Etiket arşivi: eymen akça

RÛHUN DUYGULARINA DAİR BİR TAHLİL

Son devir ilim, hikmet, irfan, maneviyat ve cihad erbabından olan Üstad Bediüzzaman Said Nursi, insan ruhunun his boyutunu, bu boyuta dair sırları Lem’alar isimli kitabında, özellikle 17. Lem’ada işlemiştir. Bu lem’anın 14. Notası 4 Remiz halinde ruhun yönelişlerini inceler. İlk remiz, ruhun zaman ve mekan-üstü yapısını; ikinci remiz her ruhtaki aşk-ı beka duygusunun ve tatmin çaresini; üçüncü remiz ruhun hislerinin özelliklerini ve hassas yapısını; dördüncü remiz ise, marifetullah ve tevhid sırlarına dair tefekkür ve zikir ile ruhun gelişme seyrini, manevi hayat mertebelerini ele alır.

Bu makalede 3. Remiz’i ele alacak, bu metni hem zahir cephesiyle, hem remzettiği hakikat ve sır boyutuyla inceleyerek Bediüzzaman’ın ruha dair tespitlerini ortaya koymaya çalışacağım:

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki:

Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini (ruhani özelliklerini) onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi (çoğunluğu) içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder (kapsar).

Bu bölüm, insanın ilmî mahiyetinin Ehadiyet tarzında olduğunu işliyor. Ehadiyet, okyanusu alır, cem eder, bir bardağa sığdırır. Okyanus sığmazsa, bardağı bir ayna yapar; okyanusu, bardakta en azından yansıması, sureti ile gösterir. Bu şekilde onu manevi ve ilmî olarak bardakta gösterir. İşte aynen bunun gibi Cenab-ı Vahid-i Ehad, yarattığı bütün âlemleri bir okyanus gibi, insanın ruh aynasında ilim bazında cem etmiş. Bu cem haliyle insan ruhu geçmiş-gelecek bütün âlemleri içinde hisseden bir çekirdektir. Dünyaya ekilir, ta ki açılsın ve âlemlerden bir âlem olsun. Bu ise hakiki ilme mazhar olmak, ilmiyle amel etmekle mümkündür. İlim, ruha kadar sindirilirse, kişiye bir nur verir. O nur ile, hakikati ve İlahi tecellileri âlemde temaşa edecek bir seviyeye yükselir. Temsildeki göz misali… Fakat bu yön çok hassastır, o nur kıl kadar ufak bir günahta, göz ile işlenen bir hatada, sönüp gider. O yüzden ruhun nuru, göz takvasına bağlıdır. Bu takva ile nura erenler, hakiki âlimler ve hak katında “âlem” olanlardır.

Üstad ruhun bu engin potansiyelini anlatmak için vurgu yapıyor: “ Bazan dünyaya yerleşemiyorsun. ” Yerleşemez çünkü o anda ruh kendini ifade ediyor. Hem diyor: “ zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde… ” Ruh için dünya bir zindandır. Sıkışıklık yeridir. Mümin ruhu, bunu tam hissettiği için “ Dünya müminin zindanıdır.[1] Zaman zaman of of dememizin arka planında bunlar yatıyor. İnbisat-ı ruhîye fikir ve zikirle erişenin yüzü değil tâ gözünün içi sevinçle güler. Ruhun potansiyelleri damlalıktan havuzluğa, havuzluktan göllüğe, göllükten denizliğe ve denizlikten okyanusluğa doğru inkişaf ettikçe insan mes’ud olur. Ruhuyla Allah’ın nuruna ve lem’alarına ayna haline gelir. Ruhun büyümesini gösteren bu boyutlar Vâhidiyet tecellileridir. Vâhidiyetin, mutlak boyutuna doğru bu şekilde genişleyen bir ruh, kendini genişlediği nisbette güvende hisseder. Çünkü bu genişleme o âlemlerin de tevhid ile Allah’ın kontrol elinde olduğu şuuruna kişiyi eriştirir. Tevhidi hissetmek, hem güven verir, hem kişiye kuvvet kazandırır.

Ruhun aslî yapısı Ehadiyettir. Eğer Vahidiyet dairesini hissedip gelişemezse bu sefer ufak ve anlık şeylere, odaklanır. Onlarda bu sefer sonsuz şekilde dalmak ister. Bu nokta çok tehlikeli… Bazen tek bir zevk için iki cihanını yakar. O derecede odaklanıcı, kör ve sağır olur. Akıl, kalb gibi dünyaları yutan yönlerini duymaz. Mutluluğu o zevkte, o küçük heyecanda, o farklı lezzette arar. Mutluluğu orada bulacağını sanıyor. Fakat tattıktan sonra görür ki o zevk ve lezzet yeni bir prangaymış. Ruhun gırtlağını daha da sıkar. Tekrar of of etmeye ve eskisinden daha derin ve yanık oflama, günahından dolayı kendini mücrim ve bedbaht hissetmeye başlar. Tam bir yeise düşer. Bu noktada ruhun şifası, ümittir.

Ruhun Ehadiyetle odaklanıp fani olacağı, kendini kaybedeceği, Baki-i Vahid-i Ehad’dir. Odak merkezi yanlış tayin edilince kişi bu sefer zevk ve lezzette anlık bir mutluluk hissettiği için kendi cismine ve canlılığına âşık oluyor. Aşk-ı beka ile onu korumak istiyor. Aldığı cüz’î zevki biraz daha uzun alabilmek için ya daha yoğun zevk veren farklı dozda uyuşturuculara veya süreci biraz uzatabilen mutluluk haplarına kendini kaptırır. Adı da ilginç… Onlar mutluluk hapları değil, kullananların ruhunu boğan, nefes aldırmayan birer boyun prangasıdır. Bir tasma gibi nefis köpeğini peşinden sürüklüyorlar.

Bu tarz şeyler “bir dal sigara, bir fırt çek” gibi ufak şeylerle başladığı için Üstad:  hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırmadiyor. Üstad insan fıtratını çözmüş. Baştaki Fâtır-ı Hakîm tabiri zaten bu kısmı ifade eder: Sende bir fıtrat var ve bu fıtrat kendini öyle veya böyle ifade edecek. Ya hodbinlikle kendine ve zevklerine odaklılık tarzında veya hudabinlikle Allah’a ve Onun rızasına odaklılık şeklinde… Hiç kimse bu kanunun dışına çıkamaz, diyor.

Bir lokma: Bir haram lokma diğer haram lokmaların başlangıcıdır. Her büyük yanlış küçük yanlışlarla başlar. Dün komşusunun yumurtasını çalan, bu gün tavuğunu, yarın kasasını, öbür gün devletin hazinesini çalar.

Bir kelime: Bir kez söylenen bir yalan diğer yalanların anası olur. O yalanı anlaşılmasın diye başka yalanlara girer, yalancı olur çıkar. Yalan büyüye büyüye kişiyi Allah’ı yalanlayan bir münafık haline kadar getirir. Kişi nasıl münafık oldu? O bir kelimeyi söylemekle…

Bir dane: Haksız elde edilen bir küçük çekirdek, bir tohum kişinin haram lokma yemesine yol açar. Farkında bile olmaz. Önem vermez. Fakat dane de olsa haram haramdır. Haramı ise ateş temizler. Bu açıdan “ helallik alma” kültürü önemli bir meseledir.

Bir lem’a: Bu da manevi tuzaklarla ilgili… Bir lem’a hükmünde bir rüya veya aklına görünen muhtemel bir mana ile yoldan çıkan veya çıkmaya başlayan çok kişi var. Rüyasında kendini Mehdi görüp gerçek Mehdi zanneden birçok insan var. Kur’an ve hadisten aklına görünen farklı bir mana ile kendini farklı hissetmeye başlayan ve bu farkı çevresine hissettirmek için Ahiretini berbat eden çok kişi oluyor. Şahsiyetçilik ve ego-santriklik hastalıklarıyla…

Bir işaret: Maddi ve manevi de olabilir. Karşı cinsten gelebilecek bir işaret, bir ses, bir görüntü kişiyi alabora edebilir. Odaklanma olursa zaten iş kopmaz bir bağ haline gelebilir. Genç bir sahabe olan Şekel bin Humeyd (RA) Resulullah’dan (ASM) bir dua öğretmesini istiyor. O da şunu öğretiyor: “ Allahümme inni euzü bike min şerri sem’î ve min şerri basarî ve min şerri lisanî ve min şerri kalbî ve min şerri meniyyi[2] ( Allah’ım kulağımın şerrinden, gözümün şerriden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve menimin şerrinden sana sığınırım. ) Yani karşı cinsten duyduğun namahrem ses sahibine dönüp bakma! Bakarsan beğenirsin ve konuşmak istersin. Konuşursanız bir birinizi seversiniz. Severseniz zina etmek istersiniz… Hata nereden başladı? Bir işaret hükmünde olan bir sese dönüp bakmayla!

Bir öpme: Burası zaten açık. Sırf medeniyet icabı diye bir kez tokalaşma ile nice aileler yıkıldı. Yıkılır da… Çünkü bir reaksiyonu başlatmış oluyoruz. Zincirleme şekilde, domino taşları gibi bir birini etkiliyor. Ufak hatalar, muazzam yanlışların başlangıcı oluyor. Piknikte yakılan ateşin 1.000.000 ağacı yakan bir yangına dönüşmesi gibi… O yüzden Kur’an diyor: “ Velâ takrabu mâle’l-yetîm[3] ( Himayeniz altındaki yetimin malına yaklaşmayın), “ velâ takrabu’z-zina[4] ( Zinaya yaklaşmayın. )

Remiz yönü: Üstad Bediüzzaman bu metinde ruha ait iki sırrı açıyor: Ruhun, Vahidiyet cephesi var. Bu cephe ile hükmetmek, geniş alanlarda yayılmak, emretmek, sözünün geçmesini istemek ve bunu görmeyi arzu etmek her bir ruhta temel bir arzu olarak var. Bu açıdan kalıbı da, kalbi de, bedeni de, dünya da ona dar geliyor. Daha geniş yer istiyor. Yani mekan değil zaman-üstü olmak istiyor.

Diğer sır ise, ruhun Ehadiyet cephesidir. Bu cephesiyle ruh odaklanıcıdır. Hatta kilitlenici, saplantılı bir ruh hali sergileyebilecek bir yönü var. İlk yönüyle her şeye ulaşmak ve her şeydeki birliği görmek istediği gibi, bu yönde ise bir şeyde her şeyi görmek ister. Her şeyin ve kendisinin Allah nazarında değerli olduğunu görmek ister. Her ruh için en büyük teselli, birilerinin nazarında önemli olmaktır. Önemli olana yönelindiği ve iltifat edildiği gibi, ruh da aynı şekilde iltifat, takdir, beğeni ve değer görmek ister. Allah’ın ona değer verdiğini hissetmesi ruhun en büyük saadetidir. Onun sevgisini, Onun yanında olduğunu ve Onunla olduğunu her an hissetmek ruha hem teselli verir, hem huzur kazandırır, hem güven duyurur, hem kuvvet olur.

Vahidiyet yönüyle gelişme, ruhun celal sıfatına ve Celâlî isimlere ayna olmasını sağlar. Ehadiyet yönüyle gelişme, bir şeyde her şeyi bulma, ruhu hem mutmain eder, hem cemal sıfatına ve Cemâlî isimlere ayna haline getirir. Bu şekilde, insan Vahidiyet içinde Ehadiyet olan “Vahdâniyet” e ruhuyla ayna olduğu gibi, Celal içinde Cemal olan “kemal” e de ruhen mazhar olur. Ruh için kemal, Vahdâniyete mazhariyettir. Bu mazhariyetle Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın boyutuyla Allah’ın onu kuşattığını hakkalyakin bilip hissedecek hale gelir.

Bu durumda bir cam parçası gibi cismiyle bütün gökleri ve manevi âlemleri kendinde cem eder, yansıtır. Hem hafızası, sayısız ilimlerin mahzeni ve Levh-i Mahfuz’un bir aynası haline gelir. Bu şekilde ezelden ebede kadar sayısız ilimler onda görünebilir. Bu manaya mazhar olan Hz. Ali “ Evvellerin ve âhirlerin ilimlerini benden sorun ki size haber vereyim ” der.[5] Haber verdiği her şey ise, hakikatin ta kendisidir. Demek Allah onun ruhunu bu şekilde nurlandırmış.

                                                                                                                                                                      Erdem AKÇA

[1] Müslim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16; İbni Mâce, Zühd: 3; Müsned, 2:197, 323, 389, 485.

[2] Ebû Dâvûd, Vitir 32; Tirmizî, Daavât 74.

[3] En’am suresi, 152.

[4] İsra suresi, 32.

[5] Celcelutiye ve Ercûze Kasideleri.

Aşk-ı Beka

Soru 9: Lem’alar 17. Lem’anın 14. Nota’sının Remizleriyle beraber açabilir misiniz? Ayrıca 4. Remiz sonundaki “kelime-i tevhid ile kalbi söylettirmek ve ruhu işlettirmektir” sözünde Üstad burada neydi kasdetmiş? Tarikatlardaki gibi mi?

Cevap 9: Bu bölüm 4 remizden oluşuyor. Remiz, sembolik ifade demektir. Yani meseleyi bir dış yönüyle anlayacaksın, bir de sembolik olarak anlatmaya çalıştığım bir mesele var. Onu görmezsen diyor Üstad, asıl kasdettiğim şeyi anlamamış olacaksın. İnşaallah her iki boyutu beraber ele alacağız:

İkinci Remiz: Ba’zı eblehler var ki, Güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki Güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tabidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mâhiyetin, bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mâhiyetin için değil.. belki o âyinede isti’dâda göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Mâdem öyledir. “Ya Bâki Entel Bâki” de. Yâni mâdem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!..

Burada Üstad ilk şifreyi “ebleh” kelimesinde koymuş. Anahtar orada. Ebleh, ileri seviyede geri zekalı demektir. Kökü, belâhettir. Zıddı ise, zekâvettir. Zeki olanlar meselenin anahtarını elde ederler, diyor. Yani bu kısımda işin kabuğunda kalmamak, meselenin hakikatine geçmek gerekir. O zaman mesele anlaşılır.

“Güneşi tanımadıkları için…”: Güneşin varlığını bilmek ayrıdır, güneşi tanımak ayırıdır. Güneşi tanımak onun ışıması, sayısız şeylerde kendi görüntüsünü ışığı vasıtasıyla oluşturması, şeffaf şeylerde bizzat görünmesi, ısısıyla her şeyi ısıtması, ışığında 7 rengi olması, aynı anda sayısız şeye ışık ve ısı verebilmesi, aynı anda sayısız şey üzerinde ısısıyla değişiklik yapabilmesi ve yansımalar oluşturabilmesi gibi özellikleri görmek ile olur… Bu tanıtma bize nerede bir renk görürsek Onun güneşten olduğunu ve güneşe ait olduğunu bilme ve müşahede etme seviyesine bizi eriştirir. Güneşten uzaklaşan bir kişinin hayatının soğuğa ve karanlığa mahkûm olduğu anlayışına bizi ulaştırır. Bu noktada Üstad bizi bir konuda dikkate davet ediyor:

“ Güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın. ”: Dıştan bakılınca burada saçma bir davranış var gibi görünüyor. Fakat hepimiz bu saçma davranışı yapıyoruz. Nasıl ve niçin? Hepimiz aynayı seviyoruz, aynanın muhafazasına ve bekasına çalışıyoruz. Üstad bu noktada bir şey fark ediyor: Bizler aynaların bekasını neden istiyoruz, çünkü ondaki güneşin yok olacağını düşünüyoruz. Ayna var olduğu sürece güneş hep orada var olacak, hep görünecek. Biz de güneş ile irtibatımızı sağlamaya devam edeceğiz. Üstad burada tespiti yapıyor: Biz aslında aynayı sevmiyoruz. Biz aslında aynadaki güzelliği, kemali, o ışıltıyı seviyoruz. Biz onun kalıcılığını istiyoruz. Eğer ayna kalıcı olursa o cemal ve kemal de kalıcı olur diye düşündüğümüz için aynanın bekasını arıyoruz. Burada bir kör nokta var o da şu: Hislerimiz güzellik ve mükemmelliği aynanın zâtî özelliği biliyor. Ondaki güzelliği onun görüyor. İşte bu nokta mana-yı harfî mana-yı ismî, tevhid ve şirk ayrım noktası… O cemal ve kemal o şeyin zâtî özelliği mi yoksa onda bulunan başkasına ait bir tecelli mi? Buranın da anahtarı zâtî ve tecelli kavramlarının farkını bilmek… Bir özellik bir zâtta, zâtî ise, yani onun zâtından kaynaklanan bir özellikse o özelliği ondan hiç kimse alamaz ve ayıramaz. Mesela insanın sonsuz câhilliği var. Bilmediğimiz şeylerin sayısını da bilmiyoruz. Bizde azıcık bir bilme de var. Bizdeki zâtî özellik, bilmemek ve cehalettir. Tecelli özellik ise, ilimdir. Bilmediklerimiz, sonsuzdur. Biz bu sonsuz câhilliğimizle dünyaya geldik, o özellikle yaşıyoruz, onunla ölüyoruz, onunla diriliyoruz, onunla ebedî yaşıyoruz. İlimde ilerleyen kişiler ne diyorlar: “ Bildiğim bir şey varsa o da bir şey bilmediğimdir.” O halde insandan istenen bilmek değil, bilmediğini bilmek, cehaletinin onun zâtî ve aslî malı olduğunu fark etmektir. Hiç kimse insandan bu cehaleti söküp alamaz. Fakat bir kişi o insanın kafasına vuracağı bir darbeyle veya vereceği bir elektroşokla hafızasındaki bütün bilgileri silebilir. İnsandan alınabilen ve gidebilen bütün özellikler, “tecelli” sınıfına girer. Bütün vücudu felç olan birinin, kudreti gider. Çıldıran birisi, iradesini kaybeder. Kör olan birisi görmesini; sağır olan biri, işitmesini; ölen birisi hayatını kaybeder. Bu manada ilim, irade, kudret, işitme, görme, hayat bizde zâtî özellik değildir. Cevşen’deki Veyse’l-Karanî Hz.lerinin Münacatı bu konuyu güzel işliyor. Bu inceleme gösterir ki insandaki veya diğer canlı ve cansızlardaki güzellik de, mükemmellik de tecellidir. Eğer zâtîyet hakiki ve mutlak bir zâtiyete doğru yükselirse, Allah’ta olduğu gibi, o durumda onun sıfatlarının ondan ayrı olabileceğini düşünmek imkânsız olur. İnsanın zâtiyeti de hakiki bir zatiyet değil. Buna rağmen insandaki cehaleti komple kaldırmak, onu mutlak manada ilim sahibi yapmak ne kadar zor olduğu malumken İlahî zâtiyeti akıllar idrak edemez.

Kilit nokta burası, bizler diğer nesne ve kişilerde, cemal ve kemali görüyoruz. Onlar bir manevi güneş gibi, bize sıcaklık ve ışık ve renk veriyor. Biz onları hayranlıkla seyrediyor ve seviyoruz. Öyle seviyoruz ki o güzellikler kaybolmasın diye dua ediyor, onlar ölmesin diye hayatımızı feda ediyoruz. Oysa o da bizim gibi bir insan veya mahluk! Dert, orada gözüken o güzellik ve mükemmellik kaybolacak endişesi… O cüz’î güzellik ve mükemmelliğin aynaya başka birinden yansıyan özellikler olduğu idrak edilse, bütün kâinatta ve kendimizde, geçmiş ve gelecekte sürekli görünen güzelliklerin de aynı mahiyetten olduğu fark edilirse akla şu gelecek? “ Bu sayısız güzellik ve mükemmellik tecellileriyle kâinatı böyle manevi ve daimi bir Cennet’e dönüştüren Külli Cemal ve Bâki Kemal sahibi kim? O Mutlak Güzel ve Mükemmel kim? ” Akıl bu şekilde cemalden Cemîl’e, kemalden Kâmil’e şeklinde tevhid yolculuğuna çıktığı an karşısında Zâtî, Mutlak ve Bâki Cemal ve Kemaliyle Zât-ı Akdes’i bulur. Üstad burada meseleyi verir:

Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki Güneşe çevirir.”: Aynanın ölmesiyle ölmediği ifadesi, canlılar âlemindeki faniliği anlatıyor. Kırılmasıyla fena bulmadığı ifadesi, cansızlar âlemindeki fâniliği anlatıyor. Mesele bunu derk etmek… Bunun da derkinin yolu, her bahar yenilenen sayısız güzellikteki çiçekleri görmek; ölen ağaçlardan sonra dünyaya gelen yeni ağaçları; ölen insanlar ve Allah dostlarından sonra dünyaya gelen yeni insanlar ve Allah dostlarını görmek… Cansızlar dünyasında da Allah’ın sanatının sürekliliğini temaşa etmek… Bunu görmek, idrake vesile olur. Bu sürecin milyonlar, milyarlar yıl boyunca böyle olduğunu, ebediyen böyle olacağını, bu sanat ve güzelleştirme fiilinin zaman-üstü olduğunu fark etmek, idrak etmektir. İdrak hakikatin kalbe inmesi, kalbin hakikate iman etmesidir. Kalb hakikati idrak ettiği an, yönünü Baki Cemal ve Kemal sahibi Sani-i Mutlaka çevirir.

“O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tabidir.”: Üstad bu meseleyi izah sadedinde 33. Söz’de beka bahsinde, zamanı bir nehre benzetir. Mahlukatı bu nehirde oluşan kabarcıklara… Cenab-ı Hakk’ı ise güneşe benzetir. Mahlukattaki hayatı, bir güneş cilvesi olarak ifade eder. Kabarcıklar patladıkça yeni kabarcıklarda hayalî güneşçikler görünüyor. Onlar da hayatla parlıyorlar, der. Yani kâinatı güzelleştiren hayat hakikatidir. Onu mükemmelleştiren şuur ve akıldır. Fani hayatların kabarcığın patlamasıyla ölmesi, fani şuurların kabarcık patlayınca sönmesi seni üzmesin, der. O kabarcıkları hayattar şekilde parlatan ve parlak gösteren bu hayat ve şuur tecellileri Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a aittir. O Bâkidir. Zaman ona tesir edemez. O zamanı etkisi ve kontrolü altında tutar. Dilediğine hayat verir, dünyaya gönderir. O dilerse bütün geçmişten daha güzel bir gelecek yaratır. Hayat ve varlık Onun elindedir. Hiçbir şeye, hiçbir kimseye takılıp kalma! Hz. Ebu Bekir (RA) gibi “ Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o öldü. Kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki O, ölümsüz Diri’dir ” demek… Bu hakikatli ve zâtîyetli bakış, fanilerden yüzünü bakiye çevirme dersidir. Hz. Ebu Bekir bize diyor ki: “ Sen, Hz. Muhammed’in (ASM) zâtını seviyor idiysen bil ki o da diğer faniler gibi öldü ve söndü. Eğer Ondaki cemal ve kemali seviyorsan bil ki o harikulade cemal ve o fevkalade kemal Zât-ı Cemil-i Mutlak ve Zât-ı Kemal-i Mutlak’ın Hz. Muhammed (ASM) aynasında görünen bir tecellisinden ibarettir. Ona aittir. Hz. Muhammed’in (ASM) cemal ve kemali değil! Sen aynaya ve aynanın bekasına aşktan vazgeçip Baki-i Hakiki’ye yönelirsen hakikati idrak etmiş, Sonsuz bir Cemal ve Kemali bulmuş olursun.” Bu şekilde aynalardan vazgeçip aynada yansıyana yürürsen aynaların kırılmasıyla sen de kırılmaz, onların ölmesiyle sen de ölmezsin. Hakikat noktasında hayatın da, varlığın da, bekanın da tek kaynağı Cenab-ı Hakk’tır. Bütün hayat sahipleri canlılıklarını, varlık ve bekalarını Ona borçludur. Her şey hayatı ve varlığıyla Onun varlık, birlik ve diriliğine aynalık ederek hizmet ediyorlar. Her şey fanilik ve ölümleriyle de Onun bekasına, sermediyetine, hayat ve varlığının hakiki ve zâtîliğine işaret ediyorlar. Bu sağlıklı bakış ve hissediş insanın aklını, kalbini, ruhunu hatta nefsini, benliğini Allah’a odaklar. “Allah kuluna kâfi değil mi?”[1] ayetini yaşatır. Allah dostlarının ölümü, âlimlerin yok olması onu yeise düşürmez. Çünkü “Mutlak Dost ve Mutlak Âlim olan Allah var, O yeter ” dedirir. Bu manada bu zâtî tevhidi idrak eden kişi fanilerden yüzünü ve özünü tam manasıyla çevirir Hz. İbrahim (AS) gibi “İnni veccehtü vechye lillezi fatara’s-semavati ve’l-ard[2] ( Ben yüzümü, özümü, ruhumu gökleri ve yeri bu fâni fıtratta döndüm, ona odaklandım ) der.

Allah’ın varlığı, hayatı ve bekası üzerinde derin tefekkürler, Onun sıfatlarının ve özelliklerinin zâtîliği konusunda derin inceleme ve hissedişlerden sonra kâinat ta ezelden ebede, dünya ve ahiret de bir aynalar âlemi olarak görünecektir. Aynalardaki parıltıların aynada görülmesinin devamlılığının kaynağının da ayna olmadığı idrak edilir. Mesela güneş ile ayna arasına bulut girdiğinde aynadaki görüntü kaybolur. Aslında bu gösterir ki ayna ne kadar baki olursa olsun onu kendi güzelliğine ayna kılan ona bakmadığı ve odaklanmadığı sürece onda bir yansıma oluşamaz. Bu durum gösterir ki yansıma başkasındandır, ona aittir. Aynaya düşen, yüzünü güneşe dönük tutmak, her an ondan o tecelliyi alacak şekilde bulundurmaktır. Buna “kulun Allah’tan rıza hali” diyoruz. Allah’ın tecellisinin aynada oluşması haline “Allah’ın kulundan razı olması ” hali diyoruz. Bu manada kâinatın aynalığı gösterir ki, Allah onların varlık ve hayatından razıdır. Bizim için Cennet’ten daha üstün olan rıza meselesi ise, bizim varlık ve hayatımızı iman ve amel ile hayatlandırmamız, mülk cihetimiz gibi melekût cihetimizi de Allah’a odaklayarak, Onun rızasına ermeye çalışmaktır. Mülkteki rıza bizi, fâni bir hayata mazhar etti. Eğer melekutûmuzda da rıza makamını elde eder ve Allah’a odaklı bir hayatı yaşarsak bu rıza bize ebedî varlık ve hayatı kazandıracak. Bu kazancı zerre zerre hissettirecek… Allah’a odaklı olma nisbetinde kendi iç dünyasında Onun tecellilerini hissetme ve Onun tecellilerini şuurlu şekilde diğer şuur sahiplerine gösterme seviyesine ilerleme olur. Bu noktada Üstad diyor:

“ Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mâhiyetin, bir âyinedir.”: Kalb için Üstad, Mesnevi- Nuriye’de şuurlu bir ayna ifadesi kullanır. Kendinde yansıyanı hissedebilen ve bilen bir ayna… Bu yönüyle kalb sonsuz saadetlere erişebilir, der.

Hüviyet: Bu kelime Külliyatta 2 manada kullanır. Ya kişinin kim olduğunu bildiren ve gösteren sureti manasında… Kişinin sureti diğer kişilerden ayrı olduğu için Onu zahiren de olsa bildiren bir alamettir. Veya kişinin zâtı, kendisi manasındadır. Bu yönüyle insanın kimliğini, kim olduğunu ifade eden yöndür. Asıl manası budur. Çünkü ikiz kişiler bazen o kadar bir birine benziyor ki onları ayırt edecek yön onların hakiki hüviyetleridir. Bu noktada Üstad, senin zâtın hakiki bir zatiyet değil; İlahî Zâtın varlığını ve birliğini ve bekasını bildirmek için yaratılmış bir aynadır. Sen Onun Hüviyetini ve Hüve ismini yansıtmak için var kılınmış bir hüviyeti taşıyorsun. Senin kim olduğun çok önemli değil! Çünkü sen âciz ve zayıfsın, fakir ve muhtaçsın. Fakat Onun kim olduğu, kimliği ve zâtî özellikleri çok önemli! Çünkü her şey ve herkes Ona muhtaç, Onun huzurunda çaresiz. Senin iradenle taşdan kuş olmaz ama O irade ettiği zaman lavlardan okyanuslar, buzullar çıkar. O istedi mi, yoku var, varı yok eder. Sen Onun iradesini, iradenin varlığıyla bildirmek, Onun kudretine kudretinle işaret etmekle vazifelisin, diyor.

Mahiyet: Bu kelime bir şeyin ne olduğu ile ilgilidir. Yani fonksiyonları, neler yapabildiği ile ilgili… Mesela “ İnsan nedir? ” sorusunun cevabı insanın mahiyetinin izahı olur. Fakat “ Ahmed kimdir? ” sorusunun cevabı onun hüviyetinin izahı olur. Ayrım noktası, irade sahibi olup olmamaktır. Mesela bizler “ At nedir, ot nedir, taş nedir? ” diye sorarız. Bu gayet normal ve doğru! Fakat ata, Küheylan adını taksak, ota Benekli ismini koysak, hatta taşa da Kabataş adını koysak asla şöyle sormayız “ Küheylan, Benekli ve Kabataş kimlerdir? ” diye sormayız. Çünkü iradesi olmadığı için hüviyeti yoktur.

Bu noktada Üstad diyor ki, seni diğer insanlarla ve mahlukatla ortak kılan özelliklerin, seni herkesten ve her şeyden ayıran hususi özelliklerin de, yani mahiyetin ve hüviyetin de Allah’ın bir aynasıdır. Onun ilim ve iradesinden feyz alıyor. Üstad bu noktada tespite giriyor:

“Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mâhiyetin için değil.. belki o âyinede isti’dâda göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.”: Üstad burada oku dışarıdan içeriye çevirdi. Dış dünya ayna olduğu gibi sen de aynasın, dedi. Dış dünyadaki aynaların bekasını istediğin gibi sen kendi varlık ve hayatının bekasını arzuluyorsun. Ta ki hayat ve varlık aynanda gördüğün güneşçik baki kalsın, yok olmasın. İşte burada Üstad kalbimizin gözünü açıyor: Sende bulunan şiddetli muhabbet-i beka, senin kendi bekan için değil. Çünkü sen baki değilsin. Sen sende görülen İlâhî tecellilere âşıksın. Onların bekasını arıyor ve istiyorsun. Ne senin suretin, ne senin kalbin, ne senin mahiyetin ve ne de hüviyetin bekaya sahip değil! Mahiyeti, hakikati, hüviyeti ile zâtî manada Baki olan Allah’tır. Sen bu kırılacak varlık şişesine değil, Baki Vacibü’l-Vücuda ve Kayyum-u Sermedî’ye dayan! Sen sönecek bu hayat ve şuura değil, Ezelî ve Ebedî, Baki ve Sermedi Zât-ı Hayy-ı Kayyum-u Mutlaka tutun! Ta ki bu fena âleminin dalgaları senin kapıp götürmesin. Senin fıtratındaki o aşk-ı beka, senin kendini sevmen, kendi bekanı sevmen için verilmemiş. Çünkü sende sana ait bir beka yok. O aşk, Baki-i Hakiki için verilmiş. Ki bir kalb, aşk ile Kendisine yönelirse o da rızasıyla o kalbe, mahiyet ve hüviyete beka cilvesi verir. Onu da kendisiyle bakileştirir. Fakat şart şu ki, o kalb, mahiyet ve hüviyet bir ayna gibi daima yüzünü Ona dönük tutacak… Aksi halde o cilveye sırtını çevirmiş ve o beka hissini kaybetmiş olur. O dilerse ve isterse seni de, sevdiklerini de rızasıyla bakileştirir. Eğer bu şiddetli muhabbeti Baki-i Hakiki’ye yöneltirsen, hem kendi bekanı hem sevdiklerinin bekasını Onun rızasıyla kazanırsın. Aksi takdirde hem kendinin hem sevdiklerini faniliğini acılar içinde yaşar bu kalbi perişan edersin.

Allah’ın beka verebilirliğinin bir işareti şudur: Yeryüzünde nesnelerin ve canlıların varlık ve hayat süreleri çok farklı… Saniyelik ömürleri olan mikroplardan tutalım, binlerce yıl yaşayan zeytin ağaçlarına kadar, onlardan tutalım milyar yıl yeryüzünde nesilden nesile devam eden canlı türlerine kadar bir hayat yelpazesi gösteriyor ki, mutlak ölülük olan mutlak yokluktan Mutlak Hayat sahibi olan Allah’ın iradesine doğru yaklaşıldıkça ve O irade ederse hayat, anlık olmaktan günlük, yıllık, asırlık, çağlık, binler-milyonlar-milyarlar yıllık süreçlere varacak şekilde uzayabiliyor. Bu durum gösterir ki, Allah dilerse dilediği kişi için ölümsüz ve sonsuz bir hayatı da verebilir. Onun varlığını da sabit ve baki kılabilir. Sabun köpüğünden çok kırılgan cam parçalarına, onlardan taşa ve demire şeklinde dayanıklılık ve kalıcılık noktasında farklılıklar olması gösterir ki, Allah isterse her şeyi köpük gibi dayanıksız, isterse taş ve demir gibi veya çok daha sağlam ve sarsılmaz metin varlıkla, baki kılabilir. O halde:

Mâdem öyledir. “Ya Bâki Entel Bâki” de. Yâni mâdem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!..: Evet, madem Baki ve Sermedi Hayy-ı Kayyum var. Ve madem şu anki varlık ve hayatımızı da yapan ve veren zâten Odur. Madem O varlığımızdan razı ve hayatımızı seviyor. Mülk cephemizin varlığı ve diriliği buna delildir. O halde melekut cephemizi Onun rıza ve muhabbetine tahsis ederek, aşk-ı beka ile Ona odaklandıktan sonra kendimiz hakkında fena ve zeval dosyasını ebediyen kapatabiliriz. Madem O Baki ve Sermedî’dir. Fena da gelse, zeval de gelse, ölüm de gelse, hatta ruhumuzu da yok etse yine önemli değil. Çünkü bize bize ait değiliz. Bizi yapan O, bize bizlik algısı veren O… O var olduktan ve baki olduktan sonra sorun yok. Mühim olan Onun varlığı, bekası ve devamı. O varsa zaten her şey var. O varsa o halde rızası ve muhabbeti de var. Rızası ve muhabbeti varsa her şey için beka ve ebediyet de var demektir. Onun bekası ve vücudu ile insan ve her şey çin ebedî ve baki bir varlık ve hayat tahakkuk ediyor. Onun bekası ve rızasına aşk ile bağlanmakla insanın bütün sevdiklerinin de bekası ve ebediyeti tahakkuk ediyor. O halde “ Hasbiyallah” ( Allah bana yeter ) ve “ Hasbünallahu ve ni’mel vekîl ” ( Allah bize yeter. O ne güzel vekildir, koruyucudur. )

Remiz yönüne gelirsek: Her şeyin mahiyeti bulunuyor. Bu mahiyet, mantık bilimine göre,  hakikat, hüviyet ve zâtiyetten oluşuyor. Bunlardan hüviyet, onun sureti ve zahiri… Zâtiyet, onun bâtını ve manası… Hakikat ise onun değişmez özelliği ve sabit özüdür. Dün neyse yarın da o odur. Fakat dün cüz’îdir, yarın küllî… Çekirdek ve ağaç gibi… Bu yönüyle her şey zaman-mekan aynasında kendini gösteren İlahî bir ilimdir. Hüviyet ve zâtiyetiyle an’da bulunur, bir mekana hapsolmuş surette… Fakat burada bulunmasının sırrı, hakikatini küllileştirmedir. Cüz’iyetten gelir (Evvel) külliyete gider (Âhir). Manası ise, külliyet kesbetmek için ta’lim ve cihaddır ( Zâhir ve Bâtın).

Fakat bu yolculukta külliyet kesb edebilmesinin için Allah, kendine odaklılıktan (hodbinlik) çıkıp ruhuyla bedenini ayırmasını şart koymuş. Ayırmazsa kendini bedeninden ibaret zanneder. Ayırdığında ruh, Baki olan Allah’a odaklandıkça, maddeden sıyrıldıkça kendini İlâhî ilimde bulur, görür. Onun baki bir ilmi olduğunu hissetmeye başlar. “O beni bilsin yeter, O beni görsün yeter” mantığı ve ihlasıyla ruhu nefes almaya başlar. Ruh büyüdükçe, maddeye hâkim olur. Onun verdiği kuvvetleri, kendi kemali için kullanır. İlk durumda ise, madde ruhu hapseder, onu kendine hizmet ettirir. Altıncı Sözde nefis namına kullanılan gözün süflî seviyesi, Allah namına kullanıldığında aldığı yüksek seviye bu meseleyi anlatır.

Fani bir cisim, tükenen kuvvet ile beraber baki bir ilmin eseri olan sayısız özellik bizde görünüyor. Aynadaki güneş temsili… Güneşi sevdiğimiz, onun bekasını arzuladığımız için yanlışlıkla bu fani bedenin bekasına âşık oluyoruz. Üstad bizi uyarıyor, ilim zamansız-mekânsızdır. Zamansız ve Mekansız olan Allah’ın en temel sıfatlarındandır. Alim ismi açısından bakılırsa her insan ve her şey, İlahi ilimdedir, İlâhî ilimden gelir, yine İlâhî ilme döner. Biz İlahi ilmin şuurlu bir tecellisi ve aynasıyız. İlim, ölümsüzdür. İlmiyle âmil olmak bu ölümsüzlüğü yaşamak demektir. Çünkü İlâhî ilim ve hayatla temasa geçmektir. Bu açıdan hayat, bilfiil bekayı yaşamak demektir. İşte fiziksel hayattan kalbî, ruhî ve sırrî hayata doğru hayat küllileştikçe, bu ölümsüzlüğü daha iyi hissetmeye, ilmin bekasını tam manasıyla idrak etmeye ilerler. Eğer bildiği konular, sabit hakikatler ise, o hakikat hangi zamanda hangi mekânda görünüyor ve hükmediyorsa o büyük hâkimiyetin etkisi altına girer ve o etkiye tabi her şeyle bir birlik hissetmeye başlar. Eğer o hakikat Esmaü’l-Hüsna’nın hakikati ve sırları ise tam manasıyla zamansızlık ve mekansızlığı Allah ile, Onun bütün tecellileriyle ve icraatlarıyla birlik içinde hisseder. Bunun tek şartı, kendi aynası kırılsa da ilmin ve her şeyi bilen Muhît-i Mutlak’ın baki olduğunu, Hafîz-i Hakiki’nin Levh-i Mahfuzunda her şeyi muhafaza edildiğini, Hz. Azrail’in (AS) en değerli varlığımız olan ruhlarımızı sadece almadığını aynı zamanda onları koruduğunu bilmektir. Azrail, İbranice’de, Allah’ın en iyi koruyucusu demektir.

Asıl mesele kendi hakikatini, hüviyetini önce idrak etmek, sonra onları Kur’an ve Sünnet’in hakka uygun, hakikate tabi, itidalli, kudsî ve nurlu emir ve yasaklarıyla terbiye edip dünya içinde saadet-i ebediyeyi elde etmektir. O zaman ruh çekirdeğimiz, hayat ağacı haline gelir. Ruh, Ehadiyete aynadır. Ehadiyet ise, her şeyi kendinde toplar, cem eder. Ağaç gibi bir yapıyı süzer, toplar, onu bir çekirdek kılar. O çekirdeğin büyüyüp gelişmesi gerekir. Sonraki bölüm bu konuya dair sinyaller veriyor:

(devam edecek…)

[1] Zümer suresi, 36.

[2] En’am suresi, 79.

Risale-i Nur’da Yaratılış ve Sembolik İfadeler

Soru 9: Lem’alar 17. Lem’anın 14. Nota’sının Remizleriyle beraber açabilir misiniz? Ayrıca 4. Remiz sonundaki “kelime-i tevhid ile kalbi söylettirmek ve ruhu işlettirmektir” sözünde Üstad burada neydi kasdetmiş? Tarikatlardaki gibi mi?

Cevap 9: Bu bölüm 4 remizden oluşuyor. Remiz, sembolik ifade demektir. Yani meseleyi bir dış yönüyle anlayacaksın, bir de sembolik olarak anlatmaya çalıştığım bir mesele var. Onu görmezsen diyor Üstad, asıl kasdettiğim şeyi anlamamış olacaksın. İnşaallah her iki boyutu beraber ele alacağız:

BİRİNCİ REMİZ: Ey esbabperest insan! Acaba, garip cevherlerden yapılmış bir acip kasrı görsen ki yapılıyor. Onun binasında sarf edilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin’de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs‘te, bir kısmı Yemen‘de, bir kısmı Sibirya‘dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında, aynı günde şark, şimal, garp, cenuptan o cevherli taşlar kolaylıkla celb olup yapıldığını görsen, hiç şüphen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün küre-i arza hükmeden bir hâkim-i mu’cizekârdır?

İşte, herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlâhîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuzdan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semâvat ve arzın aktârında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvârında dağılmış bir saray-ı acip ve bir kasr-ı gariptir.

İşte, ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o Zat olabilir ki, dünya ve âhiret birer menzil, arz ve semâ birer sayfa, ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir Zat olabilir. Öyleyse, insanın mâbûdu ve melcei ve halâskârı O olabilir ki, arz ve semâya hükmeder, dünya ve ukbâ dizginlerine mâliktir.

Zahir manada Üstad yaratma sistemindeki kompleksliği nazara sunuyor. Yani insan veya hayvanların fiziksel yapısının oluşabilmesi için yaratılış âleminin tamamına hâkim olmak gerekir. Çünkü hayvanlar ve insanlar, dış dünyanın süzülmüş, damıtılmış hali gibidirler. Bedenine lazım ısı ve ışık, güneşten; hayatına lazım su, bulutlar ve su buharı vasıtasıyla denizler ve okyanuslardan; mineral maddeler ve vitaminler, kara parçaları ve topraklardan geliyor. Mesela Türkiyeli bir kişinin özellikle şehirde doğan bir insanın bedeni, annesinin yediği yiyeceklerle örgüleniyor. Annesinin yediği sebze ve meyveler ise Türkiye’nin dört bir yanından hatta kişinin imkanına göre dünyanın dört bir yanından geliyor. O gıdalar anne vücudunda parçalanıp göbek bağıyla ceninin bedenine geçiyor, ceninin beyni, kalbi, cildi, gözü, kulağı, sinirleri, kemikleri annesinin yediği gıdalarla inşa ediliyor. İşte bu noktada Üstad tespiti yapıyor: Bütün yeryüzünü elek gibi eleyip gerekli malzemeleri tespit ederek bir araya getiremeyen kişi o cenini yaratamaz, büyütemez. Demek dünyanın doğusuna, batısına, kuzeyin ve güneyine aynı anda hâkimdir. Veya Türkiye’nin…

Hayvanlarda zaman algısı olmadığı için Üstad insanın yaratılışında zaman algısını da devreye sokuyor. Olayı daha da büyütüyor: Geçmiş zamana ve gelecek zamana, dünya ve içindekilere ve dünyayı kuşatan bütün semalara, hatta Âhirete ve ebediyete hâkim olamayan birisi insanın yaratıcısı ve sanatkârı olamaz. Çünkü insanın hacetleri ebediyete uzanmış, emelleri yerler ve göklere yayılmış, kalbi ve ruhunun bağları dünya ve Âhiretin devirlerine ve dönemlerine dağılmış. Bu açıdan insan acayip bir saray ve garip kasırdır. Bütün yaratılış âlemine hükmedemeyen yaratılış âleminin çekirdeği, özü ve özeti olan insanı o âlemden süzüp yapamaz. İnsanda hayvanlarda olmayan, şuur (kendi kendinin ve başkalarının farkında olma), hafıza, hayal gücü, geçmiş-gelecek algısı, ölümsüzlük arzusu gibi özellikler bulunuyor. Hafızasıyla, Levh-i Mahfuz’un cilvesini kendinde taşır, onunla bağı var; hayaliyle Âlem-i Misalin cilvesini kendinde bulundurur, onunla ilişkisi var. Bu manada bütün yaratılış âleminin meyvesi, çekirdeği insandır.

Remiz yönüne gelirsek: İlim sıfatının temeli, “ihata” dır. Yani kuşatmak… İhata sıfatından türetilmiş Esmaü’l-Hüsna ise “el-Muhît” tir. İhata ise, 4 şeyi elde etmekle olur. “ Bir şey nereden başlar ve gelir? O şey nereye uzanır, varır ve gider. O şey ne vazife görür, neye yarar ve nasıl bir işletim sistemine sahiptir? ” Bunları Üstad başka yerlerde “ Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? ” şeklinde fen ve felsefenin çözemediği sorular olarak sıralar. Bu 4 soruyu ifade eden ve Muhit ismini teşkil eden 4 Esma-yı Hüsna var: Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın.

Evvel ismi “ Nereden geliyorsun? ” sorusunun cevabıdır. Temsildeki Çin ülkesine tekabül ediyor. Âhir ismi “ Nereye gidiyorsun? ” sorusunun cevabıdır. Temsildeki Endülüs (şu anki İspanya) ülkesine tekabül eder. Zâhir ismi “ Ne vazife görüyorsun, necisin? ” sorusunun cevabıdır. Temsildeki Sibirya ülkesine tekabül eder. Bâtın ismi ise “ Necisin sorusunun içindeki ne mânân var, nasıl bir işletim sistemin var? ” sorusunun cevabıdır. Temsildeki Yemen ülkesine tekabül eder. Çin, güneşin doğduğu, ilmin de güneş gibi insanlık âleminde doğduğu yerdir. “İlim Çin’de de olsa gidip alınız”[1] hadisi bu remzin anahtarıdır.

Eski Dünya, 3 kıtaydı: Asya-Avrupa-Afrika… Bu temsil bu bilgiye dayanıyor. Yemen, en güney olarak biliniyordu. Sibirya, en kuzey; Endülüs, güneşin battığı yer ve ülke… İspanya’nın güneyinde Afrika kıtası ve o kıtanın kuzey batı ucu olan Fas ülkesi bulunur. Fas’ın Arapça ismi Mağrib’dir. Yani güneşin battığı ülke… Güneşin hareketine göre, insanlık dünyasının güneşi olan ilim ve hikmet de aynı şekilde temsil haline gelmiş. Amerika kıtası ise Yeni Dünya’dır. Yani Kuzey ve Güney Amerika, Âhiret Âlemi’nin sembolüdür. Rüyalarda da bu ülke temsilleri aynen böyle görünüyor.

Daha geniş plandan bakıldığında Evvel, Ezelî demektir. Âhir, Ebedî demektir. Bu iki isim, bütün “zaman”ı ifade eder. Zâhir, yaratılmış her şeyin dışı ve maddesi demektir. Bâtın, yaratılmış her şeyin içi ve manası ve hakikati demektir. Bu iki isim de bütün “mekân”ı ifade eder. Yani yaratıcı olmak için bütün zaman ve mekânı kuşatmak, Muhît ismine mazhar olmak şarttır. Bütün zamanı ve mekânı kuşatmak ise, zamansız ve mekansız olmakla mümkündür. Bütün zamanlara ve mekânlara bu cihetle hâkim olan, isterse zamanı ve mekanı bükebilir, katlayabilir, atlatabilir. Tayy-ı zaman, tayy-ı mekan, bast-ı zaman gibi kerâmetler bu hakikate dayanıyor. Allah’ın zamansız ve mekânsız olduğunu, zaman ve mekânın Onun kontrolünde bir mahluk olduğunu bilmeyen ve buna yakinen iman etmeyen biri o kerametleri ve bunlara benzeyen mucizeleri anlayamaz.

[1] Beyhakî, Şuabu’l-İman-Beyrut,1410, 2/253.

Enâniyet (Benlik) Hakkında Bir Soru ve Hücumat-ı Sitte Enâniyet Bahsi’nin İzahı

Soru 8: Mektubat Kitabı’nın 29. Mektub’un 6. Kısmı’nın 5. Desise-i Şeytaniye’sini açabilir misiniz?

Cevap 8: Bu kısım Enâniyet hakkında… Yani benlik. Her bir insanda nefs-i emmare ve enaniyet bulunuyor. Her ikisinin arzularının, hedeflerinin neler olduğu, bazı hastalıkları ve kurtuluş çarelerini İhlas Risalesi Notları’nda yazmış ve yayınlamıştık.

Enaniyet, özellikle ilim ehlinde olur. Olunca da çok tehlikelidir. Çünkü kendi fikirlerini beğenir, tek doğru veya en doğru fikir onunki olduğunu iddia eder ve buna inanır. Bu tarz kişiler içinde en tehlikelisi ilmi, sırf başkalarını ezmek için elde eden tiplerdir. Bazıları ilmi alır fakat amel etmek için. Belli derecede amel de eder. Fakat yine kendi bildiğinden şaşmaz. Bu biraz daha masumdur çünkü derdi ameldir. Çok az bir kısım ise kulaklarını yeni fikirlere açar, kendinin yanlış olabileceğini de göz önünde tutar. Eğer muhatabı delillerle doğruyu veya en doğruyu ispat ederse hemen o fikri kabul eder. Bu kişiler benliği merkeze koymayan, Hakikati merkezleştiren dengeli kişilerdir. Öncekilerin derdi kendilerini duyurmak ve ona dair övgüleri duymak iken, bu kişinin derdi Hakkı ve Hakikati duymak ve duyurmaktır. Bu kişi Rabbi ile, Onun mucize ilmi ve Kur’anı ile iftihar eder. Bundan ciddi bir zevk alır.

İnsan benliği, karakter olarak kedi gibidir. Okşanmak ve yumuşak söz ister. Tembeldir. Yük almak istemez. Rahatına düşkündür, sobanın altında veya yanında yatan kedi gibi… Süt ile beslenmeyi sever. Yani ilimle… Ufak bir iş yapsa büyük bir iş yaptım havasına girer. Fareyle oynayan kedi gibi… 40 yılda bir büyük iş yapsa ömür boyu unutmaz ve bunu ha bire söyler. Kuş yakalayan kedi gibi… Oyalanmayı, oyunu sever. Yumakla oynayan gibi… Devamlı kendini aklar, hiçbir eleştiriyi kabul etmez. Kendini yalayıp duran kedi gibi… Nefs-i emmare ise, buna mukabil tam bir köpek gibidir.

Enaniyet bu manada övgüyü, takdiri ve okşanmayı sevdiği için ilim adamlarından özellikle karakteri içe dönük yapılı kişiler açısından çok tehlikelidir. Üstad der: “ Hakikaten, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler. ” Üstad bu noktada uyarır: “ Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. ” Tabir-i caizse, dine hizmet eden kişi Hak ve Hakikate tabi olduğunda yırtıcı bir aslan iken ve gardını almışken, iltifatlar ve övgülerle karşılaşınca anında yavru bir kedi gibi olur. İşte o anda onu ehl-i dalâlet avlar. İşte ihlas, övgülere sağır olmak ve ezelden ebede bütün övgüleri Allah’ın hakkı ve malı bilmektir. Ki Mutlak Tevhidin gereği budur. Bu ihlaslı tavır olursa arslan arslanlığını asla kaybetmez. Hz. Hamza’nın ismi “ Esedullah ” ( Allah’ın Aslanı ) olarak vurgulanırken, diğer bir ünvanı da “ Leysullah ” tır.[1] Yani Allah’ın hiçi… Bu hiçliğini bildiği ve hissettiği için o daima aslandı. Avlanmıyordu. Allah bizleri de leysullah makamına eriştirsin ve yaşatsın.

Diğer bir husus şu: “ Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, ene’yi terk etmekle hakka hizmet edebilir. ” Enaniyet, insana gurur ve kibir verirse ene’nin sembolü, “ fil ” olur. Fil nasıl hortumunu havaya kaldırırsa, enaniyetli kişiler de gururla burnunu havaya dikerler, “Benim sana ihtiyacım yok” diye burun kıvırır. Kocaman kulakları vardır, en ufak bir iltisat ve sesi duyar. Fakat bir o kadar da korkaktır. Fareden korkar, sivrisinekle baş edemez. Öfkeli bir fil çok tehlikelidir. Bu manada dinsizlerin oyuncağı olan ilim ehli de Kâbe’ye saldıran Ebrehe’nin fili gibi olur. Kalem suresinde müşriklerden olup bilgisiyle Efendimiz’e (ASM) muhalefet eden Nadr bin Haris için Allah der ki: “ Senesimuhu ale’l-hurtum ” ( Onun hortumunun üzerini damgalayacağız ). Bu ayet Hakk katında Nadr bin Haris’in Kâbe’ye saldıran bir fil gibi göründüğünü ifade eder. Fillere patika yollarda binilir. Ana caddede file ihtiyaç yoktur. Dalalet, hakikat yolundan sapmak, patika yollarda kaybolmak demektir. Onları patika yollara sevk eden onların enaniyetleridir. Bu noktada Üstad “ şu asırda ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor ” diyor. O halde “Ehl-i hak, bilmecburiye, ene’yi terk etmekle hakka hizmet edebilir. ” Dikkat edilmesi gerek, ehl-i hakk diyor; ehl-i hakikat demiyor. Çünkü ehl-i hakk, hakikati hem bilir, hem bütün ruhuyla iman eder, hem de hakikate göre yaşar. Yaşadığı için “ehl-i hakk” olur. Onun da imtihanı, ene’yi terk etmek, gurur ve kibre kapılmamaktır. Burada çare ise enaniyetten kurtulmanın yolu olan cemaat halinde bulunarak hizmet etmektir. Yani “Ben” yok “ Biz” var. Üstad uyarıyor:

Ene’nin istimalinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, ene’yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor. Arapça’da ene, ben demek; nahnü, biz demektir. Metne dikkat edilirse, enaniyetini kullanan kişi, farkında olmadan nefsine hizmet eder. Bu manada “ nefis-perest ” olur, denliyor. Bir kişinin hayatında ya Hakikat hâkimdir buna ehl-i hakk denilir. Veya ene hâkimdir, buna “nefis-perest” denilir. Ene, nefse emreder. Nefs-i emmare de, akla ve kalbe emreder. Böylece ene, iç dünyamızda, derin devlet gibi olur. Nefsi, kazdıkça; altından ene ve enaniyet çıkar. Enaniyeti aşmak, nefs-i emmareyi aşmaya göre çok çok zordur.

Üstad bu iki paragrafla diyor ki, sen hak yolunda hizmette haksızsan zaten ene’yi kullanamazsın. Haklıysan bu sefer ehl-i dünya gibi görünürsün; bu ise dine hizmete zarar verir. Hakkını Cenab-ı Hakk yolunda feda et; seni savunmayı Vekîl-i Mutlak olan Allah’a bırak diyor. Bu açıdan hak yolunda tam bir ihlas için ne nefis ne enaniyet olmamalı! Yoksa avlanırız. Hücumat-ı Sitte’de geçen hastalıklardan hubb-u câh (makam sevdası), enaniyetin hastalığıdır. Havf da öyle… Tama, nefs-i emmarenin hastalığıdır. Tembellik ve tenperverlik, yine enaniyetin hastalığıdır. Milliyetçilik de öyle… Dine hizmette asıl tehlike benliktir. Üstad devam ediyor:

Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş.” Risale-i Nur mesleği, kendini beğenmemek, ene’sine taraftar olmamaktır. Nasıl taraftar olunmaz? Eleştiriye açık olmakla… Hakka sağır olmamakla… Haklı eleştiriyi kabul etmekle… Bu şekilde kişi hak yolunda mesafe kat edebilir. Yoksa kendi benliğimiz bize zindan ve pranga olur. Nefs-i emmaresini aşanlara Cenab-ı Hakk, kudret tecellisi olan kerametler ihsan eder. Bunlara keramet-i kevniye deniliyor. Ene’sine taraftar olmayıp onu terbiye edenlere ise Cenab-ı Hakk ilim tecellisi olan kerametler ihsan eder. Bu manada o kişinin kulakları Hakka ve doğruya açık olduğu için kalb ve ruh kulakları İlahi ilhamı duyacak hale gelir. “Risale-i Nur ilham ile yazılmıştır” sözünün arka planında Üstad’ın enaniyetiyle 30 yıldır yaptığı savaş ve bu savaşta elde ettiği galibiyet vardır. Kim 30 yıl onun gibi mücadele etse ve galip gelse o da ilham alır. Enaniyet-ilim bağı olduğu için Üstad hemen Risale-i Nur’un ilmî yönünden bahsedecek. Bağlantılı gidiyor. Bu konuya dar temel bir hususu anti-parantez belirtmek gerekir: Sindirilmemiş bilgiler ve malumat, enaniyet yapar. Kişiyi şişirir. Çünkü işin kabuğunda bir algı oluşur. Gerçek ilim, sindirilmiş ilimdir; ilhamî derinliği vardır. Hakikati nuraniyet ve ulviyetiyle buldurur, hakkı kudsiyet ve azametiyle gösterir. Böyle bir ilim insanda var olan enaniyeti eritip, arıtır. Bu açıdan Risale-i Nuru nefis ilacı olarak görenin; nefsi şifa bulur; ene ilacı olarak görenin ene’si iyileşir. Bunun arka planında ilhamın nuru ve ziyası olması saklı… Tarih boyunca kitap yazan ulemadan hiç biri —ehl-i tasavvuf kökenli olanlar hariç— enaniyet konusunda sağlıklı fikir beyan edip insanlara bu konuda yol aldıramamışlardır. Aldıramazlar da, çünkü iş iç terbiyeye bakıyor. Bu manada Risale-i Nur’daki kesin bir ilme, yakîne, hakka’l-yakîn imana dayanan keskin sözler bazılarının, tereddüdü meslek haline getirmiş algılarına ters geliyor. Onlar kesin konuşmamayı ilim, kesin ve keskin konuşmayı ise taassub olarak görüyorlar. Bu noktada Üstad şöyle diyor:   

“ Bununla beraber, kat’î delillerle size ispat etmiştir ki, meydan-ı istifadeye vaz edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur’ân-ı Hakîmin tereşşuhâtıdır. Hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez. ”

Yani bu eserler, bütün ilimlerin sahibinin ilmidir. Benim kendi şahsî kanaatlerim içinde yoktur. Söz Onun ilhamı olduğu için hakikatler de Kur’an-ı Hakîm’inden sızan damlalardır. Ben onları sahiplenemem, kimse sahiplenemez. Sahiplenmek zaten enfüsî manada şirktir, diyor. Hakikat, insanın sahibidir; insan hakikatsiz var olamaz. Fakat Hakikat ve Hakk insansız da var olur… Bu manada bu kısım önemli bir meseleye değiniyor.

“ Haydi, farz-ı muhal olarak, ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum; benim bir kardeşimin dediği gibi, madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler. ”

Burada şifre “istiğna etmemeliler” de saklı. Çünkü istiğna eden, “ Benim bunlara ihtiyacım yok” havasına giriyor. Gurur yapıyor. Bahanesi de şu oluyor: “ Eski zamanın uleması her konuda yeterince yazmışlar. ” Üstad âlimlerin enaniyetlerinin bunu diyeceklerini bildiği için diyor:  

“ Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir.

Selef-i Sâlihîn bir ıstılah olarak Sahabe, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve onlar gibi olanlar demektir. Hadiste bu 3 kuşak için “Ne mutlu onlara! ” diyor. Bu 3 kuşak, Kur’anı suyun menbaından içer gibi içmiş, lezzetine ve şifasına varmışlar. Sonrası asırlarda ise Kur’anî bütüncül algı kaybolmuş. Kimi akıl ve tefekkürle, kimi kalp ve zikirle, kimi nefis ve ibadetle Hakikate yürümeye çalışmışlar ve yollarını uzatmışlar. Oysa Tâbiîn devri ehli, cihad zamanı eline kılıç alır, harbe giderdi; cihad yoksa gündüzleri bol oruç, geceleri bol namaz ile vaktini değerlendirirdi. Gündüzleri geçim derdinden kalan vakitlerde ilim ve tefekkürle yol alırdı. Bütün yönleriyle Kur’an ve hadise muhatap olurdu. Bu yüzden “Ne mutlu onlara!” Sonraki zaman ehlinden ise Üstad “muhakkikîn-i ulema” diyor. Bunlar ilim ehlinden tahkik yapanlar demek. Bir de “müdakkikîn-i ulema” var. Onlar ise tedkik yapanlar… Ümmetin bu 3 kuşağı ve tahkik ehli âlimler, kitap yazmış, eser vermişler. Fakat semavi, uhrevi ve kudsiyet mantığıyla… İşin içinde nefisleri yok. Fakat bu devrin uleması ve ehli, nefis taşıyarak meselelere menfaat çerçevesi, dünya rahatı ve mutluluğu gözüyle bakıyorlar. Bu açıdan o devrin eserlerini, mantığını anlayamıyorlar. Bunu en güzel misal 17. Lem’a, 13. Nota, 2. Meseledeki vird ve dua bahsidir. Eski ulema ve Allah dostları “ Sırf Allah rızası için bir dua okuyorlar. Allah da o sırr-ı ihlas ile çeşitli hastalıklarına şifa veriyor. Onlar hastalık zamanını, şifa duası zamanı olarak görüyorlardı. Sonra bu yaşadıklarını yazmışlar. Bu devrin insanları ise o duayı, sırf şifa bulmak için okuyor. Şifaya vesile olmadığı zaman ise duanın şifa yönünü reddediyor, o şifa vakasını yazan zâta karşı hüsn-ü zannı kırılıyor. Oysa ameller niyetlere göredir. İki grubun niyetleri tamamen zıttır.” Üstad menfaat hedefli olarak şifa dua yapan kişinin sırr-ı ihlası kaybettiği için asla o duayla şifa bulmayacağını, bulamayacağını, buna hakkı olmadığını vurguluyor. Bu ve benzeri durumlar gösterir ki Selef-i Sâlihîn ve ulemanın eserleri bir hazine olsa da, günümüz insanları için kapalı bir hazinedir. Onları anlamak için önce Risale-i Nur tezgâhında bir yontulmaları gerekiyor. Yani diyor Üstad, “ Bu eserleri okumak zorundasınız. Burun kıvırırsanız siz kaybedersiniz. Korkmayın, bana değil Kur’ana doğrudan talebe oluyorsunuz. Ben de Kur’anın talebesiyim.”

Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur’ân-ı Hakîme talebe ve şakirt oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal olarak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü’s-sû’ hakkında bir tehdid-i azîm var; bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.

Bu noktada birkaç vurgu var: Enâniyet, ilme dayanır. Fazilet (Üstünlük) iddia eder. Bu yönü bildiği için Üstad ya bu eserleri alın, Kur’anın hakikatleridir diye ders verin. Risalelerle ehl-i imanın imanlarını vesvese ve şüpheden kurtarın. Veya madem ilim ehlisiniz, buyurun daha iyi ve daha kolay bir yol bulun, kendiniz bizzat ümmetin imanını muhafaza edin. Tabi yapabiliyorsanız, diyor. Yapmaya çalışınca yapamayacakları bedihi. Çünkü Üstad kendi fikirleriyle değil, ilham-ı İlahi olan Kur’an manaları ile ehl-i imanı muhafaza ediyor. Sırf akıl ile iş olsa bir yere kadar. Asıl iş kalb ve ruhun, nefis ve hevanın hastalıklarına şifa bulmakta. Bunu ise, ilim ve medrese ehli değil tekke ve irşad ehli yapabilirler. Tarihteki binlerce vak’ada görüldüğü üzere. Fakat Kur’an öyle bir medrese ve tekke ki, onda her türlü aklî-kalbî-nefsî-ruhî hastalığın şifası, ilacı, nuru bulunuyor. Üstad Kur’an medresesinin enaniyetsiz tilmizi, Kur’an tekkesinin nefsaniyetsiz mürîdidir. Bu ehl-i ilim yeni bir yol deneyince, çaresizliğe düşecekler. Düşünce yol ikiye ayrılacak, ya hakperestçe Risaleleri takdir edip Onun nurlu hakikatleriyle ümmetin imanına hizmet edecekler. Veya çaresizlikten hased doğduğu için muhalif vaziyetine girecekler. “Madem ben yapamıyorum, kimse yapamasın” moduyla meseleye hased gözüyle bakacaklar. İşte bu noktada Üstad “ulemaü’s-su” (kötü âlimler) konusunda kasden giriyor. Bu zamanın ilim ehlini bu konuda özellikle uyarıyor. Çünkü o dönemki iktidarın dine saldırılarında bazı kötü âlimler fetvacı oldular. İktidara yaranmaya çalıştılar.

Haydi, farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için çok zatlar enâniyeti terk edip, Firavun-meşrep bir adamın kemâl-i sadakatle etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde, acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur’âniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enâniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enâniyetle hakaik-i Kur’âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de ona “Lebbeyk” dememesinde haksız değil midirler?

Burayı izaha gerek yok. Çünkü insanlar dünya için ve maddi menfaat için birlik olurlarken, dindarlık ve tevhid ve vahdet iddia eden müslümanların hocalarının Allah rızası için bir araya gelmemeleri, gelememeleri öyle bir ayıp ki kim görse meselenin içinde kibir, gurur, hased olduğunu anlar. Elbette birlikten kuvvet doğmasına son derece muhtaç olan ümmetin bu zamanında bu birliğin doğmasını engelleyen, birliğe katılmak istemeyen, var olan birliği fesadla bozmaya çalışan kişi farkında olmadan şeytana hizmet ediyor demektir. Ne söylerse söylesin. Sonuç bu!

Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.

Burada kasdettiği kıskançlık, gıbta damarıdır. Üstad ölçü veriyor: “ Hizmet sırf Allah rızası için olmazsa gıbta duygusu ortaya girer, hizmeti bozar. ” Bu konuyu İhlas Risalesi Notları’nda 2. Düstur’da işlemiştik. Oraya bakabilirsiniz. Enaniyeti aşmak kolay bir mevzu değildir. Fakat Üstad çaresini söylüyor: “ Kardeşlerinizin meziyetleriyle iftihar edin. ” Şöyle düşünelim: “ Bir meydan savaşı olsa, düşmandan bir adam bizden bir adamla çarpışıp bizimkini feci yaralasa… Sonra bizden çıkan diğerini de yaralasa… Sonra bir diğerini… Bizim tarfta gerginlik olsa, biz de cesaret edip adamın karşısına çıkamasak. Fakat bizim ordudan birisi düşmanın karşısına çıkıp tek darbeyle adamı ikiye bölse bu durumda biz o kardeşimizle iftihar eder miyiz, etmez miyiz? Yoksa kıskançlık duygusuna mı kapılırız? Elbette iftihar edilir. Çünkü çaresiz kalınan bir durum ortada vardı. Aslına dine hizmette de aynı durum söz konusu. Organize hizmette bazıları göz gibi, araştırmacı olmakla, kendimizdeki eksik ve kusurları gözlemleyerek haber vermekle mükellef. Bazıları kalb gibi, işin duygusal cephesini, zikir boyutunu taşımakla… Bazıları el gibi, işin finans yönünü karşılamakla… Bazıları akıl gibi, işin ilmî altyapısını temin etmekle… Bir kişi hepsini aynı anda yapamayacağı, yapmaya kalktığı zaman çaresiz düşeceği ve devam ettiremeyeceği için aslında organize hizmet edenler bir birlerine son derece muhtaçtırlar, tek başına taşımakta çaresiz düşülen ağır bir yükü kaldırıyorlar. Bu noktada onların meziyetleri bizim içimizi kaynatan bir tencere değil bilakis bize nefes aldıran bir pencere olurlar. Bu açıdan Üstad “ Sırf Allah rızası bu hizmette hedef olmalı ”, “ Kardeşlerinizin meziyetlerini Bizlik Şuuru içinde kendine ait görüp iftihar etmelisin ” ki enaniyetin zararından kurtulasın, diyor. ( Bu, Talebeler Arası Enaniyet )

Birşey daha kaldı; en tehlikelisi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

Bu kısım Üstad’a Karşı Enâniyet ve kıskançlık hakkında… Bu diyor Üstad, en tehlikelisidir. Çünkü talebelerle problem yaşayan, Üstad’ın sıddîkı olur. Fakat Üstad ile enaniyet problemi yaşayan daireden tamamen kopup zındıklara destek verecek hale gelebilir. Sivas müftüsü olarak dine hizmet eden Turan Dursun gibi bir müftünün sonradan dinsizlerin elinde oyuncak olması gibi… Üstad bu enaniyetin sebebini, eskiden sahip olunan ilim olarak gösteriyor. İlim, insana fazilet verir. Fakat bu fazileti kişi kendi zâtî malı gibi bilir ve ilmi kendi aklının ürünü sayarsa Hz. Âdem-İblis vakası, Hz. Musa-Karun vakası tekrarlanır. Kişiyi nura doğru yürüten ilim, onu yere gömen bir zulüm ve zulmet halini alır. İnsan ve benliği, ilmin hizmetçisi, aynası olmak için yaratılmış. Ki “şuurlu âlem” olsun. Ne zaman ilmi sahiplenirse o zaman bela başlıyor. Çünkü ilim Allah’a mahsus bir sıfat ve maldır. O malı sahiplenen, ister istemez Uluhiyet iddiasına kalkışır. Takdir, teveccüh, medih ve sena ister. Bu durumda da kargaşa çıkar. İlim böyle tehlikeli olduğu için bazen Allah ilim ehline hata yaptırır, haddini bildirir. Hz. Âdem-Havva vakası… O vaka ile Hz. Âdem (AS) anladı ki, Hakikati bilmekle, nefsini dinlemek farklı mevzular. Nefsine uyan hata yapar. Hakikate uyan, yanılmaz. Aynı durum İblis ve Karun için de geçerli… Hz. Âdem (AS) ve Hz. Havva (RA), hata yaptı: “ Rabbena zalemna enfüsena ”    ( Rabbimiz, biz nefsimize, kendimize zulmettik, kendimizi karanlıklara attık…) diyerek zulüm ve zulmeti kendine, ilim ve nuru Allah’a atfetti. Fakat İblis hatasından halen dönmedi.

Üstad diyor, bende gördüğünüz ve size yansıyan ilim benim değil. Ben bir musluğum. Musluktan akan su nasıl musluğun veya çeşmenin olabilir. Aynı şekilde kimden akarsa aksın, nereden gelirse gelsin bütün ilimler bir su gibi Allah’ın ilim denizlerindendir. Musluklar sahiplenmeye kalksa da… Enaniyetin yaptığı problemin kaynağını Üstad şöyle açıyor:

Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister.

İmtiyaz ister: İnsanın şahsiyeti ve kişiliği, ilimle oluştuğu, şahsiyetin göstergesi olan meziyetleri ilimle bâriz hale geldiği için şahsiyetine takılan kişi imtiyaz ister. Bu şekilde kendini gösterir. Bu noktadan o kişinin şahsiyetçilik yaptığını anlarız.

Kendini satmak ister: Buna hodfuruşluk deniliyor. Yani gösteriş ve riya yapar. Kendi fikirlerinin daha güzel olduğu yönünde bir kanaat taşır.

Bunun bir ilerisi birisi dese ki: “ Ağabey senin bu anlattıklarının daha güzelini Üstad falan risalede şöyle ifade etmiş. Gerçekten görse ki daha ilerisi var. İşte o an içinde muaraza (zıtlaşma, çarpışma) arzusu uyanabilir. Veya sıddık bir şekilde “ Üstad’ıma maşaallah ” da diyebilir.

Eğer ilk duruma kapılırsa olacakları Üstad şöyle ifade eder: “Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.”

Bu noktada Üstad Risale-i Nur hizmetine ait bir sırrı ifşa etmek zorunda kalıyor:

Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki Fetvâ Vazifesiyle tavzif edilmişiz.

Yani Risale-i Nur iman ilimlerinde müftîdir. Yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yeni bir itikad mezhebidir. Tamamen Kur’anî bir yoldur. Veya Maturidî ve Eş’arî mezheplerinin ne dediğini günümüz insanına onların anlayacağı dille anlatma konusunda Fetva ve Yetki ondadır. Bu açıdan şu an Nur dairesi içinde olanlar allame de olsa, hatta müçtehid seviyesinde de olsalar onların vazifesi Sözler’in şerhleri veya izahları veya tanzimidir.

Tanzim, Külliyatta bir konuya dair ilgili yerleri bir araya getirip konu bütünlüğü içinde sunmaktır.

İzah, kapalı bırakılmış bahisleri açıklamak, anlaşılır hale getirmektir.

Şerh ise, Üstad’ın cümlelerinde neyi kasdettiğini işin hakikatini bularak, delilleriyle göstererek açıklamaktır. Bu çok zordur.[2]

Fakat Nur dairesi içindeki âlimler, allameler, müçtehidler, imana hizmet konusunda böyle bir kısıtlamaya tabiler. Takva, ibadet, ahlak konusunda bir sınırlama yoktur. O noktada Üstad fetva makamıyız, demiyor.

Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

Burada vurgu imani meselelere dair yazı yazmaktır, kitap yazmak, konferans düzenlemek gibi… Fakat bunu yaparken Risalelerden faydalanmadan yapıyor. Bu açıdan “soğuk bir muaraza” diyor Üstad. O soğukluk, enaniyetten kaynaklanıyor. Enaniyet, insanı buzdağı yapar. İhlas Risalesinde bir haşiyede bu benzetmeyi bizzat Üstad yapıyor. Asıl meziyet ve fazilet, buz olmaktan çıkıp su gibi olmak, tatlı bir su haline gelip ortalığı yeşertmektir. Böyle tatlı su haline gelenlere Cenab-ı Hakk, Kur’an küpünden sızan ilim damlaları nasip eder. Risaleler bu Kur’an reşhalarıdır. Katre-Reşha-Zühre bahsini anlatan 24. Söz’ün 2. Dalındaki temsil bu meselenin alt yapısını açıyor. Üstad diyor, bana muaraza edenler, aya odaklı serin, soğuk ve tuzlu “katre” dirler. Ben ise Hakikat Güneşine odaklı ılık, sıcak ve tatlı bir “reşha” yım.

[1] İbn-i Hacer el-Askalani, Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, (el-İsabe Tercümesi), Ebu Sinan bin Hureys’in şiirlerinden naklen, c. 4, s. 211.

[2] Kızıl İcaz, Kavl-i Şarih Bahsi.

Tebliğ, Tevafuklar, Mezhepçilik ve Milliyetçiliğe Dair Sorulara Cevaplar

Soru 5: Lem’alar kitabı 20. Lem’anın 3. Sebebi’nin sonunda “ Hem hak ve hakikati dinleyen… ” diye devam eden kısmı izah eder misiniz?

Cevap 5: Sorduğunuz kısımda Üstad şöyle diyor:

Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar yalnız insanlar değildir. Cenâb-ı Hakkın zîşuur mahlûkları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın. Çünkü, mesela sen “Elhamdülillah” dedin; bu kelâm milyonlarla büyük küçük Elhamdü lillâh kelimeleri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları çınlasın!

Üstad 3. Sebep’de dine hizmet eden gruplar arasında meydana gelen sıkıntılardan birinin taraftarlarını çoğaltma derdi olduğunu ifade eder. Oysa bu durumun ihlasa zıt olduğunu Üstad vurgular. Üstad bu noktada iman esaslarından birinin kapılarını aralayarak diyor ki: “ Senin dersini ve sohbetini dinleyenler ve sana sevap kazandıranlar sadece insanlar değil, Cenâb-ı Hakkın zîşuur mahlûkları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. ” Burada zişuur mahluklar ile, ruhaniler ve melekleri ayırmış. Ruhaniler grubuna cinler, ifritler, adını bilmediğimi sayısız yapılar girer. Burada Üstad’ın kasdettiği zişuur mahluklar kısmını bir ihtimal hayvanlar alabiliriz. Çünkü Üstad onları zişuur olarak isimlendirir. Fakat his bazında… Bir hayvan bizim samimiyetimizi, şefkatimizi, sıcaklığımızı hisseder. Fakat akıl sahibi değildir. Bu manada bizim ihlaslı sohbetimizi o hayvan da duyup hisleriyle etkilenebilir. En azından o hayvanı sevk ve idare eden ruhaniler dinler. Diğer ihtimal ise bu zişuur mahluklar bilmediğimiz bir sınıftır.

Fakat bizi burada ilgilendiren husus dine hizmet ettiğimizde bizim hizmetimizi onların şuurlarıyla fark etmeleri, duygularıyla onu hissetmeleridir. Bu manada şehadet aleminde müşteri bulamayan peygamberler gibi oluruz. Üstad diyor hak ve hakikatin müşterileri sadece şehadet alemindeki sınırlı sayıdaki insanlar değildir. Bilakis gayb alemi sayısız melek, ruhani, ruh ve şuurlu mahlukat ile dop doludur. Sınırlı müşteriyi kaybedip sayısız müşterilerin pazarına Allah’ın yönelttiği kişi kaybetmez. Dünya kadar hakka ve hakikate muhtaç ruhaniler, cinler var. Allah’ın adını hiç duymamış olanlar var. Bu konuda görülmüş rüyalar bulunuyor. Rüyalar onların alemine girmek demektir. Nasıl ki Efendimiz (ASM) resul-ü sekaleyn (cin ve insin resulüdür). Bizler de Onun bu manada varisi olarak ruhlara, ruhanilere, meleklere, cinlere ve benzeri sayısız şuurlu yapıya hakkı ve hakikati duyurmakla mükellefiz. Bu da bir hizmettir. Sahabe hayatıyla ilgili kaynak kitaplardan biri olan Sahabe-i Kiram Ansiklopedisini okuduğumda çok sayıda cin sahabe adı geçti. Hatta Efendimiz’in (ASM) arkasında 73.000 tane cin sahabenin namaz kıldığını bir cin sahabe insan sahabeye bildirdiğini kaynakta görebiliyoruz. Demek Peygamberimiz’i (ASM) ve diğer peygamberleri dinleyenler sadece insanlar değil. Aynı durum bizler için de geçerli.

Burada Üstad o alemlerle temas kurmanın şartını veriyor: Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın.

 İhlas, işin içine Allah’ın nurunu koymaktır. Bu açıdan rızaya mazhardır. Rızaya mazhar olan bekaya da mazhardır. Bekaya erişen bir şeyi Allah unutturmaz. Onu sayısız yere yazar, bu tarz kıymetli şeylerin müşterilerini oraya sevk eder. Nasıl biz fani eşyanın peşinde koşturuyoruz, melek ve ruhlar da öyle feyiz ve nurların aşıkları… Gördükleri yere üşüşürler. Kişi o feyiz ve nurda süreklilik taşırsa onlar da o dersin müdavimi, o kişinin talebesi ve müridi olurlar. Bazı hadis alimlerini öldükten sonra rüyada meleklere hadis hocası olarak gördüklerini hadis literatüründe görüyoruz.

İhlas ve niyet-i sadıka, bizim kelimelerimizi hayatlandırıyor. Onlara manevi hayat katıyor. Cansız kelimeler, tahta parçası gibiyse canlı kelimeler, bir zeytin çekirdeği gibidir. Hakkı söyleyen bir kişinin ağzından çıkan kelimeler melek ve ruhanilerin kulağından girip kalb ve ruh tarlasına ekilir. Allah’ın izniyle orada büyürler.

“ Çünkü, mesela sen “Elhamdülillah” dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük “Elhamdülillah” kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır.. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.”

Ruhanilerin kulakları, ihlassız kelimeleri duyamıyor. Sağırlar. Fakat ihlas ve sâdık niyet, kelimelere bir frekans ve dalga boyu kazandırıyor. O kelimeler bütün kainata yayılır; ihlasının çapına göre… Mesela ihlaslı ezan okuyan kişinin kelimeleri kurşun gibi insanların dünyalarını delip geçiyor. Dinsizleri dahi imana getirebiliyor. Sebep, ihlasın kazandırdığı frekans o dinsiz kişinin ruhunu uyandırıyor. Asıl iş, Allah cümlemize nasip etsin, ihlasta ilerlemektir. Hizmeti baki kılan da, etkili kılan da, ilmi iman ve amel haline de getiren ihlastır. Risale-i Nur hizmetinin temeli de bu açıdan ihlastır.

Üstad son noktayı koyuyor: Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları çınlasın!

İhlaslı sözler, kalbe ve ruha işlemesiyle ne dinleyen tarafından unutulur, ne söyleyen… Söyleyen kişi de feyiz ve nur alır, dinleyen de… Bu kaliteli, ruhlu sözler bir cemal ve kemal içerdiği için insanlar diğer kişilere bu sözleri aktarırlar. Bu şekilde sevap katmerlenir, büyür.

Ana mesaj: Kaliteli hizmet etmeye çalış. İlim ve ihlası esas tut. Dinleyecekleri Allah yönlendirir. O kısım Allah’ın işi. Varsın kimse dinlemesin. O da önemli değil. Bizi asıl duyacak, bizi o hizmet halinde asıl görecek Semi’-i Mutlak ve Basîr-i Mutlak Rabbimizdir. Onun mutlak işitmesi, mutlak görmesi bize ebediyen yeter. O, bizim o halimizle iftihar eder. Onun iftiharı bize ebediyen kafidir. Kimse bizi anlamasa da O bizi anlıyor. Bu bize kafi ve vafidir. Madem Allah’a imanımız ve muhabbetimiz var. O halde en başta Onun sevgili ve sevimli bir bülbülü olmak neyimize yetmiyor? Kelamımızı ihlasla Onun nurlarına, feyizlerine, Kur’anına, Resulünün hadislerine ayna yapmaktan daha kıymetli ne olabilir? Elbette o mukaddes sözleri Allah dinletir. Kendisinin dinlemesi yeter de artar zaten. Fani ve sonluları kaybedip Sonsuz ve Baki olanı kazanan hiçbir şey kaybetmez. Allah, bes; gayr, heves…

Soru 6: Mektubat Kitabından 28. Mektub’un 8. Risalesi’nin 1. ve 2. Nüktelerini izah edebilir misiniz?

Cevap 6: Bu 2 iki nükte tevafuklar hakkında… Cenab-ı Hakk, Risale-i Nur hizmetine ikram olarak tevafuk meselesini nasip etmiş. Şöyle: Atabey’li Mes’ud Ağabeyin yazdığın Risale-i Nur nüshalarında sonradan fark ediliyor ki, Allah lafzı ve benzeri önemli kelimeler bir sayfada alt alta geliyor. Sonra başka ağabeylerin nüshalarında bakıyorlar aynı şekilde aynı hizada bulunuyor. Mesela bir sayfada 5 Allah lafzı varsa 1 tanesi sağdaysa diğerleri de aynı şekilde sağda ve aynı hizada olarak bulunuyor. Diğer sayfada lafzın yeri değiştiyse diğerleri de onunla aynı hizaya geliyor. Satır atlama olsa da bu yazılış değişmiyor. Üstad bu durumu tevafuk olarak isimlendiriyor. Bunun tesadüfen olamayacağını özellikle vurguluyor. Yani yazanlar bunu görmedi ama yazdıran Rabbü’l-Alemîn bunu kasden yazdırdı şeklinde meseleyi bir Tevhid ikramı olarak görüyor. Kim baksa Risalelerde bunu görebiliyorlardı. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Afyon veya Denizli mahkemesinde mahkeme hakimi bu tevafuk meselesini sorup itiraz edince Mehmet Feyzi Ağabey’in 29. Söz nüshasını veriyorlar. Ki orada 30 sayfaya yakın olarak her satırın başı Elif harfi ile başlıyor. Hakim bile hayretler içinde kalıp reddedememiş. Bunları görmek istiyorsak Osmanlıca Külliyata bakmak lazım. Orada görünüyor. 19. Mektuptaki lafz-ı Muhammed tevafukunu ben bendeki Osmanlıca Mektubat’ta gördüm. Osmanlıca okumayı da kolayca öğrenebilirsiniz. Kur’an okumayı öğrenen biri Osmanlıca’yı rahatça öğrenir. Ben kendi kendime Osmanlıca Rehberi isimli kitap alıp öğrendim.

Tevafuk meselesi açılınca Üstad acaba Kur’anda da var mı, diye düşünüyor. Sonra ağabeylere Kur’an yazdırtıyor. Hüsrev Ağabey’in hattında tevafuklar beliriyor. Bunun üzerine Hüsrev Ağabey’e bütün Kur’anı yazdırıyor. Ki Hüsrev Ağabey, Arapça bilmeyen birisi… Bütün Kur’an yazılıyor. Üstad bunu Tevafuklu Kur’an olarak bastırtmak istiyor. Vefatından sonra Tahiri Ağabey ve Badıllı Ağabey ya Almanya’da veya Lübnan Beyrut’ta bastırıyorlar. Bu Kur’anda lafzullah tabirleri ve tevafuk taşıyan kelimeler kırmızı renkli olarak yazılıyorlar. Sayfalar boyunca lafzullah tabirleri aynı hizada geliyor. Mesela aynı sayfada 4 lafzullah solda, 5 tanesi sağdaysa solda olanlar alt alta veya aynı hizada olduğu gibi, sağda olanlar da aynı şekilde aynı hizada bulunuyorlar. Üstad döneminde bu bazı dinsizlere gösterildiğinde gözlerine inanamamışlar. Akılları Risaleleri anlamasa da gözleriyle gördükleri için kabul etmek zorunda kalmışlar. Yani mesele net… Kur’anda var olan bu tevafuk, onun hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’da da kendini göstermiş. Kur’an-ı Kerîmde zuhur eden bu tevafuk aslında sırf Kur’ana has bir mucizedir. Cenab-ı Hakk, Risale-i Nur hizmetiyle bu mucizeyi ortaya çıkartmış. Görmek isteyen herkes Hayrat Neşriyat’tan çıkarılan Tevafuklu Kur’an’ı alıp bakabilir.

Üstad bu tevafuku şöyle yorumluyor: “ Tevafukat ise, ittifaka işarettir. İttifak ise, ittihada emâredir, vahdete alâmettir. Vahdet ise, tevhidi gösterir. Tevhid ise, Kur’ân’ın dört esasından en büyük esasıdır.” Yani mesele Tevhid Davası için yola çıkan ve Kur’ana hizmet edenlere ihsan edilen bir Tevhid şekerlemesi…

Yeni fark ettim siz benden 29. Mektub’un 4. Kısmındaki lafzullahın tevafukuna dair 4 bölümün izahını istemişsiniz. Mektuptan tam anlayamadığım için aynı konuya dair farklı bir yeri izah etmişim. Fakat yaptığım izah sorduğunuz sorunun cevabıdır. Bu gözle meseleye bakabilir, Tevafuklu Kur’an üzerinden test edebilirsin.

Soru 7:  Mektubat Kitabı’nın 29. Mektub’un 6. Kısmı’nın Zeyli’nden 3. Sual’de, “ Üstad burada ne demek istemiş? ” diye soruyorsunuz.

Cevap 7: Orada Üstad şunu söylüyor: “ Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü’s-sû’un yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!

İlgili Zeyl’in yazılma sebebi, ezanın Türkçe haliyle okunmasının kanun haline getirildiği, Arapça okuyanların hapse atıldığı bir dönem… Üstad imamlık vesikasıyla imamlık yaptığı Muj Mescidi’nde veya diğer bir camide, kapıları kapattırıp gizlice Arapça ezan okutturuyor. Sonra da Cuma gecesi olduğu için camiye gelenlerle namaz tesbihatı yapıyorlar. Tam o esnada birilerinin ihbarıyla jandarmalar camiyi basıyorlar. Bunun üzerine Üstad sinirlenerek bu uygulamanın tamamen kanunsuz ve keyfî bir muamele olduğunun gerekçelerini yazıyor. Üslubu da alabildiğine sert!

Bu 3. Sual’in cevabı veya anahtarı 29. Mektub’un 7. Kısmı’nın 1. İşareti’nde geçiyor. Orayı aktarıyorum:

“ Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü’s-sû’, milleti aldatmak için diyorlar ki: “İmam-ı Âzam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: ‘İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.’1 Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz.”

Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların enmühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.

İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.

Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette[1] lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fâtiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!”

O dönemde mesele sadece ezanın Türkçe okunması değildi, namazların da Türkçe kıldırılması, okunacak surelerin yerine de meallerinin okunması idi. Görüntüde din ve vicdan özgürlüğü, laiklik vardı fakat hayatın her alanında dine saldırı vardı. Kur’anın aslı Arapça iken ve Hz. Peygamber (ASM) kendi döneminde Müslüman olan herkese namazın Arapça kılınmasını söylerken o dönemin ulemai’s-su’ denilen kötü alimleri, iktidara yaranmak, devlette kademe elde etmek ve para kazanmak için dinin bu temel meseleleri konusunda ciddiyet gösterip dik duramadılar. 1932 yılında başlayan bu dine zulüm 1950’de Menderes vasıtasıyla sona erdi. Dindarlık biraz nefes alabildi. 1925-1950 yılları arası dindarlar açısından bu ülkeyi zindan haline getirdi. Oysa ülkeyi dindar halk Kurtuluş Savaşı’nda kurtarmış, dinini özgürce yaşayabilmek için bu savaşı vermişken. Hepsi bir imtihandı. İktidar kendi imtihanını veriyordu. Kaybetti. Ulema kendi imtihanını veriyordu. İktidara yaranmaya çalışanlar kaybetti. Üstad gibi dik durup zindanı ve ölümü göze alanlar ise, kazandılar. Hem Hakk nazarında hem de halk nazarında… Şu an o kötü alimlerin adını bile kimse bilmezken o zor dönemlerde dine hizmet eden Üstad Bediüzzaman’ı, Süleymancılar denilen Nakşibendî tarikati kolunun şeyhi ve âlimi Süleyman Hilmi Tunahan Hz.lerini, Gönenli Mehmed Efendi’yi herkes şimdi hayırla yad ediyor.

Her dönemin kendine has imtihanları var. O imtihan dönemlerinde kişi şartları iyi okuyarak Allah Resulü bu dönemde olsa ne yapardı, diyerek kendine düzgün bir rota çizebilir. Aksi takdirde kendi akıl ve heveslerine tabi olursa kaybedebilir. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Kişinin din âlimi olması böyle durumlarda kurtulacağı anlamına gelmez. O dönemin kötü âlimleri buna misaldir. İlim değil, Allah rızası için ihlasla çabalamak, maddi ve manevi bir menfaat gütmemek ile kişi kendini koruyabilir. Bu Zeyl’in geçtiği kısım gösteriyor ki insanlar âlim dahi olsa 6 yoldan yakalanabilirler: Hubb-u Câh (Makam Sevdası), Havf (Ölüm Korkusu), Tama’ (Açgözlülük), Milliyetçilik, Enâniyet (Benlik), Tembellik ve Tenperverlik (Rahatına Düşkünlük)… Dava adamı olup dine her şeyini feda edenler ancak bu oyunlara aldanmaz. Az olurlar ama kaliteli olurlar. Üstad diyor “Böyle 10 kişi olsa yeter. ” Aşere-i Mübeşşere gibi…

Bu kısımdaki Üstad’ın vurgusu şu: Benim mezhebim Şafii. İmam-ı A’zamın fetvası ise hem her mezhebi bağlamaz, hem belirli şartlar dahilinde geçerlidir. Siz diyor, Hanefi mezhebi için geçerli fetvayı Şafii mezhebine göre yaşayan halka uygulayamazsınız. O sırada ve şu anda Türkiye’de Şafii olanlar Kürt halkıdır. Konu Hanefi Türkler, Şafii Kürtler ayrımına gireceği ve akıl oraya kayacağı için Üstad 4. Sual’de milliyetçilik meselesi üzerinden konuyu ele alarak izahta bulunarak şu soruyu soruyor:

DÖRDÜNCÜSÜ: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden (kaynaşan ve birleşen), ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne (tahrif ederek) ve bid’akârâne (dine zarar verecek şekilde) bir fetvâ ile “Türkçe kamet et” diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne (kardeşçe) münasebettar olduğum halde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla?

[1] Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa, s. 182.