Kategori arşivi: Yazılar

Risale-i Nur’un dili ve üslûbu

Risale-i Nur’un dili, tarihimizin, kültürümüzün, irfanımızın, edebiyatımızın dilidir. Bu bakımdan çok ehemmiyetlidir. Çünkü bir milleti ayakta tutan, onun dini, irfanı, tarihi, kültürü ve millî düşünceleridir.

Diline, kültürüne hâkim olmayan bir millet, git gide kendi kültür ve irfanında tasarruf edemez hale gelir ve söz hâkimiyetini yabancı menfaatlere devretmek vaziyetine düşer. Dil, bir milletin hissiyat ve heyecânînı, karakter ve seciye-i milliyesini, duyuş ve düşünüşünü tezahür ettiren bir aynadır.

Dil, bir milletin en büyük hazinesi olan kültürünün anahtarıdır. Milletimizin tefekküründeki, edebiyat ve san’atındaki zerafet ve bediî zevk, lisanımızın zenginliğinden kaynaklanmaktadır.

Biz, deryalar kadar engin, semalar kadar derin bir medeniyetin sahibiyiz. Edebiyat, estetiği, tarihi, mimarisi, san’atı ve tasavvufu ile namütenahi zenginliğe sahip bu medeniyetin terennüm ve tercümanlığı, ancak cami ve zengin bir lisanla mümkündür. Bizim lisanımız, kütüphanelerimizin şehadetiyle, engin medeniyetimize ayna olacak vüs’attedir. Onun her bir kelime ve tabiri arkasında, bir tarih yatmaktadır. Bu lisan-ı tağyir etmek, tarihe karşı mes’uliyeti hiçe saymak demektir.

Bizi bu mefahirden uzaklaştırmak ve kökümüzden koparmak isteyen bir kısım karanlık emel sahipleri, dessasane ve plânlı bir şekilde milletimizin müşterek hafızası hükmünde olan dilimizi dejenere etmek ve zaafa uğratmak için olanca güçleriyle çalışmışlar ve el’an da çalışıyorlar. Zira onlar çok iyi biliyorlar ki, dili ihmal edilen bir milletin diniyle, tarihiyle ve kültürüyle bütün bağlantı noktaları kesilir. Artık o millet, dinî ve millî gerçeklere karşı gafil ve cahil kalır. Ruhundan, cevherinden kopar, merkezinden uzaklaşır. Bütün değer hükümlerinin yabancısı, hatta düşmanı kesilir.

Ne hazindir ki, bugün bir İngiliz genci Şekspir’in yüzyıllarca evvel kaleme aldığı bir eseri rahatlıkla anlarken, bizim gencimiz İstiklâl Marşını anlamaktan aciz kalıyor. Bu ise ancak gizli ve menhus hainlerin muvaffakiyeti demektir. Maalesef, insanımız, harici düşmanların tecavüzüne karşı gösterdiği heyecan ve hassasiyeti, bu topsuz tüfeksiz yıkılışa karşı gösterememektedir. İşte hazin olan budur.

Cenâb-ı Hakk’a nihayetsiz hamd ü senalar olsun ki, Risale-i Nur, dinî ve millî lisanımızı muhafaza etmekle dilimiz üzerinde oynanan bu hain planı da akim bırakmıştır.

Evet, Risale-i Nur, lisan-ı millîmizdir. Geçmişimizle geleceğimizi birbirine bağlayan bir köprüdür. O, artık bizim irfanımızın en güzel bir aynası olmuştur. Muhteşem tarihimiz ile istikbalin arasında açılan bu aşılmaz uçurumu kapatmış ve lisanımızı düştüğü rezilane vaziyetten kurtarıp, onu asaletli ve haysiyetli mevkiine iade etmekle bu memlekete en hayatî ve şerefli bir hizmet daha ifa etmiştir.

Risale-i Nur’un üslubuna gelince; onda üslûp ile mânâ tam bir ahenk halindedir. Mânânın letafeti ile üslûbun bedaati, imtizaç etmiştir. Gülün latif kokusuyla güzel renginin, çiçeğinde kaynaşması gibi.

Risale-i Nur, aile ve çok yüksek hakikatların izahı olduğundan, Bediüzzaman mevzuun ulviyetine binaen makam iktizası olarak, eserlerinde şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden “üslub-u âliye”yi ihtiyar eder. Bununla beraber, konunun hususiyetine mutabık olarak, yer yer, “üslûb-u müzeyyene” ve “üslub-u mücerred”i de ihmal etmez. Kullandığı her üslupta itidali ve muvazeneyi daima muhafaza eder. Makamın istidad ve kabiliyeti nisbetinde, teşbih ve temsile yer verir. Hisse canlılık, hayale renklilik kazandırırken hakikati merkezinden oynatmaz.

Onun üslubunun en hâkim unsuru, son derece ikna kudretine sahib olmasıdır. Pek çok edipler yeknesak bir üslubun kıskacında kıvranıp dururken, Bediüzzaman, ilim ve hikmetin, akıl ve mantığın hâkimiyetinde değişik üslublar, kullanır. Hatta mevzuya hissî bir akış, ince bir ruh, kalbî bir bakış hâkim olsa bile, yine hislerin kontrolü akıl ve mantığın elindedir.

*  *  *

Mehmed Kırkıncı

Kul Hakkı

Kul hakkı, geniş bir kavram. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalp ve ruhuna verilen zararlar ise mânevî hukuk olarak değerlendirilmeli.

Kulun maddî hukukuna en büyük tecavüz, öldürme hâdisesi. İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eserleri tefekkürden, rahmanî nimetlere şükürden menetme cinayeti. Allah’ı tesbih eden yetmiş trilyona yakın hücrenin bütün bu tespihlerini bir kurşunla delip geçme, yahut bir bıçakla kesip atma ihaneti.

Fıkıh âlimlerimiz katlin üç yerde câiz olduğunu söylerler;  İmandan sonra küfre girme, evli olduğu halde zina etme, haksız yere bir insanın kanına girme. Bunlar dışında insanın hayatına son verilemiyor.

“Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 32) mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde Üstad Bediüzzaman, şu enteresan beyanda bulunur:

“Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” (Sünuhat)

Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, Onun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur.

İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem, Onun kahrına hedef olurum.” diye düşünemiyor. Bunun içindir ki, kendisine İlâhî ikazlar geliyor.

Bu rahmanî ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü de (asm.) ümmetini defalarca ve değişik şekillerde ikaz etmiştir. Sadece üç misâl:

“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Müslim)

“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim)

“Kaçmayarak, yalnız Allah’tan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim)

Bu son Hadis-i Şeriften çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.

Allah yolunda canını veren bir mümin bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış. Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir müminin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.

“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı takip edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır.” (Hak Dini Kur’an Dili)

Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği kimseden helâllik almadıkça bu günahın cezasından kendini kurtaramaz.

Kur’an-ı Hakîm’de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok âyetlerden sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur, onu tecavüz etmeyin.” mealinde İlâhî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek, kimden yardım dileyecektir?

İnsan, Allah’ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlâhî azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor. Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza neden kastedemeyiz? Çünkü, ne beden bizim, ne de ruh. Haneyi harap etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah’ın mahlûkatında Onun rızası dışında tasarrufa kalkışmış oluruz. Bu ise hem hukukullah’a karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlâldir. Demek ki aynı fiil ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor. 

Alaaddin Başar

Bir kimsenin kıymeti, himmeti nispetindedir

Himmet, insanın sahip olduğu vücudunu, güç ve kuvvetini, duygu ve latifelerini, dikkatini, idrak ve iştiyaklarını… kısacası bütün mevcudiyetini bir veya birden çok amaca ve hedefe yöneltmesi ve sarfetmesidir. İnsanın hayata bakış açısı, hayatı algılama ve yorumlama şekli, hayattan beklentileri, bu dünyada yaşamakla neyi elde etmeyi, kazanmayı amaçladığı gibi hususlar, o kişinin hayat tarzını, karakter ve seciyelerini, söz ve davranışlarını belirleyen temel faktörlerdir.

Bir insanın hayattan beklentileri ve bu dünyada yaşamakla elde etmeyi düşündüğü kazanç veya ulaşmayı murat ettiği hedefler o kişinin davasıdır. Dava, kişinin bu dünyadaki varlık nedeni ve hayattan beklentilerinin bütünüdür. Bediüzzaman Said Nursi “Bir kimsenin kıymeti himmeti nisbetindedir.” Derken insanların büyüklüğünün veya küçüklüğünün “davasının büyük” olmasına bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Davası büyük olan insan, “büyük adam”dır. Hayattan beklentileri küçük olan, küçük menfaatler peşinde, basit amaçlar uğrunda, değersiz küçük meselelerle ömrünü tüketen insanlar küçük adamdır… Daha doğrusu adam değildir.

Bediüzzaman, kainattaki en yüksek makamın “Rıza Makamı” olduğunu ifade eder. Öyle ise insanlığın en yüce davası “Rıza Makamına” kavuşabilmektir. Yani “İnsanın, kul olarak Yaratıcısını tanıması, Yaradanını sevmesi, Ona itaat ve ibadet etmesi, yaşadığı dünya hayatı ile Yaratıcısını memnun etmesi” dir. En büyük dava. Huzur-u İlahi de Rabbimizin “Kulum ben senden razı oldum.” demesidir makamların, saadetlerin en yücesi. Rıza makamına kavuşmayı kendine dert ve dava edinen iman ve gönül erleri, dünyayı Allah’ın rızasının kazanılabileceği bir hizmet ve ubudiyet meydanı olarak telakki edip; Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşamak, Allah’ın muhabbetini kazanacak güzel işler yaparak,kendilerini Allah’a sevdirebilmek uğrunda harcarlar ömür sermayesini.

Davası büyük olan bu büyük insanlar “Eğer O (Allah) razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok; eğer O (Allah) razı olmasa bütün dünya dost olsa yine ehemmiyeti yok…” anlayışı içerisinde yaşarlar ve bu anlayış yön verir söz ve davranışlarına. Said Nursi, her insanın başına açılan büyük bir davaya dikkat çekmektedir. Bu büyük dava istisnasız her insanın başına açılmıştır. Bu öyle büyük bir davadır ki, her insan dünya dolusu malı olsa ve aklıda varsa, başına açılan o müthiş davayı kazanabilmek için hiç tereddütsüz sarfedecektir bütün servetini.

O müthiş, büyük dava her insanın sonsuz, sınırsız bir cennet saadetini kazanma veya kaybetme davasıdır. Ebedi cennet saadetini kazanamamanın alternatifi, sonsuz bir cehennem azabı ile cezalandırılmaktır. İşte akıl ve şuur sahibi her insanın en büyük meselesidir başına açılan bu müthiş davayı kazanmak. Çünkü bir insan, kulluk imtihanını kaybetse, sonsuz cennet saadetinden mahrum kalsa ve sonsuz bir cehennem azabına maruz kalsa, acaba bu kaybettiği şeylerin yerini ne doldurabilir.

Dünyanın sultanlığı o bedbaht insana verilse kaybettiği şeyin yerini doldurabilir mi? İnsanların, başlarına açılan büyük davayı kazanabilmeleri; imanlarının selametine, Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşamalarına, Kur’an hakikatlarını akıl ve kalplerine nakşetmelerine, Allah Resulünün Sünnet-i Seniyyesine uygun yaşamalarına bağlıdır.

Öyle ise; akıl, şuur ve vicdan sahibi her insanın bu dünyadaki en önemli meselesi; Allahın rızasına uygun bir hayat yaşamak, cehennem azabından kurtulmak, cennet saadetine mahzar olmak; ve başkalarının da Allah’ın rızasına uygun yaşamalarına, cehennem azabından kurtulup, cennet saadetine mahzar olmalarına gayret etmek, çalışmaktır.

Yani, en büyük dava hem kendisinin, hem de başka insanların imanlarının selametine çalışmaktır. En büyük dava; hem kendisinin hem de başka insanların sonsuz cennet saadetine kavuşmalarına çalışmaktır. En büyük dava; Allah’ın rızasını kazanmak ve başka insanların da Allah’ın rızasını kazanabilmelerine yardımcı olmaktır.

*  *  *

A.Faruk NİZAMOĞLU

Risale-i Nur’un yazılması, yazdırılması

a- Risale-i Nur bir külliyatın ismidir. Bu külliyata bazen sadece risaleler, bazen Risale-i Nur, bazen Risale-i Nur Külliyatı, bazen Bediüzzaman’ın eserleri, bazen de Nurcu’ların eserleri gibi isimler verilmektedir. Gazetelerde ve kitle haberleşme vasıtalarının dilinde çeşitli isimlerle adlandırılmaktadır. Ancak muellifi daha çok ilk ikisini kullanmıştır. Zamanla da bu ikisinin istikrar kesbederek, yerleştiğini müşahede etmekteyiz.

b- İkinci olarak belirtilmesi gereken, Risale-i Nur’lar çok dikkatlice yazılmış eserlerdir. Yani muhtevasının imani meselelere ait olması ve belli mevzuları ihtiva etmesi yanında, ifade tarzının güzelliği de, seçilen kelimeler, yapılan benzetmeler ve verilen misallerde ortaya çıkmaktadır ve lisan hususiyetleri olan cümlelerden meydana gelmektedir. Bu sebeple Risale-i Nur’un dil özellikleri mevzuunda çok şeyler yazılabilir. Elimizdeki bu çalışma ilk defa yapılan bir denemeden ibarettir. Biz aşağıda bazı düşüncelerimizi ve tesbitlerimizi sıralayacağız.

c- Bir diğer özelliği de, Risale-i Nur’un müsvedde yapılmadan, daha doğrusu müsvedde yapılıp temize geçirilmeden asıl metin haline gelmesi, bir kerede yazılan bir metin olmasıdır. Bilindiği gibi, eserler, kitaplar ve makaleler, evvela bir müsvedde yapılır, daha sonra ifadeler düzeltilir, kelimelerin ve hatta paragrafların yerleri değiştirilir, böylelikle son şekli meydana gelir. Bazen bir kitap, bir makale veya bir ilmi çalışma 4-5 defa düzeltilmek suretiyle ve müsveddeler yapılarak son şeklini alır. Hatta bir çalışmanın basılırken de, düzeltilerek değiştirildiği de variddir.

d- Öncelikle belirtilmesi gerekli olan bir diğer nokta da şudur: Risale-i Nur’lar biri söylemiş, diğeri yazmış metinler halindedir. Yani dikte edilmiş metinlerdir. Genellikle (Ben de dahil olmak üzere) ilim adamları kitaplarını kendi el yazılarıyla veya daktilo ile müsvedde olarak yazarlar. Arkasından bunları temize çektirirler. Daha sonra üzerinde düzeltme yaparak, iki, üç ve bazen dört defa düzelttikten sonra, esas metin ortaya çıkar.

Risale-i Nur’lar ise birçok yerlerinde ifade edildiği gibi, Bediüzzaman Said Nursi tarafından söylenilmiş ve kâtip dediğimiz diğer biri tarafından veya hatta bazen birkaç kişi tarafından yazılmış metinlerdir. Bu özelliği çeşitli yerlerde müellifi bizzat kendisi belirtmektedir. Meselâ demektedir ki “çok acele yazıldı” veya “vakit olmadığı için düzeltilmeye ve temyiz edilmeye vakit bulunamadı” veya “Tarassutlar, tazyikatlar altında yazıldığı için rahat bir şekilde düzeltilemedi. İfade düşüklükleri düzeltilemedi müşevveş kaldı” gibi çok çeşitli ifadeler kullanılmıştır.

Bu özellik, kanaatimce, Risale-i Nur’un hiç bir eserde duyulmamış ve görülmemiş bir özelliğidir. Yani bir insanın süratli bir şekilde söylemesi, diğerinin yazmasıyla bir eserin meydana geldiği, benim bildiğim kadarıyla, tarihte görülmüş bir hadise değildir. Bazen devlet başkanları, hükümet adamları ve hatta bazı yazarlar, gazeteciler yanındaki kâtiplere, asistanlarına, sekreterlerine konuşmalarını yazdırmışlardır. Ama bunlar, genellikle ya çok kısa, birkaç sahifelik metinlerdir. Hatta kısa olmakla birlikte, yine de çeşitli defalar düzeltilmiş ve daha sonra temize çekilmiştir. Risale-i Nur ise binlerce sayfalardan meydana geliyor ve hepsi de bu şekilde yazılmıştır. Ve hemen hiç veya çok az düzeltilerek müellifi tarafından bir defa okunarak son şekline getirilmiştir.

e- Bir diğer özelliği de, Risale-i Nurların imani-ilmi esaslar ihtiva etmesidir. Yani bir devlet adamının veya bir siyasi partilinin v.b. nin bir kürsüde, bir merasimde yaptığı bir konuşmayla Risale-i Nur ‘un içindeki muhteva çok farklıdır. Risale-i Nur’lar, aşağı yukarı 100 yıldır okunuyor ve hiç bir tarafı ilmen sakat görülmeden, hiç bir ayet ve hadise aykırılığı tesbit edilemeden, ortaya konulmuş ilmi, müdakkik ve müdellel ifadelerdir.

Meselâ bir gazete yazarı her gün dedikodu mahiyetinde bir şeyler yazıyor. Bir fıkra yazarı bugün yazdığını yarın veya iki gün önce yazdığını yirmi gün sonra unutarak kendi ile ters düşebilmektedir. Halbuki Risale-i Nur’da ise, dediğim gibi, 100 yıldır okunuyor ve şimdiye kadar hiç kimse hata bulamıyor ve hatta tekrar okuma zevkini ve lezzetini kaybetmiyor. Bunu müellifi de söylemektedir. “Hem çok defa okunduğu halde taravetinden, zevkinden, lezzetinden hiç bir şey kaybetmemektedir.”

f- Risale-i Nur’un bir diğer özelliği de bazen edebi metin halinde, cümleler dahi hızlı konuşularak süratli bir şekilde yazılmıştır. Hatta diyebiliriz ki, Ondokuzuncu Mektup gibi bazı risaleler 300’den fazla hadis ihtiva etmesine rağmen, hiç bir kitaba müracaat edilmeden yazılmıştır. Yani Risale-i Nur’ların öyle masaya hadis veya tefsir kitapları dizilerek yazılmadığı ortadadır. Müellifi bunu defalarca kendisi de ifade etmiş bulunmaktadır.

Bu yazılan metinler, Meselâ hadis ise, binlerce hadis metni içerisinde yanlış yazılma ihtimali çoktur. Veya tefsir ile ilgili bir fikir beyan ederken, bir âyet hakkında bir şeyler yazarken, hata yapma ihtimali çoktur. Fakat Risale-i Nur’da bir kişinin söylemesi ve diğer bir kişinin yazmasıyla ortaya çıkan hatasız böyle bir özellik bu gibi hadis ve tefsir metinlerinde dahi söz konusu olmamaktadır. Yukarıdan beri giriş şeklinde Risale-i Nur’ların yazılma ve yazdırılma bakımından genel bazı özelliklerini belirttik. Şimdi de aşağıdaki dil ve edebiyat özellikleri belirtebiliriz.

*  *  *

Prof. Dr. Servet ARMAĞAN

 

Faiz-Allah’la Savaş

Ayetler ve ibretler

“Ey iman edenler! Eğer inanmış kimselerseniz, Allah’tan korkun ve faizin geri kalanını terk edin. Bunu yapmazsanız, Allah ve Resülü ile savaş halinde olduğunuzu bilin.” Bakara Sûresi, 2:278-279

KUR’ÂN-I KERİM pek çok âyetinde bizi Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakındırır. Zira Âlemlerin Rabbi tarafından konulmuş bir yasağın şakaya gelir tarafı yoktur. Bilerek ve aldırmaksızın bir İlâhî yasağı çiğneyen, onun bu dünya hayatındaki en büyük felâketlerle kıyaslanamayacak kadar vahim sonuçlarını da göze almalıdır.

Bu âyetler ise, Kur’ân’ın diğer suçlara karşı yönelttiği tehditlerden de büyük bir tehdit içeriyor. Daha doğrusu, akla gelebilecek tehditlerin en büyüğünü içeriyor: Allah ve Resulü ile savaş halinde olmak!

Böylesine vahim bir sonuca sebep teşkil eden şey ise, faizde ısrar etmektir. Âyetin ifadesiyle, “faizin geri kalanını terk etmemek,” yani, faiz yasağı indikten sonra da hâlâ faiz alıp vermeye devam etmektir.

*  *  *

Aslında bu âyetlerde anlatılanlar, bir medeniyet tasviridir. Ve bu medeniyet, toplumsal dayanışma ve yardımlaşma temelleri üzerine kurulmuştur. Orada insanlar birbirinin kardeşidir. Bütün kâinatı dost ve kardeş varlıklarla dolu gösteren iman nuru, insanlar arasındaki ilişkilere de bu hakikati ne parlak bir şekilde yansıtır. Kardeşlik duyguları içindeki insanlardan beklenen şey ise birbirini gözetmek, kendisi kadar kardeşini de düşünmek, kardeşini sıkıntıda gördüğü zaman elinden tutup onu sıkıntısından kurtarmaktır.

Faize gelince:

Öyle bir medeniyetin temeline konabilecek bir dinamit varsa, işte budur. Bu münferit bir olay veya basit bir kural ihlâli değildir. O bir virüstür ki, girdiği yerde bütün insanî değerler tehdit altında demektir. Artık orada kardeşlik, muhabbet, fedakârlık, yardımlaşma, dayanışma gibi şeylerden söz edilmez.

Herkes ve herşey, ekonomik değeri kadar bir anlam taşır. Eğer bir kimse ihtiyaç içine düşmüş de borçlanmışsa, onun bu hali bile, borç veren kimse için bir kazanç vesilesi olur. Kur’an, güçlük içinde olan kimsenin borcunu ertelemeyi emreder, hattâ bütünüyle bağışlamaya teşvik eder.

FAİZCİ anlayış ise, borçlunun o güçlüğünü de ayrıca bir kâr aracına dönüştürür. Bağışlamak, merhamet etmek gibi kavramların ise o lügatte asla yeri yoktur. Özetle: İslâm medeniyetinin yardıma muhtaç bir kardeş gördüğü yerde, faiz uygarlığı yolunacak bir kaz görür. İslâm medeniyeti zenginleri yoksulların yardımına koştururken, faiz uygarlığı yoksulların eliyle zenginleri semirtir.

İşte bu zehirleyici niteliği sebebiyledir ki, faiz, Kur’ân tarafından, “Allah ve Resulü ile savaş halinde olmak” şeklinde tanımlanmıştır. Kim bilerek ve isteyerek bu İlâhî yasağı çiğnemekte ısrar ederse, onun ile Allah ve Resulü arasında bir harp var demektir. Böylesine şiddetli bir tehdit karşısında bir mü’minin ürpermemesi düşünülemez.

Böyle bir tehdidi işittikten sonra mü’minlere düşen şey, bu mücadelede Allah ve Resulünün safında olduğunu bilmektir ki, bu da, bir yandan hayatında faize karşı topyekûn bir savaş açmak, bir yandan da zekât ve sadakayı hayatının temel ilkesi haline getirmek demektir.

FAKAT şunu da unutmamak gerekir ki, bir toplumun bu konuda Kur’ân’ın öğütlerine tam anlamıyla kulak verecek bir seviyeye yükselmesi kolay iş değildir. Söz konusu âyetlerin en son inen âyetler arasında bulunması, bu merhalenin, varılabilecek en üstün uygarlık seviyesi olduğunu göstermektedir. Kur’ân’ın ve Peygamberin terbiyesiyle İslâm toplumunun 23 sene gibi bir zamanda öyle bir seviyeye ulaşmış olması başlı başına bir mucizedir.

Batı toplumlarının bu virüsü tümüyle hayattan çıkarabilecek bir düzeye erişmesi için ise yüzyıllar da yetmiyor.

Ümit Şimşek, /zafer