Etiket arşivi: risale-i nur

Ramazan Risalesi Oku ve Dinle

Ramazan Risalesi Dinle ve Oku

Ramazan-ı şerife dairdir

Birinci kısmın âhirinde şeair-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden şeairin içinde en parlak ve muhteşem olan ramazan-ı şerife dair olan bu ikinci kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir.

Bu İkinci Kısım, ramazan-ı şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden dokuz nüktedir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَ الْفُرْقَانِ

Birinci Nükte

Ramazan-ı şerifteki savm, İslâmiyet’in erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin a’zamlarındandır.

İşte ramazan-ı şerifteki orucun çok hikmetleri hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine hem insanın hayat-ı içtimaiyesine hem hayat-ı şahsiyesine hem nefsin terbiyesine hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Cenab-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halk ettiği ve bütün enva-ı nimeti o sofrada مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i rububiyetini ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazen unutuyor.

Ramazan-ı şerifte ise ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın “Buyurunuz!” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmaniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvi ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

İkinci Nükte

Ramazan-ı mübareğin savmı, Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Birinci Söz’de denildiği gibi bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’am edeni tanımamak, nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi Cenab-ı Hak hadsiz enva-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zahirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz; hattâ müstahak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün’im-i Hakiki, o esbabdan hadsiz derecede o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır.

İşte ona teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

İşte ramazan-ı şerifteki oruç, hakiki ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakiki açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlahiye olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, ramazan-ı şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü manevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür değilim, demek başkasının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum.” diye nimeti nimet bilir, bir şükr-ü manevî eder.

İşte bu suretle oruç, çok cihetlerle, hakiki vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

Üçüncü Nükte

Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa nefis-perest çok zenginler bulunabilir ki açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir.

Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki o haleti kendi nefsinde hissetmiyor.

Dördüncü Nükte

Ramazan-ı şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfe-mâyeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar.

İşte ramazan-ı şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakiki vazifesi olan şükre girer.

Beşinci Nükte

Ramazan-ı şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi lâyemutane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlık’ını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez, ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte ramazan-ı şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…

Altıncı Nükte

Ramazan-ı şerifin sıyamı, Kur’an-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve ramazan-ı şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Kur’an-ı Hakîm, madem şehr-i ramazanda nüzul etmiş; o Kur’an’ın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı, hüsn-ü istikbal etmek için ramazan-ı şerifte nefsin hâcat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlâttan tecerrüd ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’an’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’an’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

Evet, ramazan-ı şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’an’ı, o hitab-ı semavîyi arzlılara işittiriyorlar. Her ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ الْقُرْاٰنُ âyetini, nurani parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’an ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmanın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar. Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tabi olup yemek içmek ile o vaziyet-i nuraniden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatin manevî nefretine ne kadar hedef ise öyle de ramazan-ı şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de o derece umum o âlem-i İslâm’ın manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.

Yedinci Nükte

Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Ramazan-ı şerifte sevab-ı a’mal, bire bindir. Kur’an-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile her bir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i cennet getirir. Ramazan-ı şerifte her bir harfin, on değil bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler ve ramazan-ı şerifin cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.

Evet, her bir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nurani şecere-i tûba hükmüne geçiyor ki milyonlarla o bâki meyveleri, ramazan-ı şerifte mü’minlere kazandırır. İşte gel; bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!

İşte ramazan-ı şerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşv ü nema-i a’mal için bahardaki mâh-ı nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcatına ve malayani ve heva-perestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için dünyevî hâcatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek savmı ile samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.

Evet ramazan-ı şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.

Evet bir tek ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise nass-ı Kur’an ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i kātıadır.

Evet, karanlıklı bu hayat-ı dünyeviyenin en nurani Leyle-i Kadri ramazandır.

Evet nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususi ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder.

Öyle de Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal’i; o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’i ramazan-ı şerifte inzal eylemiş. Elbette o ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. Madem ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşâgilden insanları çekmek için oruca emredilecek.

Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevk etmektir.

Mesela dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek…

Mesela, gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’an dinlemeye sarf etmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için oruç ile ona tatil-i eşgal ettirilse başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.

Sekizinci Nükte

Ramazan-ı şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilaç nevinden maddî ve manevî bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfe-mâyeşa hareket ettikçe hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi hem helâl haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner.

Ramazan-ı şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zayıf mideye de hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peyda eder. Hayat-ı maneviyeyi bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı şerifteki oruç on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilacı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat ramazan-ı şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, ramazan-ı şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki ramazan-ı şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumane gülüyorlar.

Dokuzuncu Nükte

Ramazan-ı şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis; Rabb’isini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte ramazan-ı şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.

Hadîsin rivayetlerinde vardır ki:

Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azap vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş.

Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azap vermiş, yani aç bırakmış.

Yine sormuş: “Men ene vema ente?”

Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحٖيمُ § وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ فٖى شَهْرِ رَمَضَانَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلٖينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اٰمٖينَ

***

İ’tizar: Şu ikinci kısım, kırk dakikada süratle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.

12 ADIMDA ŞAHS-I MANEVİ HARİTASI VE HUSUSİYETİ

12 ADIMDA ŞAHS-I MANEVİ HARİTASI VE HUSUSİYETİ

“İlm-i mantıkda BURHAN-I YAKÎNÎ, HÜSN-Ü ZANNA VE MAKBUL ŞAHISLARA BAKMIYOR, cerh edilmez delile bakar ki, BÜTÜN RİSALE-İ NUR HÜCCETLERİ, BU BURHAN-I YAKİNÎ KISMINDANDIR.”  Emirdağ Lâhikası-l (91)

*********************

BİR NUR TALEBESİ HİZMETİNDE EĞER KİTABI ESAS ALARAK HAREKET ETMİYORSA; YA KENDİ ŞAHSINI VEYAHUT HÜSN-Ü ZAN ETTİĞİ BAŞKA BİR ŞAHSI HİZMETTE ASIL MERCİ VE MİHENG OLARAK KABUL EDER.

*********************

“Siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. ” (Münazarat sh: 14)

**********************

YAPILAN BİR HİZMETİN DEVAMI VE O HİZMETTEKİ ŞAHS-I MANEVİNİN İSTİKAMETİ İÇİN KİTAB ESAS VE MİHENG OLARAK ALINMASSA; O HİZMET, MUHTELİF EFKAR VE MİZACA GÖRE ŞEKİL ALIR. RİSALE-İ NURUN MESLEK VE MEŞREP TARZINA MUHALİF BİR YOL AÇILIR. EĞER RİSALE-İ NURLARIN TALİMATI DAİRESİNİN DIŞINA ÇIKILIRSA, ÇOK BİDALARA MARUZ KALIP DAVAYI KAYBETME İHTİMALİ YÜKSEK OLUR. 

ÜSTAD HZ’LERİ EHL-İ İMANA KARŞI, KENDİ ŞAHSINI GERİ ÇEKEREK, KİTAPLARI ESAS VE YOL OLARAK GÖSTERMİŞTİR:

********************

“Hattâ Said de — el’iyâzü billâh — Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alâkımızı inşaallah sarsmayacak” Emirdağ Lâhikası-1 (125)

“Kendimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini ehl-i imana gösteriyoruz. “ Emirdağ Lahikası-1 ( 49 )

**********************

ÜSTADIMIZI ANLAYIP TANIMLAMAK VE NUR TALEBELERİNİN ŞAHSI MANEVİSİNE DAHİL OLMAKTA YİNE ANCAK KİTABI MERKEZİYETTE ESAS ALARAK MÜMKÜNDÜR.. BUNUN İLE ANCAK ,ŞAHSI MANEVİDE BULUNAN FERDLERİ HAKİKİ MANADA VASIFLANDIRABİLİRİZ. YOKSA YİNE İSTİKAMETTEN ŞAŞIP FARKLI YÖN VE ŞAHSİYETÇİLİK MECRALARINA VEYA ADAVET HİSSİYATINA DÖNÜŞEBİLİR. 

*********************

İttihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizac-ı efkâr, marifetin şua’-ı elektrikiyle olur. Münazarat (73)

*********************

RİSALE-İ NUR’A ŞAHISLARA GÖRE ŞEKİL VERMEMEK LAZIM, FAKAT 

ŞAHISLARI RİSALE-İ NURA GÖRE TANIMLAMAK VASIFLANDIRMAK GEREKİYOR.. 

BU ZAMANDA İNSAN-I KAMİL İSMİNE LAYIK ANCAK ŞAHS-I MANEVİDİR…

*********************

“Ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur’anın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir İNSAN-I KÂMİL ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız..” Lem’alar ( 161 )

Size hayatımda vefattan sonra elinize geçecek manevî malımı ve hukukumu size vermeğe ve مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا sırrına binaen, ölümden evvel sizi bilfiil vâris yapmağa dair bir Nur şakirdi sordu ki: “Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz. İnşâallah öyle kalacaksınız.”

Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatlı vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre herbirisi maldan bir kısmına hakikî mâlik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse; emval-i uhrevî gibi herbirisi umum o mala, o nur lâmbasına derecesine göre mâlik sayılır; herbirisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in irsiyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur. Meselâ o emval, emval-i Nuriye, faraza bir hazine kadar olsa, binler Nurculara tevziatta, taksimatta yirmişer, yüzer altun düşebilir; fakat vefat etmeden onları onlara vermek, bir sırr-ı azîme binaen, herbirine istidadına göre, haslara bir milyon birden düşebilir. Bu sırrın bir sırrı var, şimdi izah edemem.

Yine o şakird dedi ki: “Herbir has şakirdin, senin gibi hayatını ve bütün rahatını feda edebilir mi ki, o koca malı bütün birden alsın?” Ben de dedim ki: İnşâallah tesanüdün sırr-ı azîmi ile ki, üç elifi tesanüdle yüz onbir kuvvetinde gösterdiği gibi has şakirdlerin mabeynindeki tesanüd-ü hakikînin verdiği kuvvet, benim gibi bir bîçarenin sizce fevkalâde zannedilen fedakârlığından geri kalmayacaktır inşâallah. Emirdağ Lahikası-1 ( 216 )

“Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine,sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.” Kastamonu Lâhikası ( 89)

“Şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer. Evet “mecmuunda bir hassa bulunur ki, ondaki her ferdde bulunmaz” düsturuyla çok defa içtihadın âsârı ve nur-u velayetin hassaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki o cemaatin hangisine bakılsa, o hassa görünmüyor. Demek âmî adamların ihlasla tesanüdleri, bir velayet hassasını veriyor.” Emirdağ Lahikası-1 (89)

selam ve dua ile

Risale-i Nurun Makam Tanzimi

Osmanlıca Külliyat’ta olan her bir risale ve kısımların Latin harflerle basılan Külliyat’ta geçmediğini görüyoruz. Bunun bazı sebepleri vardır. Bazı mahrem risaleleri herkesin okumasına ihtiyaç olmadığı, aksine zararı olduğu açıktır. Herkese hitap etmeyen risaleler de Osmanlıcada bırakılmıştır. Ayrıca yanlış anlaşılabilecek bazı risaleler ve ifadeler Latin harflerle yayınlanmamıştır.

Bazı kısım ve mektuplar ise çok mahrem tutulduğundan; ancak bazı talebelere özel olarak kalmıştır. Onlar onları muhafaza etmiş, umuma neşredilmemiştir. Bazen bir risalenin Latince basılmadığını gördüğümüz gibi, bazen bazı haşiyelerin bile çevrilmediğini müşahede edebiliyoruz. Bazen sözü edilen kısım veya yerin adının olduğunu, lakin ne Osmanlıcada ne de Latin harfli külliyatlarda geçtiğini görüyoruz. Bunlarla ilgili tespitlerimiz şunlardır;

SÖZLER

– On Sekizinci Söz’ün İkinci Makamı Latin harfli külliyatta olmadığı gibi Osmanlıca risalelerde de geçmediğini görüyoruz.

– Lemaat Risalesinin ise Osmanlıca risalelerde biraz daha ayrıntılı ve uzun olduğunu söyleyebiliriz.

LEM’ALAR

– Beşinci Lem’a, Dördüncü Şua içinde dercedilmiş.

 Altıncı Lem’a, Yirmi Dokuzuncu Lem’anın Altıncı Bab’ında geçmektedir. Latince de geçmektedir.

– Sekizinci Lem’a, Keramet-i Gavsiyye bahsidir; Sikke-i Tasdik-i Gaybi içinde ve Osmanlıca Külliyat’ta tam olarak geçer.

– Dokuzuncu Lem’a, birkaç sualin ve özellikle Muhyiddin-i Arabi ve Vahdetü’l-Vücud ile ilgili suallerin cevabıdır. Bu Lem’a Osmanlıca Külliyat’ta vardır.

– On Beşinci Lem’a, “Fihrist Risalesi” olduğundan müstakilen Osmanlıca olarak neşredilmiştir.

– On Yedinci Lem’a 17 tane notadan oluşmaktadır. Ama Latince basımlarda bazı kısımların, farklı bölümler halinde neşredildiğini görüyoruz. Bazı kısımların ise Osmanlıcada dahi olmadığını görüyoruz. Mesela sadece 15 adet nota 17. Lem’ada geçiyor. Diğer iki nota ise 17. Lem’ada geçmiyor.

On Beşinci Nota‘da üç mesele var; Birinci Mesele‘de “İsm-i Hafîzin tecellî-i etemmine işaret eden (Zilzal, 99/7 ve 8) iki ayet” bahsinin geçtiğini görüyoruz. Ama diğer iki meselenin ise Yirmi Dördüncü Lem’a olduğu orada şöyle ifade ediliyor:

“On Beşinci Nota’nın İkinci ve Üçüncü Meseleleri iken, ehemmiyetine binaen Yirmi Dördüncü Lem’a olmuştur.”

Yine On Beşinci Notanın, Üçüncü Meselesi ise Barla Lahikası’nda Söz Basım 251. Mektup (Ortak Metin, RNK Yay. 2015, s. 326) olarak da geçiyor.

On Altıncı Nota ise Yirmi Üçüncü Lem’a “Tabiat Risalesi” olarak neşredilmiştir:

“On Yedinci Lem’anın On Altıncı Notası iken, ehemmiyetine binaen, Yirmi Üçüncü Lem’a olmuştur. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zîrüzeber ediyor.”

On Yedinci Nota: Bu notanın bahisleri -aşağıda görüleceği gibi- muhtelif risalelerde geçmektedir.

* Üçüncü Meselesi, Yirmi İkinci Lem’a olan “İşârât-ı Selâse” olduğunu,
* Dördüncü Meselenin de Yirmi Birinci Lem’a olduğunu,
* İkinci Meselesinin ise 5 noktadan meydana geldiği ve Birinci Nokta’sının Yirminci Lem’a olduğunu, görüyoruz. Ayrıca Yirminci Lem’anın da iki noktadan meydana geldiğini ve İkinci Nokta’nın yine Yirmi Birinci Lem’a olarak neşredildiğini görüyoruz.
* Diğer kısımlar, yani On Yedinci Nota’nın 1, 5, 6 ve 7. meseleleri ve İkinci Meselesinin 2-5. noktalarının geçtiği bir yer elimizde mevcut Risale-i Nur Külliyatı’nda (Osmanlıca da dahil) bulamadık.

– On Sekizinci Lem’a, Risale-i Nur’dan haber veren Birinci Keramet-i Aleviye Risalesidir. Bu da Osmanlıca Lem’alarda geçmektedir.

– Yirmi Beşinci Lem’anın Zeyli, On Yedinci Mektup olup “Çocuk Taziyenamesi”dir.

– Yirmi Altıncı Lem’a, 26 rica olarak yazılacağı baş kısımda “Yirmi altı rica ve ziya ve teselliyi câmidir.” diye ifade edilmektedir. Ancak 16 rica yazılmış. Kalan on rica ise meydana gelen maniler ve hapisler yüzünden yazılmamıştır.

Yirmi Altıncı Lem’anın Zeyli’nin Yirmi Birinci Mektup olduğu ifade ediliyor:

“Yirmi Birinci Mektup olup, Mektubat mecmuasına idhal edildiğinden buraya derc edilmedi.”

– Yirmi Yedinci Lem’a, “Eskişehir Mahkeme Müdafaasıdır. Tarihçe-i Hayat’ta neşredilmiştir.” Kısmen Tarihçe-i Hayat’ta kısmen de Osmanlıca Lem’alarda neşredilmiştir. (bk. Lem’alar, Yirmi Yedinci Lem’a, RNK Yay. İstanbul-2015)

– Yirmi Sekizinci Lem’a,İkinci Keramet-i Aleviye Risalesi” olup, bazı kısımları “İkinci Nükte” diye burada, tamamı ise Osmanlıca Külliyat’ta geçmektedir.

– Yirmi Dokuzuncu Lem’a Osmanlıcada dahi Arapça olarak geçmektedir.

– Otuz Birinci Lem’a ise “Şualar” mecmuası olarak neşredilmiştir.

 Otuz İkinci Lem’a “Lemeat Risalesi” olup, Sözler kitabında neşredilmiştir.

– Otuz Üçüncü Lem’a ise “Mesnevi-i Nuriye” olarak neşredilmiştir.

MEKTUBAT

– İkinci Mektup’un “Evvelen” ve “Saniyen” maddeleri, Üçüncü Mektup’un “Hâmisen”e kadar olan ilk dört maddesi, Dokuzuncu Mektup’un “Evvelen” maddesi Osmanlıca Külliyat da dahil bulunmamıştır.

– On Dördüncü Mektup telif edilmemiştir.

– Yirmi Beşinci Mektup’un “Yasin suresi” ile ilgili nükteler olduğu, Mektubatın Fihristesinde geçmektedir. Fakat Osmanlıcada dahi ilgili bir yer bulamadık.

– Yirmi Yedinci Mektup “Lahikalar” olarak müstakilen Barla, Kastamonu, Emirdağ Lâhikaları adlarıyla üç kitap halinde neşredilmiştir.

– Yirmi Sekizinci Mektup, sekiz risaleden meydana geliyor. Altıncı Risale olan bölüm “Vehhabiler” hakkında olup Osmanlıca Külliyat’ta ve bazı yayınevlerinin (Söz Basım) baskılarında geçmektedir.

* Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Risalesinin hatimesinin İkinci ve Dördüncü nükteleri ile Sekizinci Risalesinin İkinci ve Üçüncü Nükteleri telif edilmemiştir.

– Yirmi Dokuzuncu Mektup, dokuz kısım olup dokuz risaleden meydana geliyor. Bu risalelerden Üçüncü Risalenin ve Dördüncü Risalenin bazı kısımları telif edilmediği ifade edilmiştir:

“Bu Üçüncü Kısmın mütebki meseleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için, tevafukata dair olan Fihriste ile iktifa edilerek, burada yazılmamışlardır. Yalnız Dördüncü Kısma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte yazılmıştır.”

* Sekizinci Risale ise “Rumuzat-ı Semaniye” olarak neşredilmiş.

– Otuzuncu Mektup, İşaratu’l İ’caz, Otuz Birinci Mektup Lem’alar kitabı, Otuz İkinci Mektup aynı zamanda Otuz İkinci Lem’a olup, Sözler kitabının sonunda “Lemeat Risalesi” olarak neşredilmiştir.

– Otuz Üçüncü Mektup ile Otuz Üçüncü Söz aynı olup, Sözler kitabında “Pencereler Risalesi” olarak neşredilmiştir.

LAHİKALAR

– Lahikalarda neşredilmeyen bazı mektupların sadece Osmanlıca Risalelerde geçtiğini görüyoruz.

ŞUALAR

– Onuncu Şua’nın geçmediği görüyoruz. Bu risalenin Fihrist Risalesinin İkinci Cildi veya kısmı olduğunu görüyoruz. Şualar ve Mesnevi-i Nuriye’nin fihristesidir.

“…Abdullah Çavuş’un sizin namınıza istediği Onuncu Şuâ namındaki Fihriste’nin ikinci cildini yazdırdık ve Hizbü’l-Ekber-i Nuriye’yi Feyzi yazdı.” (Kastamonu Lahikası, 95. Mektup)

“Aziz, sıddık kardeşlerim!”

“Onuncu Şuâ namında, yazdığınız Fihriste’nin İkinci Kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak.” (Barla Lahikası, 285. Mektup)

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü

www.NurNet.org

Turgut Özal emir verdi: Risale-i Nur’un yasak olmadığını anlat

Turgut Özal emir verdi:

Risale-i Nur’un yasak olmadığını anlat

Turgut Özal, vefatının 28. yılında rahmetle anılıyor

İbrahim Bilgi’nin haberi:

RİSALEHABER-8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, vefatının 28. yılında rahmetle anılıyor. 1983-1989 yılları arasında 5 yıl 10 ay boyunca başbakanlık görevinde bulunan Turgut Özal ardından cumhurbaşkanı seçilmişti.

Özal, görevi sürerken şüpheli bir şekilde ölmüştü. Özal’ın vefatı o günden bu yana tartışma konusu.

Renkli kişiliği ile bilinen Özal, vefat ettiğinde en çok “sivil ve dindar” yönüne vurgu yapılmıştı. 

BAŞBAKAN TURGUT ÖZAL’A RİSALE-İ NUR SORUSU

1980 askeri darbesinin etkisi sürerken TBMM’nin 12 Mart 1985 tarihli oturumunda Risale-i Nur tartışması yaşanır. Milliyetçi Demokrasi Partisi Kahramanmaraş Milletvekili Rıfat Bayazıt, Milliyet gazetesinde “Sözler Yayınevi sunar kararı siz verin” ilanının suç olduğunu ileri sürer. Bayazıt, Risale-i Nur kitaplarının propagandasının yapıldığına ilişkin Başbakan Turgut Özal’a sözlü soru yöneltir. Özal, soruyu cevaplandırmak için Adalet Bakanı M. Necat Eldem’i görevlendirir.

“NURCULUK LAİKLİĞE AYKIRI” FALAN-FİLAN

Sözlü soru önergesindeki bazı ifadeler Risale-i Nur’a yöneltilen bildik suçlamaları kapsıyor. Risale-i Nur muarızlarının kitabı okuyup eleştirmekten ziyade kulaktan dolma bilgilerle ithamda bulunduklarının bir örneği de soru önergesinde görülüyor:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına
Aşağıdaki sorularımun Sayın Başbakan tarafından sözlü olarak cevaplandırılmasına müsaadelerini arz ederim.
Saygılarımla
Rıfat Bayazıt
Kahramanmaraş Milletvekilli

1-Nurculuk – Lâikliğe aykırı hareket – Gizli cemiyet teşkili – Said Nursi’nin fikirleri – Nur risalelerinin hukukî durumu – Türk Ceza Kanununun 163’üncü maddesinin uygulanmasını kapsayan Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 20.9.1965 günlü ve 1/234 esas, 313 karar sayılı kararıyla Yargıtay Birinci Ceza Dairesinin 29.11.1969 günlü 1314 esas, 3169 karar sayılı, mahallî mahkemenin mahkûmiyet hükmünün onanmasına dair ilamında, Nurculuk ve Nur risalelerinin temelinde laik Cumhuriyet esasına dayanan rejimin yerine, şeriat esaslarına uygun merkezî Mekkeî Mükerreme olacak bir İslam Devletler Birliğinin kurulmasının amaçlandığı, bu cümleden olarak dâ;
a) Kur’an dışında, bir Anayasaya lüzum olmadığının,
b) Atatürk Milliyetçiliğinin yerine İslam Milliyetçiliğinin ikamesi gerektiğinin,
c) Şeri mahkemelerin kurulması icap ettiğinin,
d) Evlenme, boşanma ve miras sorunlarının şeriat kurallarına bağlanması lazım geldiğinin,
e) Faizin yasak edilmesi ve bankaların kapatılması gerektiğinin,
f) Hilafetin geri getirilmesi icap ettiğinin,
g) Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma yolunda davranışların, öngörülmesinıin Anayasa ve kanunlara aykırı olduğu,

2-Nur risalelerinin Türk Ceza Kanununun 163’üncü maddesini ihlal eden yazıları ihtiva ettiği,
3-Said Nursi’ye bağlı olan nur talebelerinin, nurcuların ve bunlarla işbirliği yapanların, Devletimiz için bu kadar tehlikeli ve zararlı olan fikirleri kapsayan Nur risalelerini yaymak maksadıyla çoğaltarak halka dağıtmanın suç olduğu vurgulanmıştır.

Hal böyle iken bu defa, 35 inci yıl 13363 sayılı 19 Ocak 1985 tarihli Milliyet Gazetesinin 10’uncu sahifesindeki “Sözler Yayınevi sunar kararı siz verin” başlıklı ilanda yazılı olduğu şekilde Bediüzzaman Said Nursi‘nin yukarıda açıklanan Risale-i Nura ait yayınların takdim ve propagandası yapılmaktadır.

Kapsamı yukarıda açıklanan kesin ilam muvacehesinde bu konuda bir işlem yapılmış mıdır? Yapılmış ise hangi tarihlerde ve kimler hakkında yapılmıştır?

ÖĞRETİM ÜYESİ 3 HUKUKÇU RİSALE-İ NUR’U İNCELEDİ

Başbakan Turgut Özal’a sorulan soruları Özal’ın görevlendirmesi ile dönemin Adalet Bakanı M. Necat Eldem kürsüye çıkar ve yapılan tetkikat neticesinde Risale-i Nur’da “suç unsuru görülmediğini” açıklar:

ADALET BAKANI M. NECAT ELDEM (Mardin): Sayın Başkan, Türkiye Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri; Kahramanmaraş Milletvekili Sayın Rıfat Bayazıt’ın Sayın Başbakana yönelttiği ve Sayın Başbakanımızın tarafımdan cevaplandırılmasını tensip kıldığı sözlü soruyu cevaplandırmak üzere huzurlarınıza gelmiş bulunuyorum.

Sayın Bayazıt’ın soru önergelerinde, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 20.9.1965 tarih ve 234 esas 131 karar sayılı ilamıyla Yargıtay Birinci Ceza Dairesinin 29.11.1969 tarih ve 1969’a 1314 esas 3169 karar sayılı ilamına temas edilerek, Risale-i Nur külliyatına dair bulunan bazı kitapların satışına dair gazetelerde yayınlanan ilanların ve bu ilanlara konu olan kitapların bu kararlar muvacehesinde incelenip, ne gibi bir işleme tabi tutulduğu sorulmaktadır.

Söz konusu kitaplar, diğer yayınlarda da olduğu gibi, neşrini müteakip yetkili cumhuriyet savcılığınca inceleme konusu yapılmış, ayrıca bakanlığımızca da gazetelerde yapılan ilk ilanlar üzerine tevessül olunan işlemin mahiyeti, 26.3.1984 gün ve 19507 sayılı yazımızla ilgili cumhuriyet savcılığından sorulmuştur. 

Soruşturmayla görevli cumhuriyet savcılığınca, söz konusu 35 adet kitabın incelenmesi için, İstanbul Üniversitesi Hükük Fakültesinde görevli 3 öğretim üyesinden meydana gelen bilirkişi heyeti oluşturulmuş, yapılan bilirkişi incelemesi sonucunda ittihaz olunan raporda ezcümle bu tür aynı kaynaklı yayın sayısının 120 civarında olup, mezkûr Yargıtay içtihatlarında da belirtildiği gibi, bunların daha önce dava konusu edildiği, ancak son yayınlarda evvelki suç unsurlarını ihtiva eden bölümlerin çıkarılmış bulunduğunun müşahede olunduğu, nitekim bu kitapların eski baskılarıyla yeni baskılarının kapsamları, sayfa adetleri ve muhtevalarında farklılıklar bulunduğu ifade edilerek; inceleme konusu yayınların 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanuna, 6187 sayılı Vicdan ve Toplanma Hürriyeti Hakkındaki Kanuna ve Türk Ceza Kanununa aykırılık teşkil etmediği; inceleme konusu yapılan 35 adet kitap yanındaki belgeler arasında yer alan İstanbul Birinci Sulh Ceza Mahkemesinin 13.2.1961 tarihli müsadere kararında zikredilen kitapların yeni baskılarında da aynı hususiyetlerin görülmediği belirtilmiştir.

İlgili cumhuriyet savcılığınca da, aynı mülahazalarla, anılan kitaplarda suç unsuru görülmediğinden bahisle, 20.11.1984 tarih ve 1984/558-173 sayıyla takipsizlik kararı verildiği anlaşılmış bulunmaktadır.
Keyfiyeti bilgilerinize saygılarımla arz ederim.

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Batı Gözüyle Risâle-i Nur’un Ehemmiyeti

Batı Gözüyle Risâle-i Nur’un Ehemmiyeti

 

Her ne kadar Batı dünyasında yaşayanların maddi ihtiyaçları karşılanmış ve çoğunluk refah içindeyaşıyorsa da, en temel ihtiyaçlar karşılanmamış durumdadır ve hatta daha da müzminleşmiştir.

Kendisinin ve içinde yaşadığı dünyanın manasını anlamak, insanın yaratılışı gereği ve en büyük ihtiyacıdır. İlerlemenin muharrik gücü olan bu ihtiyaç, bilhassa çağımızda kendisini açıkça ortaya çıkarmaktadır. Herhangi bir zamandan ziyade bu çağın insanı her şeyin nedenini, niçinini bilmek ve gayesini öğrenmek istiyor. Gerçektende, kâinatın işleyiş tarzını ortaya çıkarmak için harcadığı gayretler, ilmin her dalında baş döndürücü ilerlemelerle karşılık bulmuştur. Bununla beraber, bu ilerlemelerin cereyan ettiği Batıdaki maddi gelişme, diğer sahalardaki gelişmelerle dengelenebilmiş değildir. Batı insanı her ne kadar maddi kâinatın sırlarını ortaya çıkarmakta muazzam başarılar elde etmiş olsa da, başarısı bunun ötesine geçememiştir. Maddeye daldıkça dalmış, ancak soruların en esaslı ve en mühimlerine tatmin edici cevap bulmakta yetersiz kalmıştır. “Kâinat niçin var? Varlıkların gayesi ne? Hayatın gayesi ne? İnsanın gayesi ne? İnsan nereden geliyor; ölümden sonra nereye gidecek?” şeklindeki sorular hâlâ cevapsızdır. Böylece, her ne kadar Batı dünyasında yaşayanların maddi ihtiyaçları karşılanmış ve çoğunluk refah içinde yaşıyorsa da, en temel ihtiyaçlar karşılanmamış durumdadır ve hatta daha da müzminleşmiştir; çünkü ilim, kâinattaki hayret verici düzeni, birliği ve ahengi her gün daha da açıkça ortaya çıkarmakta ve gayesizlik her geçen gün daha da savunulmaz hale düşmektedir.

Bu temel sorulara tatmin edici cevap bulma hususundaki aczin kaynağı, semavi dinler yerine insan eliyle vücudagelmiş, felsefeden ilham alan Batı medeniyetinin kökünde yatmaktadır. İlim Batıda geliştiği için, dinden ayrı ve farklı görülmüştür. Hatta ilim ve dinin birbiriyle çatıştığı sanılmıştır. Bu yüzden, Batı medeniyeti, günümüze kadar tahrif edilmeden gelen yegâne semavi kitap olan Kur’an’ın karşısında vaziyet alagelmiştir. Bununla birlikte, günümüz Müslümanlarına en ziyade şevk ve cesaret vermesi gereken bir husus vardır ki, o da, ilimdeki gelişmelerin, Kur’an’ın kâinat ve içindekilerle ilgili beyanlarına ters düşmek bir yana dursun, bu beyanları tasdik etmesidir. Yani, Batının kendi malı olarak gördüğü ilim, Kur’an’daki vahiy neticesi olan bilgilerin doğruluğunu tasdik etmekte; Kur’an ise, ilim ile din arasında hiçbir çatışmanın bulunmadığını göstererek, modern insanın sorularına cevap getirmektedir.

Allah’ın insanlığa indirdiği son kitap olan Kur’an, bütün çağlardaki bütün insanlara birden hitap eder. Kur’an, her çağın her seviye ve mertebesindeki insanların her birine ve ihtiyaçlarına, bilhassa ve doğrudan doğruya hitap eder. Daha önce belirtildiği gibi, modern çağın belirgin özelliği, araştırma ruhudur. İnsanı varlıkların hikmet ve gayelerini keşfetmeye sevk eden bu ruh, maddi kâinatın sırlarını gün ışığına çıkarmakta onu, bugün bile inanılmaz görünen bir seviyeye ulaştırmıştır. Her çağda, İslam dinini yenileyerek Kur’an’ın mesajını anlatmak ve Kur’an’ın bilhassa o çağa bakan yönlerini açıklamak üzere, Allah bir müceddid gönderir. Risâle-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursi, bu modern çağda böyle bir yenileyici ve müceddiddir; her şeyden önce varlıkların hikmet ve gayelerine dikkatleri çekmekte, Kur’an’ın çağdaş insana mesajını anlatmakta ve açıklamaktadır.

Risâle-i Nur, Kur’an’ın hakiki bir tefsiridir; iman hakikatleriyle ilgili ayetlere, bilhassa ilim adına yöneltilen hücumlara karşı kaleme alınmış yorumlar getirir. Bunu da, modern insanın, “bilimsel düşünce” ile şekillenmiş anlayışına hitap ederek yapar. Bunun için de, Kur’an’ın irşadını Batı insanına aktarabilecek uygunlukta yegâne eserdir. Çünkü, kâinatı ve içindekileri incelerken bunu öyle bir tarzda yapar ki, bunları tek bir Yaratıcının mahlûkları, Onun varlık ve birlik delilleri olarak görmenin, bütün bu varlıkları açıklayabilecek yegâne mantıklı izah tarzı olduğunu ortaya koyar. Risâle-i Nur açıkça gösterir ki, kâinatın mahiyeti, düzeni, ahengi, birliği ve cüzlerinin birbirine olan bağımlılığı, felsefenin ve materyalizmin ileri sürdüğü çeşitli görüşler için bütün ihtimalleri kapatmaktadır; tabiat ve tesadüf iddiaları bütünüyle akıl ve iman dışıdır. İster tabiat olsun, ister tabiat kanunları ve kuvvetleri olsun, isterse sebepler olsun hiçbir şeyin varlıkların yaratılmasına el karıştıramayacağını ve Allah’a şerik olamayacağını Risâle-i Nur ispat eder. Tabiat kanunları olarak bilinen ve kâinata nizamını veren şeylerin maddi ve harici bir vücutları yoktur; bunlar sadece ilim dairesinde vardırlar; kanundurlar, kuvvet değildirler. Kâinattaki düzen İlahi iradenin neticesi, tabiat kanunları da bu iradenin tecellisidir.

Batı insanı, bir fikri kabul etmek için delil ister. Risâle-i Nur da bütün bu meseleleri delillendirilmiş fikirler halinde sunar; bir görüş ileri sürer, sonra bunu mantıki delillerle ölçer, biçer ve sonunda delile dayanan bir neticeye ulaşır. Bir tevhid delilinden bir kısım olarak aşağıda nakledeceğimiz parça, bunun bir misalidir:

“Eğer bütün eşya birden o Kadir-i Ezeliye ve Alim-i Külli Şeye verilmezse, o vakit sinek gibi en küçükbir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususi bir mizan ile toplamak lazım gelmekle beraber; o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i san’atını bütün dekaikıyla bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak; hangi zihayat olursa olsun, ekser anasır ve envaından numuneler, içinde vardır. Adeta kâinatın bir hülasası, bir çekirdek hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zihayatı bütün ruy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lazım geliyor. Ve madem esbabı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevi kalıba giren zerratı eritip döksün, ta dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki her şeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde bir tek şekil ve miktarda, sel gibi akan anasırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kütle halinde durdurmak ve zihayata muntazam bir vücut vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor.”(Lem’alar,s. 240)

Bu hakikatleri mantıklı ve muhakemeli görüşlerle ispat ettikten başka, Risâle-i Nur kâinatı ilim gözüyleinceler ve okur. Fizik ilimlerinin bütünü ışığında baktığında, kâinatı tek bir Yaratıcının eseri ve Esma-i Hüsnasınınaynası olarak gösterir. Her bir fennin, kâinatın işleyişinin bir yönünü tasvir ederek Yaratıcısını belliisimleriyle tanıttığını anlatır. Çünkü her bir fennin kaynağı, İlahi isimlerden birisidir; o fennin gelişmesi, oismin tecellilerini anlamak manasına gelir. Böylece, dinle çatışmak bir yana dursun, fenler Allah’ı tanımak içinbirer vesile olur.

Bu açıdan bakıldığı zaman, felsefenin soğuk, karanlık ve manasız dünyası, yerini hikmet ve gaye ile aydınlanmış bir kâinata bırakır. Risâle-i Nur kâinatı bir kitaba benzetir; gökler, yer ve mevsimler bu kitabın sayfaları, gece ve gündüz satırları, yeryüzündeki varlıklar kelimeleri, meyveler harfleri, çekirdekler de noktalarıdır. Bir sayfada birçok kitap, bir kelimede birçok sayfa, bir nokta içinde de bütün kitabın fihristi vardır. Bu geniş, içi çe münasebetler ve birliklerle dolu, kompleks ve mükemmel kitap öylesine yazılmıştır ki, her bir bölümü, hatta her bir harfi ve her bir noktası, onun tek Yaratıcısını bildirir. Bu kitap insana hitap eder; kendisini tanıtmak isteyen Müellifine, insanın bu kitabı ve bölümlerini okuyarak kâinat çapında bir ibadet, muhabbet ve şükürle karşılık vermesi için yazılmıştır. Onun içindir ki, bu kitabın gaye ve faydalarının çoğu insana bakar. İnsan ise, bu kitaptaki nizamı keşfedip varlıkların vazifelerini ve kâinatın işleyişini ilimler vasıtasıyla göstererek kâinat çapındaki bu kulluk vazifesine erişmiş olur.

Bu hakikati daha açmak için, Risâle-i Nur kâinatı bir ağaca benzetir. Unsurlar bu ağacın dalları, bitkiler yaprakları, hayvanlar çiçekleridir. İnsan ise, Allah’ın bütün isimlerine bir ayna olarak yaratılmış çekirdek hükmündeki kalbiyle birlikte, bu ağacın meyvesidir.

Kâinat ağacının meyvesi olarak, insan, şümullü mahiyetiyle, İlahi isimlerin tamamına mazhar olabilecek bir kabiliyettedir. Onun bütün varlıklar üzerindeki üstünlüğü de burada yatar. Bu ağacın ve bu kitabın bölümlerini tanıtan fenler, bu suretle İlahi isimleri tanıtmış olurlar. İnsan da, kabiliyetleri inkişaf ettikçe, bu isimleri üzerinde aksettirir. Böylece, bütün varlıklara mükemmelliklerini veren şümullü ilahi fiilleri onların ardındaki isimleri keşfedip tanıdıkça, insan kâinatın gayesini anlar ve muhabbet ve ibadetine karşılık verir. İşte, bilgi ve terakki yoluyla erişilecek böyle bir ibadetten ibaret olan insanın nihai gayesi de bu suretle anlaşılır. Kâinattaki buyüce gayeleri, maksatları ve hikmet eserlerini bu şekilde açıklayan, ibadet yoluyla erişilecek gerçek terakkiye işaret eden ve kendilerini manasızlıktan ve dalaletin çelişkilerinden kurtaran Risâle-i Nur, Batı dünyasının insanları için hayati ehemmiyeti haiz değil midir?

Allah’ın varlık ve birliği gibi, diğer iman hakikatlerini de, Risâle-i Nur, kâinattaki delillerini göstermek suretiyle ispat eder. Öldükten sonra diriliş, ahiret hayatı, peygamberlik, semavi kitaplar, melekler, kaza ve kader gibi iman rükünlerinde kesin delillere dayanan bir imanı elde etmenin yollarını gösterir. Bütün bunların akıl yoluyla anlaşılıp ispat edilebileceğini ortaya koyar. Risâle-i Nur ve Müellifinin, bu zamanın müceddidi ünvanını kazanmasının bir sebebi de budur. Hıristiyanlığın tahrif edilmesi sebebiyle bu meselelerde akılla barışık bir imandan mahrum kalan ve böyle izahlara karşı susuzluk içinde bulunan Batı insanına Kur’an hakikatlerini aktarmaya Risâle-i Nur’u layık kılan sebep de budur.

İnsanı, ölümden sonraki hayattan ve ebedi saadetten daha çok düşündüren bir mesele yoktur. Risâle-i Nur Kur’an’ın İlhamıyla bu hakikati aklen ispat edecek bir yolu bulduğu için, bir misal olmak üzere, Bediüzzaman’ın bu metodunu bizzat nasıl tarif ettiğini aşağıya alıyoruz. Bu pasajda atıfta bulunulan eser, Haşir Risalesi olan Onuncu Sözdür:

“[Bu eserin büyük kısmını teşkil eden bölümlerden] her bir hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vacibü’l-Vücudun vücudunu, hem esma ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden, ta en halis bir mü’mine kadar, herkes her Hakikatten hissesini alabilir. Çünkü Hakikatlerde mevcudata, asara nazarı çeviriyor. Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var. Muntazam fiil ise failsiz olmaz. Öyleyse bir faili var. İntizam ve mizan ile o fail işgördüğü için, hakim ve adil olmak lazım gelir. Madem hakimdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkem-i kübra olacak. İşte, Hakikatler bu tarzda ise girişmişler. Mücmel olduğu için, üç davayı birden ispat ediyorlar.”(Barla Lahikası, s. 161)

İman rükünlerini tek tek izah ederken, bunların birbirleriyle münasebet halinde bulunduklarını ve herbirinin aynı zamanda diğerlerine de delil teşkil ettiğini, Bediüzzaman Risâle-i Nur’da göstermiştir. Böylece, etrafımızdaki dünyada cereyan eden hadiseleri ve İlahi fiilleri “okudukça” ve Allah’ın varlığını ve isimlerini tanıyıp onlara dair kesin bir iman elde ettikçe, gözlem, düşünce ve tefekkür yoluyla, öldükten sonra dirilişe ve ahiret hayatına da delile dayanan kesin bir iman elde etmek mümkün olur. Bu nurun ışığında bakıldığında kâinat öyle canlı ve manalı bir hal alır ki! Şimdi, Batı insanına, zaten gözlemek üzere eğitildiği kâinatı tıpkı Kur’an’ın gösterdiği şekilde okuduğu takdirde o kâinatın mana ve hikmetle canlanacağını, mantıklı bir imana vesile olacağını ve bu suretle kendisini yokluk ve ölüm zulümatıyla kararmış bir manasızlıktan kurtaracağını anlatmaktan daha güzel bir şekilde Kur’an’a inanmaya çağırmanın yolu var mıdır? Risâle-i Nur’da baştan sonra Bediüzzaman kâinatın nasıl okunacağını anlatır. Kâinatı, Müellifinden manalı mesajlar taşıyan harfler olarak okumayı öğretir. Okuyucu, bu sürede, etrafındaki dünyadan sürekli olarak dersler çıkarır, sürekli olarak Yaratıcısına dair bilgisini arttırır ve iman esasları hakkındaki imanını ve kesin bilgisini takviye eder.

Haşir ve ahiret konularına devamla, Risâle-i Nur, dünya ve ahiret, görünen ve görünmeyen alemleri bir arada inceleyerek, varlık alemine bir bütünlük içinde, mantıklı ve top yekûn şekilde bir bakış açısı sunar ve insan ile fiillerini bu tablo içine yerleştirir. Bu da Batı insanı için büyük ehemmiyet taşıyan bir noktadır.

Çünkü, kesret alemine, sebeplere ve tabiata bakan materyalist ve tabiatçı felsefenin tesiriyle, Batının bakışı bu dünyaya ve bu dünya hayatına teksif edilmiş ve Batı insanı maddede boğulmuştur. Hatta Hıristiyanlığa ve diğer dinlere yönelenler bile kendilerini bundan kurtaramazlar. Yaratılışı itibarıyla fanilikten elem duyan ve maddenin ötesinde ebediyet arayan insan için ise bu bakış açısının neticeleri pek ıstıraplıdır.

Risâle-i Nur, dünyayı üç yüzlü olarak tasvir eder. Bir yüzü ilahi isimlere bakar; onların nakışlarını aksettiren bir aynadır. Fanilik, ayrılık ve yokluk bu yüzde yer bulamaz; burada sadece yenilenme vardır. İkinci yüz ahirete ve ebediyet alemlerine bakar; onlar için bir tarla ve Cennet için bir fidanlıktır. Bu yüz, ebedi mahsuller ve meyveler yetiştirir, ebediyete hizmet eder ve fani varlıkları ölümsüzleştirir. Bu yüzde de ölüm ve fanilik yoktur,sadece hayatın ve ebediyetin tecellileri vardır. Üçüncü yüze gelince, bu da fani varlıklara, yani, bize bakar. Bu yüz,aşağılık güdülerin peşinde koşanların sevgilisidir; uyanık ve şuurlu olanlar için ise bir ticaret ve imtihanyeridir. Herhangi bir sebeple ilk iki yüzü göremeyenlere dünya, ancak fanilik, ölüm ve ayrılık ifade eden bu ıstıraplıve çirkin yüzünü gösterir.

Dünyanın ilk iki yüzüne, onun Yaratıcısı hesabına bakılır. Bu yüzler, tabiat ve sebeplerin perdesiarkasında veya ötesinde görünür. Üçüncü yüzde fanilik ve ölüm ifade eden devamlı değişiklik ve yenilenmeler,bu defa birçok manidar gayelere hizmet ederler. Bediüzzaman, varlıkların gelip geçişlerini şöyle açıklar:

“Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbani ile seyyaredir. Şu mahlûkat,izn-i İlahi ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; alem-i gaybdan gönderiliyor, alem-i şehadette vücud-u zahirigiydiriliyor, sonra alem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbani ile, mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarakteneffüs eder, maziye dökülür.” (Mektubat, s. 233)

Varlıklar yokluğa gitmez, görünen dünyadan görülmeyen aleme geçerler. Görünmeyen alemde ve Allah’ınilminde onların bir varlığı vardır; İlahi ilim ve iradenin tecellisiyle bu görülen dünyada harici bir varlığa kavuşurlarve burada kaydedildikten sonra İlahi ilim dairesine ve ahiret ve gayb alemlerine geçerler. Varlıkların bu şekilde mütemadiyenakıp gitmeleri ve gelip geçmeleri, baştan aşağı hikmetlerle, faydalarla, gaye ve maksatlarla doludur. Risâle-i Nur,hikmeti her şeyi kuşatan yaratıcının bu dünyayı ilahi isimlerinin sayısız nakışlarını sınırlı bir sahadasergileyecek ve sonsuz manaları ifade eden sonsuz mühürleri bir küçücük sayfaya sığdıracak bir şekilde yaratıldığınıanlatır. Allah bu dünyayı verimli bir tarla şeklinde yaratmış ve onu daima taze mahsul verecek bir şekilde öylesinehazırlamıştır ki, kudretinin sayısız mucizelerini her an eksin ve devşirsin ve sonsuz rahmet hazinelerinden sınırsızhediyeleri orada teşhir etsin. Varlıkların akışıyla, Allah bu küçücük dünyada, ahiretin sınırsız dünyalarınayaraşacak genişlikte mahsuller yetiştirir. Aynı şekilde, sınırsız İlahi kemalini, cemal ve celalinin sınırsıztecellilerini ve rububiyetinin sınırsız azametini sınırlı bir zamanda ve sınırlı bir sahada böylece sergiler.

Diğer yaratıklar gibi, insanın fiil ve hareketleri de ahiret alemlerine akar. Bediüzzaman, bu muazzamhakikati şöyle açıklamaktadır:

“Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir vesilsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalananmevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecelligahıdır ki, dest-i Kudret bir hareket-i cedide ile kâinatı çalkaladığıvakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.” (Sözler, s. 490)

Burada Risâle-i Nur ile ilgili bir diğer önemli noktaya geliyoruz ki, o da, Risâle-i Nur’un bu derinmeseleleri herkesin kendi seviyesine göre anlayabileceği bir şekilde izah etmesidir. Risâle-i Nur, mukayese ve temsilyoluyla, uzak ve geniş hakikatleri bir teleskop gibi yaklaştırır. Bütün meseleler uygun karşılaştırmalarla,misaller veya hikâyelerle tasvir edilir; böylelikle eserlerdeki mantık ve muhakeme kolaylıkla takip edilir ve varılanneticeler kolayca kavranır. Risâle-i Nur’un üslûbu yumuşak ve tesirlidir; kusursuz delilleriyle kesin bir şekilde iknaeder. Muhtevası hakikat, Üslûbu hakikidir. İslam dininin böylesine yanlış tanıtıldığı ve yanlış anlaşıldığıBatıya gerçekleri aktarabilmek için bundan daha uygun bir vasıta olamaz. İslam’ı ve Kur’an’ı Risâle-i Nur vasıtasıylatanıyan kimse, her ikisini de mutlaka sevecektir.

Bütün bunlara ilave olarak, Risâle-i Nur din ile felsefeyi, iman ile inançsızlığı, hidayet iledalaleti, çeşitli muhtevalar içinde ve çeşitli seviyelerde karşılaştırır ve her seferinde de gösterir ki, doğrulukve hakikat kadar hakiki menfaat, mutluluk ve terakki de sadece birincisindedir. Felsefe, hangi şekilde olursa olsun, insanınyaratılışında bulunan sorulara cevap veremez ve ona gerçek saadet sunamaz. Çünkü felsefe bakış açısını dünyaile sınırlamış ve maddede boğulmuş, dünyayı ve insanı da manasızlık ve gayesizliğe mahkûm etmiştir.

Bu yüzdendir ki, felsefenin varlık alemini dayandırdığı tabiat ve sebepler gibi mefhumların çelişki ve çürüklüklerini ortayaçıkaran ve varlıkların yaratılışındaki hikmetleri ve yüce gayelere işaret ederek kâinat ve insanın yegâne mantıklıaçıklamasının Tevhidde bulunduğunu gösteren bir eserin, Batı insanı için, hiç şüphesiz hayati ehemmiyeti vardır.Gerçekten de, ilim ilerledikçe ve insanlar Batı felsefesinin çelişkilerini fark ettikçe, ilim ve dini bir araya getirenve Kur’an’ın Tevhide dair mesajını layıkıyla açıklayan Risâle-i Nur’un ehemmiyeti de artacaktır.

 

Kaynak: rne.com.tr

 

www.NurNet.org