Etiket arşivi: asr-ı saadet

Yaşanmayan bilgi

Asr-ı Saadetin büyük simaları arasında Huzeyfe b. Yeman, en ziyade kendisi gibi olmak istediklerimdendir. Hz. Peygambere ‘sırdaş’ olma gibi, Hz. Peygamberin münafıkların isimlerini bildirdiği yegâne insan olma gibi bir vasfa sahiptir Huzeyfe. Ve elbette, bu vasfa durduk yerde sahip değildir.

Onun babasıyla birlikte Hz. Peygamber’e kavuşmak üzere Yemen taraflarından Medine’ye doğru yola çıktığında tam da Bedir savaşının arefesinde aldığı nebevî terbiye, görülen o ki, fıtratındaki mertlik, ahde vefa, cesaret ve ferasetin tohum olmaktan ağaç olmaya doğru yol aldığı andır. Müşrikler tarafından tutulan, ancak Hz. Peygambere katılmayıp Medine’ye doğru yol almaları şartıyla salıverilen Huzeyfe, babasıyla birlikte Hz. Peygamberin karargâhına geldiğinde, iki ordu arasındaki Müslümanlar aleyhine 1’e 3’lük muvazenesizliği görünce verdiği sözden caymaya meyletmiş; ama Hz. Peygamber buna müsaade etmemiştir. En zor anda dahi ‘özü sözü bir’ olmanın, ahde vefanın, söylem-eylem uyumunun dersini veren bu nebevî tavır, Huzeyfe’nin sonraki hayatının tümüne yayılan bir vefa iksiri olur âdeta. Huzeyfe, Hz. Peygambere ‘sırdaş’ olacak derecede özü sözü bir, ahde vefasızlığın zirve hali olan nifaka ise asla müsamaha etmeyecek kadar da bakışı ve duruşu keskin biri olur.

Asr-ı Saadet hatıratı içinde, Huzeyfe b. Yeman’ın ‘emanet’ hadisinin ravisi olması da manidar değil midir? “Emanet insanların kalblerinin derinliklerine konulmuştur. Sonra Kur’ân-ı Kerîm indi” hadisi, onun dilinden yayılmamış mıdır sonraki kuşaklara. Bu uzun hadis, sadece bu ilk kısmıyla bile, yeterince büyük bir ders veriyor değil midir? İnsanların kalblerinin derinliğine ‘emanet’ konulmamış olduktan sonra, Kur’ân-ı Kerîm inse ne olacak, neye yarayacaktır ki? Emanet hissi dumura uğramış, vefasızlığı şiar edinmiş, hakikatin kökleşip yerleşmeye zemin bulamadığı bir kalb, sözlerin en güzel, en ulvî, en derin ve en hakikatlisini duysa bile ne yazar? Önce emanet kalblerin derinliğinde olacaktır ki, kalbinin derinliğinde emanet yerleşmiş olan insan ‘sonra’ indirilen Kur’ân’ı göz baş üstüne diyerek alsın, tohumu sinesinde tutan toprak misali âyetin mânâlarının kalbinde kökleşmesine müsaade etsin ve sonra da bu mânâların ‘mucibince’ amel edebilsin.

Ama Huzeyfe’nin zikrettiği aynı hadisin devamı, hüzün doludur: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselam bize emanetin kalblerden kaldırılışından da bahsetti ve buyurdu ki: ‘Kişi uykuda imiş gibi farkında olmadan kalbinden emanet alınır. Geride, benek izi gibi bir iz kalır. Sonra ikinci sefer, yine uykuda imişcesine, kişi farkında olmadan kalbindeki emanet duygusundan bir miktar daha alınır. Bunun da, kalbde bir kabarcık izi kadar bir izi kalır; şöyle ki, ayağının üzerinden bir kor parçasını yuvarlayacak olsan, değdiği yerleri kabarmış görürsün. Ama içinde işe yarar birşey yoktur.”

Hadis, emanetin giderek daha da kaybedildiği günleri anlatır ve şöyle son bulur: “Hatta dürüstler ‘Filan kabilede dürüst insanlar varmış’ diye parmakla gösterilir. Bazen de, kalbinde zerre miktar iman olmayan bir kimsenin ‘Ne civanmerd, ne kibar, ne akıllı kişi!’ diye övüldüğü olur.”

Sonra, Huzeyfe’nin sözleri gelir:

“Ben öyle günler gördüm ki, hanginizle alışveriş yaptığıma aldırmazdım. Muhatabım Müslüman idiyse, bana karşı hile yapmasına, dindarlığı mani olurdu.”

Bunun da sonrasında, isim vererek, filana, falana ve falana güvenirim; ondan gerisinden emin değilim de der Huzeyfe.

Aynı Huzeyfe, işte bu şekilde dertlendiği ahir ömründe, günün birinde, hayranı olduğum bir hiddet sergiler etrafındakilere. Hayranı olduğum bir hiddet, evet! Huzeyfe ki, haftalar, belki günler önce onlara Hz. Peygamberin gümüş kaplarda yemek yemeyi, su içmeyi mü’minlere yasakladığı haberini vermiştir. Ama işte o gün, susadığını belirtip su istediğinde, gümüş bir kabın içinde su sunulur kendisine. Kabın gümüş olduğunu anladığında, Huzeyfe suyu içmeden kabı hiddetle fırlatır atar ve onlara bu hadisi kendilerine rivayet ettiği halde nasıl bunu yapabildiklerinin hesabını sorar. Hakikat hatırına, emanet hatırına bir hiddettir bu. Hz. Peygamber gümüş kapta yemek yemeyi yahut su içmeyi mü’minlere yasak etmişse, bu, mü’minler için bağlayıcı bir emir hükmündedir. Böyle bir hadisi Hz. Peygamber’in sırdaşı bir sahabiden duyduktan sonra mü’minlere düşen, “Biliyor musun, Peygamber şöyle demiş” deyip sonra kendi kafasına göre ve alıştığı şekilde yaşayıp gitmek değildir. Bilgi, emanettir; kalblerde kökleşmek ve yaşanmak içindir. Peygamber aleyhissalâtu vesselamdan gelen bir bilgi, asla ve asla salt bir ‘bilgi’ düzeyinde bırakılamaz, böylesi bir bilginin karşısında ‘teflon tabiatlı’ bir duruşla durulamaz; bilgi alınır, içselleştirilir ve yaşanır.

Bilgi, yaşamak içindir.

Bedir günü arefesinde aldığı dürüstlük ve ahde vefa bilgisinden dürüstlük ve ahde vefa timsali bir hayat çıkaran Huzeyfe, Asr-ı Saadet ikliminde özellikle bu yönüyle bize ışık ve selam göndermektedir.

Metin KARABAŞOĞLU

Bir güneş doğuyordu Mekke ufuklarında

Tarih 20 Nisan 571.. Rebiulevvel ayının bir 12. gecesi… Pazartesi Sabaha doğru, henüz gün doğmadan bir güneş doğuyordu Mekke ufuklarından: Hz.Muhammed (s.a.v.).

Güneş doğunca nasıl zararlı mahluklar deliklerine girer, inlerine çekilir; O şanlı peygamberin teşrifleriyle de insanlığın canını yakan mal ve mülkünü yağma eden zalimler, zorbalar, haksızlar, hırsızlar inlerine çekildiler. Çünkü rahmet ve adalet güneşi doğmuştu artık. Çünkü zararlı yaratıkların, vahşi ve yabani varlıkların insanlık âleminde, medeniyet dünyasında yerleri yoktu, olmamalıydı.

Efendimizin dünyaya teşrifleri sırasında birtakım harikulâde olaylar meydana geldi: İran’ın merkezinde ateşe tapan mecusilerin, bin yıldan beri yanmakta olan ateşleri söndü. Yine İran’ın Medayin şehrindeki hükümdar sarayının ondört şerefesi yıkıldı. Save gölü yere battı. Suyu kurumuş olan Semave deresinin suları coştu, taştı. Kâbe’deki putlar yüzüstü yere düştü. Adetâ varlıklar şevkinden raksa kalktı, cezbeye tutuldu, cûş u huruşa geldi. Çünkü yıllardır hasretini çektikleri efendiler efendisi, yolunu gözledikleri şehinşah dünyaya teşrif ediyordu: Hz. Muhammed (a.s.v).

Hak yarattı alemi/ Aşkına Muhammed’in/ Ay ve Günü yarattı /Şevkine Muhammed’in

Ol dedi oldu alem/ Yazıldı levh u kalem /Okundu hatm-i Kelam Şanına Muhammed’in.

Varsın nasipsizler O’nu dinlemesin, tasdik etmesin. Bu olaylar Onu onaylıyor, kâinat onun gelişine alkış tutuyordu.

Niçindi bütün bunlar?

Ateş sönmesiyle, putlar devrilip yıkılmasıyla diyorlardı ki:

“Ey aklı gözüne inmiş maddeciler, mideciler! Biz mâbûd değiliz, mahlukuz, yaratılmışız. Hepimizin Rabbi Allah… Bundan sonra söz, Kur’an’ın ve Onu getiren Hz. Muhammed Mustafa’nın (a.s.) olacak. Yeryüzünde şirke, küfre, hurafeye, irticaya, haksızlık ve ahlaksızlığa yer kalmayacak.

Asr-ı Saadet” kitabının müellifi de bu olayları şöyle yorumlar: Hakikat şu ki yıkılan, Kisraların sarayı değil, bütün İran’ın saltanat ve ihtişamı, Bizansın satveti ve Çinin azameti idi. Sönen ateş, mecusilerin ateşlerinde parlayan alevleri değil, bütün dünyadaki küfür ve ilhad ateşi idi. Kuruyan şey, Sava gölü değil, putperestliğin tahakkümü, Zerdüştlüğün kuvveti, Hiristiyanlığın tağallübü idi.

Gerçekten öyle oldu. Hz. Peygamber büyük bir inkılab yaptı. Tarihin akışını değiştirdi. Cehenneme akan trafiğin yönünü cennete çevirdi.

Hz. PEYGAMBER DOĞMADAN ÖNCEKİ DÜNYA

Peygamberimiz gelmeden önce dünya âdeta bir hastahane, bir matemhane idi. Mevcudat birbirine ecnebi ve düşmandı. Cansız varlıklar birer cenaze, canlılar da ayrılık ve ölüm sillesiyle ağlayan yetimler gibiydi. Fetret devrini yaşayan yani 500 sene peygambersiz kalan insanlık alev alev yanıyordu.

İçki, kumar, hırsızlık, yalan, talan kasıp kavuruyordu âlemi… Yetimlerin, dulların ve güçsüzlerin malları elinden alınıyor, zengin, güzel kadınlar zorbalıkla kaçırılıyor, para kazanmak için çadırlar kurduruluyor içlerinde cariyelere fahişelik yaptırılıyordu.(3) Hatta iyi cinsten döl almak için karılarını başka erkeklere gönderen, namusunu kıskanmayan deyyuslar vardı. Nesilleri tüketen kan davaları durmak bilmiyor, geçindirememek bahanesiyle çocuklar öldürülüyor. Kız çocuğu doğurmak yüz karası sayılıyor. Kız çocukları diri diri gömülüp veya su kuyularına atılıyordu.

İşte böylesine rezil, böylesine zalim, böylesine sefil bir hayat sürüyordu İslâmiyet’ten önce.

Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) geldi. Açtı kollarını ve haykırdı: âdeta

Durun… Kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak, haykırsam kollarımı makas gibi açarak…” dedi.

Büyük mücadele, kurtarma harekâtı ve huzur operasyonu başlamıştı..

Ama kolay olmayacaktı. Mayısı, misk ü anber sanıp içinde hayat süren mayıs böcekleri gibi karanlıktan, zorbalıktan, küfür ve dalaletten hoşlanan karanlık güçler âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimize göz açtırmıyorlardı.

Yüzüne tükürük savurmaktan tutun, yoluna diken serinceye kadar, secdede iken boynuna hayvan bağırsaklarını koymaktan tutun, ayaklarını taşlatıp kanlar içinde bırakıncaya kadar işkencenin, yıldırmanın, hakaret ve istihzanın her türlüsünü Efendimize reva gördüler.

Ama o eşsiz ve emsalsiz insan, emsalsiz sabrıyla, hazık bir doktor edasıyla hastalarını tedavi etmeye devam etti. Her acıyı sinesine gömdü, her işkenceye göğüs gerdi. Allah’ın izniyle o kara tabloya bir sünger çekti. Zulmeti nura, anarşiyi huzura çevirdi. Kısaca: Bir güneş doğdu, kış bahar oldu.

Hz. PEYGAMBER’İN MÜDAHELESİNDEN SONRAKİ DÜNYA

Allah Resulü Efendimizi, âleme yepyeni bir bakış getirdi. Düşünceleri ıslah eyledi. İnsanları korkutmadı. Onları, ikna ederek inandırdı. Onun nuruyla dünya bir hastahane ve bir matemhane olmaktan çıktı. Bir mekteb ve bir zikirhaneye döndü. Birbirine yabancı ve düşman varlıklar birer dost ve kardeş halini aldı. Her cansız varlık birer cenaze değil, Allah’ın mûnis birer memuru itaatkâr birer hizmetkârı oldukları anlaşıldı. Ayrılık ve ölüm acısıyla ağlıyor sanılan canlılar ise birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şakir suretine girdi. Asrına “Asr-ı Saadet” damgasını vurdu.

12 bin kişilik bir ordunun önünde muzaffer ve muvaffak bir kumandan olarak Mekke’ye girdi. Hem Kâbe’deki putları, hem de gönüllerdeki husumet ve kin putlarını temizledi.

Kendisini Mekke’den çıkaranları, azılı düşmanlarını affetti. Mekke’nin fethedildiği güne kadar müşrik ordularının komutanlığını yapan Ebu Süfyanı, Hz. Hamza’nın ciğerini çıkarttıran Ebu Süfyan’ın karısı Hindi ve Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşî’yi affetti. Onlar da bu büyüklük karşısında dayanamayıp müslüman oldular. Bu ne büyüklük Allah’ım! Affıyla da düşmanlarını teslim alıyor, İslam’a girmelerini sağlıyordu.

Bu noktada da bütün insanlığa bilhassa müslümanlara örnek bir tablo bıraktı.

Çünkü zaman zaman biz, bırakın düşmanlarımızı affetmeyi, dostlarımızı bile affedemiyoruz.

Böylesine güzel ve müsbet bir ıslahatcı cihana gelmemiştir, bir daha da gelmeyecektir. Alman başbakanı prens Bismark’ın dediği gibi: “Alem senin gibisini bir defa görmüş, bir daha göremeyecektir ya Muhammed! Çağdaşın olup seni göremediğim için üzgünüm. Manevî huzurunda tam bir hürmetle eğiliyorum.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın hayatını tahlil edip inceleyen Büyük Mütefekkir şöyle diyor:

Şu asr-ı saadeti görmeyenlere Arap Yarımadası’nı gösteriyoruz. Haydi yüzlerce feylesoflarını alıp oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. Acaba Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bir senede yaptığı icraatın yüzde birini yapabilecekler mi?

Sigara gibi küçük bir alışkanlığı, küçük bir toplum da, büyük bir sultan, büyük bir güçle ancak kaldırabilir. Bazen kaldıramaz da. Halbuki şu zat (aleyhissalatu vesselam) geniş Arap Yarımadası’nda vahşi ve adetlerine körükörüne bağlı, inatçı birçok kavimlerin çirkin adet ve kötü alışkanlıklarını çok kısa zamanda kaldırarak hepsini güzel ahlakla donatıp tezyin eyledi. O vahşi toplumu bütün âleme öğretmen ve medeni milletlere üstad eyledi. Akılları, ruhları, nefisleri ve gönülleri fethedip kendisine bağladı. Gönüllerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin eğitimcisi ve ruhların sultanı oldu.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Kâr payı

 

Asr-ı Saadet’i okumadığımız, bir hakikat. Hissedemez ve anlatamaz olmamız ve sonuçta yaşayamayışımız da. Oysa oyun aynı. Ve şimdi ne kadar da muhtacız o ruhu geri kazanmaya…

 

 

“ÜÇYÜZALTMIŞ İLAH vardı, hepsi kâr içindi” der, Hz. Bilal’in ağzından H.A.L. Craig. Sonra yine Bilal’in öyküsüyle anlatır, Ebu Süfyan’ın sözlerini. “Mekke nerede olacak o zaman? İlah evlerindeyken kim gelecek buraya?”

Sahabilerin de bir zamanlar ilâhî arayış içinde olan insanlar olduğunu ve hatta bazılarının puta tapmakta olduklarını biliyoruz. Herkes Efendimiz (a.s.m.) gibi veya Hz. Ebu Bekir gibi hanif dinini sürdürüyor değildi. Ya da Selman-ı Fârisî gibi ateşe tapan bir aileden kaçıp diyar diyar son mesajı arıyor değillerdi. Ama yine de, bu ‘yeni’ dine ‘dönüş’ yapmaları nispeten kolay olmuştu. O’nun varlığıyla ilgili bir kaygı yoktu; garip gelen, birçok tanrı yerine tek tanrı olmasıydı. Ve bu kolay izale olacak bir soruydu ki, akın akın dönmüşlerdi.

Peki ya dönmeyenler?

 

Belki onlar putperest bile değillerdi. Çünkü putları nefisleriydi, paraydı en çok. Neden ‘yetim-i Ebu Talib?’ diyorlardı ki Hz. Peygambere? Yahut, Mus’ab b. Umeyr’in annesinin dediği gibi, “Asil olmayanla, hatta kölelerle bir mi olacağım?” Bırakamadıkları, atalarının dini de değildi belki. Dedelerinin ismi altında kullandıkları benlikleriydi. Dedelerinin dini değil, ismiydi.

Kişinin algısı kendisinden doğar, kendisi gibi bilir karşısındakini. Onlar da öyle bildi ki, savaşla başlamadılar bu ‘yoldan sapmışları’ kurtarma işine. İkna yolunu denediler, çünkü paranın karşısında herkes yola gelirdi. Güzel kadınlar, şöhret, makam ve bol bol para. İşte bu kadar.

Değil… Neden kabul etmediler ki, neden vazgeçmediler? Delirmiş olmalılardı.

İlk anda yeterli bir teselliydi ‘deli’ kelimesi. Ama çığ gibi büyüyorlardı ve onlar da biliyordu ki, bu ‘deli’ler kazanacaktı. Bütün dünyayı ellerinin tersiyle itiyorlardı. Bunu anlamak ne kadar güç. Mekke’deyken iyi bir konumda olanların Medine’de himayeye muhtaç olması, yurtlarını içindeki herşeyle bırakıp ansızın gidivermeleri. Anlamıyorlardı… Mekke’nin en güzel giyinen, soylu, yakışıklı genci, Mus’ab b. Umeyr’in öldüğünde üzerine örtülecek kefenden mahrum olması mahrumiyet miydi? Annesi en çok da buna üzülüyordu, Mus’ab mecnun olmuştu. Anlamıyordu…

Nefislerinin penceresinden kinle ve kıskançlıkla izlediler olanları. Ebu Süfyan’ın Mekke’nin fethi günü söylediği gibi “Muhammed’in krallığı ne kadar genişlemiş!” O bir kral değil, peygamber, demişti Bilal-i Habeşî. Bir kral nedir ki onun yanında, hele ki sahabinin gözünde? Münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy’in derdi de aynıydı. Makam kaygısı… Kin duydular efendiler efendisine, zannettiler ki makamlarını almaya niyetliydi. Bilseler, o zaten kâinatın sultanıyken hangi makam ona lâyıktı ki!

Şimdi aynı metalarla dinimizden ve yaşantımızdan koparılmak isteniyoruz. Bize dinimize karşı para teklif ediliyor; kariyer, mevki… Başörtümü veriyorum, diploma alıyorum. Namazımı, anamın örtüsünü veriyorum, rütbe alıyorum. Ne sağ elime aldığım güneş, ne sol elime aldığım ay. Bunları verince iki elime de dünyayı alıyorum. Alıyoruz… Aldırılıyoruz…

Seçme durumunda kalan muhataplara yüklenip onları bu sorgulamaya itenlere ilişmemek yanlış, biliyorum. Ama onları tanıyorum ben, o yönden gelen o kadar incitmiyor beni. Kananlar, kapılanlar… Aynı bedenin parçasıysak, kangren olanlar… İşte onlar yaralıyor asıl. Yaralamalı da.

Bereketin Allah’tan geldiğine inanıyorsak, en büyük şerefin kulluktan doğduğuna, kişinin ancak ‘öz’üyle ‘özel’ olacağına… Kaygılanmamalı, kanmamalıyız.

Asr-ı Saadet’i okumadığımız, bir hakikat. Hissedemez ve anlatamaz olmamız ve sonuçta yaşayamayışımız da. Oysa oyun aynı.

Şimdi ne kadar da muhtacız o ruhu geri kazanmaya. Efendimizin dininden gelen vakarına. Ve köle Bilal’in kayalar altında ezilirken kurumuş dudaklarında sümbüllenen “Ehad! Ehad!” sadalarına…

 karakalem.net

Nuriye Çakmak