Kategori arşivi: Soru – Cevap

Ecnebi Filozofların Kur’an-ı Kerim’i tasdiklerinden Üstad Bediüzzaman nasıl haberdar olmuştur?

Ecnebi Filozofların Kur’an-ı Kerim’i tasdiklerinden Üstad Bediüzzaman nasıl haberdar olmuştur?

Bediüzzaman Said Nursi, eline tesbihini alıp köşesine çekilmiş bir sufi değildir. Hayat serencamına baktığımızda Avrupa’da İslamiyet’e olan merak ve düşüncelerden birkaç yolla haberdar olmuştur. Şöyle ki:

Eserler ve Çeviriler: Batılı düşünürlerin ve İslamiyet’e dair araştırmalarının çevirileri Osmanlı topraklarında da yaygındı. Hem Şarkiyat hem de Oryantalistlerin faaliyetleri neticesinde. Üstad Bediüzzaman, klasik Batı felsefesini, modern bilimi ve Doğu-İslam ilimlerini karşılaştıran bir ilmi perspektife, genişliğe ve vukufiyete sahipti. Avrupa’daki gelişmeleri özellikle Tanzimat Dönemi’nden sonra Osmanlı’da yaygınlaşan tercüme faaliyetleri aracılığıyla takip edebiliyordu zaten. O dönemin Osmanlı yayın dünyası bu konuda çok aktifti. Hatta gazetelerde bile bu yazılara yer verilmekteydi.

Seyahat Eden Aydınlar ve Diplomatlar: Osmanlı aydınları ve diplomatlarının Batı’da yaptığı seyahatler sırasında İslamiyet’e dair gözlemler ve Batı’daki tartışmalar, Osmanlı topraklarına taşınıyordu. Bu bilgiler kitaplar, raporlar veya şahsi yazılar yoluyla ulaşılabilir.

Gazeteler ve Dergiler: Bediüzzaman’ın yaşadığı dönemde Osmanlı’da birçok gazete ve dergi yayınlanıyordu. Bu yayınlar Avrupa’daki düşünsel akımları ve İslamiyet’e olan ilgi gibi konuları da işliyordu. Özellikle Batı’nın İslamiyet’e yönelik tutumlarını veya İslam’ın Batı düşüncesindeki yankılarını takip etmek mümkündü.

Osmanlı’nın Batı’yla İlişkisi: Osmanlı, Batı ile sürekli bir etkileşim halindeydi. Bediüzzaman, devletin Batı ile olan bu ilişkilerinden ve Batı’daki İslam tartışmalarından haberdar olabiliyordu. Avrupa’daki materyalizmin etkilerini görerek, buna karşı İslam’ın hakikatlerini savunan eserler yazdı. Bu eserleri Avrupa dillerine de tercüme edilerek herkese ulaşmasıyla tebliğ ve irşat amacına yönelik hareket etmiştir. 

Şahsi Görüşme ve Mektuplar: İslam coğrafyasından gelen âlimlerle temas kurduğu biliniyor. Bu âlimler, Avrupa’daki gelişmeleri de tartışıyor olabilirlerdi. Mesela, Musa Bigiyef (Mûsâ Bekûf) ve Mustafa Sabri Efendi arasında olan meseleden haberdar olması gibi:

“Mustafa Sabri ile Mûsâ Bekûf’un efkârlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki:

Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Mûsâ Bekûf’a nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır.” (bk. Lem’alar, 28. Lem’a, Bir Suale Cevap.)

Batı’ya Eleştirel Yaklaşımı: Bediüzzaman batı felsefesine dair eleştirilerini Risale-i Nur’da sıkça dile getirmiştir. Bu, onun Batı düşüncesini derinlemesine incelediğini, takip ettiği ve İslam’ın hakikatlerini o düşünceye karşı nasıl savunabileceğini anlamaya çalıştığını gösterir. Özellikle pozitivizm, materyalizm gibi akımları eleştirirken Batı’daki bu fikirlerin köklerine vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Eserlerindeki üslup bunu göstermektedir.

Bediüzzaman Said Nursi, Avrupa’daki İslamiyet merakına dair bilgisi, hem kendi araştırmaları hem de dönemin aydınlarının getirdiği bilgilerle şekillenmiştir.

Mesela, “Nur Çeşmesi” isimli eserinde bu kişilerin sözlerine yer veren Bediüzzaman’dan Carlyle’nin bir yazısına bakalım.

Kahramanlar, Peygamber,  Thomas Carlyle

THOMAS CARLYLE: 

Bu yazı Thomas Carlyle (D. 1795 – Ö. 188) tarafından Mayıs 1840 tarihinde verilmiş olan altı konferanstan meydana gelmiş­ “Kahramanlar” isimli eserinden alınmıştır. Thomas Carlyle, eserlerinde, genellikle dünya insanlığına yön vermiş, kitleleri peşinden sürüklemiş, insanlığın ve dünya­nın gelişmesinde önemli işler üstlenen karizmatik liderlerin, oy­nadıkları büyük roller üzerinde durarak, bu tür konulara temas eder. Bu, Thomas Carlyle’ın en önemli eseridir. Carlyle bu kitabında, Napolyon, Cromwell, Jean Jacques Rous­seau, Johnson, Burns, Dante, Shakespeare, Hz. Muhammed, Noks, Luther, Odin hakkında bilgiler verip, onların toplumlar üzerinde meydana getirdikleri etkileri açıklamaktadır.

“Biz Hz. Muhammed’i peygamberlerin en önde geleni olduğu için değil, kendisinden en serbestçe söz edebileceğimiz peygamber olduğu için seçtik. O hiçbir surette peygamberle­rin en hakikisi değildir, ama bence hakiki bir peygamber­dir. Ayrıca, aramızda kimsenin Müslümanlığı kabul etmesi gibi bir tehlike bulunmadığından onun bütün iyiliklerini dosdoğru söylemek istiyorum. Onun sırrına varmanın yolu budur: Onun dünyadan ne anladığını kavramaya çalışalım. Böylece dünyanın ondan ne anladığı ve ne anlamakta olduğu daha kolay cevaplandırılabilir bir soru halini alacaktır.”

“Bu adamın (Hz. Muhammed’in) söylediği sözler bin iki yüz yıldan beri yüz seksen milyon in­sana hayat rehberi olmuştur. Bu yüz seksen milyon insan da tıpkı bizim gibi, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Şu anda Hz. Muhammed’in sözlerine inanan Tanrı’nın yaratıkları, başka sözlere inananlardan sayıca daha fazladır. Her şeye gücü yeten Tanrı’nın bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, fakat buna inanamam. Eğer düzenbazlık böylesine gelişmiş ve kabul görmüş olsaydı bu dünya hakkında ne düşüneceğimizi hiç bilemezdik.”

“Bu gibi düşünceler çok acınacak şeylerdir. Eğer Tanrı’nın gerçek eseri hakkında biraz bilgi edineceksek bu düşünce tarzlarını tamamen reddetmeliyiz. Onlar bir şüphecilik çağının ürünleridirler, çok talihsiz bir manevi kötürümlüğe ve insan ruhunun ölümüne delalet ederler. Bu dünyada şimdiye kadar böylesine tanrısız bir düşünce tarzının ortaya atılmış olduğunu sanmıyorum. Bir düzenbaz nasıl böyle bir düşünce tarzını kurabilir? Bir düzenbazın tuğladan bir ev kurması bile mümkün değildir! Eğer harcın, pişmiş tuğlanın ve kullandığı diğer malzemenin özelliklerini doğru bir şekilde bilmez ve inceleyemezsek yaptığı şey bir ev değil, ancak bir moloz yığını olacaktır. Böyle bir yapı yüz seksen milyon kişiyi barındırmak üzere on iki asır ayakta duramaz, hemen yıkılır. Bir insanın kendini tabiat yasalarına uydurması, tabiat ve eşya ile gerçekten bütünleşmesi gerekir. Aksi halde tabiat ona, ‘Hayır, asla!’ diye karşılık verecektir.”

“ ‘Yüce Tanrı’nın ilhamı ona zekâ bahset­miştir.’ Öyleyse her şeyden önce onu dinlemeliyiz.”

“Dolayısıyla, biz Hz. Muhammed’i asla bir batıl, bir göster­melik, zavallı ve haris bir entrikacı olarak görmek istemiyo­ruz. Onu bu şekilde düşünmemiz imkânsızdır. Getirdiği mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun ne sözleri ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi. Kâinatın o geniş göğsünden fış­kırmış ateşten bir hayat külçesi! Dünyanın yaratıcısı ona dünyayı tutuşturmasını emretmişti. Hz. Muhammed’e yüklenen kusurlar, noksanlar, samimiyetsizlikler gerçekten ispatlana­bilmiş olsalardı bile onun hakkındaki bu temel gerçeği yıka­mazlardı.”

“Hz. Muhammed’in zengin bir dul olan Hz. Hatice’nin hizmetine nasıl girdiği ve bu hizmet nedeniyle tekrar Suriye çarşıla­rına seyahat edişi, görevini nasıl bir bağlılık ve ustalıkla yap­tığı, Hz. Hatice’nin ona olan minnettarlık ve saygısının nasıl art­tığını ve nihayet evlenmelerinin hikâyesini Arap yazarları açık ve güzel bir üslûpla anlatırlar. Bu sırada Hz. Muhammed yirmi beş yaşındaydı. Hatice ise kırk. Buna rağmen hâlâ güzel bir kadındı. Hz. Muhammed bu nikâhlı velinimetiyle sevgi ve sü­kûnet dolu bir evlilik hayatı yaşamış ve sadece onu sevmiştir. Gençlik çağlarını böylesine özel, böylesine sakin ve alçak gö­nüllü bir şekilde geçirmiş oluşu, onun bir sahtekâr olduğu te­orisini büyük ölçüde baltalar. Kırk yaşına gelinceye kadar ilâhî bir görev aldığından hiç söz etmemiştir.”

“Kendisine yük­lenilen -gerçek veya gerçek dışı- bütün düşkünlükler, Hz. Muhammed elli yaşına geldikten ve Hatice öldükten sonra baş­lar. Buna göre, o zamana kadar Hz. Muhammed’in bütün ‘ihti­ras’ı dürüst bir hayat geçirmekten ibaretmiş. İyi bir şöhret ve onu tanıyanların kendisi hakkındaki iyi düşünceleri o ta­rihe kadar ona yetiyormuş. Yani, ‘dünya nimetlerinden ya­rarlanmak’ için yaşlanmayı, gençlik ateşinin sönmesini ve dünyanın kendisine bir iç huzurundan başka verecek bir şeyi kalmamasını beklemiş ve sonra da artık tadını çıkaramayaca­ğı bir zevki elde etmek için bütün geçmişini ve karakterini inkâr edercesine sefil bir şarlatan (haşa) olmuş!.. Ben kendi hesabı­ma böyle bir şeye kesinlikle inanamam.”

“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh. O, dürüst ve ciddi davranmaktan kaçınamayan ender insanlardandı. O samimi ol­mak üzere yaratılmıştı. Diğer insanlar birtakım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, o ise kendini hazır reçetelere, birtakım kalıplara uyduramazdı. O kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile baş başa kalmış bir in­sandı. Daha önce de söylediğim gibi, o büyük varoluş bilin­mezi bütün dehşet ve gösterisiyle parıldıyordu. Hiçbir söy­lenti bu sözü edilemez gerçeği ondan gizleyemezdi: ‘İşte ben buradayım!’ Böylesi bir samimilik -biz buna samimilik adını veriyoruz- gerçekten ilâhî bir şeye sahipti.”

“Böyle bir adamın sözü, doğrudan doğruya yaratılışın özvarlığının sesiydi, insanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de. Başka hiçbir şeyi dinle­medikleri gibi… Çünkü bundan başka her şey, bununla kı­yaslandığında boş laftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kut­sal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce ya­şamıştır: ‘Ben neyim? İnsanların evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Hayat nedir? Ölüm nedir?’ Hıra Dağı’nın, Sina Dağı’nın sarp kayalıkları, vahşi ıs­sız çöller bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu. Bu sorulara ancak Tanrı ilhamıyla dolu olan insanın kendi ruhu cevap verebilirdi.”

“Bu devirde Hz. Muhammed’i art niyetle, şuurlu bir samimiyetsizlikle ve sırf düzenbazlıkla suçlayan bir tenkitçiyi anlamak katiyen mümkün değildir. Onu tam ve şuurlu bir düzenbazlık ortamı içinde yaşamak ve Kur’an’ı bir sahtekârın ve düzenbazın yapabileceği bir şe­kilde yazmakla suçlamak benim aklımın almayacağı bir dav­ranıştır.”

“Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed zevk düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta herhangi bir hazzın tatmi­nini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak gö­rürsek, büyük bir hataya düşmüş oluruz. Son derece sade bir ev hayatı vardı Hz. Muhammed’in! Bütün yiyip içtiği arpa ekme­ğinden ve sudan ibaretti. Bazen aylar boyu ocağında ateş yandığı olmazdı. Çoraplarını kendisinin onardığı, hırkasını kendisinin yamadığı haklı bir gururla kaydedilir.”

“Hz. Muhammed hep çalışıp çabalayan yoksul bir adamdı, aşağılık insan­ların amaçları onu hiç ilgilendirmezdi. Bence o hiç de fena bir adam değildi! Onda herhangi bir hırstan çok daha yüce bir şeyler vardı. Yoksa yirmi üç yıl onun buyruğunda, onun­la omuz omuza dövüşen o vahşi Araplar ona böylesine saygı gösterirler miydi! Bunlar sık sık birbirleriyle çatışan, yırtıcı bir coşkunlukla birbirlerine düşen vahşi insanlardı. Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan kimse onları yönete­mezdi. Ona peygamber mi diyorlardı?”

“Evet! Karşılarında apaçık duran, hiçbir sır perdesiyle örtülü olmayan, herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bu­lunan bu adama peygamber diyorlardı. Kendisine ne isim verilirse verilsin, onun nasıl bir adam olduğunu elbette ki görmüşlerdi. Başında taç bulunan hiçbir imparator kendi eliyle yamanmış bir hırka giyen bu adam kadar saygı görmemiştir. Yirmi üç yıllık çetin bir deneme boyunca ona kesinlikle itaat edilmiştir. Böyle bir imtihandan ancak gerçek bir kahraman başarıyla çıkabilir.”

“Çünkü o son bir iki yüzyıl içinde insan soyu­nun beşte birinin dini ve yol göstericisi olmuştur. Hepsinden önemlisi, İslâm, yürekten bağlanılan bir din olmuştur. Müslümanlar dinlerine gerçekten bağlıdırlar ve ona göre yaşamaya çalı­şırlar. İlk çağlardan beri hiçbir Hristiyan -belki modern çağ­lardaki İngiliz Püritenleri hariç- Müslümanlar kadar kuvvet­li bir inanca sahip olmamışlardır. Müslümanlar dinlerine yü­rekten bağlanmışlar ve onunla zamana ve sonsuzluğa mey­dan okumuşlardır. Bu gece Kahire sokaklarında bekçi, ‘Kim­dir o?’ diye bağırdığında, yolcunun ağzından gerekli yanıtla birlikte şu sözler de çıkacaktır: ‘Allah’tan başka Tanrı yok­tur.’ ‘Allah-u Ekber’ ve ‘İslam’ kelimeleri bu milyonlarca Müslümanın ruhunda ve günlük hayatında derin yankılar uyandırmaktadır. Gayretli din görevlileri İslam’ı Malezyalı­lar, zenci Papualılar, vahşi putperestler arasında yayıyorlar. İyi, kötüyü yeniyor, onun yerini alıyor.”

“İslam, Arap kavmi için karanlıktan aydınlığa doğuştur. Arabistan onun sayesinde ilk defa canlılık kazanmıştır. Dün­ya yaratıldığından beri çöllerde başıboş dolaşan, kimsenin ta­nımadığı, çobanlıkla uğraşan zavallı bir kavim, inanılır bir sözle birlikte gökten gönderilen bir peygamber – kahramana kavuşuyor. Kimsenin tanımadığı kavim, bütün dünyaya ün salıyor, dünya çapında büyüyor ve Arabistan bir yandan Granada’ya, öte yandan Delhi’ye kadar uzanıyor. Çevresine cesaret, ihtişam ve deha ışıkları saçarak yüzyıllar boyu dünyanın büyük bir kesimi üzerinde bir güneş gibi parıldıyor. Çünkü inanç, büyük, hayat veren bir şeydir.”

“Bir kavim, inanç sahibi olursa verimli, yüceltici bir tarihe kavuşur. Bu Araplar, bu Hz. Muhammed denen insan ve o bir tek asır; değer­siz, kara bir kum yığınından ibaret görünen bir ülkeye düşen bir kıvılcımdan, bir tek kıvılcımdan başka ne olabilir bu? Ama hayır! Bu kum yığınının gerçekte bir barut yığını oldu­ğu anlaşılmıştır. Delhi’den ta Granada’ya kadar gökleri tu­tuşturan bir patlayıcı madde yığını!”

“Daha önce de söylemiştim: Büyük Adam, daima gökten inen bir şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şey­ler gibi bekler ve o gelince de hep birden tutuşmuşlardır.” (Thomas Carlyle, Kahramanlar, Beyaz Balina, 2000.)

Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur’da şu şekilde ele almıştır:

“Kur’an Serapa Samimiyet ve Hakkaniyetle Doludur

“Carlyle (Karlayl) şöyle diyor: Kur’anı bir kerre dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre, Kur’an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.” Carlyle (İşarat-ül İ’caz, KUR’AN SERAPA SAMİMİYET VE HAKKANİYETLE DOLUDUR!)

Carlyle ‘Kur’ân’ın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatindedir.’ dediği zaman, şüphesiz, doğru söylemişti.(İşarat-ül İ’caz, KUR’AN’IN CİHANŞÜMUL HAKİKATİ…Doktor City Youngest.)

“Amerikalı feylesof Carlyle -Alman edib-i şehîri Goethe’den naklen- Kur’anın hakaikına dikkat ettikten sonra, ‘Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?’ diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: ‘Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.’ Yine Carlyle demiştir ki: ‘Hakaik-i Kur’aniye, tulû’ ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden bir şey çıkmadı.’ İşte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ … فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ilââhir olan âyet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.”

{(Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşaallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.} (İşarat-ül İ’caz, Bakara Suresi 23-24. Ayetlerin Tefsiri.)

Bu açıklamalar Risale-i Nur Külliyatı’ndan NUR ÇEŞMESİ isimli eserde neşredilmiştir.

“Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlyle, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: ‘O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: ‘İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi?’ Kendisi kendine ‘Evet’ ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: ‘Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından bir şey çıkmaz, ilââhirihî…’.” (Muhakemat, Üçüncü Makale, Dördüncü Meslek.)

“Hazine-i rahmetin en kıymetdar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi: “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır.” (Lem’alar, 14. Lem’a, İkinci Makam)

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ بِحُرْمَتِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ آمِينَ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Selam ve Dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Risale-i Nur Derslerinde Kim Ders Okumalı?

Risale-i Nur derslerinde derslerin kim tarafından okunacağı ve yanlış okuma yapanlara nasıl bir tutum sergileneceği, genellikle cemaatin gelenekleri ve hizmet anlayışıyla şekillenir. Kalabalık cemaat, yeni cemaat, genç cemaat, hakikatlere aşina veya yabani muhata.. bunlara göre.

Bununla birlikte, genel bazı prensipler şunlardır:

1. Risale-i Nur’u Okuyanın Nitelikleri

Tecrübe ve Maharet: Risale-i Nur metinlerinin dili, özellikle Osmanlıca metinlerde, eski Türkçe kelimeler ve terimler içerdiğinden, okuyanın düzgün bir telaffuza sahip olması önemlidir. Bu, dersin anlaşılabilirliğini artırır. Sungur abi güzel okuyanlara okuturdu.

Halis Niyet: Okuyucunun, ders sırasında kendini ön plana çıkarmak yerine samimi bir şekilde tebliğ görevine odaklanması esastır.

Ehil Kişi Olması: Yeni başlayanların okuma sırasında hata yapma olasılıkları daha yüksektir. Bu nedenle, genellikle tecrübeli ve Risale-i Nur’a vakıf kişiler okumayı üstlenir. Ama tecrübeler azsa okuya okuya pişecek kitap başında.

2. Yanlış Okuma Durumunda Tutum

Şefkat ve Teşvik: Yanlış okuma yapanlara karşı şefkatli bir tutum sergilenmelidir. Hataları düzeltirken kırıcı veya küçümseyici olmaktan kaçınılmalıdır. Kalabalık içinde rencide etmekten çekinmelidir. Şevki kırılmaması lazım.
Her şeye müdahale edince dersteki feyz de kaçar.

Mihmandarlık: Yanlış yapan kişiye, Risale-i Nur’un dilini daha iyi anlaması için rehberlik etmek önemlidir. Özellikle yeni başlayanlar, teşvik edilerek okumaya devam etmeye özendirilmelidir. Güzel okuyan herkes bir zaman heceliyordu.

Ders Disiplini: Dersin genel akışını bozmamak adına, hata düzeltmeleri ders bitiminde veya uygun bir zamanda yapılabilir. Bu, diğer katılımcıların dikkatinin dağılmasını önler.

3. İdeal Yaklaşım

Dersleri, okumada mahir olanlar okumalı; yanlış yapma ihtimali yüksek olanlar ise zamanla okuyarak pratik kazanabilir. Belki küçük ders gruplarında okutulabilir.

Herkesin hataya açık olduğu unutulmamalı, Bediüzzaman’ın şefkat ve müsamaha düsturuna uygun şekilde hareket edilmelidir.

Yanlış okuyanların hatalarını düzeltmek, dersin maksadını gerçekleştirmek adına bir fırsat olarak görülmeli ve sabırla yapılmalıdır.

Bu anlayış, derslerin hem eğitim süreci olarak sürdürülmesini hem de katılımcıların gönüllerini kırmadan hizmet edilmesini sağlar.

 

Dersleri Kim Okumalı?

1. Ehliyetli Olanlar

Risale-i Nur’un derin manalarının doğru aktarılması için, okumada tecrübeli ve telaffuzu düzgün olan kişiler tercih edilmelidir.

Bu kişiler Risale’nin dili, kavramları ve maksadı konusunda bilgi sahibi olmalıdır.

Ayrıca okuyucu, ders sırasında metni sadece okumakla kalmamalı, gerektiğinde açıklayıcı bilgiler sunabilmelidir.

 

2. Sıra ile Okuma

Cemaat içinde herkesin okuyarak hizmete katılması teşvik edilir. Ancak, yeni başlayanlara öncelikle kısa bölümler verilerek pratik yapmaları sağlanabilir.

Zamanla herkesin kendini geliştirmesi hedeflenir. Böylece dersler hem bir eğitim süreci hem de hizmet ortamı hâline gelir.

3. İstişare ile Karar

Büyük ders halkalarında, dersi kimin okuyacağı istişare ile belirlenebilir. Böylece cemaatin ortak kararı ve adalet anlayışı sağlanır

 

Yanlış Okuma Durumuna Yaklaşım

1. Sabır ve Şefkat

Yanlış okuma yapan kişiye sabırlı ve anlayışlı yaklaşılmalıdır. Hataların fark edilmesi ve düzeltilmesi bir öğrenme süreci olarak değerlendirilmelidir.

“Kardeşinin kusurunu görme, kendi kusurunu gör” düsturu hatırlanmalıdır.

 

2. Düzeltme Yöntemi

Yanlışlık anında küçük bir işaretle veya nazik bir müdahale ile düzeltilebilir. Ancak, bu durum okuyucuyu mahcup etmeyecek bir üslupta yapılmalıdır.

Eğer hata ciddi değilse, ders akışını bozmamak adına, düzeltme ders sonunda özel olarak yapılabilir.

 

3. Teşvik ve Destek

Yanlış okuyanlara, hatalarını düzeltmeleri için rehberlik ve destek verilmelidir. Özellikle tecrübeli kişiler, bu süreçte kardeşlik bilinciyle yeni okuyuculara yardımcı olmalıdır.

Hataların, dersin ruhunu bozmamak adına sevgiyle karşılanması, okumaya devam etme cesareti verir.

 

Manevi ve Hizmet Boyutu

1. Niyetin Önemine Vurgu

Bediüzzaman Said Nursi, hizmette niyetin önemine sık sık vurgu yapar. Derslerde okuyanın niyeti samimi olduğu sürece, hata yapması doğal karşılanmalıdır.

“İhlâs Risalesi”ndeki düsturlara uygun olarak, kusur aramak yerine kardeşlik ve yardımlaşma anlayışı ön planda tutulmalıdır.

 

2. Herkesin Hizmete Katılımı

Risale-i Nur dersleri, sadece bir kişinin okuyup diğerlerinin dinlediği bir süreçten ibaret değildir. Herkesin aktif bir şekilde katılımı teşvik edilir.

Bu, hem okuyucuların kendini geliştirmesini sağlar hem de hizmete dahil olma duygusunu güçlendirir.

 

3. Hizmet Bilinci

Okuma sırasında yanlış yapmak, hizmetin bir parçasıdır. Önemli olan, bu hataların telafisi sırasında kardeşlik hukukunun korunması ve dersin manevi atmosferinin bozulmamasıdır.

 

Sonuç olarak, Risale-i Nur derslerinde, okuyucunun ehliyeti önemli olsa da niyet, sabır ve kardeşlik anlayışı her zaman ön plandadır. Yanlış yapanlara destek olunurken, onları kazanma ve teşvik etme anlayışı esas alınır. Dersler, bir öğrenme ve manevi gelişim zemini olarak değerlendirilmelidir.

 

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan özel

Bediüzzaman ve Siyaseti

Üstad Bediüzzaman hazretleri tek parti zihniyeti hakimken siyasetle alakadar olmamış ve şeytan vb şeklinde tasvir etmiş. Ama alternatifi çıkınca da Alternatifi açıkça desteklemiş. Kastamonu lahikasina bakınca şeytan, Emirdağ Lahikasına bakınca siyasette aktif bir Bediüzzaman görüyoruz. Hatta gençlik yıllarında da siyasi aktif bir Bediüzzaman. Şimdi biz Bediüzzaman ve siyaseti nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Evvela şunu ifade edelim Nur talebelerinin en temel vazifesi ve birinci önceliği iman hizmetidir siyasette dahil hiç bir vazife ve meşguliyet bu vazifenin önüne geçemez. Nur talebesi siyasetle meşgul olacak şahsi olarak meşgul olabilir cemaat adına siyasetle meşgul olması doğru değildir.

“Fakat siyaset hesabına değil, belki Nur’ların intişarı ve maslahatı hesabına, bazı kardeşler, Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir…”

Görüldüğü gibi siyasete şahsi olarak giren Nur talebesi de siyaset adına değil Nurların intişarı adına girebilir deniliyor.

İkincisi Nur talebelerinin bir siyasi partiye oy vermesi ve o partiyi oyu ile desteklemesi aktif siyasetçi olduğu anlamına gelmiyor vatandaşlık görevini ifa etmiş oluyor.

Üçüncüsü Üstadımızın çok partili sürece geçildikten sonra Demokrat partiyi desteklemesi tek parti diktatörlüğünün bitirilip demokratik bir düzenin tesis edilmesi içindir. Yoksa bir parti bağnazlığı ya da bir parti taraftarlığı anlamında değildir. Kaldı ki o dönemde iki ana parti var en uygunu da Demokrat partidir.

Dördüncüsü Nur talebeleri içtimai ve siyasi konularda temel ilkeler üzerinden hareket eder ve etmelidir. Bu temel ilkeler ise cumhuriyet ve demokrasi, hukuk, adalet ve hürriyettir. Bu temel ilkelere bağlı olan ve hizmet eden partilere destek verir tek adam, otoriter siyaset, meşverete aykırı müstebid anlayışlara da karşı durur ve durmalıdır.

Beşincisi Üstatta siyaseti dine alet etme ve ona hizmetkar kılma anlayışı hakimdi ve bu şekilde mücadele etti ama kendininde de itiraf ettiği gibi beyhude yoruldum dedi sonra bütün dikkat ve enerjisini iman hizmetine teksif etti ve Nur talebelerininde bu şekilde hareket etmesini şiddetle istidi.

Altıncısı Nur cemaatinin bir partiye eklemlenmesi iman hizmetine büyük zarar verir ve diğer partilileri Risale-i Nura düşman eder bu sebeple Nur talebelerinin bir parti adına hareket etmesi büyük bir hata ve cinayettir.

Bu zamanda insanların ekserisinin imanı tehlike içindedir. Onun için ebedi saadetlerinin vesikası olan sağlam imanı telkin etmek ve ders vermek vazifesi, neticesi şüpheli siyasi mücadeleden daha ehemmiyetlidir. Bundan dolayı Nur talebelerinin en mühim görevi; önce kendisi tahkiki imanı elde etmek, sonrada bir başkasının tahkiki imanı elde etmesine ve kurtulmasına vesile olmaktır.

Siyaset yolu ile yapılan hizmet, halkın yüzde seksene fayda vermesi meçhul olmakla beraber, neticeye ulaşmak da şüphelidir Türkiye’deki siyasi tarih buna şahittir. En güzel siyaset; kafası karışık olan yüzde seksene iman ve nuru göstermek ile terbiye ve irşat etmektir. Zaten yüzde sekseni hakikatleri görünce, siyasette ona uyum sağlamak zorunda kalır.

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü

Gayba iman ne demek?

Gayba iman ne demek?

His ile bilme, hayvanların sahası; hissini akla hizmet ettirip anlama, kavrama ve nihayet inanma ise insanın vazifesidir.

Gayb, “gizli olan, görünmeyen” demektir. Kur’an-ı Kerim muttakilerden, yâni takva sahibi müminlerden bahsederken, onların en büyük özelliği olarak “gayba imanlarını” gösterir.

“Onlar -o muttakiler- gayba iman ederler.” (Bakara, 2/3) mealindeki âyet-i kerimeyi tefsir eden âlimlerimiz, gayba imana iki şekilde mânâ verirler.

Birincisi, “Onlar görmedikleri hâlde, aklî ve naklî delillere dayanarak iman ederler.” Diğeri ise, “Onlar gıyaben dahi iman ederler.” Yâni münafıklar gibi sadece müminler arasında değil, gıyaben de Allah’a ve Resulüne (asm.) iman ederler.

Gayb iki ayrı mânâya gelir: Birincisi, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, yalnız Allah’ın malûmu olan hâller, hâdiseler, âlemlerdir ki, bunlar imana konu değildirler. İman, bu gayb için değil, ancak Kur’an’ın haber verdiği ve Peygamber Efendimizin (asm.), hakkında açıklamalarda bulunduğu gayb için söz konusudur.

“Bizce gayb, görülemeyen değil, görülmeyen demektir. Biz delilsiz olan gayba değil, delili olan gayb-ı mâkule iman ediyoruz.” (Hak Dini Kur’an Dili)

“Gayba iman” denilince akla ilk gelen, Allah’a ve diğer iman rükünlerine imandır. Bunlar hep gaybdır.

İnanmada ilk adım kalben tasdiktir. Bu tasdikin başlangıcı da anlamak. Beş duyu anlamaya, anlama da inanmaya yardımcı olur. Sadece beş duyunun sınırları içinde dolaşan, onları aşamayan insanlar, hükmen hayvanlıktan kurtulmuş değillerdir.

His ile bilme, hayvanların sahası; hissini akla hizmet ettirip anlama, kavrama ve nihayet inanma ise insanın vazifesidir.

İnsan bir meyve ağacına bakmakta hayvanla müşterektir. O ağacın içinde harika bir fabrikanın çalıştığını, yapraklarında fotosentez olayının cereyan ettiğini, o meyvelerin bütün bir ağaçtan, hatta kâinattan, süzülerek meydana geldiğini ise ancak o insan kavrayabilir.

Onun için, mutlak mânâda “insan” denilince, gayba iman eden “mü’min” hatıra gelmelidir.

İşte, o gayba inananlardır ki, nimette boğulmaz, mün’imi, yâni o nimeti ihsan edeni tanırlar. Esere saplanıp kalmaz, o eseri yapan Hâlik’ı tanır ve bilirler.

Gayba inanmayanlar ise, sofranın tabakları, kitabın yaprakları, yahut fabrikanın bölmeleri arasında dolaşıp duran bir böcek gibi, bu âlem ve içindekilerden, hakiki mânâda, istifade edemez, hayatlarını zâyi eder giderler.

Sorularla İslamiyet

Kaynak: Sorularla İslamiyet

www.NurNet.org

Neden Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca âsâyişin muhafazasına dikkat etmiş ve talebelerine de bunu tavsiye etmiştir?

Neden Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca âsâyişin muhafazasına dikkat etmiş ve talebelerine de bunu tavsiye etmiştir?

 

Malum olduğu üzere, hakikatların, aklıselime takdimi ve tebellürü için en müessir an, ruhların sakin olduğu, arzuların dizginlendiği huzur ve sükûnet zamanıdır. Huzur ve sükûnet ise, âsâyişin kemaline bağlıdır.

Anarşi ve terörün, fitne ve fesadın kuvvet bulduğu zamanlarda, hakikatları idraklere sunmak mümkün olmaz. Çünkü o anda, hâkimiyet, terör ve anarşinin eline geçmiştir. Artık insanların itidal ile aklıselimle hareket etmeleri imkânsız hale gelmiştir. Çünkü anarşi ve terör hengâmında, hak ve adâletin gerçek mizanlarına uymak oldukça zordur.

İnsanlık tarihini tedkik ve tahkik eden müdakkikler için, en müheyyic hâdiselerden birisi, sahabe-i kiram arasında, İbn-i Sebe ve Hâricîlerin ifsadlarıyla vukua gelen elim facialardır.

Evet, terör ve nifakın şiddeti, o asırda bile huzur ve sükûnu zîr-ü zeber etti. Fitne ve ihtilafın çelik pençesi altında, o kahra lâyık olmayan insanlar,elim bir âkibete dûçar oldular. Artık hâkimiyet, zâlim fitnenin eline geçmişti,Esedullah unvanını alan bir zâtın, eli ayağı bağlanarak, dînen mükellef olduğu Hakka davet vazifesini hakkıyla yerine getiremez oldu ve üstelik O’nun faziletinden, ferasetinden, ilim ve irfanından kemaliyle istifade edilemedi. Dünya üzerinde yayılmakta olan nurun şayan-ı hayret inkişafı, o süre içinde tevakkuf etti.

İşte bu gibi ibretli hadiselerden dolayı, Üstadımız, yüce ferâgatıyle, şecâatiyle, merhamet ve şefkatiyle yapmış olduğu bir asra yakın manevî mücâhedesinde, talebelerini fitne ve fesadı, nifak ve şikakı netice verecek, âsâyişi zedeleyecek her türlü hareketten büyük bir hassasiyetle uzak tutmuş ve onları Müslümanları birbirine düşürecek davranışlardan şiddetle sakındırmıştır. Zamanın idarecilerine de hayati önem taşıyan konularda gerekli ikazı yapmaktan bigâne kalmamıştır.

Üstadımızın bu irşâd metodunu, geçmiş asırlarda gelen kutuplarda, gavslarda, müceddid ve müçtehidlerde de müşahede etmekteyiz. Mesela, İmam-ı Rabbanî gibi bir müceddidin, kendisini senelerce hapsettiren ve Ehl-i sünnet itikadının en büyük bir düşmanı olan Ekber Şah’a karşı ayaklanma hazırlığına girişen Selim Şah’ın yardım talebini reddettiği, hatta O’nu babasına isyandan vazgeçirdiği bir vakıadır.

Yine, şeriat-ı garra-yı Muhammediye’nin büyük bir rüknü olan İmam-ı A’zam Hazretleri, hem Emeviler hem Abbasiler devrinde hapse atıldığı, nice zulümlere, işkencelere maruz bırakıldığı hâlde, müsbet hareketi elden bırakmamış, idareyi devirmeyi aklından bile geçirmemiştir. Hâlbuki o gün, başta seyyidler olmak üzere, bütün mü’minler O’nun arkasındaydı; muvaffak olması kuvvetle muhtemeldi.

Bu iki misali teyid eden daha birçok vakıa tarihte mevcuttur.

Demek ki, irşâd ve tebliğ, huzur ve âsâyişin mevcudiyeti ve devamıyla mümkündür.

Peygamberimiz’in (A.S.V.) devletsiz bir millet içinde gönderilmesikader-i ilâhî’nin, zikrettiğimiz hakikata bir remzi olsa gerektir. Resûlüllah Efendimizin (A.S.V.) karşısında bir devlet mevcut olmadığından, imân ve Kur’an hakikatlarını kalplere hâkim kılması oldukça kolay oldu. Şayet,Roma gibi aristokrat bir devletin içinde zuhur etseydi, dinin neşrinde ciddî manilerle karşılaşabilirdi.

Evet, nifaka ve tefrikaya düşerek parçalanan bir milletin, asla pâyidar olamayacağına inanan Bediüzzaman Hazretleri, âsâyişin muhafazasına büyük ehemmiyet vermiştir. Risale-i Nur’da bunu defalarca dikkat nazarlarına arzetmiştir.

Bunlardan birkaç misâl:

İmân ilminden ibaret olan Risale-i Nur eczaları, emniyet ve âsâyişi temin ve te’sis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşe’ ve menbaı olan imân; elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlıktır ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder.”(Tarihçe-i Hayat)

Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i îmaniye olduğu için; hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübârezeye sevkeden hâlâttan tecerrüd etmeye mesleğimiz itibariyle mecburuz.” (Kastamonu Lahikası)

Madem îman hizmetinde ihlâs-ı etemle, anarşiliği durdurmakla, âsâyişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helâl ediyorum.” (Şualar)

Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadâkat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim. Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye takatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra’nın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.”(Emirdağı Lahikası)

Bir asra yakın ömründe imân ve mârifete ait kudsî ha-kikatlan büyük bir vukufiyetle Kur’an’dan istihraç ederek, bu milletin imanının muhafazasına ve tekâmülüne çalışan Bediüzzaman gibi âlî himmet bir dâhinin, âsâyişin muhafazasına gayret göstermesi,bu millet için, üzerinde ehemmiyetle durulması gereken hayatî bir meseledir. Üstad’ın bu vadide duyduğu endişelerin ve gösterdiği gayretlerin, derin sırlara ve hikmetlere istinad edeceği aşikârdır.

Bunlardan beşini nazar-ı mütalâaya arz ediyorum:

1) Hz. Üstad’ın âsâyişin muhafazasına fevkalâde ehemmiyet vermesinin en büyük sebebi, anarşiyi küfr-ü mutlakın semeresi olarak mülahaza etmesidir. Eserlerinde bu mânâ üzerindeki hassasiyetini büyük bir heyecanla ifade buyurmuştur. Bunlardan birkaç misâl:

Ben elli-altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle îman hizmetindeki ihlâsın neticesi olan âsâyişi muhafaza ile bir cânî yüzünden on mâsumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle, herbir tazyikata, mânâsız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte benim otuz-kırk senedir bu hizmet-i îmaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak suda fırtına çıkarıp beni tâciz ettikleri hâlde, sırf hizmet-i îmaniyenin bir neticesi olan âsâyiş için sabır ve tahammül ettim.”(Emirdağı Lahikası)

Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız…”

“Hem emniyet-i umumiye reisi olduğunuz cihetle, benim hizmetime taraftar olmanız lâzım. Çünki mahkemelerce sabit olduğu gibi, Risale-i Nur’un dersleri, dünyaya baktığı vakit bütün kuvvetleriyle âsâyişin temellerini muhafaza etmek, korumak ve fesat ve ihtilâllerin önünü kesmek olmasından, kudsî ve manevî inzibat komiserleri hükmünde olduğuna delil, üç vilâyet zâbıtaları anlamışlar.” (Emirdağı Lahikası)

“Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acaib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir.”

“Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, âsâyişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir… Demek Risale-i Nur’un ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler her halde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyyeye hıyânet ederler.”(Şualar)

2) Risale-i Nur’un irşâd metodunu “acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîki” şeklinde ifade buyuran Hz. Üstad, âsâyişin muhafazası için gösterdiği fevkalâde hassasiyetin bir sebebini de “şefkat” olarak izah eder. Bu mânâyı eserlerinin birçok yerinde, ehemmiyetine binaen, defalarca nazara verir. Şöyle ki:

Ben Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz senedenberi bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânîlere değil ilişmek, hatta beddua edemiyorum. Hatta en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim hâlde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ediyor. Çünki o zâlim gaddarın, ya peder ve vâlidesi gibi, ihtiyar bîçârelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için, o dört mâsumların hatırına binaen, o zâlim gaddara ilişmiyorum, bazan helâl ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki, idare ve âsâyişe katiyyen ilişmediğimiz gibi, bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim ki: Bu nur şâkirdleri, manevî bir zâbıtadır, idare ve âsâyişi muhafaza ediyorlar.”

Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki: Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatına ve onlardan belaların def’ine feda etmek için bana bir haleti ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahribat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin âsâyişine, hususan mâsum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçâre hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım…” (Emirdağı Lahikası)

Hatalı bir adama müteallik, bîçâre ihtiyar vâlide ve pederi ve mâsum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirâne adâvet etmek, şefkatin esasına zıddır. Müslümanlar içinde tarafgirâne cereyanlar yüzünden, böyle mâsumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.” (Tarihçe-i Hayat)

Kendisine edilen emsalsiz zulüm ve tazyikat karşısında, o geniş şefkatinin bir icabı olarak, sabır ve tahammülle mukabele eden ve menfî hiçbir harekete tevessül ve tenezzül etmeyen Hz. Üstad, talebelerine de bu vadide şöyle tavsiyede bulunur:

“Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadâkat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.”(Emirdağı Lahikası)

3) “Meşrutiyet”, “İttihad ve terakki” ve “Cumhuriyet” devrelerinin hepsini gören, bu devirlerin hepsinde manevî mücâhedesini aralıksız devam ettiren, haksızlık karşısında hiçbir zaman susmayan, ikaz ve irşâdına her halükârda devam eden, iç ve dış düşmanların bütün entrikalarını çok iyi tesbit eden ve “biz müteharrik-i bizzat değiliz, müteharrik-i bilvasıtayız, Avrupa üflüyor biz burada oynuyoruz” diyerek, hâricî cereyanlara alet olanları nâzikâne ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, âsâyişi ihlâl etmenin ecnebî hesabına geçeceğini müdrik olarak, anarşinin daima karşısında olmu ve âsâyişin muhafazasına bütün kuvvetiyle çalışmıştır.

Aşağıdaki ifadeler bu hakikati berrak bir şekilde ortaya koymaktadır:

Size beyan ediyorum ki; dinsizlik hesabına bizi ezen sizler;vatan ve millet, âsâyiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde ve müthiş bir ecnebî hesabına beni sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp, o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz… Onun için, bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem;âsâyiş, idare lehinde sabır ve tahammüle karar verdim.”(Emirdağı Lahikası)

Bu ehemmiyetli sırra binaen, Bediüzzaman Hazretleri, kendisine yapılan katmerli zulüm ve işkencelere azamî sabır ve tahammül gösterdiği gibi,talebelerini de bu noktada şöyle ikaz etmiştir:

Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız.”

Biz bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi, bir sedd-i Kur’ânî te’sisine çalışıyoruz. Bize ilişenler,anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.”(Emirdagı Lahikası)

Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyeti umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına karşı Risale-i Nur ve Şâkirdleri, imânı tahkiki kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor.”(Tarihçe-i Hayat)

Hem madem her şey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adâlete, gayreti vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.” (Şualar)

Evet, Üstadımız sükûtunu bozmadığı gibi, talebeleri de aynı şuur ile sükûtlarını bozmamışlar, harici düşmanların oyununa gelmemişlerdir ve kıyamete kadar da biiznillah gelmeyeceklerdir.

4) Hz. Üstad’ın âsâyişi muhafaza etmesinin ve siyasete karışmamasının ehemmiyetli bir sebebi de “ihlâs sırrı”dır. Ömrünün her anını ihlâs üzere geçiren Hz. Üstad, Kur’an-ı Azimüşşân’ın ulvî hakikatlarını ve cevherlerini hiçbir şeye alet etmemeye fevkalâde hassasiyet gösterdiğini şu ifadeleriyle ortaya koymuştur:

Risale-i Nur’u hiçbir şeye alet edemeyiz. Evvela: Kur’an’ın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-yı siyaset tevehhümiyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlara ihanet etmemektir.” (Tarihçe-i Hayat)

Bir başka eserinde de aynı hakikati şöyle teyid eder:

Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şâkirdleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.”

“Kur’an bizi siyasetten men’etmiş; tâ ki elmas gibi hakikatları, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.” (Kastamonu Lahikası)

5) Hz. Üstad’ın âsâyişi muhafazaya çalışmasının çok önemli bir sebebi de kendi vazifesini yapıp, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmama” prensibidir.

Bütün mürşidlerin irşâd sahasındaki vazifeleri ancak tebliğ ve nasihattir.Neticeyi halketmek, muzaffer ve muvaffak kılmak, Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir.

Bu sırrı çok iyi bilen Üstadımız, idareye karışmaktan, âsâyişe ilişmekten şiddetle teberri etmiş ve yüz elim de olsa ancak Nur’a kâfi gelir” diyerek bütün himmetini Nur külliyatının telifine ve neşrine hasretmiştir.

Bu hakikati açık ve seçik olarak kendisi şöyle ifade buyurmaktadır:

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlâhiye göre, sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet îmân hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”

Kendimi misâl olarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Mesela: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divân-ı Harbi Örfide idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir, müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i Îlâhiyyeye karışmamak hakikati için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.” (Emirdağı Lahikası)

İşte Nur Talebeleri de Üstadlarını örnek alarak, hareketlerini O’nun hakimane ve arifane düsturlarına bina edip, inayet-i İlâhiye ile insanların imanına, hidayetine, ahlâkına hizmet etmektedirler. Evet, onlar, Nur’un ihtiva ettiği gerek imana, gerek ibadete, gerek ahlâk ve âdaba ait yüksek hakikatları hiçbir menfî harekete tevessül etmeden, karınca kararınca, kalp ve vicdanlara, akıl ve idraklere sevdirmeye gayret etmişlerdir ve ediyorlar. Üstadlarının yolunda giderek, icabettiğinde devlet yetkililerini Nur’un hakikatlarıyla ikaz ve irşâd görevlerini de elden geldiği kadar yerine getirmeye gayret göstermişlerdir ve göstermeye devam edeceklerdir.

Evet, bu hizmette, her zaman teenni ve nezaket ile davranmak ve Üstadımızın ifadesiyle “nezihâne, nâzikâne ve kavl-i leyyinle” tebliğde bulunmak gerektir. Kalpleri Allah’ın rızasıyla merbut olup hizmet aşkıyla yürüyenler, menfî hareketlerden sakınmalı ve dünyevî ve siyasî bir gaye gütmemelidirler.

Güler yüz, tatlı söz, kalp metaneti ve hatır hoşluğu ile fitne kapısını kapatıp, kalp ve hissiyatlarını şeytanın tahribatına karşı siper etmelidirler. Çimenli, çiçekli, ferahlı ve müncezip nice yollar vardır ki, insanı mühlik ve vahşi çöllere çıkartır. Nice dikenli, sarp, sert kayalı yollar da vardır ki, nihayetleri gül ve gülistandır.

Nur Talebeleri Üstad Hazretlerine ittibaen, Nur’un hizmetinde yürürken, takdir-i İlâhî ile maruz kaldıkları musibetler ve ızdıraplan, kimin eliyle gelirse gelsin, onları hata ve günahlarına keffaret sayar, daha bilmedikleri birçok hikmetlerini de mülahaza ederek sabır ve tevekkül ile karşılarlar.

Üstadımızın yaşadığı tarz-ı hayat ve koymuş olduğu düsturlardan anladığım bu ki; bize teveccüh eden zulümler ne kadar şiddet kazanırsa kazansın, başımıza inen musibetler, tazyikler ne derece bizi sıkarsa sıksın, âsâyişi ihlâl etmemize meşruiyet kazandırmaz. Hizmetimizin selametle yürümesi, hâdiseleri Risale-i Nur’un mizanlarıyla tartıp harekâtımızı ve hallerimizi O’nunla tanzim etmemize bağlıdır. Âsâyişin muhafazasına yardımcı olmamız da Nur meşrebinin muktezasındandır. Çünki, dediğimiz gibi, Kur’an ve imân hakikatlarını bu millete mal etmenin yolu, kin ve iğbirara girmeden, fitne ve fesadı uyandırmadan ilim ile hikmet ile şefkat ve merhamet ile hareket etmektir. Malûmya;

Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.”

Nur Talebeleri’nin, âsâyişi zedeleyici davranışlardan şiddetle çekinmeleri ve muhafazasına yardımcı olmaları, bazı çevrelerce, tenkid mevzuu yapılıyor. Bu gibi tenkidlere cevaben Üstadımızın Uhuvvet Risalesindeki şu harika tesbitini arz etmekde fayda görüyorum. Üstadımız şöyle buyuruyor:

Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum bir cânî var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulm ettiğini bilirsin.”

“Ve zâlimliğini semâvata işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta bir tek mâsum dokuz cânî olsa; yine o gemi hiçbir kanunu adâletle batırılmaz.”

“Aynen öyle de: Sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sejine-iİlâhiye olan bir mü’minin vücudunda imân ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken;sana, muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cânî sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mânevîye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şeni’ ve gaddar bir zulümdür.” (Mektubat)

İşte bunun gibi cemaat veya devlet de şahs-ı manevî olarak bir fert gibidir. Onun da iyi ve kötü halleri, faydalı ve zararlı tarafları, mâsum ve cânî sıfatlan olabilir. Yukarıda zikredilen kaideye binaen, bazı devlet yetkililerinin hatalı hareketlerinden dolayı devleti batırmaya çalışmak, bir ferde kıyas edilemiyecek kadar şeni’ ve gaddar bir zulüm olur.

Demek bizim âsâyişin yanında yer almamız, devletin nâmeşru olan hallerinitasvip etiğimiz mânâsına gelmez ve gelmemeli.

Bu milletin imanına, bütün şube ve kadrolarıyla musallat olan şukebâirler, iffet ve ahlâkını tahrib eden şu sefahat ve rezaletler, din ve vicdanımızın bir muktezası olarak, elbette bizi de muzdarip ediyor. Bu ızdırabın dinmesi, bu esefin sona ermesi, ancak ve ancak imân ve Kur’an hakikatlarının fert ve cemiyete, daha doğrusu vicdan-ı umumiyeye hâkim olmasıyla mümkündür. Bu ise dâhildeki istikrarın, sulh ve musalahanın mümkün olduğu kadar teminine bağlıdır. Nur Talebeleri olarak bizim en büyük vazifelerimizden biri de, âsâyişin temini, huzur ve emniyetin tesisidir. Keşmekeşlik ve huzursuzluk kimden ve hangi menbadan kaynaklanırsa kaynaklansın, kanımızı içen düşmanın hesabına geçer. Evet, Üstadımızın dediği gibi; iki elimiz var, yüz elimiz de olsa ancak Nur’a kâfi gelir. Hiçbir cihetle zor kullanmaya, hırçınlık çıkartmaya hakkımız ve selahiyetimiz yoktur. Evet; Nur Talebeleri âsâyişin mânevî bekçileridir. Bu hakikat dün geçerli olduğu gibi bugün de geçerlidir, yarın da geçerliliğini muhafaza edecektir.

Çok iyi bilindiği gibi, insanı intibaha davet eden sebeplerden birisi,belki de en birincisi, tarihin korkunç ibretli sayfalarını daima göz önünde bulundurmasıdır. Bu nokta-i nazardan Cenâb-ı Hak; “Ey akıl sahipleri! (Hâdiselere) ibretle nazar ediniz.” buyuruyor. Bu hadiselerin ruhunu anlayıp mizana vurmada en doğru ve esaslı bir mihenktir. Evet, devr-i saadetten bu yana İslâmiyeti içinden yıkmak isteyen müfsidler, daima suret-i hakdan görünüp, hak ve hakikati perde yaparak hareket etmişlerdir. Şimdi de memleketimizde kaynakları belli, zihniyetleri menfî, samimiyetsiz bir takım zümrelerin âsâyişi ihlâl faaliyetlerinde, bazan da hakkı perde yaparak çalıştıklarını müşahede etmekteyiz. Bu gibi menfî ve yıkıcı propagandalara kapılmamamız için Meyve Risalesindeki şu ibretli levhayı daima göz önünde bulundurmamız son derece lüzumludur.

Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir.”

“Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat ara sıra vazife bulunabilir. Bukıyas ile küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bırakıp lüzumsuz,malayani ve afakî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” (Şualar)

Müslümanlar bu hikmetli nasihati hayatlarında tam manasıyla düstur edindikleri takdirde, hâricî ve geniş dairelerin lûtf-i ilâhî ile kendilerine musahhar olacağından şüphe edilmemelidir. Nitekim Cenab-ı Hak bir hadis-i kudsîsinde şöyle buyurur:

“Ben Allah-u Azimüşşan, Melikü’l-Mülüküm. Hükümdarların kalbleri ve nasiyeleri benim elimdedir. Kullar bana itaat ederlerse, ben de onlara rahmet kılarım. Ve eğer kullar bana isyan ederlerse, ben de onları onlara ukubet (azap verici) kılarım. Binaenaleyh mülüke sebb (sövmek, beddua) ile meşgul olmayın ve lâkin bana tövbe ve müracaat eyleyin ki onları size bükeyim.” (Elmalılı, s.1071)

Kaynak: MehmedKırkıncı.com

www.NurNet.org