Etiket arşivi: A.Raif Öztürk

Son Süvari ve Bir Aşk Hikâyesi..

  • “Kim bu son süvari?” “Şahlanan bu esrarengiz süvariye, niçin âşık oluyorlar?…

Ünlü bir yayınevinde kitapları incelerken, “SON SÜVARİ” isimli bir kitaba takıldım. Elime alıp biraz inceledikten sonra çok ilgimi çektiğinden, satın alarak okumaya başladım. Bu kitap, okuyanı nûrani ve Rûhani atmosferlere sürüklediği için çok hoşuma gitti. En sevdiğim hocalarımdan birisi olan İhsan Kasım abi ile beraber olduğumuz bir zamanda, kendisine bu kitaptan bahsettim. Meğer İhsan hocam bu kitabın yazarını çok yakından tanıdığı gibi, bu kitabı da benden önce Arapça baskısından okumuş…

O kitabın yazarı olan Prof. Dr. Ferid El Ensari’yi çok iyi tanıdığını ve yakın arkadaşı olduğunu öğrenince, merak ettiklerimi İhsan hocama sormaya başladım.

Fas’lı bir İslâm âlimi olduğunu ve kendisiyle, hayretler içinde kalacağımız çok ilginç maceralar yaşadıklarını anlatmaya başladı.

Gerçekten İhsan hocamı dinledikçe, benliğimde fırtınalar kopuyordu.

Bu nasıl bir tevafuklar zinciriydi?

Bu güzide insana, Yüce Allah c.c. asrın imamını, ilginç bir senaryo ile nasıl tanıtmıştı?

Bu güzide insan ise asrımızın imamı ve en mühim İslâm âlimi olan Bedüzzaman Hz.’ni tanıdıktan sonra, nasıl kendisinden geçmişti? ..Ve ona niçin âşık olmuştu?

Bediüzzaman Hz. 23 Mart 1960’ta Hakkın Rahmetine kavuştuğu halde, bu âşık zât 2000 yılında, “..ben Bediüzzaman Hz.’nin kokusunu duyuyorum, onun öldüğüne inanmıyorum. Türkiye’ye onu görmeye gideceğim” diyerek, niçin yollara düşmüştü?

Prof. Dr. Ferid El Ensari 2009 Yılında İstanbul’da vefat edinceye kadar, hangi maceralarla karşılaşmıştı? En önemlisi de; ileri yaşlara kadar hiç tanımadığı halde, Risaleleri sadece tek bir defa inceledikten sonra âşık olduğu Bediüzzaman Hz. Kimdi?

İşte bunların hepsini, SON SÜVARİ isimli kitabında, Prof. Dr. Ferid El Ensari bir âşık üslubuyla anlatıyordu. Ayrıca, Bediüzzaman Hz. hakkında Arapça bir divan da yazmıştır.

6 Kasım 2009 tarihinde vefat eden Faslı Fıkıh âlimi ve yazar Ferid El-Ensârî’nin, Türkiye’de tedavi gördüğü sırada hastanede kaleme aldığı ‘SON SÜVARİ’ isimli roman, Şahdamar yayınları tarafından ilk kez Türkçe olarak yayımlandı. Yedi bölümden oluşan SON SÜVARİ; yazarın Bediüzzaman Hazretleri’ni, vefatından 40 sene sonraki arayışını, Bediüzzaman Hz.’nin, nurânî kokusu burnunda tüttüğü için, onun yaşadığına inandığını ve onun hayat hikâyesinde ve zaman içinde yaptığı esrarengiz yolculuğu anlatıyor.

El Ensarî, ömrünün son yıllarını Bediüzzaman Hazretleri’ni aramak, ortaya koyduğu iman mücadelesinin hikâyesine tanık olmak, neticelerini görmek ve onun günümüzdeki yansımalarına, başlattığı ekolünün hizmetlerine şahit olmak için Türkiye’ye gelmişti. İşte bu mücadele içindeyken, Türkiye’de vefat etti.

Bendeniz sizlere bu kitaptan daha fazla bahsetmeyeceğim. Bana en çok ilginç gelen, Prof. Dr. Ferid El Ensari’nin, Risale-i Nur ile nasıl müşerref olduğundan bir nebze bahsedeceğim. Çünkü; bu kitabı nasılsa alıp okuyabilirsiniz, ancak bu esrarlı tanışma senaryosunu, bu kitapta da bulamazsınız. Sadece bu köşede okuma şansına sahipsiniz.

  • İhsan Kasım hocamdan özel olarak dinledim:

-Risale-i Nur eserlerini, İslam âlemine de tanıtabilmek için çalışmalar yapıyorduk. Sırada FAS vardı. Fas Üniversitesinde bir arkadaşım olan Prof. Dr. Şahit Buşihi’ye Arapça Külliyat götürerek, bu eserlerden“önemli kavramlar ve muhteva çıkarmasını” istedim. Bu âlim zât bana “haddinden fazla çok meşguliyeti olduğunu ve mahiyetindeki Prof’lardan birine, emeğinin karşılığı verilerek çıkartabileceğini” söyledi ve rastgele birsini çağırdı. Onun tavsiye ettiği bir Prof. ile 3000 dolar karşılığında, bu işi yaptırmaya anlaştık. Verilen süre dolduktan sonra ise işin bedeli olan 3000 doları alarak FAS’A gittim. O zâta, yani Prof. Dr. Ferid El Ensari’ye 3000 doları vererek, neticeyi almak istedim. Fakat, o zât öyle çok değişmişti ki, “o kadar emeğinin karşılığını almaktan vaz geçtiğini, o paradan çok çok daha kıymetli bir hazine bulduğunu” söylemeye çalışıyordu. Evet, önceden anlaştığımız halde, o paradan tek bir kuruş dahi almadı. Çünkü o, bu Külliyatı tek bir defa okumakla, Bediüzzaman Hz.’ne ve Risale-i Nur’a meftûn ve âşık olmuştu…

Belki de siz; “Risale-i Nur eserlerini okuyup veya Bediüzzaman Hz.’ni tanıyıp, binlerce bilim adamı şapka çıkarıp düğme iliklemiştir. Hatta tenkit için, yani suçlayabilmek için tetkik eden savcılar ve hâkimler bile bu eserlerin tutkunu olmuşlar. Ne var bunda? Bu zât da bunlardan biri gibidir” diye düşünebilirsiniz.

  • Hayır efendim, bu durum çok farklı.

İslâm âleminden Arap âlimleri, düne kadar, kendi ülkelerinin dışından, (özellikle lâik bir ülkeden) çıkacak İslâm âlimlerini peşînen reddediyorlardı. Bediüzzaman Hz. işte bu ezberi bozdu. Neredeyse bütün İslâm âleminde Bediüzzaman Hz., baş tacı edilmeye başlandı. Eserleri de üniversitelerde, DERS KİTABI olarak okutulmaya başlandı. Fakat bendeniz, ona böylesine ÂŞIK olan bir İslâm âlimini, ilk defa duyuyordum. Kim bilir, belki de çok vardır…

***

Saygıdeğer dostlarım.

Böylesine mutluluk verici bir anekdottan sonra, sizleri üzmek istemezdim.

Ancak, hazmedemediğim ve üzüntüsünü her zaman bütün benliğimde hissettiğim, acı bir tablodan (özellikle gençlerimize) bahsetmeden geçemeyeceğim.

Belki de bu konuda bana, teselli yazan dostlar olur…

Yüce Rabbimiz tarafından, ‘asrımızın tüm problemlerine çarelerle donanımlı olarak’ gönderilen Bediüzzaman Hz., derin güçler, tek parti zihniyeti, iç ve dış DİN düşmanları tarafından, halkımıza öyle yanlış tanıtıldı ve ürkütüldü ki, halâ temkinli davrananlar var. Hattâ birçok din görevlileri bile, bu şâh-eserlerden istifade etmeye çekiniyorlar.

  • İşte bu şâheser hazinelerden, ülkemin insanlarının mahrumiyetlerini gördükçe, inanınız ki çok üzülüyorum…

Rahmetli babacığım bile bizlere, kendisi DİN görevlisi olduğu halde ve hatta müşkül problemlerini bu kitaplardan çözdüğü halde “bu kitapları eve sokmayın, yoksa sizi de hapsederler” diye bizlere tepkiler gösteriyordu.

  • İnsanları bu hâle sokan o şer zihniyetten, Yüce Allah c.c. hepimizi muhafaza etsin. Mümkünse, onları da islâh eylesin. İslâhı mümkün olmayanlara ise bir daha, asla güzel ülkemizi yönetim fırsatı vermesin… ÂMÎN.

Bütün bu engellemelere rağmen, “..Allah c.c. NÛRUNU tamamlayacaktı” ve de öyle oldu.

Ne mutlu bu bahtiyarlar zümresine (er veya geç) dâhil olanlara…

A. Raif Öztürk

Eş dövme “zulmü” ve boşanma!..

82 yaşındaki ABD’li televizyoncu Pat Robertson’un; karısına söz geçiremediğinden yakınan bir izleyicisine “Müslüman ol, karını döv” tavsiyesinde bulunma gafının vebâli, karısını döven TÜM gâfil ve cahil Müslümanlaradır. Pek tabiidir ki bu gafın sahibi masum değil, mevcut kinini kusmuş, ancak bu imajı ona verenler de mutlaka vebal altındadırlar…

kadına şiddetKusura bakmayınız biraz kaba oluyor, “karı” lâfı bile bize uymuyor, abes düşüyor ama bugünlerde aktüel ve revaçta olan bu haberin cümlesi böyle kurulmuştu. Bu haberi okuyunca tüylerim diken-diken oldu. Yarım asırdan beri İslâmiyet’i inceleyerek hareket eden, yazan, çizen ve eğitim vermeye çalışan bir kişi olarak, Müslüman’ların böyle bir intiba bırakması, inanınız ki çok ağırıma gitti. Çünkü İslâm’da böyle bir şey asla yok! Fakat, maalesef Müslümanlarda var. Oysa İslâmiyet, kadın bir eşya gibi satılıyorken, ayıp sayılan kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorken, kadını olabildiğince yüceltmiş ve ona ayaklarının altına Cennet serilecek kadar değer vermiştir. İslâm’ın örnek ve model Peygamberi SAV tek bir hanımına tek bir fiske dahi vurmamış, hatta hiçbir defa bile azarlamamıştır. O gün ondan örnek alan sahabeler de aynı şekilde davranmışlar ve hanımlarının dırdırlarına bile sabretmişlerdir.

Hatta şu olay çok anlatılır:

Hanımının dırdırından usanan, fakat İslâm’ın bu konudaki hassasiyetinden taviz bulamayan bir sahabe, Hz. Muhammed’den aldığı terbiye nedeniyle hanımına hiç bir şey yapamamanın sıkıntısıyla, Hz. Ömer’e koşar. Maksadı, hanımını Hz. Ömer’e şikâyet edip, bir nevi taviz veya fetvâ almaktır.

Hz. Ömer’in evine yaklaştıkça bir kadın sesi duyar ve yavaşlar. Biraz dikkat edince anlar ki Hz. Ömer’in hanımı, söylenip duruyor. Heybetiyle, cesaretiyle, şecaatiyle, haşmetiyle ve hiddetiyle herkesi titreten Ömer, hanımına karşı çok yavaş konuşuyor. Sürekli alttan alıyor ve hanımını incitmemeye, azami derecede gayret ediyor. Hz. Muhammed’den SAV öğrendiği, hatta VEDÂ HUTBESİNDE de emrettiği “onları incitmeyiniz, onların da sizin üzerinde hakları vardır, sakın haklarını zâyî etmeyiniz” emrini yerine getiriyor.

Bunu gören şikâyetçi, şikâyetinden vazgeçiyor. Geriye dönüp, “ailede nezaketle uyum sağmanın” formüllerini aramaya başlıyor…

Rasülüllah’ın SAV ve sahabelerin örnek İslâm ahlâkından, sadece birini arz etmeye çalıştım. Yüzlercesi de bu minvalde olduğu halde, yanlış örf ve âdetler uygulanarak, hanımına eziyet eden, haklarını zâyî eden, hatta HAYVAN gibi döven kimseler, elbette vebâl altındadırlar.

Bu ifademden “hayvan dövülebilir” anlamı çıkarılmasın sakın, hani hayvanlar kendinden zayıfı bulduklarında, “hak-hukuk, yazıktır veya günahtır” şeklinde düşünmeden saldırırlar ya işte onu kast ediyorum.

Müslüman oldukları halde, İslâm’da hanımına davranış biçimlerini, doğru olarak öğrenememiş, maalesef yanlış olan örf ve âdetlerine, göreneklerine göre davrandıkları için, Müslüman’lara kara leke düşürüyorlar. Müslüman bir ülkede “hanımını uluorta döven”lerin haberlerini izleyen yabancılar ise bu davranışı, Müslüman’lara has normal bir davranış zannediyorlar. Ne kadar acı değil mi?…

Bediüzzaman Hz. boşu boşuna “..bizim üç büyük düşmanımız var, birincisi CEHALET, ….. ….” ..dememiş. Özellikle cahiller, konuları kendi çıkarlarına göre te’vil ederler. Konumuzun daha iyi anlaşılması için, şu belgeseli takdirlerinize arz ediyorum…

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, özellikle savaş sonralarında, cephedeki erkeklerin büyük bir kısmı şehid olduklarından, dul kadın ve yetim sayısı çok artmıştı. Evli çiftlerin kol kola veya yan yana dolaşmalarına, dul kalan kadınlar GIPTA ile bakıyorlardı. Bu ezikliği fark ve müşahede eden İslâm âlimleri ve cami imamları, geçici bir çözüm üretmişlerdi. 10-15 Sene, yani bu durum küllenene kadar evli aileler, sokaklarda yürürlerken, dul ve yetimlerin gıpta damarlarını tahrik etmeyecek şekilde ayrı-ayrı yürüyeceklerdi. Yani, mutluluk sergilercesine, kol kola, samimi havada, hattâ yan yana bile yürümeleri hoş karşılanmıyordu.

Bu kritik süre geçtikten sonra, yani yetimlerin ve dulların yaraları kabuk bağladıktan sonra, eski mutlu hallerine dönebileceklerdi. İşte bu nedenle tüm Anadolu kadını, geçici olarak eşlerinden 3-5 metre geriden yürüyorlardı. (Bu hassasiyetlerinden dolayı Allah c.c. onlardan râzı olsun.)

İşte bu süreç tamamlandıktan sonra, şehirlerdeki halk bu uygulamaya son verdi. Ancak Güneydoğu ve Doğu insanı bu alışkanlığını hâlâ sürdürmektedir. Bugün bile eşinden ayrı ayrı yürümeyi, önemli bir ÖRF, ÂDET ve AN’ANE zannediyorlar. Hattâ bir dînî vecibe zannedenler bile var. Eşi ile yan yana yürümeyi, çok ayıp ve günah zannediyorlar…

Her ne sebeplerle olursa olsun, aile içinde en önemli bir katalizör olan “sevgi bağları” zedelenmeye ve tahrip olmaya başlayınca, eşlerin ufak-tefek hatalarına tahammül de azalıyor. Bu erozyondan sonra ise tartışmalar, birbirilerinin hatalarını biriktirmeler, birden şarlamalar, sürtüşmeler, kavgalar, küsüşmeler artıyor. Hele hele hanım da herhangi bir işte çalışıyor ise eşinin kaprislerine hiç tahammülü olmuyor.

Cahil erkekler, İslâm’ın kadına (belli ve hassas birkaç Kur’ânî prensip dışında) bir fiske bile vurulmaması gerektiği hakkındaki emirlerini bilmediğinden, nefsinin tahriki ve Şeytanın da vesvesesiyle, kendisinden daha zarif olan hanımlarını dövme cesareti buluyorlar. Akabinde de huzursuzluklar, geçimsizlikler, tahammülsüzlükler ve en acısı da maalesef BOŞANMALAR geliyor…

İslam dini boşanmayı, ne Yahudilerde olduğu gibi olabildiğince serbest bırakmış, ne de Hıristiyanlarda olduğu gibi daraltmış ve yasaklamıştır. Önemli kurallara bağlayarak, Yüce Yaratıcımızın hoşlanmadığı bir hak olarak çerçevelemiştir.

Kâinatın en doğru sözlüsü ve Rabbimizin elçisi bu konuda şöyle buyuruyor:

Allah katında en menfur (nefret edilen) helâl (kadın) boşamaktır.” (Ahkamul Kur’an, c.2 sh. 110)

Evlenin ve (ciddi bir sebep olmadıkça) boşanmayın, zira boşanmada arz titrer.” (Ebu Davut ibnül-Humam, Fethul Kadir. c.2 sh.22)

Evlenin, boşanmayın. Çünkü Allah ne zevkine düşkün erkekleri, ne de zevkine düşkün kadınları sevmez.” (İbni Adi, Muh-Eha. sh.60)

Aile geçimsizliği şiddetlenip de ayrılık bir zaruret haline gelmedikçe, bir kadın zevcinden (kocasından) talâkını (boşanmayı) isterse, ona cennet kokusu haram olur.” (Tecrid c.2 s.376) (Evlilik ve mahremiyetleri, sh.256)

Zamanımızdaki boşanma sebeplerinden birçoğu, maalesef eşinden başka kimselere MEYİL ve TERCİH ile başlıyor. Kendi ailesindeki mutluluk sebebi güzellikler bile, o kişiye batmaya başlıyor. Şeytan ve nefis de hariçtekileri çok daha câzip göstererek, mutlu yuvaları çökertiyor. (STV’de “Farklı desenler-Feride” dizisinde bu konu çok güzel işlenmiş.)

İşte İslam dini insan fıtratına bakarak, “zina yapmayın” değil de “..zinaya yaklaşmayın” “nâmahreme bakmayın”, “gözlerinizi haramdan sakının” diye emrediyor. Ehl-i takva insanlar bu kesin emir sebebiyle de, yabancı kadınlarla tokalaşmaya bile razı olamıyor…

Konunun önemi nedeniyle biraz uzattım, kusura bakmayınız…

(“İslâm değil, Müslüman suçlu!…” Başlığı altında bu konuya devam edilecek.)

A. Raif ÖZtürk / moralhaber.net

Birtek Güzellik yetmez, diğer kriterlere bak!

 Ünlü işadamının birinin eşi, dünya güzeli bir kadınmış.

Kültürü, neşesi, ev sahibeliği, fiziği, sosyal ilişkileri, benzeri güç bulunur güzelliğe sahip, “şahane bir kadın” diye tanınırmış. Bu güzide çiftin boşanacakları haberi çıkınca ülke, bu haberle çalkalanmaya başlamış.

Yakın arkadaşları bir cesaret bulup, bu ünlü işadamına konuyu açmışlar:

– “Eşiniz, ülkemizin en güzel, en beğenilen, en gıpta edilen bir kadını.” Diye başlamışlar söze. Lâfı birbirinin ağzından alarak dakikalarca övdükten sonra, sözü şu suale getirmişler.

-Nasıl olur da ondan ayrılmayı düşünebilirsiniz?

Ünlü işadamı bacağını uzatarak:

– Şu çizmelerimi beğeniyor musunuz? Önce onu söyleyin bana. ..demiş.

– Çok güzel, hârika, süper kaliteli! ..v.b. cevaplar vermişler.

İşadamı devamla:

– Cins bir tay derisinden yapılmıştır. Yumuşacıktır. Sicilya’nın en marifetli çizmecisi tarafından, kendi eliyle, benim için özel yapılmıştır. Bir benzerini, bu kıtada bile bulamazsınız…

– Belli, kalitesi ortada. ..demiş arkadaşları, devamla, “Benzersiz derken haklısınız da, ama bunun, bizim sualimizle ne alakası var?” diye sormuşlar.

Arkadaşlarının merakını şu iki kısa cümleyle gidermiş:

Ayağımı çok sıkıyor. Bunları da değiştirmek zorundayım…

***

Evet; insanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan gözdür ama insanı insan yapan ağızdan çıkan sözdür, güzel ahlâktır, temiz ve ahlaklı soyu, Dîni ve uyumlu davranışlarıdır.

Eş adayı; neslimizin sağlıklı, ahlâklı ve imanlı yetişmesi için, gözü dışarıda olmayan, evine ve ailesine bağlı, güvenilir bir kişiliğe sahip olmalıdır.

· Gelin adayının ek bir meslek sahibi olması elbette çok iyidir, fakat asla o çalışmak zorunda bırakılmamalıdır…

Gelin; sadece evinin hanımı olmalı, kocasını “evdeki huzura kavuşması için, günü iple çeker hâle getirebilecek” niyet ve kabiliyette olmalıdır. Bu konuda eğitimli, bilgili ve becerili olmalıdır. Pek güzel olmadıkları halde, bu konuda çok başarılı olanların sayısı hiç de az değildir. Dış güzellik geçici, fakat iç güzellik kalıcıdır.

· Evliliğin en güzel meyvesi nesildir, evlâtlardır ve torunlardır. Kadını da dış işlerde çalışmaya mecbur bırakmak, böyle mutlu bir aile yapısına kavuşulmasına en büyük bir engeldir. Önce eşler arasında, (kıskançlıklar, birbirilerine ait sorumlulukları ihmal etmeler, diz boyu eksiklikler, birbirini suçlamalar, evlâtları ihmallerden dolayı maddi ve manevî hastalıklar v.b. gibi) ciddi sorunlar başlar.

Sonra evlâtların ahlâkı elden çıkar ve huzursuzluklar da zirveye çıkar. Böyle çocuklardan da nasıl torunlar geleceğini tahmin etmek, hiç de zor değil!…

· Geriye dönüp bakıldığında, belki de mal-mülk ve para elde edilmiş olur fakat huzursuzluklar, mutsuzluklar en önemlisi de kahredici pişmanlıklar elde kalır.

O kazanılan mal-mülk ve paralar harcanmaya başlanarak maddi ve manevi hastalıklara çareler aranırken, onlar da tükeniverir.

· Elde sadece acı pişmanlıklar, günah ve vebal yükleri kalır. Neticede de altında ezilerek kazandığınız hastalıklarla boğuşurken, neslinizin işlediği günahları izleyerek, sınavı kaybetmenin azabı ve ıstırabı içinde, âhiret yolculuğunuz başlayıverir… (Aşağıdaki ayetin bir nevi meali.)

Bundan sonraki akıbetimizi kurtarmak için, fabrikalarımızı, yazlıklarımızı, villalarımızı, lüx arabalarımızı ve çil-çil altınlarımızı tasadduk etsek bile, hiç bir işe yaramayacaktır.

· Çünkü bunların hepsi bizlere, zamanında ikaz edilmişti…

44. Sûre, 39. Âyet: (Ey Resulüm!) Sen onları, o hasret ve pişmanlık günü hakkında, o haklarında ilâhî hükmün yerini bulacağı günü anlatarak uyar. Çünkü onlar bir gafletin içine dalmış oldukları halde ve henüz (gerektiği gibi) iman etmemişken (bakarsın) iş olup bitmiştir…

Allah Resulünün de bu emir gereği olarak, bizlere binlerce kez haykırdığı ve hatta yalvardığı ortadadır.

Bizler ise “..ehh, iş, güç, okul, parti, maç ve çeşitli meşru meşguliyetler” derken, bu haykırışları duyamadık. Duysak da pek önem veremedik.

Bir süre sonra önem versek de, başlangıçta iyi bir planlama yapamadığımız için, birçok fırsatları elimizden kaçırıverdik…

Evet; her konuda planlama çok önemlidir.

Başlangıçta açıyı bir derece bile hatalı çizersek, uzun iki çizginin arasındaki açıklık giderek artacağından, gereksiz alan da artacaktır.

İşte bunun içindir ki:

Mutlu bir evlilik ve huzurlu bir ÂKIBET için, evlenmeden önce yukarıdaki kriterlere çok önem verilmelidir. Vesselâm…

Risale-i Nurdan TAÇ:

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gâyesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na îmân edip ibâdet etmektir. (İnsan her zaman, işte bunun idraki içinde olmalıdır.)

Ebedi ömrün önündedir. O ömrü bakide (Âhirette) göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Her kim hayat-ı fâniyeyi (Dünya işlerini) esas maksad yapsa, zahiren (görünüşte) bir Cennet içinde olsa da, manen (iç âleminde ve âhirette) cehennemdedir…

Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme…

 A. Raif Öztürk / moralhaber.net

Geyik Muhabbeti!

Geçtiğimiz hafta ısrarlı talepler üzerine, bir yakınıma misafirliğe gitmiştim.

Misafirliklerde; genellikle geyik muhabbetleri revaçta olduğu için, hem vaktimizin boşa geçmesi, hem de zaman zaman gıybete girilmesi sebebiyle, bu tür misafirliklerden soğumuştum. Çünkü; müdahale edip faydalı konulara yönlendirdiğim zaman, ev sahibinin veya oradaki diğer davetlilerin “..yâ hocam, şimdi ağır konuların zamanı mı? Kaçıncı asırdayız? Zaten ayda yılda bir araya geliyoruz. Ne güzel vakit geçiriyoruz işte!” gibi şuursuz tepkilerle karşılaşıyordum.

Oysa vakit geçirmek için illâ gıybete, film veya maç izlemeye, münakaşalara ve geyik muhabbetlerine hiç gerek yoktu. Hatta hiçbir şey yapmasanız da vakit zaten geçip gidiyordu. Hâlbuki vakit sermayesi bizlere, GEÇİRMEK İÇİN değil, en güzel bir şekilde değerlendirilmek ve onunla ebedî hayat için kazançlar elde etmek için veriliyordu. Eninde sonunda gideceğimiz ve sınırsız olan o ebedi hayatımızın, makam ve mevkileri, şu kısacık sermaye ile kazanılacaktı…

Evet; altın, para, arsa, mal, mülk, gayrimenkuller, antika eşya v.s birçok sermayeler, bekletildiği zaman değer kazanabilir, hatta değer kazanmasa bile, stok edilebilir. Fakat zaman, yani vakit, asla STOK edilemediği gibi, bekletildiği zaman da böylesine kıymetli olduğu halde, tamamen boşa akıp gider. Bizlere sayılı olarak ve zimmetli veriliş gayesinin dışında harcandığı için de, bizlere bu sermayenin hesabının verilmesi kalır. Bizlere bahşedilen zaman, o kadar çok kıymetlidir ki, Yüce Rabbimiz bunu vurgulamak için “zaman” üzerine yemin bile etmiştir. Zamanımızı, boşa harcadığımız zaman bile, bunun hesabını vereceğimize dâir birçok îkaz ayetleri vardır. (Aşağıda birkaçını arz edeceğim, inşallah.)

***

Bu kez, bu misafirlikte sükût durmayı, sadece dinlemeyi ve pek müdahale etmemeyi kararlaştırmıştım. Aslında, müdahale edilmeyince, “acaba % kaç oranında ciddi ve faydalı konulara girilecek” diye de merak ediyordum.

Bu duygularla diğer konukları izlemeye başladım:

Nasılsınız, iyi misiniz?” .. gibi klasik muhabbetler, 3 buçuk saatin sadece beş dakikasına sığdırıldı. Futbol, maç veya siyaset muhabbeti (muhabbeti yerine, münakaşaları demek daha doğru olur) buradaki zamanın % 70’ten fazlasını kapsadı. Bir hayli canım sıkıldı. Çünkü; bizlere, Yüce Rabbimiz tarafından yaratılış gayelerimiz “.. İnsanları ve cinleri ancak ve ancak Rablerini tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım” ve “..sizi, hanginiz daha güzel ameller işleyeceksiniz diye, imtihan ediyoruz” ve “şu kısacık fâni ömrünüzde, sakın gafillerden olmayın!” gibi ifadelerle bildirildiği halde, bu sorumluluk ve mükellefiyetin, hiç kimsenin UMURUNDA BİLE OLMAMASI çok ağırıma gidiyordu.

Bu kadar da lüzumsuz konuşmalara, daha fazla tahammül edemezdim.

Bir ara konuyu değiştirmek istedim:

-“Bugün, sabah namazımı Ataşehir’deki Mimar Sinan camiinde kıldım. Mısır’dan gelen dünya birincisi hafızlar Kur’ân ziyafeti verdiler. Binlerce kişi vardı. Hattâ bazı milletvekilleri ve bürokratları da vardı. Hârika oldu..” Gibi açış cümleleri kurdum, fakat sadece hatır için bir dakika kadar üzerinde duruldu. Ve hemen “keçiboynuzu” kabilinden boş konulara geçiliverdi. Böylesine gaflet içinde zaman harcanan bir odadan, başka bir odaya HİCRET zorunda kaldım.

Bunları niçin sizlere anlattım? Kısaca arz edeyim:

Saygıdeğer dostlarım. Her insan ölecek yaştadır, sadece yaşlılar değil.

Bakınız şair bu gerçeği, ne güzel ifade etmiş:

Bu günü düşünürüm, dün geçti, yârın var mı?

Gençliğe de güvenmem, ölen hep ihtiyar mı?…

Aslında tüm geyik muhabbetleri veya masiva denilen Allah’ın c.c. (ve rızasının) dışındaki her şey, lânete uğramış şeytanın, nefret ettiği şu insanlar için hazırladığı planları ve uygulamalarıdır.

İşte Nisa S., 118, 119. Âyetler: O şeytan ki: (Allahın lâ’netine uğrayınca) “Ya Rabbî, Senin kullarından mutlaka bir pay edineceğim (onları kendi tarafıma alacağım). Mutlaka onları saptıracağım, onları (şunu da edineyim, bu işimi de tamamlayayım, şöyle neşeli vakit geçireyim gibi) birtakım temennilerle oyalayacağım. ………” dedi. Kim ki Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinirse, apaçık bir hüsrana uğramış olur…

Oysa; Tekâsür suresinin sekizinci ayet-i kerimesinde:

Sonra o gün (yani kıyamet günü) her türlü nimetten mutlaka hesaba çekileceksiniz” buyrulmaktadır.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Ademoğluna kıyamet günü şunlar sorulmadıkça, asla yerinden ayrılamaz: Ömrünü nerede ve ne şekilde geçirdiğinden, İlmi ile ne yaptığından, Malını nerede kazanıp nereye harcadığından ve Bedenini nerede yıprattığından” [Tirmizî]

Evet dostlarım. Geyik muhabbetlerinden bile sıkılmakta haklıymışım, değil mi?

Diğer yandan Yüce Yaratıcımız Mü’minleri şöyle tanımlıyor:

O mü’minler ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.” [Mü’min S., 3. Âyet.] Aslında sadece bu Âyet, Mü’minin davranış biçimini çok net anlatıyor.

Hz. Ebu Bekir de bu konuda şunları bildiriyor:

“Allahın c.c. Gazabını ve azabını, ancak Allaha c.c. itaat etmek ve emirlerini yerine getirmek önleyebilir”. (!) Yani geyik muhabbetleri değil…

NETİCE:

Cehennemle sonuçlanacak olan, mutlu bir hayatta hayır yoktur.

Cennetle sonuçlanacak olan, sıkıntılı bir hayatta dahi ŞER yoktur…

A. Raif Öztürk / moralhaber.net

İnsan, ebediyete meb’ustur (gönderilmiş, yollanmıştır) ve saadet-i ebediyeye (ebedî Cennetlere) ve şekavet-i daimeye (sürekli azâba) namzeddir (adaydır). Küçük-büyük, az-çok her amelinden (her türlü yaşantısından) muhasebe görecek. Ya taltif (iltifat ve mükâfat) veya tokat yiyecek. ..Artık, sen bilirsin…

Dünya İnsanları Bediüzzaman’a Neden Hayran?

Bizler, Bediüzzaman’ın olağanüstü feraset ve fedakârlığına hayrânız.

Onun; Dünya hazinelerini, Riyaset ve tüm makamları, boğazda yalıları, hattâ çil-çil altınlarca maaşları elinin tersiyle iterek, “karşımda müthiş bir yangın var, içinde imanım ve evlâdım tutuşmuş yanıyor, onu kurtarmaya koşuyorum” diyerek, zalimlerin yüzlerine haykırışına hayrânız.

İnsanlık gereği mutlaka bilmemiz gerekenleri, bu asrın keşmekeşiyle, maişet ve dünyevi meşguliyetlerimiz nedeniyle unuttuklarımızı ve ihmal ettiklerimizi, yani şu geçici dünya hayatında SINAVDA oluşumuzu, bizlere en güzel bir şekilde anlattığı için ona hayranız…

Onun, muâsırlarına 100 annenin şefkatiyle bakarak, “ümmeti Muhammed’in îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” diye samîmâne haykırışına hayranız.

Biz ona, Kur’an’a olan dellallığından, Allahı c.c. tüm Esmâlarıyla ve Hz. Muhammedi sav. 300’den fazla belgeleriyle en güzel bir şekilde tanıttığından ve (hiç bir ayırım yapmadan) bu milletin imanının kurtarılmasını dert edişinden dolayı hayrânız.

Onun; asrımıza ait maddî veya mânevî arazlarımızı ve hastalıklarımızı doğru ve tam isabetli teşhislerine ve en etkili olan ilmî ve dînî reçetelerine hayrânız.

Onun; harama nazardan sakınmada ve takvâda zirve bir örnek, celâdet ve cesarette zirve bir örnek, insanlığa şefkatte ve merhamette zirve bir örnek oluşuna hayrânız.

Onun, hapishanedeki katiller koğuşunu bile, 2-3 ay gibi kısa bir zamanda, cemaatle 5 vakit namaz kılmaları gerektiğine inandırarak, birkaç kişiyi öldürmüş katillere, bir tahtakurusunu bile öldürmekten sakınacak şekilde iknâ etme kabiliyetine hayrânız…

Onun, esarette Rus kumandanına karşı ve kendi ülkemizdeki zalimliklere karşı, zerre kadar tereddüt etmeden dik duruşuna, zulümlerini yüzlerine haykırışına ve ilmin izzetini en güzel bir şekilde muhafaza edişine hayrânız…

Onun, kendisine bile zor yetecek olan çorbasının tanelerini, (çalışkan ve Cumhuriyetçi olduklarından dolayı) karıncalarla paylaşmasına, kedilerle paylaşmasına, çamaşır ipine konan sinekleri bile rahatsız etmemek için, yıkanmış çamaşırlarını başka yerlere astıracak kadar yüce şefkatine hayrânız…

Onun, asrın en seçkin İslâm âlimi olduğu halde kendisini, her zaman âciz, zaif, câhil, âsi, mücrim (hâşâ) v.s. kelimelerle, nefsini yerden yere vuruşuna, “..ben, kuru bir üzüm çubuğu hükmündeyim, üzümlerdeki hâsiyet, o kuru çubukta aranmaz” diyerek, Risale-i Nurlardaki güzellikleri de kendine mâl etmemesine hayrânız…

O mümtaz şahsiyetin, tüm dünya zevklerinden vazgeçip, İ’lâyı Kelimetüllahı dünyaya yaymak ve tüm insanların imanını kurtarmak uğruna, çektiği bunca çile ıstıraplara karşı gösterdiği SABIR ve metanetine hayrânız…

İşte o mümtaz şahsiyet, Seyyid veya Şerifliğinin ispat edilmiş olması elbette nûrun alâ nurdur. Ancak, bu durum hiç kimseye bir artı veya nâkısa getirmez. Herbirimiz, kendi amel ve icraatlarımızdan sorgulanacağız. Hatta, babamız Peygamber bile olsa, iltimas söz konusu değildir. Bu konuda çok net âyeti Kerîmeler ve Vedâ hutbesinde haykırılmış hadîs-i Şerifler de var.

Kur’ânda, yüce Rabbimiz Nuh AS’ın sitemine verdiği cevaba bakınız:

Oğlunu Tufan öncesinde gemiye binmeye ikna edemeyen Hz. Nuh’un “..Ey Rabbim. Hani bu felakette ‘EHLİM’den kimse helâk olmayacaktı?” diye yakarmasına, Rabb’imizin: “O senin ‘EHLİN’ değildi, SENİN ‘EHLİN’ SÂLİH OLANLARDIR!”.. cevabı, tüm insanlığa çok net bir mesaj değil mi?…

Hz. Muhammed bir gün sabah namazından dönerken, Hz. Âişe anamızın sabah namazına kalkamadığını fark edince, onu şöyle ikâz etmişti.

-“Ey ciğer pârem, bu konuda sakın babanın Peygamberliğine güvenme!…”

Cenab-ı Allah Hucurat Suresi 13. Âyete: “Ey insanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışanız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Haberiniz olsun ki, Allah katında en şerefliniz, en takvalınızdır.” Buyurmuyor mu?…

Az. Muhammed (sav) Hadîs-i Şeriflerde; “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz”..buyurmadı mı?…

***

NOT: Bu yazımı, Bediüzzaman Hz.’nin şeceresinin açıklanması üzerine, çok küçük ve lokal bazı rahatsızlıklar nedeniyle yazma ihtiyacı duydum…

A. Raif Öztürk / moralhaber.net