“Eli kalem tutanlar” denildiğinde ekseriya, “acaba bu ifade ile, elinde kalem tutmasına mani bir sakatlık (engellilik) hali bulunmayanlar” mı kastediliyor diye merak ettiğim oluyor.
Kur’an-ı Kerîm’in 96. Sûresi olan Alak Sûresinin 4. Âyeti: الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
“O, kalem ile öğretendir.” mealindedir. Elmalı tefsirinde bu âyet ile ilgili olarak ilk söylenen cümle şöyledir: “Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de Odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.” Bu tefsir cümlesinde de “eli kalem tutan insanlar”denilerek insanlar arsında bir ayırım yapılmamış; âyetin genel olarak (tabii ki eli sakat veya organları bakımdan başka şekilde engelli olanlar hariç) tüm insanları içine aldığı ifade edilmiştir.
Gerçekten de organ yapısı bakımından insana en fazla benzerlik gösteren hayvan olan maymunun bile, elleriyle insanın yaptığı şeylerin bazılarını yaptığı görülmesine rağmen, kalemle yazdığına pek rastlanmamaktadır; kalemle yazmak yalnız insana mahsustur. İnsanlar kalemle yazmak kabiliyetlerini adlarını, soyadlarını, adreslerini, alacaklarını, vereceklerini, mektuplarını, ilim ve sanat tahsillerindeki ders notlarını, dünyevî meslekleriyle ilgili bilgileri ve diğer çeşitli yazılarını yazmak için çok yaygın olarak kullanırlar. Fakat bu saydıklarımız gibi sıradan olmayan bir yazı yazmak mevzubahis olunca, bazen “Eli kalem tutanlar” ayrıcalık ifade eden deyimini kullanmalarına da rastlanır ve öyle hallerde “Eli kalem tutan” olmak, onlar tarafından yazmak kelimesine başka bir manâ derinliği eklenerek söylenir; bu deyimle yazmak sanatı ve yazarlık mesleği kastedilir.
“Hitabet” kelimesiyle kısaca ifade edilen söz söylemek sanatı gibi, yazmak sanatı için de kısaca “kitabet” kelimesi kullanılabilir ve bu iki kelimeyle alâkalı manâların, benzerlik ve farklılık cihetlerinden mukayeseleri yapılabilir.
Bu mukayeseleri yapmak, fikrî sahada sanki mühim bir ihtiyaç haline gelmiş gibidir. Zira, hitabet ve kitabeti birbirlerinden çok ayrı şeylermiş gibi mütalâa ve kabul etmek ve bunların olgunlaşmış fikir temelindeki büyük iştiraklerini dikkat nazarlarından uzak tutmak, bir hata sayılabilir.
Bu hatanın en büyük zararına da faydalı ve ihtiyaç duyulan neşriyat yoluyla hizmete kifayetli şahıslarda rastlanabiliyor. Cemiyete en faydalı ve en fazla muhtaç olduğu mevzulardan bahseden yazılar yazabilecek fikrî tekamül seviyesine gelebilmiş bazı münevverler, ekseriya da kendilerine bu ayırım hatasını yaparak, bütün şartları haiz olduğu halde meyve vermeyen bir ağaç gibi, mukteza-yı hale muhalefet ediyorlar.
Halbuki, olgunlaşmış fikir temeline istinad eden hitabet ve kitabetten birine sahip olan, diğerine de istese ve gayret etse, sahip olabilir. Aralarındaki fark, fikrî malzemelerin başkalarına arz ediliş şeklindedir.
Bir fabrika, ihtiyaç mallarının imalâtı yanında bu malların ihtiyaç ve talep sahiplerine “arz”ını da usulü ile yapabilmelidir. Aksi takdirde fabrika, ürettiği mallarla kendi personelinin ihtiyacını karşıladıktan sonraki mal fazlasının piyasaya arzı ile pazarlamasını yapmaması halinde, faaliyetini de devam ettiremez.
Üretim tekniği kadar, üretilenlerin ihtiyaç sahiplerine arzı da, icaplarına riayet edilmesi lüzumlu olan bir ilim ve meharet işidir. Aksi halde, fabrikalar çalışamazlar.
İnsanların çeşitli ihtiyaç maddeleriyle alâkalı inşa edip çalıştırdıkları fabrikalarından başka, çok sayıda “fikir fabrikaları” da vardır ki, fikrî mahsullerinin arzını ihmal ettikleri için âtıl kapasite halindedirler.
Bu mevzuda, meşhur Psikolog Prof. William James’in şu sözleri dikkati çekmektedir:
“Biz yarı uyanık sayılabiliriz. Çünkü, fikrî ve fizikî kaynaklarımızın ancak az bir kısmını kullanmaktayız. Bu yüzden her fert pek mahdut bir hayat yaşamaktadır. Zira kullanamadığımız birçok kuvvetlere sahip bulunuyoruz.”
Risale-i Nur’da SÖZLER adlı eserde ifade edildiği gibi:
“İnsan bu dünyaya ilim ve dua ile tekemmül etmek için gönderilmiştir.” Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlı olduğundan insanın faydalı ilmi talep etmesi lâzım olmakla beraber, sadece kendi ihtiyacı için çalışan bir fabrika durumundan terakki ile mümkün mertebe geniş insan kitlelerinin en fazla ihtiyaçlarını hissettikleri malumatı da onların istifadesine arzetmenin yolunu ve yöntemini öğrenip tatbik edebilmesinin büyük ehemmiyeti olmaktadır.
Hitabet ve kitabet, insanların faydalı ve lüzumlu fikrî mamullerini ihtiyaç ve talep sahibi geniş insan kitlelerine “arz” ile ulaştırmasında iki mühim yoldur.
Hitabet ve kitabetin kazanılması, diğer bütün teknikler ve sanatlar gibi mümâreseye dayanır. Doğuştan bedenî arızaları bunları kazanmağa kesinlikle mani olmayan insanlar, mümârese ile hitabeti de kitabeti de elde edebilirler.
Bunun temelinde, iyi hedef seçmek ve seçilen hedefe iyi odaklanmak vardır. İnsan neye daha fazla ehemmiyet verirse ona daha fazla odaklanır, teksif olur; onunla daha fazla ve daha iyi yapabilmeğe çalışarak meşgul olur. O mevzudaki çalışmaları fiilî bir dua olur; ekseriya o fiilî duaları kabul edilir, neticede, o işinde başarılı olabilir. Bu, sporda da, ticarette de ilim elde etmekte de, hitabette de, kitabette de böyledir. İslâmî literatürde kendisinden çok yerde kaynak gösterilerek bahsedilen İbni Hacer’in (ismi “taşın oğlu” manâsında) isminin niçin bu manâsıyla meşhur olduğu, bu mevzuda ibretle okunabilir.
Hitabet ve kitabet vasıflarını sadece doğuştan sahip olunabilen kabiliyetler gibi görmek, gerçeği söylemek icap ederse, rahmeti celp edebilecek zahmetlere katlanarak sabırla ve sebatla çalışıp bu maharetleri kazanmağa meyl-i rahatla mani olan nefsin ileri sürdüğü zayıf ve geçersiz bir bahanedir.
Böyle bir bahaneciliğin arkasında pasif kalmak yerine, fiilî dua hükmünü alıp kabul edilebilecek esbabına tevessül ile hitabet ve kitabetin tekniklerinin elde edilmeye çalışılarak, cemiyetin manevî ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılması lâzımdır.
Sırası gelmişken, hitabet ve kitabetin temelde aynı şeye dayanmasına rağmen, hitabeti kuvvetli olduğu halde kitabeti zayıf veya kitabeti kuvvetli olduğu halde hitabeti zayıf olanların durumlarının da kısaca tahlili de belki şöyle yapılabilir:
Hitabeti çok iyi fakat kitabeti zayıf olanlar, o zamana kadarki ömürlerinde hitabet tekniği ile alâkalı mümâreseyi fazla, kitabet tekniği ile alâkalı mümâreseyi ise az yapmış olanlardır.
Kitabeti çok iyi olduğu halde hitabeti zayıf olanlar için ise, mümârese bakımından önceki halin aksi söylenebilir.
Mektep tahsili az olanlarda hitabetin iyi olmasına rağmen kitabetin zayıflığına daha çok rastlanır. Mektep tahsili bilhassa kitabet tekniğiyle alâkalı mümâreseye talebeleri daha fazla mecbur eder. Türkçe, dilbilgisi, edebiyat, kompozisyon gibi bazı dersler yanında, her dersten not tutmak, ödev yapmak, yazılı imtihan olmak işleri de mektep tahsili olanların yıllarca yapmış oldukları kitabet tekniği eğitimleri ve uygulamaları hükmündedir. Bu eğitimleri ve uygulamaları biraz daha gelişmiş çalışma ile varılması istenilen hedeflere kanalize etmek, ihtiyaç duyulan fikrî meyvelerin kazanılmasına sebeb olabilir.
Mektep tahsili az olduğu halde kitabeti iyi olanlar ekseriyetle, meşgul oldukları meseleye ehemmiyet verip azim, sebat ve ciddî gayret göstererek, mektepte aldıkları bilgilerinin üzerine büyük ilavelerde bulunabilenlerdir.
Kitabeti iyi olan birinin hitabetinin de böyle olması beklenirken, bazen beklenenden zayıf görülmesinin bir kısım sebebleri, hitabet tekniğinin kendisine has kaidelerini öğrenip tatbike çalışmamak, mizacındaki bu mevzularda tezahür eden çekingenliği atamamak, hitabeti mühimsememek, muhataplarının durumuna da bağlı olabilen isteksizlik halleri, yorgunluk ve bedenî bazı yetersizlikler olabilir.
Neticeleri bakımından, tahlilleri ve mukayeseleri çok mühim olan kitaplar hacmindeki hitabet ve kitabet tekniklerinin, kısa bir yazı hacmi içerisinde ancak bazı esas noktalarına temas edilmesi mümkündür.
Hitabet ve kitabet vasıflarının ayrı ayrı veya birlikte, sadece doğuştan sahip olunabilen fitrî kabiliyetler olduğunu ve bu vasıfların çalışmakla kazanılamayacağını iddia edenlere şu tipik misallerin hatırlatılmasında fayda olabilir:
1- Hitabetiyle meşhur Çiçeron, doğuştan kekeme olarak dünyaya gelmişti. Fakat deniz kenarına gidip ağzına çakıl taşları doldurarak bağıra çağıra konuşmağa azim ve sebat ile uzun müddet gayret ederek, neticede hem kendisi kekemelikten kurtulmuş ve hem de bu mevzudaki mümâresesine devam ile hitabet tekniğini en yüksek seviyede elde ederek, tarihin en meşhur hatiplerinden biri olmuştur.
2- Doğuştan gözleri görmez veya elleri sakat olarak dünyaya geldikleri halde mümârese ile kitabet tekniğini kazananların da çeşitli misalleri vardır.
Bu yazının maksadı, cemiyetimizin en fazla muhtaç olduğu manevî ilaçların ve gıdaların bazılarının imalâtı ve bazılarının da kaynaklarından temini ile dağıtımını yaparak ihtiyaç sahiplerine arzı ile muhtaçlara ulaştırılabilmesinin temini için ilgilileri harekete davet olduğundan, yukarıda söylenenlerden sonra şu husus da açıkça söylenebilir: “Kendilerinde hitabet ve kitabet kabiliyetinin doğuştan mevcut olmadığını ve şimdiye kadar bu kabiliyetleri çalışmakla kazanamadıklarını söyleyenler, yukarıda verilen bazı misallerin de ışığı altında, bütün sebeblere tam tevessül etmeğe çalışmadıkça; bu mevzuda yaradılışlarını itham etmekte (Hâşâ) ve bu ithamı aynı zamanda bir bahane gibi kullanıp hitabet ve kitabet mevzularında üzerlerine düşecek hizmetlerden geri durmakta asla haklı ve mâzur sayılamıyacaklarını bilmelidirler.”