Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Gençlere Risale-i Nur’u Daha Etkili Bir Şekilde Anlatmak İçin

Gençlere Risale-i Nur’u Daha Etkili Bir Şekilde Anlatmak İçin

  1. Anlam Dilini Kullanın: Risale-i Nur’daki derin felsefi ve dini kavramları, gençlerin anlayabileceği basit ve sade bir dille açıklamak.
  2. Örneklerle Destekleyin: Günlük hayattan ve gündelik dünyadan örneklerle Risale-i Nur’daki kavramları somutlaştırın. Gençler, pratik ve gerçek hayatla bağlantılı örneklerle daha iyi anlarlar.
  3. Etkileşimli Öğrenme: Dersleri sadece anlatmak yerine, gençlerin aktif katılımını teşvik eden müzakere, grup çalışmaları ve proje tabanlı öğrenme teknikleri kullanın.
  4. Görsel ve İşitsel Materyaller: Risale-i Nur’daki konuları destekleyen videolar, grafikler ve sesli kitaplar gibi görsel ve işitsel materyaller kullanarak ilgilerini canlı tutun.
  5. Sosyal Medya ve Teknoloji: Gençlerin yoğun olarak kullandığı sosyal medya platformları ve mobil uygulamalar aracılığıyla Risale-i Nur dersleri ve içerikleri paylaşın.
  6. Kısa ve Öz Sunumlar: Uzun dersler yerine kısa, öz ve vurucu içeriklerle gençlerin dikkatini çekin. Her dersin sonunu, daha fazla bilgi edinmeye teşvik edecek şekilde bitirin.
  7. Rahat Ortamlar: Samimi ve rahat bir ortamda sohbetler şeklinde dersler düzenleyin. Bu, gençlerin daha rahat hissetmesini sağlar ve katılımlarını artırır.
  8. Soru-Cevap Oturumları: Gençlerin merak ettikleri konuları sorabilecekleri ve açık cevaplar alabilecekleri interaktif oturumlar düzenleyin.
  9. Manevi Deneyimler: Risale-i Nur’un manevi mesajlarını, gençlerin deneyimleyerek öğrenebileceği etkinlikler düzenleyin. Bu, anlamlarını daha derinden kavramalarına yardımcı olur.
  10. Örnek Şahsiyetler: Risale-i Nur’un öğretilerini hayata geçiren örnek şahsiyetler üzerinden dersler verin. Bu şahısların hayat hikâyeleri ve başarıları ve hatıraları gençlere ilham verebilir.
  11. Risalei Nur’un kutsiyetini anlamış kimselerle beraber verimli okuma programları düzenleyin.
  12. Gençleri anlamak ve okumak konularında cesaretlendiren, teşvik eden Allah’ın rahmet ve inayetini hissettirecek bir üslup tercih edin.
  13. Tavsiyelerinizi hayatınızla göstererek rol model olun. Dediğinizi yapın; ama her yaptığınız kemalat manasındaki şeyi söylemeyin ki eleştiriye kapı açmayın.
  14. Gündelik hayattan uzak, uçuk kaçık misaller vermekten ve konuşmalardan uzak durun kaçının.
  15. Risale-i Nur Külliyatı’nı müstakil bir eser değil asırlarca devam eden tefsir geleneğinin bir meyvesi olduğunu ve ayet hadis kaynaklı olduğunu izah edim.
  16. Ders ortamlarında ve birebir ilişkilerde soğuk, sert veya çok lakayt konuşma ve davranışlardan uzak duralım.
  17. Ders ortamlarında kendi reklamımızı yapmakta kaçınıp bakış açısını daima Risalelere yönlendirelim.
  18. İnsanların akıllarında olan soruları cevaplayacak tarzda kaliteli zaman geçirelim.
  19. Karşımızdaki insanla empati yapıp bir zamanlar bizlerin de o yollarda ve konumlarda olduğumuzu hatırlayalım.
  20. Gençlerle daha samimi olup kişisel sorunları varsa onlara da dokunarak Risalelere yönlendirme yapalım.

Bu yöntemler, gençlerin Risale-i Nur’u daha kolay anlamalarına ve benimsemelerine yardımcı olabilir.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Risale-i Nur Her Konuda Yeterli Midir?

Risale-i Nur Her Konuda Yeterli Midir?

Risale-i Nur ise, Kur’anın malıdır ve manasıdır.” (Şualar, 749)

“Bana risaleler yeter” ifadesi, Risale-i Nur’un içerdiği bilgi ve manevi öğretilerin yeterli olduğunu düşünen bir yaklaşımı yansıtır. Bu düşünceyi savunanlar, Risale-i Nur’u hem Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri hem de bireysel ve toplumsal hayat için rehber olarak kabul etmektedir. Bu yüzden, başka kaynaklardan bilgi edinme ihtiyacı duymadıklarını veya Risale-i Nur’un tüm ihtiyaçlarına cevap verdiğini düşünürler.

Bu mantığın doğru veya eksik olması, kişinin ihtiyaçlarına, arayışlarına ve İslami bilginin bütünlüğüne bakış açısına ve beklentilerine bağlı olarak değişebilir.

Risale-i Nur, özellikle iman, ahlak ve Kur’an tefsiri konusunda geniş bir rehberlik sunar.

Bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.

Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek… (yapmaktadır.)” (Şualar, 748)

Ancak, bazı durumlarda farklı kaynaklara yönelmenin faydaları olabilir. Çünkü;

“Risale-i Nur, hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.

Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır.” (Kastamonu, 77)

Risale-i Nur, İslam’ın temel itikadî inançlarını iman hakikatlerini detaylı bir şekilde izah eder. Bu sayede Müslümanlar, dinlerini daha iyi anlayabilir ve imanlarını güçlendirebilirler. İtikadlarını geliştirerek amentülerini sağlam tutabilirler.

Dikkat edilirse zaten Risale-i Nur sizin her ihtiyacınıza yeterlidir demiyor Zübeyir Gündüzalp burada. “Hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor” diyor.

Risale-i Nur bu kadar, geniş içerikli ve etkili olsa da İslamiyet’in fıkıh, tarih, siyer, hadis, ilm-i hâl gibi diğer alanlarını derinlemesine ele almaz. Bazı meselelerine değinse de bütün olarak bu alanlara bakmaz. Bu alanlarda bilgi sahibi olmak, İslamiyet’in tüm yönlerini anlamak için başka eserler de yararlı olabilir. Ama hiç bir kaynak tek başına tüm alanlarda yetmez.

Hatta Kur’an-ı Kerim’i tefsir edecek heyetin özelliklerini şu şekilde olması gerektiğini Bediüzzaman Said Nursi ifade etmektedir

Herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır.

Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin ve icma-ı millet hücceti elde edebilsin.” (İşarat-ül İ’caz, 8)

Çağdaş Meselelere Cevap

Günümüzde yaşanan yeni meseleler veya karşılaşılan yeni düşünceler hakkında bilgi sahibi olmak için farklı kaynaklardan yararlanmak gerekebilir.

Risale-i Nur, dönemin problemlerine ışık tutmakla birlikte, günümüzdeki bazı meseleler için ek kaynaklara ihtiyaç duyulabilir.

İlim ve Bilimsel Araştırma

İslami ilimlerde olduğu kadar fen bilimlerinde de araştırma yapmak, bir mümin için önemli olabilir.

Risale-i Nur’da fen ve bilim konularına yer verilse de, bunlar çok az miktarda olup tevhid açısından külliyatta geçmektedir. Bu alanların sürekli gelişmesi nedeniyle yeni kaynaklardan da yararlanmak gereklidir.

Netice itibariyle, “Bana risaleler yeter” yaklaşımı, şahsın dini ve manevi hayatında bir denge kurmasına ve sade bir inanç hayatı yaşamasına katkı sağlayabilir. Ancak, İslam’ın geniş yelpazesini ve farklı ihtiyaçları dikkate aldığımızda, gerektiğinde farklı kaynaklardan bilgi edinmek de zenginleştirici bir bakış sunabilir. Nitekim temel şeyleri bilmesi bir nur talebesinin itikad ve amel bakımından kalitesine kalite katacaktır. Şimdilerde ellerden düşmeyen ve farkında olmadan saatlerimizi alan telefonlardan bu ilimlere dair dokümanlara ulaşmak çok daha kolay. Bu sebeple elimizdeki cihazlarla kendimizi diğer alanlarla da tekmil edip techiz ederek kaliteli bir Müslüman olabiliriz.

Otuzüçüncü Söz’den başka Söz yazılmak ihtiyacı kalmadı.

Hem şer’an çok mübarek bu otuzüç adedden bazı esbaba binaen geçmeyeceğim.

Hem de hakaik-i esasiye-i Kur’aniye ve imaniyenin elzem ve lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibariyle yazılmıştır. Ümid ediyorum ki, Cenab-ı Hak kabul etse tevfik verse, yazılanlar dalalet bulutlarını dağıtmaya kâfidirler.

Her derdin devası içinde var demeyeceğim, fakat mühlik dertlerin ağleb devası yazılanlarda vardır.

Siz onların mütalaasını, kıymetdar bir ibadet olan tefekkür nev’inde telakki ediniz.

Ve onlardaki ilmi, envâr-ı imandan ve marifetullahtan tasavvur ediniz ki usanç vermesin.

Hem sizde ve müstemiînde iştiyak olduğu zaman okuyunuz. (Barla, 249)

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

 

12 ADIMDA ŞAHS-I MANEVİ HARİTASI VE HUSUSİYETİ

12 ADIMDA ŞAHS-I MANEVİ HARİTASI VE HUSUSİYETİ

“İlm-i mantıkda BURHAN-I YAKÎNÎ, HÜSN-Ü ZANNA VE MAKBUL ŞAHISLARA BAKMIYOR, cerh edilmez delile bakar ki, BÜTÜN RİSALE-İ NUR HÜCCETLERİ, BU BURHAN-I YAKİNÎ KISMINDANDIR.”[1]

*********************

BİR NUR TALEBESİ HİZMETİNDE EĞER KİTABI ESAS ALARAK HAREKET ETMİYORSA; YA KENDİ ŞAHSINI VEYAHUT HÜSN-Ü ZAN ETTİĞİ BAŞKA BİR ŞAHSI HİZMETTE ASIL MERCİ VE MİHENG OLARAK KABUL EDER.

*********************

“Siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz.”[2]

**********************

YAPILAN BİR HİZMETİN DEVAMI VE O HİZMETTEKİ ŞAHS-I MANEVİNİN İSTİKAMETİ İÇİN KİTAB ESAS VE MİHENG OLARAK ALINMASSA; O HİZMET, MUHTELİF EFKAR VE MİZACA GÖRE ŞEKİL ALIR. RİSALE-İ NURUN MESLEK VE MEŞREP TARZINA MUHALİF BİR YOL AÇILIR. EĞER RİSALE-İ NURLARIN TALİMATI DAİRESİNİN DIŞINA ÇIKILIRSA, ÇOK BİDALARA MARUZ KALIP DAVAYI KAYBETME İHTİMALİ YÜKSEK OLUR.

ÜSTAD HZ’LERİ EHL-İ İMANA KARŞI, KENDİ ŞAHSINI GERİ ÇEKEREK, KİTAPLARI ESAS VE YOL OLARAK GÖSTERMİŞTİR:

********************

“Hattâ Said de — el’iyâzü billâh — Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alâkımızı inşaallah sarsmayacak” Emirdağ Lâhikası-1 (125)

“Kendimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini ehl-i imana gösteriyoruz.”[3]

**********************

ÜSTADIMIZI ANLAYIP TANIMLAMAK VE NUR TALEBELERİNİN ŞAHSI MANEVİSİNE DAHİL OLMAKTA YİNE ANCAK KİTABI MERKEZİYETTE ESAS ALARAK MÜMKÜNDÜR.. BUNUN İLE ANCAK ,ŞAHSI MANEVİDE BULUNAN FERDLERİ HAKİKİ MANADA VASIFLANDIRABİLİRİZ. YOKSA YİNE İSTİKAMETTEN ŞAŞIP FARKLI YÖN VE ŞAHSİYETÇİLİK MECRALARINA VEYA ADAVET HİSSİYATINA DÖNÜŞEBİLİR.

*********************

İttihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizac-ı efkâr, marifetin şua’-ı elektrikiyle olur.[4]

*********************

RİSALE-İ NUR’A ŞAHISLARA GÖRE ŞEKİL VERMEMEK LAZIM, FAKAT

ŞAHISLARI RİSALE-İ NURA GÖRE TANIMLAMAK VASIFLANDIRMAK GEREKİYOR..

BU ZAMANDA İNSAN-I KAMİL İSMİNE LAYIK ANCAK ŞAHS-I MANEVİDİR…

*********************

“Ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur’anın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir İNSAN-I KÂMİL ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız..”[5]

Size hayatımda vefattan sonra elinize geçecek manevî malımı ve hukukumu size vermeğe ve مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا sırrına binaen, ölümden evvel sizi bilfiil vâris yapmağa dair bir Nur şakirdi sordu ki: “Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz. İnşâallah öyle kalacaksınız.”

Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatlı vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre herbirisi maldan bir kısmına hakikî mâlik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse; emval-i uhrevî gibi herbirisi umum o mala, o nur lâmbasına derecesine göre mâlik sayılır; herbirisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in irsiyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur. Meselâ o emval, emval-i Nuriye, faraza bir hazine kadar olsa, binler Nurculara tevziatta, taksimatta yirmişer, yüzer altun düşebilir; fakat vefat etmeden onları onlara vermek, bir sırr-ı azîme binaen, herbirine istidadına göre, haslara bir milyon birden düşebilir. Bu sırrın bir sırrı var, şimdi izah edemem.

Yine o şakird dedi ki: “Herbir has şakirdin, senin gibi hayatını ve bütün rahatını feda edebilir mi ki, o koca malı bütün birden alsın?” Ben de dedim ki: İnşâallah tesanüdün sırr-ı azîmi ile ki, üç elifi tesanüdle yüz onbir kuvvetinde gösterdiği gibi has şakirdlerin mabeynindeki tesanüd-ü hakikînin verdiği kuvvet, benim gibi bir bîçarenin sizce fevkalâde zannedilen fedakârlığından geri kalmayacaktır inşâallah.[6]

“Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine,sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.”[7]

“Şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer. Evet “mecmuunda bir hassa bulunur ki, ondaki her ferdde bulunmaz” düsturuyla çok defa içtihadın âsârı ve nur-u velayetin hassaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki o cemaatin hangisine bakılsa, o hassa görünmüyor. Demek âmî adamların ihlasla tesanüdleri, bir velayet hassasını veriyor.”[8]

selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Emirdağ Lâhikası-l (91)

[2] Münazarat (14)

[3] Emirdağ Lahikası-1 ( 49 )

[4] Münazarat (73)

[5] Lem’alar ( 161 )

[6] Emirdağ Lahikası-1 ( 216 )

[7] Kastamonu Lâhikası ( 89)

[8] Emirdağ Lahikası-1 (89)

ADEMİN CEHENNEM’DEN EŞEDDİYETİ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

ADEMİN CEHENNEM’DEN EŞEDDİYETİ

Demek o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzımgelir. Çünki bir daha dönmemek üzere zeval ise; şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı, meş’um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-ı rahmetin intifası lâzımgelir. (Sözler:65)

…Rahmetin cilvelerinden ve latif âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîye, hayat-ı insaniye incirar edeceğini farz etsen; görürsün ki: O latif muhabbet, en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat, en büyük bir illet olur. O nurani akıl, en büyük bir bela olur. Demek rahmet, (çünki rahmettir) hicran-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. (Sözler:521)

Aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki: “Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.” Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla “oh” yerine “âh” diyecek ve teessüf edecek. (Sözler:88)

Muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir. O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir nimet iken, en azîm bir musibete, bir belaya inkılab eder. (İşarat-ül İ’caz:55)

Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır.

Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni’ ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı? (İşarat-ül İ’caz:28 )

Alem-i İslâm, bütün beşer ve bütün zîşuur; Cehennem’den daha acı ve korkunç olan ademden, hiçlikten, i’dam-ı ebedîden, fena-i mutlaktan kurtulmak için daimî aşk ve şevkle her zamanda ve câmi’ mahiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanları ile, bütün dualar ve ibadetler ve ricalarının dilleriyle istedikleri hayat-ı bâkiyeyi kuvvetli ve kat’î beşaret veren risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ve hakikat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) şehadet edip nev’-i beşerin medar-ı iftiharı ve eşref-i mahlukat olduğuna imza bastığı gibi.. (Şualar:261)

“Birinci Nükte: Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünki hadsiz rahmet-i Rabbaniye o korkan adama der: Bana gel, tövbe kapısıyla gir. Tâ Cehennem’in vücudu değil korkutmak, belki sana Cennet’in lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlukatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin. Eğer sen dalalette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennem’in vücudu, bin derece i’dam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünki insan hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ud olur.

Şu halde sen ey mülhid, dalaletin itibariyle ya i’dam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehennem’e gireceksin! Şerr-i mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ud olduğun umum akraba ve asl u neslin seninle beraber i’dam olmasından, binler derece Cehennem’den ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünki Cehennem olmazsa, Cennet de olmaz. Herşey senin küfrün ile ademe düşer.

Eğer sen Cehennem’e girsen, vücud dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennet’te mes’ud veya vücud dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek herhalde Cehennem’in vücuduna tarafdar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak, ademe tarafdar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına tarafdarlıktır. Evet Cehennem ise, hayr-ı mahz olan daire-i vücudun Hâkim-i Zülcelalinin hakîmane ve âdilane bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celalli bir mevcud ülkesidir. Hapishane vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekaya ait hizmetleri var. Ve zebani gibi pek çok zîhayatın celaldarane meskenleridir. (Şualar:229)

Birincisi: İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu misillü dünya ile alâkadardır ve akaribiyle münasebetdar olduğu gibi, nev’-i beşer ile de ciddî ve fıtrî münasebetdardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlabları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.

Hattâ Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi, bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi. (Şualar:222)

Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’an’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünki ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuzbin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara; hem şahsın i’dam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da i’dam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, Cehennem’den on defa daha fazla dehşetli Cehennem azabı çeker. Demek o Cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünki herbir insan akrabasının saadetiyle mes’ud, azabıyla muazzeb olduğu gibi; Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azablar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var: O da Kur’an-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır. (Emirdağ Lâhikası-2:244)

İnsaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir i’dam senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak. (Hutbe-i Şamiye:25)

 

Selam ve dua ile..

Rüştü Tafralı

 

www.NurNet.org

Adem Yokluk

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ADEM  (عدم)

Lügat manası olarak adem: Yokluk, olmama, bulunmama. Vücudun zıddıdır.

Bu ders, beşeriyetin en müdhiş meselesidir. Çünkü fıtraten ebedilik isteyen insanların nazarında zahiren göründüğü gibi insanların ölümle ebedî yok olmaları, sonsuz derecede korkunç bir azabtır. Onun için ebediliğin varlığını bilmek, herkesin en büyük meselesidir. Evet bu bahis, ince ve derin olmakla beraber çok ehemmiyetlidir. Biraz dikkat gerekiyor.

“Hakikat nokta-i nazarında adem-i mutlak yoktur. Ancak adem-i haricî var­dır. Evet “Cenab-ı Hak öyle bir Kadir-i Mutlak’tır ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hen adem-i mutlak zaten yoktur; çünki bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlahînin harici yok ki birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye1 bazı ehl-i tahkik Ayan-ı Sabite tabir etmişler.2 Öyle ise, fenaya gitmek, muvakka­ten haricî libasını çıkarıp, vücud-u haricîyibırakıp, mahiyetleri bir vücud-u ma­nevi giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer.4 ” M.59

Hem “eşya, zeval ve ademe gitmiyor; belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tagayyür ve fena­dan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. Hakikat nokta-i nazarından eşya­daki cemal ve kemal; Esma-i İlahiyyeye aittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esma bakidirler ve cilveleri daimidir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenaya gitmiyor; belki, yalnız itibarî taayyünleri değişir; ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyz ve kemal olan hakikatları ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bakidirler. Ziruh olmayanlar; doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemal, esma-i İlahiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider, o âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar iras etmez. Eğer ziruh ise, zevil-ukulden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil; belki vücud-u cismanî­den ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semere­lerini, baki olan ervahlarına devrederek; onların o ervah-ı bakiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder; belki kendine lâyık bir saadete gi­der. Eğer o ziruhlar zevi-l-ukuldan ise, zaten saadet-i ebediyeye ve maddi ve manevi kemalata medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakim’in dünyadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi di­ğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemalata kavuşmaktır.” M:287

Yani, anlatıldığı tarzda yeniden yeniye tazelenip istihale geçirmek, daha sağlam ve mükemmel vücuda sahib olmaktır. Bu sebeble ahirete giden varlıklar hakkında şöyle deniliyor:

“Evet وَمَا هذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ  (29:64) sırrınca, şu dâr-ı dünyada, camid ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu hayatdardırlar. Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar; emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen “Filan meyveyi bana getir”, getirir. Filan taşa desen “Gel”, gelir.” S:499

Hem “Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hatta ademe gittiklerini zannetti­ğimiz kelimatelfaztasavvurat gibi seri-üz-zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i ce­dide, bu sırra vâkıf olmuş ise de, vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve aynı za­manda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal vardır” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünki, âlemde Cenab-ı Hakk’ın sun’uyla terkib vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve idam vardır. (14:27) يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَاءُ  وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ 5  Ms:128

Her şeyin yeniden yeniye ve an be an icad edilişine işaret eden bir âyette de şöyle buyruluyor: “(50:15) فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ yeni bir halktan iltibastadırlar.” Yani, yanan elektrik, sür’atli sönüp yandığı halde, gözün sürekli yanar görmesindeki iltibası gibi… Âyetin metninde geçen “halkın cedîd” tabirini, bazı ilim adamları da kullanırlar. İslam Prensipleri Ansiklopedisi’nin Halk-ı Cedid maddesinde bu mesele hakkında bir küçük izahat var.

Mevzumuza devam ediyoruz.

“Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, beka bulur hem baki meyveler verir, hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.L:242

“Risale-i Nur’un müteaddid yerinde nasıl isbat etmiş ki, ehl-i dalalet için, zaman-ı hazırdan maada herşey madum ve firakların elemleriyle doludur. Ehl-i hidayet için mazi, müstakbel müştemilâtıyla mevcuddur, nurludur. Aynen öyle de, fâniyatta, yani geçmiş muvakkat vaziyetler, ehl-i dünya için fena-yı mutlak karanlıklarında madumdur, ehl-i hidayet için mevcuddur, diye gördüm. Çünki eski zamanda çok alâkadar olduğum zevkli veya kıymetli ve şerefli muvakkat vaziyetleri mütehassirane hatırladım, müştakane arzuladım. Neden bu mübarek vaziyetler mazide kalıp fâni olsun, düşünürken, İman-ı Billah nuru ihtar etti ki; o vaziyetler gerçi sureten fânidirler, birkaç cihette mevcuddurlar. Çünki Cenab-ı Hakk’ın bâki isimlerinin cilveleri olan o vaziyetler, daire-i ilimde ve elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı misaliyede bâki oldukları gibi; nur-u imanın verdiği bâkiyane münasebet noktasında fevkazzaman bir vaziyette mevcuddurlar. Sen, o vaziyetleri çok cihetle ve çok manevî sinemalarla görebilir ve girebilirsin diye anladım. Ve dedim: “Madem Allah var, her şey var” darb-ı mesel cümlesi, bu büyük hakikatı da ifade eder. Kimin için Allah varsa, yani Allah’ı bilse, herşey mevcuddur; kim Allah’ı bilmezse, ona herşey madumdur, diye delalet eder. Demek elemli, karanlıklı, tahassürlü bir dirhem zevki, aynı yerde yüz derece ziyade daimî, elemsiz bir zevke, sefahetle tercih edenler, aksi maksudlarıyla aynı zevkte elîm elemleri alır.” Ms:106

Evet “madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fanilikle doludur. İşte bu hakikatı, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der: “Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.” Ş.254

“Bir zaman küçüklüğümde hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşme­sini mi istersin? Yoksa, baki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi.” Ş.222

“Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennem’in vücudu, bin derece idam-ı ebedîden hayırlıdır. Ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünki insan hatta yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evladının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ud olur.

Şu halde sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya idam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehennem’e gireceksin! Şerr-i Mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ud olduğun umum akraba ve asl ve neslin seninle beraber idam olmasından, binler derece Cehennem’den ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünki Cehennem olmazsa, Cennet de olmaz. Herşey senin küfrün ile ademe düşer. Eğer sen Cehennem’e girsen, vücud dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennet’te mes’ud veya vücud dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek herhalde Cehennem’in vücuduna tarafdar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak, ademe tarafdar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına tarafdarlıktır.” Ş:229

Adem-i sırfdan icad meselesi:

“Eğer desen: “Delil-i ihtiraî i’tâ-i vücuddur. İ’tâ-i vücud ise; i’dam-ı mevcudun refikidir. Halbuki adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı aklımız tasavvur edemiyor.”

Cevaben derim: Yahu!.. Sizin bu istis’âbınız ve şu mes’elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi’in netice-i vahîmesidir. Zira icad ve ibda-i İlahîyi, abdin san’at ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umûr-u itibariye ve terkibiyede bir san’at ve kesbi vardır. Evet bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.

Elhasıl: İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve i’dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-ü aklîsi de daima üss-ül esası, müşahedattan neş’et eder. Demek âsâr-ı İlahiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni’in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umûr-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sânii farz ederek o noktadan şu mes’eleye temaşa ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud’un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu mes’eleye temaşa etmek gerektir.” Mu:129

Eşyanın icadı, ya ademden olur, ya terkib suretinde sair anasırdan ve mev­cudattan toplanır. Eğer birtek zata verilse, o vakit her halde o zatın herşeye mu­hit bir ilmi ve herşeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette onun il­minde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zâhir bir ademden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazı ile yazılan bir hattı göze göstermek için, gösterici bir maddeyi üstüne ge­çirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın ayinesindeki sureti kağıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette Saniin ilminde planları ve proğramları ve manevi mikdarları bulunan eşyayı, “Emr-i Kün Feyekûn” ile adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır. Eğer inşa ve terkib suretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anasırdan ve etraftan toplamak suretiyle yapsa; yine nasılki bir taburun istirahat için her tarafa dağılmış olan efradlarının bir boru sadasıyla toplanmaları ve muntazam bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatı teshil ve o vaziyeti muhafaza hususunda, bütün ordu kendi kumanda­nının kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde olduğu gibi…

Aynen öyle de: Sultan-ı Kâinat’ın kumandası altındaki zerreler, Onun ka­derî ve ilmî düsturlarıyla ve müstevli kudretinin kanunlarıyla ve temas ettikleri sair mevcudat dahi, o Sultan’ın kuvveti ve kanunu ve memurları gibi teshilatçı olarak o zerreler sevkolunup gelirler. Bir zihayatın vücudunu teşkil etmek için ilmî, kaderî birer manevi kalıp hükmünde bir mikdar-ı muayyen içine girerler, dururlar. Eğer eşya, ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi şeylere havale edilse, o halde bütün ehl-i aklın ittifakıyla; hiçbir sebeb hiçbir cihetten, hiçten ademden icad edemez. Çünki o sebebin muhit bir ilmi, müstevli bir kudreti ol­madığından, o adem ise, yalnız zahirî ve haricî bir adem olmaz belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz. Öyle ise, her halde terkib edecek. Halbuki inşa ve terkip suretinde bir sineğin, bir çiçeğin cesedini cismini zemininin yüzünden toplamak ve ince bir elek ile eledikten sonra binler müşkilatla o mahsus zerreler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi, o cisimde dağılmadan muntazam bir vaziyeti muhafaza etmek için -manevi ve ilmî kalıpları bulunmadığından- maddi ve tabii bir kalıp, belki azaları adedince kalıplar lâzımdır; tâ ki o gelen zerreler, o cism-i zihayatı teşkil etsinler.” Ş:24

Netice: İnsanlar nazarında zahiren görünen ademler varsa da, sonsuz ilm-i İlahinin ihatası ve hakimiyeti cihetleriyle eşyada asl olan bekâdır.

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Beka maddesi)

 

Selam ve dua ile..

Rüştü Tafralı

 

Allah’ın ilmindeki varlıklara.

Yani, zamana, mekâna ve sebeblere göre değişmeyen sabit varlık demişler.

Yani, maddi cesedi.

Yani, gerçek manada yokluk yok, varlık asıldır.

Yani, eşya ilm-i İlahîde sâbit ve ebedi olmakla beraber, ayette “halkın cedid” ile tabir edilen zaman geçmeden maddi cihette yok edilip var edilme vardır.

 

www.NurNet.org