Etiket arşivi: A.Raif Öztürk

Kar Duası mı? Hangi Yüzle?

Yıllar önceydi. Belki de 20-25 yıl kadar geçti. Beykoz’umuzun büyük camilerinin birinde, nükteli ve anlamlı vaazlarıyla meşhur, H.Mehmet Karaahmetoğlu hoca efendiyi dinliyordum. Her vaazından sonra çok duygu yüklü dualar eden hocamız, o gün herkesi çok şaşırtmıştı.
 
“AMİN” diyerek vaaz sonrası duaya başladı ve 3-4 dakikalık duadan sonra “..Ya Rabbi bizlere, senin “İRCİIİY” (yani artık bana dön) emrine muhatap olduktan (yani öldükten) sonra, arkamızdan bol bol Kur’an okuyan nesiller nasip eyle” dedi.

Gümbür gümbür “AAAMİİİİN” seslerinden sonra hoca dua etmeyi kesti ve ellerini indirdi. Şaşkın şaşkın bakışan cemaate müşfik bir ses tonuyla: “Sizler bu duaya HANGİ YÜZLE amin diyorsunuz? Bu duaya amin demeye hakkınız yok ki! 200 000’e yakın nüfusu olan Beykoz ilçemizde az sayıda Kur’an kursu olduğu halde, kurslarımız bomboş.

Anadolu’dan gelen garibanlarla idare ediyoruz. Sizlerin çocukları nerede? Kur’ansız bir nesil yetiştirdiğinize göre, HANGİ YÜZLE bu duaya amin diyorsunuz? Kendinize geliniz! Bugün bana kızın, darılın, üzülün ama kendinize gelip tedbirinizi alırsanız, yarın çok sevineceksiniz…” 
 
Evet, o günkü duanın sonrası böyle sitem doluydu. Kızanlar da oldu, etkilenenler de oldu. Namaz sonrası homurdananlar da olduğunu duydum, fakat sadece o gün, yüze yakın kişinin evlatlarını kurslara yazdırdığını öğrendiğimde, çok sevinmiştim… 
 
Aradan belki çeyrek asır geçti. Bugün bile, son 3-4 seneden beri yürütülen KUR’AN ÖĞRENME SEFERBERLİĞİ devam ettiği halde, cami cemaatinin (!) % 50-55’i hala Kur’an okumasını maalesef bilmiyorlar. Bu konu gerçekten çok önemli olduğu halde, bugünkü konumuz KAR DUASI olduğundan, bu anekdotu sadece girizgah olarak arz etmiş oldum.

Maksadım, bu girizgaha dikkat çekerek, sizlerle birlikte “ACABA BİZLERİN KARDUASI YAPMAYA YÜZÜMÜZ VAR MI?” sorusuna cevap aramaktır. Fakat bu sorularımız, asla kar duasına ilk çıkan masum Yozgat’lı ve Nevşehir’li kardeşlerimize değildir, hepimizedir… 
 

 Anlaşılması zor olan konuların, kolayca anlaşılması için misal ve örneklemeler, Kur’ani ve edebi bir prensiptir. Ben de bu prensiple hareket ederek, önce bir misal arz edeceğim: 
 
{Yoksul ve sefalet içinde olan bir bölgeye, multimilyoner, hayırsever ve çok cömert bir zenginin belediye başkanı olduğunu düşününüz. Tüm halkı ırgat olduğu halde, başkan o beldedeki bütün arazilerin bedellerini ağalara ödeyerek, herkesi gayrimenkul sahibi yapıyor. Herkese traktörler, çeşit çeşit ticari araçlar, biçerdöverler, esnaf için de işyerleri ve gerekli tüm malzemeleri de ücretsiz hibe ediyor. Çevredeki akarsuları, susuz evlere sağlıklı tesisatlarla bağlıyor.

Kısacası insanlığın refahı için ne gerekiyorsa, halkına lüzumlu her şeyi eksiksiz bağışlıyor. Halktan ve sadece mükellef olanlardan beklentisi ise her gün muayyen saatlerde mahalle muhtarlığına uğrayarak, teşekkür ve memnuniyet izhar etmektir. Bir de huzur ve mutluluğun devamı için, belediyeden ilan edilen tebliğleri iyi takip ederek, harfiyen uygulanmasıdır…  Pek tabiidir ki ilk aylarda herkes çok-çok memnun olduğundan, istisnasız olarak o belediye başkanının taleplerini yerine getiriyorlar ve her gün teşekkür ve memnuniyetlerini izhar ediyorlardı.

Yıllar geçtikten sonra ise çoğunluk sefahate dalmış, tebliğlerin hiç birini uygulamaz olmuşlar. Hatta belediye başkanını bile tanımaz olmuşlar. Belediye başkanı, kendisine reva görülen bu nankörlüğe ikaz mahiyetinde, önce sularını kesmiş. Evlerinde, bahçelerinde ve tarlalarında susuzluktan mahsulat kurumuş, pislikten hastalıklar ve salgınlar başlamış, her şey tersine dönmeye başlamış. Halk, sularının KİM tarafından evlerine ve tarlalarına pompalandığını, o zaman hatırlamış ve başkana bir heyet göndermeye karar vermişler.

Fakat yıllardan beri, başkanın kendilerinden isteklerini yerine getirmediklerinin de utancıyla ve reddedileceklerini bildiklerinden ve bunu da hak ettiklerini anlamışlar. Bunun için de kesinlikle yapılması gerekenin, önce başkanın tebliğlerini ve ilk yıllardaki şartlarını, herkes tarafından uygulanmaya başlanmasına ve daha sonra, özür dileme heyeti oluşturarak, başkana müracaata karar vermişler. Başkanın ikazının doğru algılandığı ve gerekenin de yapılmasıyla orada huzur ve mutluluk yeninden başlamış…}  
 

Evet, misali ve örneklemeyi birçoğunuz çözmüş olabilir, ancak ben yine de kısa bir açıklama yapacağım. Kainatın Yüce, Gani (mutlak zengin) ve Cömert yaratıcısı olan Allah c.c., insanoğlunu 5-10 değil, yüz binlerce çeşit nimetlerle donatmış. Hayat kaynağı olan oksijeni burunlarına dayamış. Her türlü nimetlerden istifade etmemiz için akıl, göz, dil, burun v.d. teçhizatlar hibe etmiş. Muhtaç olduğu KAR ve suyu da okyanuslardan bulutlara yükleterek, bağ, bahçe, tarla, baraj, akarsı ve göllerine sürekli boşaltmaktadır. İnsanoğlundan ise sadece “kendisine, günde BEŞ kez minnet ve teşekkür etmelerini” istemiş. Sosyal yaşantıları için de bazı prensipler bildirerek, bunlara da uyulmasını emretmiş… 

Peki, bütün bu cömertçe ikramlara karşılık insanoğlu bugün, O Yüce Yaratıcının istek ve emirlerini nasıl karşılıyor? İnsanların %kaçı, bu emir ve istekleri yerine getiriyor? Manzara hiç de iç açıcı değil! Yukarıdaki örnekte olduğu gibi ve gönderdiği prensiplerde (Kur’anda) “Eğer şükrederseniz, nimetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz, azabım çok şiddetli olur” şeklinde ikaz edildiği için, belki de ilk ikaz olarak KAR ve SUYUNU KESİYOR veya kısıtlıyor. Bu ikazlar başka ülkelerde SEL, deprem, HORTUM, tsunami, SAVAŞ, bela, AIDS, fırtına, KASIRGA, hastalıklar v.s. gibi belki farklı şekillerde olabiliyor… 
 

Bizler bu idrak içinde; öncelikle kendi ülkemizdeki ihmallerimizi, hatalarımızı, eksiklerimizi, isyanlarımızı v.s. yanlışlarımızı düşünerek, önce kendimize bir çeki düzen verdikten sonra, Yüce Yaratıcımızın isteği doğrultuda yaşamaya karar vermeliyiz. O yüce Kudrete karşı bir istekte bulunabilmemiz için, elbette YÜZÜMÜZ olması lazım. Aksi halde, yani O’NDAN c.c. bir şey istemeye yüzümüz yoksa eğer, bu kuraklık yıllarca da sürebilir. Gereğinin yapılması arzu ve dileklerimle… 
 
TAC: “Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp, masumları da yakar.” (Enfal, 8/25) ..Çünkü, dünya bir sınav yeridir… 
 
“..Bir toplum kendinde olan (iyi) durumu değiştirmedikçe (bozmadıkça), hiç şüphe yok ki, Allah da o toplumda olan hali değiştirmez… (Nimetler ve güzellikler devam eder)” (Ra’d S., 11. A.)
A. Raif Öztürk

Memur Maaşları ve İbadetler

Memur maaşları denilince aklıma hep, “maaşı peşin alıp, devlete borçlanarak bir ay çalışmak” aklıma gelir. Yani tüm işçiler, bir ay çalıştıktan sonra maaş almaya hak kazandıkları halde, memurlar ise çalışacakları ayın maaşını ayın başında alırlar, sonra o maaşın hakkını, bir ay çalışarak öderler. Bu sistemin hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu düşünmek, bugünkü konumuz değil. Zaten bu sistemler, hiç kimsenin itirazı olmadan uzun yıllardan beri uygulanıyor.

Peki, bizim konumuz ne? Memur maaşlarının peşinen ödenmesi, yani “borçlandıktan sonra görev yapmayı” bana neyi çok hatırlatıyor? Veya bu durum niçin çok ilginç? Sizlerin de çok hayret edeceğinizden eminim…

Asrın en mühim İslam Alimi Bediüzzaman Hz.’nin çok önemli bir tespiti, şu memur maaşlarıyla tam örtüşüyor. Şu edebi cümleyi çözdüğümüz an bana hak vereceksiniz: “Ubudiyet (ibadetler) , mukaddeme-i mükafat-ı lahika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır…

Tam anlayamadık, değil mi? 90 Sene öncesinin en edebi bir cümlesi olan şu harika cümleye, kasıtlı olarak sabık devletler eliyle ve zorla yabancılaştırıldığımız için elbette anlayamadık! Dilimizi katletmelerinin zararlarını, ilmi eserleri anlayamamakta görüyoruz. İşte bu nedenle, genç kardeşlerimiz için şu edebi cümleyi bile açıklamak gerekiyor.

Anlamı şu: “Allah’a yapılan kulluk ve ibadetler, mükafatın bir sebebi ve başlangıcı değil, (yani Cennet v.b. mükafatlar beklentisine girmek için değil,) insana önceden verilen nimetlerin bir sonucu, bir neticesidir. Bu sebeple insanlar ibadet ederken, Cennet ve gelecekte verilecek nimetleri hak etmek için değil, daha önceden (hiç hakkı olmadığı halde) ihsan edilen nimetlere bir teşekkür mecburiyeti ile ibadet etmesi gerekir.” Yani, yukarıda arz ettiğimiz memur maaşları gibi, bu peşin aldıklarımızı ödemek için ibadet edilmeliyiz…

Daha açıkçası: Bizler, tüm ibadetlerimizin karşılığını PEŞİNEN almışız. İşte bu nedenlerle, bizlerden istenen kulluk ve ibadetleri harfiyen yerine getirmeye MECBURUZ. Hatta Cennet beklentisi içinde bile olamayız. Ancak Cennet de yüce Rabbimizin fazlından lütfedeceğini bildirdiği çok önemli bir mükafattır.

Peki, bu ücreti ne zaman ve nasıl almışız? Bunun cevabı da yine Bediüzzaman Hz.’den: “..Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız. (Görevliyiz.) Çünkü ey nefis; hayr-ı mahz (her yönüyle sırf hayır) olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelal, sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzak ismiyle, bütün mat’umatı (yüz binlerce çeşit gıdaları) bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. (Her mevsimde vagonlarca sergilemiştir.) Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. (GÖZler, güzel manzaralardan, renklerden, KULAKlar kuş sesleri, su şırıltıları v.d. seslerden, BURUN tüm güzel kokulardan, DİL ise bütün meyve, sebze ve tüm gıdalardan lezzet alır.) Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, ru-yi zemin (yeryüzü) kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur. (Ağaçların v.b. DAL ellerine takmıştır.) Sonra, manevi çok rızık ve nimetler isteyen İNSANİYETİ sana verdiğinden, (seni taş, ağaç, hayvan v.s. değil İNSAN olarak yarattığından,) alem-i mülk (görünen alem) ve melekut (göremediğimiz GERÇEK alem) gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra, seni batıl değil de en geçerli din mensubu MÜSLÜMAN yaratmış. … … …

Sonra, İMANIN bir nuru olan MUHABBETİ (sevgi nimetini) sana vermekle, gayr-ı mütenahi (sınırsız) bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yüce Rabbimiz de bizden istediği ibadetlerin karşılığını, bizlere PEŞİNEN ödemiştir…” Aynı memur maaşları gibi…

• Şu halde her İNSAN mutlak bir şekilde emredildiği gibi ibadet etmeye mecburdur.

Veya herhangi bir sebeple, o görevler ve emirler yerine getirilmez ise peşinen alınmış olanları iade etmek durumundadır. İADE etmesi kesinlikle mümkün olmadığına göre, vaad edilen ve hak ettiği cezayı da mutlaka çekecektir. İBADETLERİMİZ işte bunun için çok önemlidir ve asla ihmal edilmemelidir…

Mustafa İslamoğlu’ndan kulluk için güzel bir te’yid:

İnsan Rab olan Allah’a kulluk etmekle, ondan bir karşılık bekleyecek durumda değildir. Zira O’na yaptığı kulluk, alacağına karşılık değil, aldığına karşılıktır.

Çünkü insan, başta varlığı olmak üzere, her şeyini Rabbe borçludur. Kulluk etmesi, borcunu ödemesi anlamına da gelmez. Zira kulluk ederken alacağı her nefes, yaşadığı her an, kullukta kullandığı her organ, kalbinin her atışı yeni bir borçtur. Borç borçla ödenmez. O halde Allah’ın istediği kulun borcunu ödemesi değildir. Borçlu olduğunun bilincinde olması ve itiraf etmesidir. Eğer kul borcunu itiraf ederse, Allah ödemiş kabul edecektir.”…

“TAÇ” MESABESİNDE BİR AYET:

Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan) ’dır, Hamid (övülmeye layık) ‘dır.” (Fatır Suresi, 15. ayet.)

A. Raif Öztürk

Eleştirmeden Önce Şunu da Hatırla!

Malumunuz olduğu gibi, Şeytan insanları doğru yoldan saptırmayı, Cehenneme layık bir seviyeye düşürmeyi vaat etmişti. Yüce Rabbimiz ise ona “..insanlara sergilediğim bunca sayısız nimetlerime rağmen, sana (şeytana) inanırlar ve gaflete düşerlerse, ben de onlara müstahak oldukları Cehennemimi hazırlarım” buyurmuştu.

Evet, farkında olsak da, gaflette olsak ta, bu minval üzere sürekli İMTİHAN halindeyiz.

Şeytan ve avaneleri ise bizlere sürekli tuzaklar kurmakla meşguldürler. İnsanların en çok düştükleri tuzaklar ise SU-İ zan, (yani, başkaları hakkında iyi düşünmek varken, kötü düşünmek) bu nedenlerle de bir mü’mini eleştirmek ve neticede de maalesef kişiye GIYBET haramını işletmektedir. Bu konunun daha iyi anlaşılması için çok basit bir anekdot arz edeceğim:

Genç bir çift, başka bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken, karşı komşusu da çamaşırlarını asıyormuş. Kadın kocasına:

-“Bak, bu komşunun çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bile bilmiyor” demiş. Kocası ona bakmış, fakat hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.

Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış, “..bak,” demiş kocasına: “Bu kadın çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, acaba kim öğretti buna?” Kocası gayet sakin cevap vermiş:

-“Ben bu sabah biraz erken kalkıp, senin o komşuya baktığın penceremizin camını sildim, komşumuzun çamaşırlarında bir fark yok, hepsi bu!…”

***

Evet, dostlar; başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin (duygu, zihin, kalp ve niyetimizin) ne kadar temiz olduğuna bağlıdır…

Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce Kalp (pencere) durumumuza bakmak ve ‘iyi’ olanı görmeye hazır olup olmadığımızı fark etmek zorundayız.

Hatta, tuvaletten çıkıp, abdest almadan camiye giren kimse hakkında bile “münafık mıdır nedir, tuvaletten çıktı, abdest almadan camiye girdi” şeklinde su-i zan (kötü düşünce) yapamayız. Hüsn-ü zan (iyi ve güzel düşünme) yapabilmenin çarelerini düşünmeliyiz.

Mesela; “bu kişi mutlaka abdestliydi, fakat uluorta bakamayacağı avret yerinde bir çıban vardı. Herhangi bir sızıntı olup olmadığını kontrol etmek için tuvalete girdi. Baktı ve gördü ki, sızıntı yok, abdesti sağlam. Emin olduğu için de camiye girdi.” ..diye düşünmek zorundayız…

İşte İlahi hüküm:

-“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı (su-i zan) günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. (Hucurat S., 12. A.) ”

***

Şu son günlerde maalesef Mü’min, Kardeş ve Müslümanlar olarak, bir takım tarafgirlikler nedeniyle, bu hassasiyetlerimiz belli mahfillerde felce uğradı. Ve oklar, yaylardan çıktı.

Kısaca özetleyerek, ana konumuza geçmek istiyorum:

Güzel ülkemizin halkının çoğunlunun desteğini almış meşru bir hükümete karşı; tüm Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir şekilde ülke kalkınmasını ve büyümesini hazmedemeyen DIŞ ŞER Güçlere, iç şer güçler de destek vererek, korkunç tuzaklar kuruluyor. 11 Yıl içersinde her ne sebeple olursa olsun, bazı kuyruk acısı alanlar da maalesef bu tuzaklara maşa ve piyon oluyorlar. Bu oluşumun içinde de, maalesef dershaneleri bahane göstererek, ülke zararlarını hiç hesap etmeden balıklama atlayan ve sonra da düştükleri yanlışları dahi meşru görmeye başlayan can-ciğer kardeşlerimiz de bulunuyor.

En üzücü taraf ise her iki tarafın, birbirilerine acımasızca saldırarak, ne hüsn-ü zan kaldı ne de kardeşlik. Gıybet, iftira, su-i zan v.s. günahlarda yarışlar ediliyor…

Hele hele ülkemizin nadide Allah c.c. dostlarından hoca efendinin cezbeye kapılarak yapmış olduğu BEDDUALAR, bombaların fitillerini iyice ateşledi. Yukarıdaki İslami prensipleri bilmeyen veya çiğneyen birtakım taraftarlar Muhterem hoca efendiye “..Pensilvanya papazı”, “..kına yak!”, “kem söz sahibinin”, “Fetoş”, “Kur’an kursları kapatılırken, Esed zalimi yüz binlerce masum mazlumları katlederken, niçin böyle beddua etmedin?” gibi, GIYBET içerikli sözler uçuşur hale geldi. Bunlara karşılık yazanların bir kısmı ise tamamen ölçüsüz ve daha beter gıybetlere girerek, adeta su-i zan ve gıybet yarışı yapıyorlar.

Birazcık düşününüz ki; şu gıybetler hiç yapılmasa da, on kat arttırılarak da yapılsa, her şey olacağına varacak. Gıybet edenler ise MAALESEF gıybet ettikleri ile helalleşemeden, KUL Hakkı ile Allah c.c. huzuruna çıkacaklar. Peki bu günah yarışında zarar eden KİM?… !

Muhterem hoca efendinin o BEDDUALARINA da şöyle HÜSN-Ü ZAN yapılabilir.

(Çözüm yine Bediüzzaman Hz.’den:)

“Cibali Baba kıssası (.{int.’den okuyunuz}yaşanan olayın hikayesi) nevinden olarak, bir kısım ehl-i velayet (Allah c.c. dostları), zahiren (görünürde) muhakemeli (yargılama kabiliyetli) ve akıl (akıllı) görünürken, meczubdurlar; (cezbe halindedirler- her şeyi idrak edemez ve göremezler) ve bir kısmı dahi, bazan sahvede (ayık, uyanık halde) ve daire-i akılda görünür, bazen aklın ve muhakemenin (yargılama kabiliyetinin) haricinde bir hale girer… ..İşte, muvakkat (geçici) veya daimi meczup olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef (yükümlü ve sorumlu) değiller. Ve mükellef (yükümlü ve sorumlu) olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. (Kınanmazlar ve hesaba çekilmezler) . Kendi velayet-i meczubaneleri baki kalmakla beraber, ehl-i dalalete (doğru yoldan sapan sapkınlara), ve ehl-i bid’aya (İslam’a sonradan sokulan yanlışlara) taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç (geçerlilik ve değerlilik) verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane (uğursuz ve kötü) bir sebebiyet verirler.” (26. Mektub, 9. M.)

Yani açıkçası, o muhterem zat mazur olabilir. Fakat ehl-i velayet olmayanlar, o sözlere sahip çıkarak sürdürmeleri halinde, tamamen mes’uldürler ve sorumludurlar…

Yüce Rabbim hepimizi muhafaza eylesin. Çünkü; son pişmanlıklar asla fayda vermez…

NOT: 26 Mektubun tamamını ve İHLAS RİSALELERİNİ tekrar tekrar ve anlayarak okumaya, bu zamanda çok ihtiyacımız var. Lütfen ihmal etmeyiniz…

A. Raif Öztürk

Risale Ajans

Yalanlar, tencereler ve netice? Bu gurupları sokağa döken gerçek sebep ne?

Yüce Dînimizin, YALAN söylemeyi niçin çok ciddi bir şekilde yasaklamış olduğunu, şu son olaylarda çok daha iyi anladık. Yalana sarılanların akıbetlerinin de HÜSRAN olacağını da tarihin tekerrüründen gören, her ayık kişi gayet iyi biliyor. Neticeyi de hep birlikte tekrar göreceğiz…

Gündemim ÎMAN ve KUR’ÂN programlarıyla dolu olduğu için, bu konulara hiç girmeyecektim. Ancak dün akşamki TENCERE-KAŞIK şakırtıları, nâralar ve kornalardan oluşan ses kirliliklerinin sebeplerini araştırınca öğrendiklerim, bu konuya da birkaç dakika ayırmama vesile oldu. Şu Mübarek üç ayların Miraç arifesinde, böyle bir yazı yazmaya mecbur oldum.

Evet, her birimiz Âhiret yolcusuyuz, her dakikamızı mutlaka o önemli yolculuğa çok ciddi hazırlıklar yapmakla değerlendirmeliyiz. Ancak, diğer yandan yüce Dînimize, mukaddesatımıza, mutlaka gideceğimiz ahiret hazırlıklarımıza gölge düşüren faaliyetler sergilenirken, bundan da bîgâne kalamazdım. Neler olup bittiğini ve niçin sokaklara döküldüklerini tahlil ederek, atılması gereken adımlarımızın da en iyi bir şekilde hesaplanması gerektiğini bilmek zorundayız.

Neler olup bittiğini ve bazı gurupların niçin sokaklara döküldüklerini, doğru anlamak için, öncelikle kimlerin sokaklarda olduğunu doğru tespit etmek lâzım. Ciddi bir araştırma sonunda öğrendiğime göre, sokaklara dökülenler CHP, ETÖ, TİP ve benzer diğer sol tandanslı guruplar olduğu anlaşıldı. Yani mukaddeslerimizi savunanlara karşıydı…

  • Peki, bu gurupları sokağa döken gerçek sebepler neydi?

Onların hükümran oldukları yıllarda olduğu gibi, susuzluk problemi mi vardı? Bir bidon su alabilmek için su tankerleri altında ezilenler mi vardı? Sokaklarda kokuşan, dağlar gibi ÇÖP yığınları mı vardı? İşçi ve memurlar maaşlarını mı alamıyorlardı? Yakıt kuyrukları kilometrelerce mi uzamıştı? En önemli ihtiyaç maddeleri olan YAĞ, ŞEKER v.s. yokluğu mu yaşanıyordu? Bankalar hortumlanıp, halk mağdur mu edilmişti? Yeşil sermeye ve irtica saçmalıklarıyla fişlenen, Mutaassıp müesseseler mi batırılmıştı? Bir Cuma namazında Fatih camiini bombalama kararı, Türk jetini düşürüp Yunan’a yamayarak savaş çıkarmayı kararı alındığı için mi sokağa dökülmüşlerdi?…

  • Hayır, hayır! Bunların hiç birisi değil…

Hatta, ayyaş, gezi parkı, AVM meseleleri de değil.

Duran saatin günde iki defa doğru göstermesi gibi, Kılıçdaroğlu’nun da bu konudaki isabetli açıklamaları her şeyi anlatıyordu: “Gezi parkında başlayan olaylar,  AKP iktidarının getirdiği baskının bir sonucudur.”

  • Şimdi çok iyi düşünelim:

Bu iktidarın, ana muhalefete rağmen, BASKI ile uyguladığı icraatlar neler?

CHP kadın kolları bildirisinden alınan, iktidarın YÜZ KARASI diye adlandırdıkları ve hazmedemedikleri icraatları, kendi ağızlarından sadece birkaçını görelim.

  1. Eğitim sistemimizin DİNSELLEŞTİRİLMESİ, çocuklarımızın çağdışı bir ideolojiye teslim edilmesi. (Önemli bir suç! Ve yüz karası!)
  2. Kutlu doğum haftalarına müsamaha göstererek, irtica-i faaliyetlere çanak tutması. Bu tür başka programlarla, yalan yanlış bilgi ve dogmaların topluma taşınması. (Önemli bir suç! Ve yüz karası!)
  3. Diyanet işleri Başkanlığı`na bağlı olarak faaliyet gösteren 5 bin Kuran Kursu`na, bin tane daha eklenmesi(Önemli bir suç ve yüz karası!)
  4.  Kadın hak ve özgürlükleri adı altında, irticâ-i bir giysinin yani BAŞÖRTÜSÜNÜN dayatılması.(Çok önemli bir suç ve yüz karası!)

Bunlara eklenen, Taksime cami sözü, ayyaş meselesi vs. bardağı taşıran son damlalardır.

Yahu, sizin BASKI dediğiniz veya yüzkarası saydığınız icraatlar, şu necip milletin HASRET kaldığı icraatlardır. Çağlayana karşı meydan okuyan, kendisine yazık eder. Bu millet desteğini, bunlar için yüzde 34’lerden 50’lere yükseltti. Eğer siz bunu fark edemediyseniz, şu milleti hiç anlayamazsınız…

***

  • Şimdi gelelim bardağı taşıran YALANLARA:

1.) Bülent Arınç’ın oğlu gezi parkına açılacak olan AVM’ye ortak: Bu iftira çıktıktan sonra açıklamalar geldi ve bu olayın ASLA aslı yok.
2.) Panzerle ezilen genç resmi: En çok tepki çeken fotoğraflardan. Olayın aslı Yabancı bir ülkede bot motorundan yaralanan bir kişidir.
3.) Sosyal medyalara erişim engellendi: Bu bugün çıkan bir yalandı.
4.) Binlerce polis istifa etti: Gerçek sayılar en fazla 3-4.
5.) İstanbul Emniyet Müdürü görevden alındı: NTV son dakika adıyla açılmış bir face hesabın uydurmasıydı.
6.) Polisin gerçek mermi kullanması: Kesinlikle aslı yok.
7.) Köpeğe biber gazı sıkan polis: Bu fotoğraf daha öncede vardı, şu günlerde çok paylaşıldı. Fotoğraftaki kişiler İtalyan polisi. Provakatörler tarafından foto montajlanmış.
8.) Polislerin ilaçlı suyla göstericileri bayıltması: Bu gerçekten gülünecek bir haberdi. Fakat paylaşım sayısı on binleri geçti.
9.) Haber kanallarının face hesabı: Birçok haber kanalının face hesabı açıldı. Pravöke edici söylemleri anında yayıldı. Takipçileri 300’ü geçmezken RT sayıları 10 binlere ulaştı.
10.) Eylem 48 saat daha devam ederse Anayasa Mahkemesi hükümeti düşürülebilir, yalanı: Hiç bir ülkede böyle bir yasa mümkün değildir. Eylemin daha uzun sürmesi için uydurulmuştur.
11.) Eylemlerde Portakal Gazı Kullanıldı: Portakal gazı birleşmiş milletler tarafından yasaklanmış zararları büyük bir kimyasal silahtır. Topluma müdahale için böyle bir gazı kullanmak intihardır, kimse bunu göze alamaz. (CNN PRODUCER NOTE u okumanızı tavsiye ederim.)
12.) Eylemcilerin köprüden geçiş fotoğrafı yerine, 2012 maraton fotoğrafının paylaşılması.

Şu bir düzine yalan, sadece bazılarıdır. Bu yalanlara inanan, daha doğrusu inanmak eğiliminde olanlar sokağa dökümlüşlerdir. Hepsi bu kadar…

  • Acaba gerçekleri görünce, bunlar yaptıklarından UTANACAKLAR MI?
  • Acaba pişmanlık duyacaklar mı?
  • Veya acaba özür dileyecekler mi?…

Kendileri bilir. Eğer özür dilemezler ise bu olaylar iktidara % 10 oy kazandırır.

Özür dilerler ise % 5’e düşer… Çünkü bu millet sabreder, fakat asla af etmez…

Bekleyip göreceğiz…

A. Raif Öztürk / moralhaber.net

Fatih Sultan Mehmed’in LÂNETİNDEN Kurtulunuz!

Anaların gözyaşlarının dindirilmesi için yapılan gayretler için bu asil ve necip millet, gerçekten minnettardır. Her şeyi göze alarak gayretlerini esirgemeyen tüm yöneticilerden ve katkısı olanlardan, Allah c.c. ebeden Râzı olsun. Âmîin…

Ancak, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed SAV’in, yüzyıllar öncesinde “O NE GÜZEL KUMANDAN” diye müjdelediği Fatih Sultan Mehmed han tarafından, onarıldıktan sonra, adı bile değiştirilmeden CAMİ olarak vakfedilen Ayasofya, acaba niçin hâlâ ibadete kapalıdır? Bir gerekçe olarak, sadece Yunan’a yalakalık, asla kabul edilemez. Bu yüce mâbed, niçin hâlâ kan ağlamaktadır?

Ceberut tek parti zihniyeti tarafından kapatılarak, depo, müze, gazino, lokal, parti merkezi, ahır v.s. haline getirilen bir çok camimiz ve mâbedimiz, ASLİ HÜVİYETİNE kavuşturulmuşken, Ayasofya niçin hâla mahzundur acaba?

Oysa Ayasofya da 483 sene Cami olarak kullanılmış, Mimar Sinan tarafından da gerekli değişiklikler yapılarak tamir edilmişti. Üstelik Ayasofya, tapu, imar ve eski eser kayıtlarında da hâlâ cami olarak kayıtlı bulunuyor…

1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra, harap bir halde olan bu eser, Fatih Sultan Mehmet han tarafından restore ettirilerek camiye dönüştürülmüştü.  Ancak, özel mülküm dediği ve ferasetiyle de camiden başka maksatla kullanılması endişesi taşıdığı için, bu maksat dışında kullanılmasına sebep olanları, bir vasiyet belgesiyle çok sert biçimde lânetlemişti.

Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed SAV’in, yüzyıllar öncesinde “O NE GÜZEL KUMANDAN” diye müjdelediği Fatih Sultan Mehmed han, şöyle vasiyet etmiştir:

“Ayasofya, kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir. Bunu; Allah’a, Âhirete, O’nun heybetine inanan hiçbir mahlûk, sultan olsun, hâkim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez. Vakıf şartlarını kim değiştirirse, Allah’ın, meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerine olsun. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın.”

(Bu cümleler, vasiyetin özeti ve kısaltılmış hâlidir. Tamamını okumak isteyen aşağıdaki linki açarak okuyabilir: Bu kısım, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nde Bulunan Ayasofya İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesinden alınmıştır.)

http://www.moralhaber.net/haber-yorum/ayasofya-vakif-senedi-ve-fatihin-laneti/

Bu kadar detay ve belge vermemin sebebi; nereden bakılırsa bakılsın GASP olan bu icraatı aklamaya çalışmak amacıyla, bu lânet ve beddua vakfiyesini inkâr etmeye çalışan bazı top sakallı safdillerin hortlama gayretleridir. Akılları sıra, bu senet olmasa sanki “koskoca caminin ibadete kapatılma cür’eti”, MASUM (!!!) gösterilmeye çalışılıyor. Fakat maalesef, mızrak çuvala sığmıyor! Boşuna uğraşmalarla, komik duruma düşmesinler…

  • 1930’lu yılların arşivi incelendiğinde, Hasan Ali Yücel döneminde alavere-dalavere hile ve entrikalarla birçok itirazlara rağmen bir KARARNAME çıkartılarak, “şapka kanunu” gibi oldu-bittiye getirildiği görülmektedir. İşte bu iddianın da belgesinin linki:

http://www.ayasofya.org/tarihi-belge-ve-dokumanlar/171–ayasofya-camiinin-muzeye-cevrilisi.html

  • Evet, tablo maalesef böyle!

Bütün bu tedbirlere rağmen, Ayasofya’nın müze haline getirilmesi için atfedilmeye çalışılan hiçbir gerekçenin ve mazeretin sinek kanadı kadar bile değeri yoktur. Bu lânet ve beddua üzerimizdeyken, önü alınamayan musibetlere başka mazeretler aramak, biraz saflık olmuyor mu?

  • Bu saflıktan ve gafletten kurtularak, Ayasofya’yı en kısa zamanda ibadete açmak suretiyle, torunlarına küskün olan Fatih Sultan Mehmed Han’ın Rûhaniyeti memnun edilebilir.
  • Fatih’in torunlarına da ancak işte bu yakışır.

Devlet büyüklerimizden, bu yanlışın da en kısa zamanda düzeltilmesini cân-u gönülden istirham ediyoruz.

  • Bir Avrupalı siyasetçinin bile; “..Bence Ayasofya’nın ana mekânı cami olarak ibadete açılmalı; galeriler ise Hıristiyan âlemi ve bütün dünyaya açık halde kalmalı. Böylece her iki din mensupları Ayasofya’yı sever” ..demesi ne kadar da anlamlıdır ve yerli hokkabazlara da bir tokattır.

Eyyy Devlet ricâli! Yüzlerce kat daha büyük gayretlerle elde ettiğiniz başarılarınız unutulur, İstanbul’u susuzluk probleminden kurtarmanız unutulur, Davos başarılarınız unutulur, bu halkı kahreden Enflasyandan kurtarmanız unutulur, altı sıfır atarak paramızın namusunu kurtarmanız unutulur. IMF’E olan kambur borçları ödemeniz unutulur. Faizlerin sıfıra doğru inişi unutulur. TSK’Nİ, Adaleti, Üniversiteleri ve nice önemli kurumları ETÖ işgalinden kurtarmanız unutulur.

Ezber bozarak; iktidarda yıpranmak yerine, her seçimde güven tazeleyerek oy arttırmalarınız unutulur. İMKB değerini 17 500’lerden 65 000’lere yükselten başarılar unutulur. Diğer dev ülkeleri bile kasıp kavuran ekonomik krizlerden teğet geçirerek ülkemizi kurtarmanız unutulur. Çılgın projeler unutulur. Anaların gözyaşlarını dindirmeniz bile normal hayata döndükten sonra unutulur.

  • Fakat Ayasofya’nın, Fatih’in Rûhâniyetinin, bu konuda hassas olan şu necip milletin yıllarca içine akıttığı gözyaşlarını dindirmeniz, ASLA UNUTULMAYACAKTIR…
  • Bunu sizlerden cân-u gönülden istiyoruz…

A. Raif Öztürk