Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Sıkıntıdan rahatlığa geçen şükretmeli

Madem şükredenleri mükâfatını yalnız Allah verir. Biz şakirinden olmaya gayret etmeliyiz. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki nimet haddinden fazla çoğaldı fakat ne yazık ki şükür azaldı. Nimetin şükrünü eda edebilmek için: O nimetin yok olduğu devri hatırlamak lazım ki nimetin kıymeti bilinsin.

Şimdi madem Allah c.c bizi insan yaratmış. Bu insan kendini hiçten yoktan yaradan Allah’ına karşı lazım olan şükrünü eda edebilmesi için bilmesi lazım. Ve Allah İnsana Kur’anı Kerim göndermiş. Kur’an olmasaydı insanın bilmesi lazım olan çok şeyi bilemezdi ki noksansız şükrümüzü eda etsin. Madem ki Allah c.c ihsan olarak bizlere Kur’anı göndermiş. O zaman Allahımıza şükrümüzü ihmal etmeden eda etmeye çalışalım.

Peygamberimiz a.s.m. gelmeseydi Allahın dinini bize kim talim edecekti? Allah o mübareği bizlere göndermiş ki, hali ile, o mübarek ağzı ile, bizlere Allahu Azimüşşan Kur’anı Kerim ile nazil olan emri ma’ruf nehyi anilmünkerin hükümlerini bizlere talim etsin. Kur’anı Kerim var iken peygamberin hadislerini okumayın diyen aptalların safsata laflarını çöpe atın. O mübareği Allah bizlere göndermeseydi Allah kitabında bize ne emrettiğini anlamayacağımız kesindir. Peygamberimizi a.s.m. Allah bizlere gönderdiği için Allaha şükrümüzü eda etmeye çalışalım.

Daha önce hasta olup hastalığımızdaki sıkıntıdan kurtulup, ondan sonra Allahın rahmeti ile iyileştiğimizin bize verdiği rahatlığı düşündüğümüz zaman, Allahın bize verdiği sağlığın ne kadar büyük bir nimeti olduğunu, sağlığımız bize emrederek der, haydi, çabucak Allahın sana ihsan ettiği sağlığı için şükrünü, hulusu kalp ile eda et.

Sokakta yürürken Gözüne takılan tek gözlüyü görünce, sen onun gibi sakat olmadığını aklın sana ihtar eder ve der, gördün mü o adamı? Sende onun gibi biri olabilir idin. Hafızı Mutlak olan Allah seni onun gibi yapmadığı için O’na şükret. Ve sen onun gibi olmadığının ana sebebi, seni O koruduğunu bil. Her zaman, bilhassa namazlarını kıldıktan sonra Allaha yalvarman için O’na ellerini açıp dua eder iken Ya Rabbi sana çok şükür ki beni de o tek gözlü adam gibi, bir göz ile bırakmamışsın deyip; iki gözlü olduğun için Allaha şükretmelisin.

Sağlam olanlar sokakta sakat adamları gürünce, onlarda o sakatlar gibi olmadıklarından ötürü onlar Allaha karşı el açıp dua ederken Allaha şükretmek lazım olduğunu hatırlamaları için Allah seyrek bazısını çeşitli sebepler ile sakat bırakıyor.

Yokluk devrinden varlığa geçtik 

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden akrabayla, asker ile ancak 20-30 günde mektupla onlara ulaşıp onlarla haberleşiyorduk. Şimdi ise aynı saniyede telefonla, Amerika’da bile olsa karşımızda gibi konuşabiliyoruz.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden turşu suyuna ekmeği banarak yerdik. Şimdi ise sofrada önümüze serilmiş, çok çeşit yemekle dolu tabaklar konmuş, Afrika’da aç olanları düşünmeden yiyoruz.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Bizim kuyu 16 metre derin idi ihtiyaçlarımız için kuyudan kovayı ip ile salıp kuyudan su çekerdik. Şimdi mutfakta çeşme, tuvalette çeşme, banyoda çeşme akıyor. Kullanır iken susuzluk çekenleri hiç düşünmeden kullanıyoruz.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden evlerin çoğu gecekondu idi, Tayyip bey geldi, gecekonduların çoğu 5-6 kat apartman oldu, herkes lüks dairede yaşıyor.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden ihtiyaçlarımızı gidermek için 8-10 kilometre uzakta kasabaya yürüyerek giderdik. Şimdi taksi ile minibüsle çok çabuk gidip geliyoruz.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden bitkilerden yapılan hasırlarda otururduk. Şimdi ise 2-3 santim kadife halılarda, koltuklarda süngerden yapılmış oturaklarda oturuyoruz.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden, lastik ayakkabı çıkıncaya kadar dışarıda yalın ayak yürürdük. Şimdi ise herkesin deriden çok çeşit ayakkabı var.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden ben hacca bile ilk defa otobüsle gitmiştim. Şimdi yurt içinde bile başka şehirlere daha çok uçak ile gidiliyor.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden yaşadığım yerde evden biraz cami uzaktı camiden ezan sesi bizim evde duyulmazdı. Yalnız bizde bir çalar saat var idi, ramazanda iftar vaktinde komşular iftar vaktini öğrenmek için bizim evin önünde dizilirdiler bizim saata bakıp iftar etsinler. Şimdi ise her odada saat var.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden çiftçiler tarlayı çapa ile çapalıyorlardı. Orak ile ekinleri biçiyorlardı. Şimdi ise bunları makine hallediyor.

Allaha çok şükredelim, çünkü Onun yardımı ile çok şey değişti. Eskiden tarlayı öküz manda veya at ile sürer idik. Şimdi Allaha çok şükür traktör o işi yapıyor. Buna rağmen bazı aptallar geçim sıkıntısından şikayet ediyorlar. Bu manyaklar niye evdeki lüks hayata bakmıyorlar. Evde oğlanda kızda ve ailenin her ferdinde cep telefonu, bazısında 5.000 liralık ayfon marka; artık hiç bir evde çamaşırı hanımlar elle yıkamıyorlar buna benzer bir sürü lüks aletler ve fuzuli masraflar çok oluyor.

Aşağıda sayacağım haller müslümanlığın aleyhine olduğu için, müslümanları kahrediyor. Eskiden müslüman hanım pardesü değil vücudunun hatlaları belli olmamak için çarşaf giyerlerdi. Hanımların yüzleri açık yok. Her hanım yüzünü peçe ile örter idi. Tek partili İnönü devri hanımları gavurlara benzetmek için soydu. Her ne kadar bugün reisimiz tesettürü serbestleştirdi ise de hanımların çoğu islam kıyafetine ters olarak başı açık yarım çıplak geziyorlar. Erkekler ise Osmanlı döneminde hiç bir müslüman şapka takması şöyle dursun, takkesiz dışarıda gezemezdi. Şapkayı müslüman takamaz kitabını yazdığı için, İskilipli Atuf Efendiyi idam ettiler ve 80 sene civarında şapka kanunu Türkiye’de hükmetti. O sebepten müslümanlardan hala şapka ile gezenler var. Ötekiler şapkadan kurtulduklarının sevinci ile baş açık geziyorlar. Halbuki peygamberimizi hiç kimse başı açık görememiştir.

Diyarbekir Ulu Camii eski imamı Hafız Ali Mülayim Anlatıyor:
– Eskiden anneler evlatlarına “Siz, Kur’anı ezberleyin ve dindar insanlar olun, biz sizden başka şey istemiyoruz” derlerdi. Ya şimdiki anneler evlatlarından ne istiyor?

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Cemaatin kıymet ve ehemmiyeti

Cemaat olmanın o kadar çok külli hikmetleri ve kerametleri var ki; meselâ kimi bulunduğu cemaatte hizmet cihetinde oranın aklı gibidir, kimi kalbidir, kimi ruhudur, kimi elidir, kimi ayağıdır, hakeza aklı hükmünde olan kardeşler vardır ki, cemaat onunla düşünür, kimi kalbidir ora onsuz olmaz, kimi eli’dir cemaat onunla tutar. Kimi ayak gibidi, cemaat onunla yol alır, istikamet bulur, kimi uhuvvetidir, cemaat onla uhuvvet bulur, kardeş olur, tefani bulur.

Kimi duasıyla cemaate kuvvet verir, şifa olur, deva olur, nur olur. Kimi dinleyicidir, feyizler oluk oluk akar sinelerinden. Sessiz lisanlarindan aminler yükselir arş’a. Kimi okuyucudur, dalar tefekkür deryasına, eder sessizce en kalbi duasını.

Ve….Ve….Ve… Şahs-ı Manevi olur “nahnü” yani biz.

Yani anlayacağımız o ki, cemaatteki bütün kardeşlerimizin, hepsinin bulunduğu konum mühim ve ehemmiyetlidir. Çünkü hepsi bir şekilde hizmet görüyor. Öyleyse; hizmetin küçüğüne büyüğüne bakılmaz yeter ki ihlaslı olsun.

“Bir Nur Talebesi, kardeşinin eksiği varsa tamamlayacak, gediği varsa kapatacak, söküğü varsa dikecek, yarığı varsa tamir edecek. Dikkat edin, eğer bir kardeşinin yüksek sıfatları var, güzel hizmetleri var, güzel hususiyetleri var da; o kardeşinin o meziyet ve kabiliyetlerinden rahatsız oluyorsan sen çok çiğsin. Daha doğrusu kelek ve kabaksın. Git kendini tekmil et, anlıyor musun? Kardeşinin meziyetinden, kabiliyetinden dolayı içinde bazı mikroplar nüksediyorsa senin mesleğinde, senin dünyanda nakıslık var. Kendi niyetini düzelt.” (Hacı Hulusi Yahyagil)

“Öleceksem bu yolda öleyim.” (İlamalı Sabri Efendi)

“Dava adamının dünyasında mazeret yoktur.” (Prof. Şener Dilek)

“Allah’ın kulları arasında öyle bir topluluk vardır ki, aralarında kan bağı yoktur. Birbirlerine bağışladıkları herhangi bir malda yoktur. Onlar Allah için birbirlerini severler. Allah’a kasem ederim ki; Onların yüzleri Nurdur. Ve onlar Nur üzeredirler. İnsanlar korkarken onlar korkmaz. İnsanlar üzülürken onlar üzülmezler.”  (Hadis-i Şerif – Kütüb-ü Sitte)

“Mü’minlerden bir topluluk Allah’ın kitabını müzakere ederler. Allah da onların arasına sekinet ve huzur indirir.” (Hadis-i Şerif – Müslim)

Avukat Bekir BERK ve bir kısım Nur Talebeleri namaz kılarken onları gören Şeyh Maruf Efendi şöyle demiştir: “Bunların namazında sahabi namazı kokusu var. Ve hadis okumuştu. ‘(mealen) Ümmetimden bir taife var ki, onlar kıyamete kadar hak üzerine gideceklerdir’ O taife bunlardır. İşte NUR TALEBELERİ…

“Size hitab ediyor gibi, Risale-i Nurlar’ı okumakla her zaman devamlı olarak huzur-u daimiyi bulursunuz.” (Hafız Ali Ağabey’in Talebelerinden İslamköylü Hasan Efendi)

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Allah uzaktan kumandalı yaratıyor

Buna bakalım insan kendi kendine oluyor mu? Erkek 225.000.000 hücre atıyor. Hanımın tek hücresi erkeğin o kalabalık hücreler içerisinde kendine denk olanı seçip, hamile kalması için, hanımın karnında 7-8 saat çarpışıyorlar. Hanımınki, tam kendine denk olanı bulduktan sonra hücreler çoğalmağa başlıyorlar. Pis bir damladaki hücreden hücreler üremeye başlayıp, insan 80-100 trilyon hücreden oluşuyor.

İnsan yüzmesini bilmeden denize girse ölür. Ama, cenin 9 ay su içinde yaşıyor, ölmüyor. Orada ceninin eli oluyor, eline parmak oluyor, kafa oluyor, ciğerler oluşuyor, böbrekler, kalp oluşuyor vesaire. Günleri tamamlanınca sudan karaya çıkıyor. Bu işleri Allahtan başka kim yapabilir ki? Yeni doğan çocuk yanına eş dost toplanmıyorlar bakıp desinler “acaba bununda, gözleri ve diğer azaları var mı?” Çünkü o normal bir şey; yeni doğanların hepsi göz ve bütün uzuvlarla doğar. Peki aklı başında insan hiç düşünmeyecek mi ki desin, bu kendi kendine olmaz. Bu işleri ancak kudreti her şeye Hakim olan Allahtan başkası yapamaz.

İnsanların yaradılışında müsebbibül esbab olan Allah Celle Şanuhu dan başka kimsenin müdahalesi yoktur. Anne babayı yalnız birer sebep olarak Allah yaratmıştır. Çok üzgünüm bu asırda dünyaya gelen yavruların her yerinde yaşayan Türklere Allah hediye ettiği evlatların adlarını takarken Allahın memnun olduğu bir isim takacak yerde Türklerin çoğu kafasından bir isim uydurup takıyor. Erkek ise Ahmed, Mehmet, Mustafa gibi bir isim takacak yerde: Kaya, Coşkun, Akın ve buna benzer isimler takıyorlar. Kız ise: Ayşe, Fatma, Emine yerine, Tulay, Demet, Ajda, Hande, gibi din ile alakası olmayan isimler takıyorlar. Ben, babaların dindarlıklarını, çocukların isimlerinden öğreniyorum. bu sebepte. Ben fakir; dine uygun 100 erkek ismi ve 100 kız ismi seçip, manaları ile birlikte nurnet.org sitede kayıt etmişim, ihtiyacı olan oradan faydalanabilir.

Düşünün Allah hanıma anne olması alametlerini ona ihsan eylemiş. Erkeklere de hanımdan farklı alamet vermeseydi. Dünyada insanlar çoğalmazdı. Dünyada %30 erkek %70 hanım olsaydı, dünya yaşanmaz hale gelirdi, değil mi? Aksine de, %70 erkek %30 hanım olsaydı; yine olmazdı. O kudreti sonsuz olan Allah dengeyi, yed-i kudretinde tutuyor. Her ne kadar insanlardan, bazısı erkek istiyor Allah kız veriyor. Evlat istiyor, Allah hiç vermiyor. Yine de denge bozulmuyor. Erkek ve dişi sayısını eşit yaratmış. Araştırmışlar Avrupa da %50 erkek doğuyormuş. Aynı sayıda hanımlar da % 50 doğuyormuş. Türkiye’de ise çok az farklı: % de 49,5 erkek % de 50,5 Hanım doğuyormuş. Bu hal bile tek bir Allah bütün dünyaya Hakim olduğunu gösteriyor. Hayvanları ve kuşları da Allah çift cinsten yaratmış. Ağaçların çoğalmasını için bazısı aşı ile olur. Meyveli ağaçlar çok küçük tohumlar ile ürüyorlar.

Müslüman kardeşlerime bunu da ilave edeyim: Dinimiz vücutlarının hatları belli olmamak şartı ile hanıma el, yüz ve ayak hariç, tüm vücudunu örtmesini emretmiş. Erkeklere de diz altından, göbeğine kadar örtüp, diğer kısmının erkek açması serbesttir. Hanım ve erkek kısmının çoğu, dini kanunlara uymak için, değil layıklığın sosyete kısmına kendini uydurup, hanımlar yalnız başlarını değil, çoğu vücudunun hatları belli olması için dar elbise vücudunun yarısı açık gezebiliyorlar. Erkeklere helal yerlerini de örttürüp boğazlarını kravatla sıkıyorlar. Tam dine ters bir vaziyet alıyorlar.

Bunu unutmayalım; evlatları sağlam doğanlar teşekkürlerini tam yapmaları için çok seyrekte olsa bazısını Allah sakat yapar. Hanımlar Allahın emri olan tesettüre uymuyorlar ama ölümden korunmaları için devletin emirlerine uyup, herkes ağız ve burnunu maske ile kapatıyor. Çünkü Korona virüs can alıyor, o sebepten devlet bu kanunları uygulamaya halkı zorluyor. Peki Allah diyor: benim kanunuma uymayanlar ebedi hayatta cehennemde yanacaklar. Niye hanımlar o cehennem ateşinden korkup örtünmüyorlar? Erkekler de, yani bey hanımın örtünmesi için hanımını ve kızlarını zorlamıyor. Bu zavallıların ya imanları yok ya çok zayıf. Bu meselede bundan başka sebep bulamazsınız.

Bunu da ilave edeyim. Allah biz insanları bakın nasıl eşrefi mahluk yapmış 60 trilyon civarında hücre 96 km. kan damarları günde 100.000 atarak 9.000 kan pompalayan insanın kalbi dakikada 5-6 litre kan pompalar. Dakikada 100.000 mesaj alıp gönderen bir insan beyni 75 km. uzunlukta sinirler. Her gün 11.000 litre hava alan ciğerlerimiz. Her 5 dakikada bir, tüm vücudun kanını temizleyen iki böbrek 7 metre ince bağırsak 2 metre kalın bağırsak, 230 adet kemik, 50.000 farklı kokuyu tanıyan bir burun, 10.000 farklı lezzetleri tadabilen bir dil, yüzlerce farklı frekanstaki sesleri duyan bir kulak, 570 MegaPixel kalitede görebilen iki göz.

İnsanın beyni bir anda 48 çeşit iş yapabilen bir duygu, insanın beynine Allah 160 milyar hücre koymuş, vücutta olan diğer hücreler onlardan emir alıyorlar. Onlardan bazısı vücuttaki hücrelerin on bin tanesine, bazısı da iki bin tanesine beyinden emir geliyor. Bu şekilde vücuda maddi ve manevi emirleri Allah beyin vasıtasıyla vücuda emrediyor.

1 mm de 200 hücre var bunu mm lerin enindeki 200 hücre ile çarparsak 40.000 eder bunu da 1 mm karede kaç tane var olduğunu anlamak için yukarıya doğru 200 ile çarparsak 8.000.000 olduğunu görürüz.

İnsanda farklı hücre çeşitleri 210 kadar. İnsanın her saniyede 50 milyon hücresi ölür. İnsanda toplam alyuvarlar sayısı (eritrosit) 25 trilyon. Toplam akyuvarlar sayısı (lökosit) 25-100 milyar arası Toplam sinir hücresi 30 milyar. Beyin kabuğunda ki (korteks) sinir hücresi sayısı 10 milyar. Bütün sinir hücrelerinin toplam sinops sayısı 100 trilyon. En küçük hücre olan spermlerin boyu 3-5 µm 1/100 dır. Şimdi ilim çok ilerlemiş, ama ne sebepten bu insanların çoğu dini ibadetleri terk ettiği için imansız ve amelsiz olup Allaha isyan ettikleri maalesef cehenneme birer odun parçası yapıyorlar.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Hakimi Mutlak

RUBUBİYET-İ MUTLAKA DERECESİNDE HÂKİMİYET… HÂKİMİYETİN ŞE’Nİ VE MUKTEZASI, İSTİKLÂLİYET VE İNFİRADDIR.

“Bu kâinatta göz ile görünen hakîmane ef’alin ve basîrane tasarrufatın şehadetiyle; bu masnuat bir Hâkim-i Hakîm’in, bir Kebir-i Kâmil’in hududsuz sıfât ve isimleriyle ve nihayetsiz mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor. Evet bir hads-i kat’î ile bu eserlerden o Sâniin hem rububiyet-i âmme derecesinde hâkimiyeti ve âmiriyeti, hem ceberutiyet-i mutlaka derecesinde kibriyası ve azameti, hem uluhiyet-i mutlaka derecesinde kemali ve istiğnası, hem hiçbir kayıd altına girmeyen ve hiçbir hadd-i nihayet bulunmayan faaliyeti ve saltanatı var olduğu anlaşılır ve kat’î bilinir, belki görünür. Hâkimiyet ve kibriya ve kemal ve istiğna ve ıtlak ve ihata ve nihayetsizlik ve hadsizlik ise vahdeti istilzam edip, iştirake zıddırlar. Amma hâkimiyet ve âmiriyetin vahdete şehadetleri ise; Risale-i Nur’un çok yerlerinde gayet kat’î bir surette isbat edilmiş. Hülâsat-ül hülâsası şudur ki:

Hâkimiyetin şe’ni ve muktezası, istiklaliyet ve infiraddır ve gayrın müdahalesini reddir. Hattâ aczleri için muavenete fıtraten muhtaç olan insanlar dahi, o hâkimiyetin bir gölgesi cihetiyle gayrın müdahalesini red ve istiklaliyetini muhafaza etmek için bir memlekette iki padişah, bir vilayette iki vali, bir nahiyede iki müdür, hattâ bir mahallede iki muhtar bulunmuyor. Eğer bulunsa herc ü merc olur, ihtilâl başlar, intizam bozulur. Madem hâkimiyetin bir gölgesi, âciz ve muavenete muhtaç olan insanlarda bu derece müdahale-i gayrı ve iştiraki reddedip kabul etmezse; elbette acizden münezzeh bir Kadir-i Mutlak’ta, rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez. Belki gayet şiddetle reddeder ve şirki tevehhüm ve itikad edenleri gayet hiddetle dergâhından tardeder. İşte Kur’an-ı Hakîm’in, ehl-i şirk aleyhinde gayet şiddet ve hiddetle beyanatı bu mezkûr hakikattan ileri geliyor.” (Şualar:18)

BİR HÂKİMİYET-İ MUTLAKA VARDIR …

“Dördüncü Hakikat: “Hâkimiyet”tir. Evet bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev’i birer vazife ile müsahharane meşgul bulur. Zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkimane tekvinî emirlerin, âmirane hükümlerin, şâhane kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücuduna delalet ederler.

Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikatı vardır, elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünki müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa; intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki; zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.

Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakib kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hâkimiyeti için kardeşini ve evlâdını zalimane öldürmesi gösteriyor ki; hâkimiyet rakib kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa; elbette bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlak’ın hakikî ve küllî rububiyetine ve uluhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz. Bu hakikat, İkinci Şua’ın İkinci Makam’ında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli deliller ile isbat edildiğinden, onlara havale ediyoruz. İşte yolcumuz bu dört hakikatı müşahede etmekle, vahdaniyet-i İlahiyeyi şuhud derecesinde bildi, imanı parladı. ” (Şualar:152)

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Ayağı yere basmayan bir yazı

“-İstikbal inkılabatı içinde en yüksek gür seda, İslamın sedası olacaktır!”
……..Peki, İslam ümmetine bir üstünlük verilmiş mi?
-Evet. Hem de ne muhteşem!
Fakat bu üstünlük bir şarta bağlı. Yahudilerin üstünlüğü fıtrî, Hıristiyanların üstünlüğü tebeî, Müslümanların üstünlüğü şartlı!
Haksızlık gibi geldi size değil mi?
-Hayır, haksızlık değil. Siz “şahit” ümmetsiniz. Şehadetinizin kabulünü sağlayan bir vasfınızdır.
-Nedir o vasıf?
-İman!
İslam ümmetine verilen üstünlük mutlaktır ve imanına bağlıdır. Allah önümüze, bir fıtrî, diğeri tebeî iki üstünlük koyar. Sonra bize sesleniyor:
-Ben o ikisini üstün kıldım ama sana öyle bir üstünlük verdim ki seni onların üstüne çıkarır. Bu imandır. Şayet iman edersen, seni ikisinden de üstünsün. (Ve entüm a’levne in kuntum mü’minîn..) (Âl-i İmran, 139)

Bediuzzaman, Rüyada Bir Hitabe’de, o muhteşem manevi meclise Müslümanların neden mağlup olduğunu anlatırken, üç ihmalimizden söz eder. Namazı terk ettik, orucu terk ettik, zekâtı terk ettik… Bunları ihmal etmemiz ve terk etmemiz, bu yenilgiyi (Birinci Cihan Harbi yenilgisi ve Osmanlı’nın yıkılması) hazırladı der ve onlardan tasdik alır. Ama aynı meclis ona şu müjdeyi de verir:
“-İstikbal inkılabatı içinde en yüksek gür seda, İslamın sedası olacaktır!”

İşte bu günler, o cennet-âsâ zamanların başladığının müjdelerini taşıyor. Çünkü bizim istikbalimizin teminatı imandır. Onların üstünlüğü, şer güçlerinin etkileri, iman ehline geçmez. Allah, kendi üzerine bir hak olarak yazdı ki, Allah’ın gerçek kullarına bir halt edemeyecek.

O yüzden de yeryüzünde Deccal düzeni kurulduktan sonra, Müslümanlar için en mühim ve en kıymetli faaliyet imanları takviye ve tahkim etmek işiydi. Teknoloji, bilim, siyaset, tedbir bir yere kadardı. Çünkü bu ümmete üstünlüğü temin edecek yegâne kuvvet imandı ve iman olacaktı.
Tabii ki Deccaliyetin imha ve ifsat hareketlerinden biz Müslümanlar da nasibimizi almıştık. Müslüman, Müslüman olduğu ve ahirete inandığı halde, en küçük bir dünyevî menfaati, ahiret nimetine tercih edebiliyor, seve seve İblis’in hizmetine girebiliyordu.

Hâlâ da o etki bir şekilde içimizde devam ediyor. Çünkü Deccal’in biz Müslüman Türkler için özel çabaları ve çalışmaları oldu. O ve hizmetkârları, biliyorlardı ki Türk milleti, İslamın hizmetinden çıkarılmadıkça İslamiyete bir zarar veremezler. Türk bitmeden İslam bitmez, İslam bitmeden de İblis iddiasını gerçekleştirebilmiş olmaz. İnsanlığı bütün bütün ifsat edemez.
O yüzden Türk milletinin ifsat edilmesi ve onda karar kılmış dinin imha edilmesi gerekiyordu. Elinden Kur’an’ın alınması gerekiyordu (Gladstone’un konuşmasını hatırlayın). Öyle de yaptılar. Düşünün ki bu millet, bundan tam bir asır önce, kutsal kitabı Kur’an’ı okumaktan, dedesinin yazdığı kitabı anlayabilmekten, onun gibi giyinip yaşamaktan, onun gibi ibadet etmekten men edilmişti. Harf inkılabı adı altında bir gecede tüm millet okur-yazar olmayan bir seviyeye düşürülmüştü. Bunu içimizdekiler eliyle yaptılar tabii. Bu işin takip edici gözlemcisi de dönemin tek parti iktidarı oldu.
Ama aynı zamanda başka bir tecelli gerçekleşiyordu: “Mücrimler istemese de Allah nurunu tamamlayacak.” Allah bu milleti ayakta tutmayı ve onu yarın kendi dini için kullanmayı murat etmişti ki ona imdat etti!

O gün karanlık birden bire bastığında kimisi bir mum, kimisi küçük bir ateş yaktı. Kimisi elindeki küçük bir idare lambası ile o karanlığı aydınlatmaya çalıştı. Herkes de elhamdülillah bir parça muvaffak oldu ve o karanlığın içinde yitip giden milyonlara inat ellerindeki o küçük cemaatleri muhafaza ettiler. Ateşten ve küfrün karanlığından…
Bir kısım büyük zatlar, elde kalmış Müslümanları ve İslamiyeti korumak için çabalarken, Bediuzzaman, o zamana kadar görülmemiş bir yola tevessül etti ve Kur’an’ı, yeni bir dil ve üslup ile akıl ve hikmet yolunu tutarak anlatmaya, imanı yeniden inşa ve ihyaya başladı. Ne zaman?

-Tam da bu millet, bağımsızlığına karşılık dinini rüşvet vermeye zorlandığı bir dönemde. 1926 yılı itibarıyla.

İçi boşaltılan, sadeleştirme adı altında içinden mukaddesatı çağrıştıran tüm kelimelerin sökülüp atıldığı bir dönemde o, imanı takviye edecek ayetleri alıp tematik bir üslup ile şerh etti, izah etti.
Yok edilmek, ilahî kavramlardan yoksun bırakılmak istenen Türkçeyi bir Kur’an dili haline getirmeye koyuldu. Siyasetle hiç ilgilenmediği halde, onu hep o niyetle itham ettiler. 28 yıl hapislerde süründürdüler. Ama o yazmaya, özellikle de imanları tamir etmeye, güçlendirmeye devam etti. Çünkü biliyordu ki İblis’in ve Deccal’in hükmü ancak imansıza geçer. İman sahibi, Allah’ın koruması altındadır. Başka bir şey yapmak gerekmiyordu o an. Sadece imanların takviye edilmesi gerekiyordu. Bu çaba, Deccaliyetin karşısındaki Mehdiyetçi çabaların ilki ve en aktiflerinden biri oldu. Risale-i Nur, dinsizlik cereyanının karşısına bir kale gibi dikildi ve o kaleye girenler selamet buldu.

Temel prensibi, sadece imana hizmetti. Siyasetle ilgilenmedi, iman güçlendiğinde, kaybedilen her şeyin yeniden geleceğini/ alınacağını biliyordu. (İşte, yeniden ibadete açılacağını müjdelediği Ayasofya! Onun en büyük delilidir!) Nitekim de öyle oldu ve devam ediyor. İnananların çoğalması ve milletin yeniden uyanmasıyla 1950’lerden itibaren, bu millet tek parti iktidarına son verdi. Esasında bu, milletin Deccal düzenine bir tavrıydı. Onun en açık temsilcisi bildiği için bir daha da onu hiç iktidar etmedi. Onun yerine Demokrat Parti’yi iktidara getirmişti. Esasında DP de vaad ettiği ezandı. Ezanı asliyetine kavuşturdu. 

mehmetalibulut.com