş olsaydı, arkadaşının köpeği olmazdı.”

Bu kıssadan hissemiz şudur: Demek, zilletin bir sebebi de dünyaya olan hırs ve rağbettir. Çünkü hırs, müminde mahrumiyetin ve zilletin sebebidir. Eğer zelil olmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken şey, dünya sevgisini kalbimizden çıkarmak ve elimizdeki nimetlere kanaat etmektir.

Cenab-ı Hak bizleri El-Muzil isminin tecellisinden muhafaza etsin. Bu ismin tecelline sebep olacak günahları terk etmemiz hususunda bizlere gayret ihsan eylesin. Bu dünyada bizi izzetle yaşatsın, izzetle öldürsün ve izzetle diriltsin. Âmin.

Kaynak: seyrangah.tv

Allah’ın Güzel İsimlerini Anlatan Video Serisi İçin Tıklayınız!

“İzzet ve Şeref Veren” Kimdir? Allah’ın “El Muiz” İsmi Ne Demektir? (Video)

El-Muiz

El-Muiz: Dilediğine izzet ve şeref veren demektir. Cenab-ı Hak Muiz’dir. İzzeti ve şerefi dilediğine verir. Her aziz olan, O’nun aziz kılmasıyla o izzete ulaşmıştır. İzzet, kibirden farklıdır. İzzet, insanın kendi nefsinin hakikatini keşfederek kendindeki üstünlüğü Allah’tan bilmesidir. Kibir ise, insanın kendindeki acizliği ve fakirliği unutarak, kendindeki izzeti nefsine isnad etmesidir.

Cenab-ı Hak, izzete ve şerefe layık olan kullarını en iyi bilendir. O, dilediği kulunu aziz eder, onun şanını artırır ve onu insanlar arasında vakar sahibi kılar. O kişi, bu ismin tecellisi sayesinde daima rabbinin emrinde, resulünün yolunda olup, asla kendisini rezil edecek bir işte ve harekette bulunmaz.

Şimdi, bu ismin tecellilerini bir nebze tefekkür edelim:

Evvela bu isim sadece Müminlerde ve Müslümanlarda tecelli eder. Zira İslam ve iman, izzet ve şerefin olmazsa olmazıdır. İzzet ve şerefin mikyası İslamiyet’tir. Bu hakikate Kuran şöyle işaret etmiştir:

“Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Yoksa izzet ve şeref onların yanında mı arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” (Nisa139)

“İzzet ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur.” (Münafikun)

İşte bu ayet-i kerimelerin beyanıyla, izzat ve şeref Allah’a, Peygamber Efendimize (sav) ve Müminlere mahsustur. Müminler, iman sıfatları sebebiyle aziz edilmiş ve şereflendirilmişlerdir. Demek iman ve İslam, izzetin başlı başına bir sebebidir.

İzzet ve şeref sahibi kumandanlar da bu isme mazhar olmuştur. Onlardaki izzet ve şeref, Allah’ın Muiz isminin bir tecellisidir. Demek Fatih’lerde, Kanuni’lerde, Yavuz’larda ve diğer izzet sahibi bütün kumandanlardaki izzet ve şeref, Muiz isminin bir tecellisidir.

Kumandanlarda tecelli eden Muiz ismi, devlet ve milletlerde de tecelli etmiş ve bir kısım devletler El-Muiz ismine mazhar olarak diğer devletlere galip ve üstün gelmişlerdir. Osmanlı Devleti, Muiz ismine geniş bir ayna olarak 600 yıl üç kıtada hâkimiyet göstermiş ve topraklarının sınırlarında güneş hiç batmamıştır.

İlim tahsil eden ve ilmiyle amil olan âlimler de Muiz isminden nasiplerini almışlardır. Zira ilim de izzet ve şerefin bir sebebidir.

Bu isim, Allah’a ibadet ve itaat eden kullarda da gözükür. Zira Allah’a itaat etmekten daha üstün bir izzet ve şeref yoktur. Bu hakikate Efendimiz (sav) şöyle işaret buyurmuştur: “Müminin şerefi gece namazı kılmasındadır. İzzeti ise, insanlardan müstağni olup onlara el açmamasındadır.”

El-Muiz ismi kıyamet günü de bütün haşmetiyle tecelli edecek ve Müminler aziz edilerek cennete sokulacaktır. Demek cennete girmek de Muiz isminin bir tecellisi iledir.

Cenab-ı Hak bu ismin hürmetine bizleri hem dünyada hem de ahirette aziz eylesin ve bizleri o izzetten mahrum edecek bütün amellerden muhafaza eylesin. Âmin.

Seyrangah.tv

Allah’ın Güzel İsimlerini Anlatan Video Serisi İçin Tıklayınız!

Başbakan Binali Yıldırım’ın Said Nursi Mesajı / 11. Bediüzzaman Sempozyumu

https://www.youtube.com/watch?v=I7wKy84Tg04

İstanbul İlim ve Kültür Vakfının saygıdeğer üyeleri, çok kıymetli katılmcılar,

Hepinizi hürmetle, muhabbetle selâmlıyor, Allah’ın rahmetinin ve bereketinin üzerinize olmasını niyaz ediyorum.

On Birinci Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunun varlığı ve sonuçları bakımından memleketimiz, ümmetimiz ve beşeriyet için hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum.

Bediüzzaman Hazretlerine ait olan şu söz, İslâm’a ve Kur’an’a adanmış bir ömrün en açık ifadesidir: “Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”

Bu nedenle bu senenin sempozyum konusunu olan “Kur’an ve Sünnet Rehberliğinde Bir İman Hizmeti: Müsbet Hareket” başlığı belki de Üstad’ın fani ömrünü en iyi şekilde özetlemektedir.

O, hayatını Kur’an’ı anlatmaya, Kur’an’ın taşıdığı evrensel mesajları tüm insanlığa iletmeye vakfetmiş bir dâvâ adamı, bir mütefekkirdi.

Bugün, bölgesel ve küresel ölçekte, İslâm’ın, Kur’an’ın ve Sünnet-i Seniyyenin yanlış yorumlarından kaynaklanan çatışmalar ve mezhep kavgalarına üzülerek şahit oluyoruz.

İslâm dâvâsına sahip çıktığını iddia eden bu çarpık ve bozuk yapılar, farklı isimlerle, değişik maskelerle ümmetin sırtında adeta birer kambur olmuştur.

DEAŞ Ortadoğuda, FETÖ Türkiye’de nice canlara kaymış, bunu da sözde yüce dinimiz adına güttükleri bir dâvâyla ilişkilendirmeye çalışmışlardır. Dinî duyguları ve imanî hassasiyetleri istismar ederek palazlanan bu örgütlmer şerre hizmet etmişlerdir.

Bizler, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kıyamete kadar sürecek hak ve bâtıl kavgasında safımızı belli etmek, hak deryasında bir katre olmak adına bu gayreti göstermek durumundayız.

Bu duygu ve düşüncelerle, 11. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunun hayırlara vesile olmasını diliyor, bu organizasyonda emeği geçen herkese şükranlarımı sunuyorum.

Binali Yıldırım
Başbakan

Allah’ın “Er-Râfi ; Yükselten” İsmi Ne Demektir? Kainattaki Yansımaları Nelerdir? (Video)

Er-Râfi

Er-Râfi: Yükselten ve aşağıdan yukarıya çıkaran manalarına gelir. Cenab-ı Hak Râfi’dir. Dilediğini nasıl aşağılara indiriyor ve zelil ediyorsa, dilediğini de yükseltir ve aziz eder. Bir padişahı köle yapabileceği gibi, bir köleyi de sultanlık tahtına oturtabilir.

Cenab-ı Mevla, bu ism-i şerifiyle Müminlerin cennetteki derecelerini yükseltir. Onları hem dünyada hem de ahirette kendisine yakın eder. Hâfid ismi ile zalimleri alçalttığı gibi, Râfi ismi ile de Müminleri ve salihleri yükseltir, onları yüce makamlara ulaştırır.

Devletler de bu ismin tecellisi ile büyür ve diğer devletlere üstünlük kazanır. İşte bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu da bu isme ayna olarak yükselmiş ve diğer devletlere hâkim olmuştur. Daha sonra da İsm-i Hâfidin tecellisiyle yukarıdan aşağıya indirilmiştir.

Asr-ı saadet ve ondan sonra gelen Hülefa-i Raşidin devri de bu isme mazhar olmuş ve o asrın Müslümanları bütün din ve devletlere üstün gelerek galip olmuştur. İşte bu da İsm-i Râfi’nin bir tecellisidir.

Devletlerde tecelli eden Râfi ismi, devlet yöneticilerinde de tecelli etmiş ve bir kısmı bu ismin tecellisine mazhar olarak yıllarca ülkelerini yönetmiştir. Demek sultanlar ve devlet resileri, bu ismin tecellisi ile o makamlara oturmuşlardır. Tabi bir vakit sonra bu isim yerini El-Hâfid ismine bırakmış ve iş başında olan devlet reisleri makamlarından alaşağı edilmişlerdir.

Şimdi de bu ism-i şerifin âlemdeki diğer bazı tecellilerini görelim:

Semanın yükseltilmesi, kuşların uçması, ağaçların yükselmesi, bir uçağın havalanması, gemilerin denizde batmaması ve suyun üzerinde yüzmesi, bir yöneticinin makam ve mevki kazanması, başarısız bir öğrencinin başarıyı yakalaması, fakir bir kimsenin zengin olması, bir hastanın iyileşip sağlığına kavuşması, zayıf bir kişinin güçlü ve kuvvetli bir hale gelmesi gibi bütün yükselmeler ve aşağıdan yukarıya çıkmalarda Râfi ismi tecelli eder.

Bu isim maddi olarak böyle tecelli ettiği gibi, manevi olarak da şöyle tecelli eder: Meleklerin semaya yükselmeleri, bir kâfirin Müslüman olması, namaz kılmayan birisinin namaza başlaması, ruhların bedenden ayrılıp gökyüzüne yükselmesi, bir kulun işlemiş olduğu salih ameller sebebiyle manevi mertebelerde yükselmesi ve kişinin esfel-i safilinden ahsen-i takvim sırrına yükselmesi gibi birçok hadisede Râfi ismi tecelli eder. Peygamber Efendimiz (sav)’in en büyük mucizelerinden biri olan Miraç hadisesi de bu ismin tecellisi ile olmuştur. Rabbimiz bizleri de Râfi isminin bu manevi tecellilerine mazhar eylesin!

Bu isim dünyada tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecek ve Müslüman olarak ölenler cennete girerek orada yükseleceklerdir. İşte bu, Er-Râfi isminin belki de en büyük tecellisidir!

Bu ismin tecellisi karşısında kula düşen vazifeler ise şunlardır:

1- Eğer kendisi Er-Râfi ismine mazhar olarak yükseltilmiş ise, evvela bunun sebebinin kendi yeteneği değil, Allah’ın rahmeti olduğunu bilmeli ve kendisini yükselten Cenab-ı Mevla’ya hamd ve şükür ederek, oradan düşmesine sebep olacak amellerden son derece kaçınmalıdır. Sözün özü Karun gibi olmamalı ve “Ben bunu kendi katımdaki bir ilim ile kazandım” diyerek nimeti kendisine isnad etmemelidir.

2- Bilmelidir ki: Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. İmtihan ise bazen sabırla ve bazen de şükürle olmaktadır. Onun yükselmesi de şükürle bir imtihandır. Kişi bunu bilmeli, gurur ve övünmek yerine şükrü kendisine ayrılmaz bir refik yapmalıdır.

3- Er-Râfi isminin tecellisiyle yükselen kavimlere, aziz olan sultanlara, makam, mevki, şan ve şöhret verilmiş insanlara gıpta ve hased etmemelidir. Onlara verilen bu nimetlerin sadece imtihan için verildiğini düşünerek, o nimetlerin kendisine verilmesini, imtihanı kaybetmek endişesinden dolayı talep etmemelidir. Gıpta edeceği tek şey, uhrevi ameller ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazandıracak ameller olmalıdır.

Allah’ın Güzel İsimlerini Anlatan Video Serisi İçin Tıklayınız!

Kaynak: Seyrangah.tv