Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

Rabbimiz’in Mutlak İradesi ve Determinizm; başka bir Özgür İrade’yle Neden Çelişmez?

Bu yazı, Felsefe ve Kelâm tarihini meşgul etmiş ve halâ da etmeye devam eden “özgür irade” problemine, bir çözüm önerisi olarak hazırlanmıştır. Geçmiş mirasa baktığımızda; insan iradesinin özgür olup – olmadığı ve mümkünse, bunun nasıllığı; mümkün değilse, nedeni hakkında, epey soru ve cevaplar üretilmiş.
 
Günümüze kadar verilmiş cevaplardan ayrı olarak; aklen mümkün ve muhtemel bir çözüm de, (Allahu Â’lem bis-savab) şu aşağıda vereceğimiz cevap olabilir. Ama önce, problemi özetlememiz gerekiyor. Bu da, şu gelecek iki soruya indirgenebilir: 
  1. Rabbimiz’in, “Mutlak ve Sonsuz ve Sınırsız Özgür İradesi” olduğu hâlde; mantıksal bir “çelişki” ve “şirk”e düşmeden, ontolojik olarak ikinci bir “Özgür İrade”nin olması mümkün mü?, Mümkünse, nasıl? Yani: İrademizin özgür olduğunu kabul etmekle; Rabbimiz’in Sonsuz İradesi’ne set çekmiş ve böylelikle “şirk”e girmiş olmaz mıyız?
  1. Ayrıca: Eğer evrenin her yerinde, istisnasız “Mutlak Determinizm ve Kozalite” geçerli ve hâkimse; insan iradesinin özgürlüğü, nasıl mümkün olacak? Yani: Nedenlerin hâkim olduğu ve bu nedenleri bizim seçmeyip, sadece maruz kaldığımız bir evrende; irademizi etkileyen / etkileyebilecek nedenlerin, bu etki ve zorlama ve yönlendirmesinden, irademizin bağımsızlığı, nasıl te’min edilecek?
Not olarak: Aşağıdaki cevabı; irademiz’in “olması” ayrı, bu irademizin “özgür olması” ayrı olduğunu, dikkate alarak okumak gerekiyor.
 
“Rabbimiz’in, Mutlak ve Sonsuz, Özgür ve Sınırsız İlâhî İradesi varken; başka bir Özgür İrade’nin varlığı; Rabbimiz’in ‘Mutlak Sonsuz ve Özgür İradesi’ni sınırlandıracağından; bu, mantıken mümkün değildir” iddiası doğru olsa bile; bunun, aşağıdaki şekilde çözümü mümkün olup; böylece, “Cüz’î İrademiz”in olabileceği (ve hattâ, ancak böyle mümkün olabildiği) gösterilebilir bence.
 
Yani: Rabbimiz’in “Mutlak Hür İradesi”nin kabulünden sonra, mantıksal bir “çelişki ve tenakuza” düşmeden ve “şirk” tehlikesine de girmeden, ikinci bir “Özgür İrade”ye yer açabilmek; bunun ontik / ontolojik olarak mümkün olabileceğini ve olduğunu gösterebilmek, şu yolla mümkün:
 
Zaman ve mekân sınırlarından bağımsız olan Rabbimiz; eğer “özgür iradeli” olsak, ne yapacağımızı ezelî ve ebedî ilmiyle bildiği (O, zamansız ve mekânsız da olduğu için; “gördüğü+duyduğu+…”) için; bizi yarattıktan sonra, “Küllî İradesi”yle, bizim irademizi de, o “serbest yön”e sevkedip, programlıyor ve zorluyor olabilir.
 
Yani: “İlm-i İlâhî’deki özgür irademizin tercihlerinin bilgisine” göre; hariçte yaratılmış irademizin de, o tercih ve seçeneği seçmesi için; Rabbimiz, içimizde, “kuvvetli bir arzu ve ihtiyaç, istek ve iştiyak, meyil ve motivasyon” yaratıyor ve biz de, içimizde doğan o şevk / meyil / isteğe göre; (yani farkında olmadığımız bir mecburiyetle,) irademizi o yönde kullanıyor ve tercihlerde bulunuyor olabiliriz.
 
O tercih ve eylemi; içimizde doğan bu arzu ve isteğe uyarak, bu hissimizin teşvik ve sevkiyle (veya zorlamasıyla) yaptığımızdan ve dışarıdan da, irademizin zıttı yönünde, herhangi bir baskı ve zorlama görmediğimizden hareketle; “irademizi, kendi tercih ve isteğimize göre, serbestçe kullandığımızı; iç ve dış baskı ve etki(lenme)lerden bağımsız olarak, tercihlerde bulunduğumuzu” düşünüyoruz, haklı olarak.
 
Yukarıdaki bu çözüme göre; Rabbimiz’in “Mutlak Özgür İradesi”, başka bir “Özgür İrade”nin olmasına (mantıkî ve tevhidî, ontik ve ontolojik açıdan) engel değil ve çelişki de arzetmez. Hattâ durum, bunun tam tersi olarak; O’nun “Mutlak Özgür İrade”si olduğu için, bizim “Özgür İrademiz” var ve olabiliyor.
 
Zaten, O’nun “Mutlak Özgür İrade”si olmasa; bizim “Özgür İrademiz”in olup – olmadığını tartışmak bile abes olurdu. Çünkü: O’nun özgür iradesi olmazsa; zaten bizimkinin, özgür olma ihtimâli hiç kalmazdı! Demek: O’nun İradesi’ne rağmen değil; bilâkis, O’nun İradesi sayesinde, irademiz var ve özgür!
 
Bu cevabın, akla açtığı kapı ve gösterdiği imkânla; irademizin varlık ve özgürlüğünün; Rabbimiz’in Mutlak ve Sonsuz İradesini sınırlamayacağı ve çelişmeyeceği ve bizi “şirk” tehlikesine götürmeyeceği gösterildiği gibi; ayrıca, “ya o, ya bu” şeklinde, bir ontik / ontolojik ve mantıkî zorunluluk doğurmayacağı da gösterilmiş olur.
 
Diğer yandan, bu çözüm yoluyla; “determinist evrende, özgür iradenin imkânı”da, mümkün hâle gelir. Yani: Rabbimiz evreni, faraza, istisnası olmayacak şekilde “Mutlak Determinist Kurallar ve Kozalite Prensibiyle” yönetiyor olsa bile; O’nun “Mutlak iradesi” sayesinde, bizim irademizin, bu nedensel zorunluluklardan muaf ve istisna tutulması mümkün hâle gelir.
 
Başka bir ifadeyle: Mutlak Determinizmin hâkim ve hükümran olduğu bir evrende; O; “Özgür İradesi”yle, bizim irademizi, iç ve dış baskılardan (genetik ve hormanlar, öfke ve şehvet gibi biyolojik ve psikolojik iç faktörler; ve aile ve çevre, kültür ve eğitim gibi sosyâl dış faktörlerden) korumasa; bu etki ve baskı, ayartma ve cazibelerin, bileşke kuvvetlerinin, irademizi (rüzgârın etkisiyle hareket eden bir yaprak gibi) itme ve yönlendirme, tahrik ve çekiminden kurtulmak veya etkilenmemek mümkün olmazdı veya mümkün olmayabilirdi.
 
O’nun “Mutlak İradesi” olmasa; irademizi etkileye(bile)cek nedenleri, bizim belirlemediğimiz; sadece maruz kaldığımız böyle bir evrende; “nedenler”in, önceden belirlenmiş “sonuçlar”ı doğurduğu böyle bir düzende; “irademiz”i, iç ve dış baskı ve zorlama, etki veya ayartmalardan uzak; hür bir şekilde kullanmamız mümkün olmayabilirdi.
 
Bu iç ve dış nedenlerin etkisiyle, şuurumuz dışında doğan; yani içimizde “gayri iradî” zuhur eden bu “arzu ve istekler”in yönlendirmesiyle, irademizi kullandığımız hâlde: “İçimde doğan bu ‘isteme’ ve ‘istememe’lere uyarak, özgür irademle bu tercihlerde bulunuyorum” yanılsama ve ilüzyonu yaşıyor olabilirdik!
 
Elhasıl: Rabbimiz evreni, ister “mutlak” Determinist âdet ve isterse “gayri mutlak” (izafî) Determinist âdet ve sünnetine göre yönetsin; her durumda, “nedenler”in, ayartma ve zorlama, itme ve çekme te’sirlerinden; irademizin, tek korunma ve çıkış yolu: Gene Rabbimiz’in Mutlak Özgür İradesi!
 
Demek ki: Benim “Özgür İradem”in garantör ve muhafızı, gene Rabbimiz’in “Mutlak İradesi!” Demek ki: O’nun “Mutlak İradesi”, benim irademin varlık ve özgürlüğünü yoketmiyor; bilâkis mümkün kılıyor. Yani: İrademin varlık ve hürriyetini, gene O’nun Mutlak İradesi sağlıyor!
 
Demek ki: O’nun Sonsuz İradesi, ontolojik olarak, başka bir özgür iradeye mâni ve engel değil. O’nun iradesinin mutlaklığı, benim irademi sıfırlamıyor ve sınırlamıyor. Yani: İradem; O’nun iradesine rağmen değil, O’nun iradesi sayesinde, var ve özgürce kullanabiliyorum. Yani: İrade ve ihtiyarımı etkileyebilecek tüm sebeplerin etkisinden korunmak ve kurtulmak ve böylece, hiçbir baskı ve zorunluluk altında kalmadan; özgürce irademi kullanabilmek için, gene O’nun iradesine muhtacım.
 
Demek ki: Varlık ve devamımda ve her düşünce ve niyet ve hareketimde, “Es Samed” (herşey, her şeyinde, her ân devamlı O’na muhtaç; O hiçbirşeye muhtaç değil) olan Rabbim’e muhtaç ve bağımlı olduğum gibi; irademin “varlık ve özgürlüğü” için de, gene O’na muhtacım. Yani: İrademin, hareket ve / veya hareketsizliğinde de; gene O’nun irade ve kudretine (ve ilmine) muhtaç ve mecbur ve bağlıyım.
Ayhan KÜFLÜOĞLU

Fizikî Varlık ve Hareketlerimiz, Ânlık Var – Yok edilişlerle Gerçekleşiyor

Bu Yazımızda; merak edipte, sorusunu sormadığımız; bu sebepten cevabını gör(e)mediğimiz, görsekte farketmediğimiz “cevapların”, sorularını arıyoruz.
 
Bu sefer; “sır”rın, kendini, en büyük kamufle ve gizleme yöntemi olan “alenî ve  aşikâr (meydanda)” olmasından; bu sebepten “sır” olduğu bile bilinmemesinden yola çıkarak; kâinattaki “varlık ve hareket”in, nasıl yaratılıp, somut vücud ve mevcudiyet kazandığı, konusuna çalıştık…
 
Gördük ki (en azından ben öyle gördüm), Rabbimiz’in varlıkla ilişki ve nedenselliği; bir ustanın evi bitirdikten sonra, evle irtibatı kesilmesi ve münasebeti kalmaması nevinden değil.
 
Çünkü: Varlık ve hareketi’nin; somut vücud ve devamlılık ve istikrarı, Rabbimiz’in, “ânlık yaratma ve yok etmeleri”yle sağlanıyor!…
 
Diğer evren ve âlemler hakkında fazla bir bilgimiz yok ama bulunduğumuz boyuttaki, maddî mahlûkatın, “fizikî vücud ve hareketleri”, ân’lık var – yoklar”la gerçekleştiğini, hepimiz görüyor ve tecrübe ediyoruz, fakat farkında değiliz.
 
Farkında ol(a)mamazın sebebi: İçinde bizle birlikte, tüm varlık yok edildiğinden, bu “yok ediliş ve yokluğa” şahit olamıyoruz. Halbuki fizikî, somut varlığımızın, “ân’lık var – yoklar”la gerçekleştiğini farketmek, zor değil.
 
Şöyle ki: Bulunduğumuz “şimdiki ân/zaman”dan; “1 saniye”, hattâ “1 ân” önceki ve sonraki zamana gidemediğimiz; yani “ân”lık bile olsa, “geçmiş” ve “gelecek zamana” gidemediğimiz ma’lûm. Demek ki; bizim “fizikî vücud / somut mevcudiyetimiz”, sadece, o daracık “şimdiki ân/mekân”da; yani “ân’lık!”
 
Misalen: “Şimdiki ân/mekân”da sandalyede oturan bir insan (meselâ kendimizi)tasavvur edelim. Bu kişi, “şimdi” sandalyeden kalkıyor olsun. Bu kişinin “yeni şimdi”de, sandalyeden kalkma hareketinin yaratılması için; oturuyor olduğu “önceki şimdi”sinin silinmesi ve yok edilmesi gerekiyor.
 
Yani “oturuyor olduğu şimdiki ân/mekânı”nın, “geçmiş ân/mekân” yapılması gerekiyor ki; yeni gelen “şimdiki ân/mekânı”nda, “ayakta durma”pozisyon/durumuna yer açılsın. Tıpkı; “şimdiki ân/mekân”a benzeyen Sinema Beyaz Perdesinde, “ânlık resim kareleri”nin biri giderken, diğer “ân/mekân resim karelerinin” gelmesi gibi.
 
Eğer bu kişinin, “an”da bulunan “sandalyede oturma fizikî pozisyon ve vücudu” silinip, yok edilmeseydi; “sandalyede oturan önceki ben” ve “sandalyeden kalkmış şimdiki ben” olarak; 2 ayrı fizikî ve somut Ayhan’ın birbirine bakıyor olması gerekirdi! Reâlitede böyle birşey olmadığına göre; o hâlde, içinde bizle birlikte, tüm mahlûkatın “varlık ve vücudu, hareket ve devamı;” her “ân” tekrar tekrar “var – yok edilmeleri”yle gerçekleşiyor demektir!
 
Yani: Yaşadığımız evrendeki “varlık ve hareketi”; bilgisayar ekranındaki piksellerin yanıp – sönmesiyle, ekrandaki cursorun hareket ettiğini görme algılamamız gibi ve bilgisayar dil ve işleyişindeki “0 – 1, var – yok”, yani “sinyal gelsin – gelmesin” komut / mantığıyla gerçekleşiyor.
 
Veya sinemada, “Şimdiki Ân / Mekân”a benzeyen “Beyaz Perdesi”ndeki “varlık ve hareket”in oluşma mekanizmasıyla, birebir aynı gerçekleşiyor; reel evrenimizdeki varlık ve hareket.
 
Çünkü: 1 Uzay–Zaman’da, 2 Nokta olamayacağı gibi; 1 Nokta’da da, 2 Uzay–Zaman Olamaz. Çünkü: Matematikte “doğru”nun, “bölünemeyen en küçük noktalar”dan oluşması gibi; “zaman” denilen dairevî süreçte, “bölünemeyen en küçük ân/süre noktaları”ndan oluşur. “Zaman” denilen olgunun teşahhus ve zuhuru ve böylelikle “süre”nin akması; “ân” denilen, hareketin olmadığı “fotoğraf karesine” benzeyen bu “süresiz nokta”ların, tekrarlı bir şekilde, ardarda “var – yok” edilme süreç ve devamlılığıyla sağlanır.
 
Bir sinema ve fotoğraf karesine benzeyen; yani “zaman/süre”nin akmadığı ve “hareket”in gerçekleşmediği, o donuk “en küçük ân”da bulunan “fizikî vücud” ve vücudumuzun yeni “hâl / pozisyon / durum” ve “hareketi;” birbirlerine kesikli ve boşluklu bağlanan “süresiz şimdiki ân/mekân”ların, ardarda yaratılma ve yok edilmeleriyle gerçekleşir.
 
Başlangıçta, renksiz ve hareketsiz bir “film şeridi”nde bulunan resim varlıkların, “şimdiki zaman – mekân” (uzay – zaman’a) benzeyen “sinema beyaz perdesinde”, ışık vurunca; zahire çıkıp, vücudlanması ve renklenmesi ve hareket bulması gibi; varlıkta, İlm-i İlâhî’den, “şimdiki zaman – mekân”a gelip, Kudret-i İlâhî ona vücud giydirip, renklendiriyor; aynı varlık, “geçmiş ân/zaman”a geçerken de o vücudu çıkarıp; yeni gelen “şimdiki ân/zaman”da, yeni maddî vücud giydiriliyor.
 
Zaten mantıken: Aynı cins iki cismin, aynı “ân/zaman”da, aynı “uzay/mekân”ı paylaşmasının mümkün olmaması gibi; iki “şimdiki ân/mekân”ın da, aynı “ân / zaman – uzay / mekân”da olmaları mümkün değil. Yani: İçinde tüm mahlûkatın bulunduğu “şimdiki ân/mekân”, içindekilerle birlikte yok ediliyor ki, yeni “şimdiki ân/mekân” gelsin, yaratılsın. Yani varlığın “fizikî vücudu” ve bu vücudun “hareket ve yeni durumları”; Rabbimiz tarafından, her ân yeniden yaratılıp – yok ediliyor.
 
Zamanın olmadığı, yani sürenin akmadığı ve hareketin gerçekleşmediği; ardarda yaratılıp – yokedilen ve birbirlerine kesikli/kesintili bağlı olan, bir fotoğraf karesi gibi donuk “ân uzay–zaman birim/noktaları” derken; Quantum Fiziğinde geçen, “quantlaşma ve taneciklenmenin olmadığı en küçük uzay-zaman/mekân-süre ve basamağı” anlatan “Planck Sabiti (Uzunluk-Süresi)” de, aynı şeyi anlatır.
 
Yani: Evrenimizdeki “Planck Uzunluğu”nu (uzay / mekânını), monitörlerdeki “piksel”lere benzetirsek; evrenimizi oluşturan piksellerin yanıp – sönme süresi de, “Planck Süresi” (zaman / ân’ı) oluyor. Bu süre de, reel evrenimiz ve içindeki bizlerin, “ânlık var – yok edilme süresi” oluyor. Yani “fizikî (somut) vücud” ve “hareketlerimizin;” tıpkı bir bilgisayar ve TV ekranlarındaki gibi, “görüntü tazeleme / yenileme / tepkime / fps / tarama hız ve frekansı” var!…
 
Evrende “hareket”in olmadığını söyleyen Parmenides’in ve Elealı Zenon’a atfedilen “ok” ve “Aşil-Kaplumbağa” paradoksunun çözümü de; bu “sürekli ve sonsuz olmayan;” yani “süreksiz ve sonlu, kesikli / kesintili ân noktaları”nda…
 
Geçmiş mutasavvıf ve âlimlerimizin eserlerinde de geçen, bu “Fenâ – Bekâ Nazariyesi”; yani devamlı ve her ân yaşadığımız bu “var – yok”ların farkına varmak ve bunu, kuracağımız aksiyom ve teorilerin merkezine yerleştirmek; varlık ve evren anlayışımızda devrim açacak niteliktedir! Bu vak’â / konu; sonuçları itibariyle neye yol açtığı, hangi felsefî veya bilimsel paradigmaları büktüğü veya kırıp, geçersiz bıraktığı üzerinde, araştırmalar yapmak ve öngörülerde bulunmak için, bereketli bir arazi olarak duruyor…
 
Gerek varlık – varlık arasındaki ve gerekse varlıkla – Rabbimiz arasındaki bağlantı ve illiyetin keyfiyeti; eşyanın ontolojisi ve bizim bu ontolojiyi, “epistemolojik” olarak nasıl algılayıp / anlamdırdığımız çerçevesinde; merkezî bir öneme sahip. Varlığın, yatayda kendi arasındaki ilişki ve dikeyde Rabbimiz’le ilişkisinin ne şekilde olduğu; öğrendiğimiz bilgi ve inanç ve yaslandığımız temel önkabül ve değerlerimizle de yakından bağlantılı…
 
Meselâ “yağmur”u; Bilimsellik Felsefesi’ne göre tasvir ettikten sonra; eklektik ve montajcı bir tavırla, cümlemizin sonuna: “İşte bütün bunları yapan Allah’tır” demenin, inandırıcı olmadığı ortada! Başta anlatılan “yağmur” tasvirinden, böyle bir mantıksal sonuç çıkmadığı; yani cümlenin başı ile sonu arasında, arada mantıksal bir boşluk olduğu ortada! O zaman demez mi öğrenci bize: “Madem bütün bu işleri yapan ve yağmur’u ni’met olarak gönderen Allah; o hâlde biraz önce yağmuru anlatırken, neden hiç Allah’ın adı geçmedi. Rabbim, bu işin neresinde!?”
…………..
Bilim’in, başta “Ateist ve Materyalist Bilimsellik Felsefesi”nin terkedilip; araştırma ve gözlem, ölçüm ve deneylerimizi, “İslâmî B/ilim”in paradigmalarıyla yapmanın etkisi; bence (dünya merkezli evren anlayışından, güneş merkezli anlayışa geçmek veya Newton Fiziğinden, Relâtivite Fiziğine ve Quantum Fiziğine geçmek gibi) devrimsel olacaktır.
 
İslâmî B/ilim’e geçersek, nasıl ki; eskiden “madde ve enerji”nin, birbirinden ayrı ve bağımsız varlıklar olduğu kabul edilirdi veya “uzay ve zaman”ın. Ve bunların, birbirleriyle ilişki ve bağlantısı da bilinmezdi. Aynen öyle de; “ruh ve beden” ve “madde ve manâ” veya “bilinç”in de; aynı şeyin farklı tezahürleri veya farklı şeylerin aynı görünümleri olduğu da, birgün anlaşılabilecek inşâallah

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Tevhid; hem Aklî bir İlke ve hem de Gözlemsel bir Bilgidir (1)

Bilim, her ne kadar Rabbimiz’i ve vahiyle bize bildirdiği “Tevhid Bilgisi”ni; “inanç ve felsefe, metafizik ve dinin” konusu görerek; “bilgi ve araştırma, akıl ve gözlemin” dışına çıkarsa da; yani “Bilim” ve evrenin dışına atsa da; halbuki “Tevhid;” hem mantıkî akıl yürütmeyle elde edilen bir “bilgi ve hüküm” ve hem de evren gözlemlerinden elde edilen, “ampirik bir bilgi ve keşiftir.”

Hem, zaman ve mekândan bağımsız Rabbimiz’in varlığının Sonsuz ve Sınırsız olması; yani herşeyden daha “aşikâr ve alenî ve somut” olması; yani “sonsuz zahir (Ez Zâhir)” olmasından kaynaklı (yani O’nu farkedip – görebileceğimiz gözlem ve ayırdedici kıyas noktası olabilecek “misli ve misâli, eşi ve benzeri” ve de “zıttı” olmaması nedeniyle ve gene “sonsuz–sınırsız” olması nedeniyle; “içi – dışı, sağı – solu gibi nisbetler” olmamasından kaynaklı), bize “sonsuz bâtın ve gizli (El Bâtın)” olması nedeniyle; O, biz sonlu – sınırlılar açısından metafizik olsa da; O’nun fiil ve eserleri metafizik değil, inanan – inanmayan herkes görüyor!

Gördüğümüz “fiil” ve sonuçları olan “eserlerin”, göremediğimiz Rabbimiz’e “delil” olması; (tabiri caizse) bir benzetmeyle, analojik olarak: Tıpkı, beş duyumuzla hissedemediğimiz (veya farkedemediğimiz) “yerçekimi (kütleçekimi)” gibi bir kuvvetin, “var olduğunu” ve “özelliklerini;” kütle üzerindeki etkilerine bakarak bilebilmemize benzer.

Veya uzak geçmişte olduğu için; Bilimsel olarak gözlem ve ölçme, deney ve tekrar yapmamızın mümkün olmadığı “Big Bang”in olduğuna; evrende gözlediğimiz “Kozmik Fon Radyasyonu” gibi bazı delillerden ulaşmamıza benzer.

Halbuki “Tevhid;” Big Bang gibi, zamanın bile olmadığı uzak geçmişte yaşanan bir olay da değil. Yani “tevhid;” şimdi/şurada dahi, her daim gerçekleşen bir olay. Mikrodan makroya, her zaman/mekânda, devamlı gerçekleşen bir işleyiş; “yerçekimi” gibi bir kanun.

Elhasıl “tevhid;” araştırma – gözlemlerle, doğruluk–yanlışlığı sınanabilen ve doğruluğu gösterilen bir konudur. Diğer deyişle: “Tevhid;” sadece “tasdik ve inancı” ilgilendiren bir konu olmayıp; aynı zamanda “bilgi ve gözlemin” de konusudur.

Bu kavram; sadece “itikâdî ve İslâmî” bir kavram olmayıp; (lâik, seküler deyişle; sadece “dinî” bir kavram olmayıp;) ayrıca tüm hayatı ilgilendiren ve kapsayan; insanın evrene bakışı, davranış ve amaçlarını da belirleyen/belirlemesi gereken bir kavramdır.

Mü’min bir müslümana “tevhid”in verdiği yön: Sadece Allahu Teâlâ’yı sevmesi ve sadece O’ndan korkması; sadece O’na ibadet edip ve sadece O’ndan yardım dilemesidir. Çünkü ve zaten; O izin vermedikçe, insana, hiçbirşeyin zarar veya menfaâti dokunamaz. Bunun farkında olmak ise; hiçbir kişi ve menfaât veya korku önünde eğilmemeyi getirir.

Eğer müslüman, sevgi ve korkularını “tevhid” ederek Rabbinde birleştirmezse; bu hislerin gideceği diğer mecburî yol; “kesret”tir! Yerinde ve doğru yönetilmeyen bu hislerin; kesrete, çokluğa dağılmasıdır. Kişinin, sevgi ve korkularını; kendisi gibi aciz ve zayıf; yani kendisine bile faydası olmayan mahlûkata dağıtmasıdır!

Bunun sonucu ise: Tek bir Zât’ı sevmek ve O’nun sevgi ve rızasını kaybetmek ve azabına uğramaktan korkmak yerine; başta “kendi ölümü” ve sonra “diğer sevdiklerinin ölümü” olmak üzere; sonra “istikbâl (gelecek) korkusu, yaşlanma korkusu, hasta olma korkusu, eş – çocuk gibi sevdikleri için endişelenme ve üzülme korkusu” gibi, binlerce korku ve üzüntüyü ve elim hâdiseyi, (taşıyabilecekmiş gibi) aciz beline yüklenir!…

Öyleyse mü’min için asıl olan; kendi nefsine ve mahlûkata dağıttığı sevgi ve korkularını, talep ve isteklerini, tevhid edip – birleştirerek; (kendisiyle birlikte, bütün o sevdiklerini de yaratıp – koruyan ve kendisine, ni’met olarak verip – sevdireni;) yani asıl sevilmesi ve razı edilmesi gereken Rabbini sevmesidir. Beşeriyeti icabı diğer sevdiklerini de, O’nun adına; O’nun hediye ve ni’met, rahmet ve rızkı olması cihetiyle sevmesidir.

Kişinin, böyle sevdiğinin alâmeti de; yaratılışı icabı sevdiği “eş, çocuk, para, makam” gibi şeyleri elde etmek veya sevgi ve rızalarını kazanmak için, Rabbi’nin emir ve yasaklarını çiğnememesidir. Yani: Asıl ve öncelikli olarak, O’nun sevgi ve rızasını kazanmaya çalışması ve O’nun sevgi ve rızasını kaybetmekten korkmasıdır! Yaptığı en basit işte bile, bir gözüyle, hep O’nun ilgi ve teveccühünü yoklama ve aramasıdır!

Bir sonraki aşamada ise; gördüğü herşeyin, arkasında O’nun rahmetini gösteren, şeffaf bir cam veya ayna olduğunu farketmektir! Bir nevi; varlığa, “semiyotik” olarak; yani “mana-yı ismî” (kendisini gösteren) değil, “mana-yı harfî” (başkasını işaret edip – gösteren) olarak bakmak ve görmektir. Nasıl ki, sizler burada yazılanları okurken, aslında harf ve kelimeleri değil; işaret edip – gösterdiği anlamları görüyor ve okuyorsunuz, işte öyle!

Tevhid’in, bir de “cemaât ve ittifak, uhuvvet ve kardeşliği” iktiza edip – gerektiren; bunu teşvik ve emreden yönü var ki, yazının ana konusu gereği, buraya alınmadı.

Dinimiz, dünyevî haz ve lezzetlere mâni değil

Fakat, konu dışına taşsa da; burada, yanlış bilinen iki konuyu düzeltmek gerekiyor:

Birincisi: Kişinin müslümanlığının kalitesinin artması, bu dünyada aldığı / alabileceği haz ve lezzeti, keyif ve rahatlığı yasaklamadığı gibi, azaltmaz da. Hattâ durum bunun tam tersi olup; bir müslümanın dünyadan aldığı lezzet ve keyif, en aşağı 3 sebeple daha fazladır:

  1. Sebep: Temsil olarak; cumhurbaşkanının makamına iki arkadaş giriyor. Başkan, bunlara; sevgi ve rızasının nişanesi ve başarılı işler yaptıklarının te’yid ve onayı olarak, birer kavanoz bal hediye ediyor. Arkadaşlardan birisi, balı; Başkanın hediye ve iltifatı olduğunu düşünmeyerek ve bundan gaflet ederek (afedersiniz, tabiri caizse; zihni, soyutlama yapabilecek kadar gelişmemiş, soyut kavram ve manevî değerleri bilmeyen hayvanlar gibi) yiyor. Diğeri de balı yiyor ama bu balın, Başkandan, birebir kendi şahsına verilmiş bir hediye ve iltifat olduğunu unutmayarak! Şimdi bu kişi; hediye vereni unutmamasının hazır mükâfatı olarak; (gaflet edip, unutan diğer arkadaşının, baldan aldığı aynı tadı almakla birlikte;) o baldan çok daha tatlı; balda tecessüm edip – somutlaşmış; ikinci bir manevî hediye ve tadı da alıyor!

  1. Sebep: İnsan, bu dünyadan “tam lezzet ve keyif” almak için dua ediyorsa; “tam acı” ve sıkıntı da istiyor demektir. Çünkü; bu dünyada, biri olmadan, diğeri de olmuyor. Çünkü, genel olarak; bu hayatta aldığımız haz ve lezzetler, zıtlarıyla kaim ve daim. Bunun sonucu olarak, meselâ; yediğimiz yemeğin lezzeti, açlığımızın şiddetiyle orantılı. Bunun gibi; sudan, uykudan, dinlenmekten aldığımız haz, bunlara duyduğumuz şiddetli istek ve ihtiyaca göre (yani, susuzluğumuzun veya çalışma ve yorgunluğumuzun şiddet ve yoğunluğunun, bize verdiği acı ve sıkıntıyla doğru orantılı olarak) artar.

Meselâ hiç hasta olmasak veya dişimiz hiç ağrımasa, ne dişimizin kıymetini bilirdik (hattâ o dişimizin varlığının bile farkında olmazdık) ve ne de, sağlıklı olmanın lezzetini hissedebilirdik.

İşte bu sebepten; müslüman olarak, dininin gereklerini yerine getirmeye çalışan bir kişinin, dünyevî hazlardan alacağı tat da artar. Hattâ “oturmak, konuşmak, gezmek, yemek” gibi en basit dünyevî eylerimden bile (diğer, dininin gereklerini yerine getirmeyen kişiye göre), çok daha fazla lezzet alır. Neden?:

Çünkü: O kişi; günün 5 vaktine taksim edilmiş “namaz;” yılın, Ramazan gibi bazı ay ve Pazartesi – Perşembe gibi bazı gün ve haftalarına yayılmış “oruçlar” ve “zikir, Kur’ân” gibi diğer yaptığı “ibadetler” nedeniyle; bazı dünyevî iş veya lezzetlerini ertelemiş olur. İşte bu ertelemesinden kaynaklı ve ertelediği için, o dünyevî eyleme istek veya ihtiyacının biraz daha artmasından da kaynaklı; ibadetten sonra yaptığı o işten, çok daha fazla keyif ve lezzet alır.

Zaten dünyanın haz veren en büyük  eylemi bile, kesintisiz hep devam etse; süreklilik ve yeknesaklık nedeniyle, lezzet vermemeye ve kıymetten düşmeye başlar. İşte bu sebepten; her gün, en alâ bal – kaymak yiyen; açlık saikasıyla, kuru bir ekmeği yiyen kadar, tat almaz.

Belli zamanlarda, dünyadan fişini çekip (daha doğrusu; zihnine, kesintisiz devamlı veri akışı sağlayıp, algılarının band genişliğini dolduran, “dünya internet bağlantısı”nı kesip;) “namaz” gibi uğradığı ara durak ve ruhunun teneffüs – dinlenme zamanları nedeniyle; bir mü’minin, dünyadan aldığı lezzet ve huzur da artar.

Meselâ: Kışın ortasında, soğuk suyla, titreyerek aldığı abdest ve namaz sonrası; içini kaplayan huzur ve sonra sıcacık odasında çayını yudumlamasının verdiği tat; “namaz” gibi ara durakları olmadan, hiç üşümeyip, devamlı odada oturan adamda yoktur.

Veya bir müslümanın, bütün gün tuttuğu oruçla, susama ve acıkmasından kaynaklı; akşam iftarda, içtiği su, yediği yemekten aldığı lezzet; oruç tutmayanın, bütün gün içtiği suda, yemekte yoktur.

  1. ve en önemli Sebepte: Bir müslüman için; bu dünyada aldığı lezzet ve sevdiği insanlarla yaşadığı mutluluğun; ölümle son bulmayıp, öte dünyada da, hem de asıllarıyla olacağını ve hem de ebediyen olacağını bilmesi; o insanın, bu dünyada aldığı lezzetlerin bitmesiyle veya sevdiklerinin ölümü ve ayrılığıyla yaşadığı acıyı hafifleştirir ve kolaylaştırır. Ve yaşlandığında da, öteye bir özlem olur ve ölümü sevdirir. Ölüm; o insan için, askerden terhis olup, eve, sevdiklerine kavuşmaya gitmek gibi olur…

Müslümanlığının gereğini yerine getirmeye çalışan bir mü’min, bunu başardığı ölçüde; gereklerini yerine getirmeyen, (hattâ müslüman bile olmayan kişiden) çok daha fazla huzurludur ve hayattan ve dünya ni’metlerinden aldığı keyif ve haz da, o nisbette daha fazladır dedik.

Fakat burada, hiçbir zaman unutulmaması ve üzerinde, hassas bir biçimde ve dikkatlice düşünülmesi gereken husus şu: İnsanın canı acımadan, yani acı çekmeden; hiçbir zaman, içten ve candan ve samimî olarak “Allah” demesi, Rabbine yakarması mümkün değil gibi. Galiba, Rabbimize içten ve hissederek yakarış, samimî ve gerçek iltica, ancak acı çekmekle mümkün! Uyuduğumuz uykulardan, kayıp ve acılarımızın uyandırıp, acz ve fakrımızı hatırlatmasıyla; canımız yandığı oranda; O’na, ne derece muhtaç olduğumuzu hissedebiliyoruz! Öbür türlü ettiğimiz dualar; Rabbimiz’den, susamadan su istemeye benziyor; kuru, ezbere ve sıradan! Dilimizle söylediğimiz duaları; hâlimiz, hissettiklerimiz, tasdik etmiyor ve yalanlıyor gibi! Elhasıl: Uçurumdan düşen bir insanın, Rabbinden başka tutunacak dal olmadığını anlamasına benzemiyor hâlimiz!…

Tevhid – Kesret’ten buralara geldik. Hem zaten bu 3 sebebi geçtik; devletlerin bile % 15 – 25 vergi aldığı bir zamanda, 40’ta 1, yani % 2,5 zekât vermeyi çok gören ve az bir ücretle, günde 10 – 12 saat çalışırken; karşılığı ebedî Cennet olan 5 vakit namazı (toplamı 40 rek’ât, yani 40 dakika ve 20 dakika da abdest tutsa, toplam 1 saat tutan namazı; “vaktim yok” diyerek) fazla gören ve senede 1 ay orucu çok gören bir insan; eğer mülhid değilse, ya gafil veya cahildir!

Hem zaten; birisinin bize günde 24 altın vererek, sonra bir kısmını tekrar kendisine iade etmemizi istemesi ve karşılığında 24 altından çok daha fazla mükâfat vereceğini söylemesi gibi; ibadette kullandığımız vücud, O’nun; harcadığımız vakit O’nun!… Yani kendimizden verdiğimiz birşey yok; O’nun olanı, gene O’na iade ediyoruz sadece! Öldüğümüzde, biz istemesekte, zaten hepsi O’na dönecek!…

Bir de: (Afedersiniz) İçki, hovardalık, günah için bile para lâzımken; abdest – cami, sevap bedavaysa!

Bir de Rabbimiz: “Vişne suyu iç, erik suyu iç, şeftali suyu iç, çay iç, ıhlamur iç; böyle binlerce suyu iç; sadece içki içme! İnek eti ye, koyun eti ye, tavuk eti ye; sadece domuz eti yeme!” gibi; doğru şıkları çok, yanlış şıkkı tek olan sorular sormuşsa!

Bir de, Rabbimiz, belli şartlarla, 4 kadına kadar evlenmeye izin vermişken; “Yok, ben çağdaş yaşamı destekliyorum: Evlenme gibi kayıt-kuyut, aile, çocuk gibi sorumluluk ve külfetlere girmeden; ben 10 kadınla flört edeceğim, şu kadar kadınla yatacağım!” demek!…

Elhasıl; defter – kitap açık ve doğru cevapları da gösterilmiş bir imtihanda, halâ bile bile yanlış cevaplar işaretleniyorsa! Üstelik; uyandığımız her yeni gün, telâfi ve tekrar sınav hakkı tanınıyorsa! Olmadı; tevbe – istiğfar ve pişmanlık gibi şartlarla geçerli olan, “umumî ve genel af yasası” hükümleri devreye girebiliyorsa!… Rabbimiz, sonumuzu hayır etsin! Bizi bizden çok seven Rabbimiz; bizi, bize bırakmasın!

Yanlış bilinen ikinci şey: Kişinin kaliteli bir müslüman olması, dünyadan el çekmeyi gerektirmez. Dünyalık elde etmeyi yasaklamaz; kişinin, çalışma şevk ve motivasyonunu azaltmaz. Bilâkis; “çalışıp, kazanayım ki, daha fazla kişiye yardım edebileyim; şu hayır-hasenâtı yapabileyim” gibi düşünce ve niyetlerle arttırır.

Mü’min için, “mal;” cep yerine, kalbe girdiğinde; kasa yerine, kâlpte taşındığında problem olur. Burada problem: “Dünya”nın bize, ahireti kazanmak için, “sermaye” olarak verildiğinin unutulmasıdır. Sonsuz ahiret hayatının, bu sonlu ve kısacık dünya hayatında yaptıklarımıza bağlı olduğunun unutulmasıdır. Daha kötüsü: Bunun önemsenmemesidir!

İşte bu gibi sebeplerden dolayı, bir müslüman için asıl başarı, asıl başarılması gereken: Meselâ, beş vakit namazı, bir ömür boyu, kazaya bırakmadan kılabilmektir! Dinimizde meşru görülen mazeretler hariç; “hastayım, işteyim, yoldayım, askerdeyim, uykusuzum, yorgunum, su bulamadım” demeden; (yani “kılmamaya” değil, “kılmaya” mazeret bularak;) yaz – kış, gece – gündüz; dünyaya gözünü kapatacağı o vakte kadar, kazaya bırakmadan kılabilmektir!

İşte sadece bunu başarmak bile; 3 – 5 üniversiteyi bitirmek veya falan ünvan – makama sahip olmak veya falan yarışmayı kazanmaktan; çok daha zor, çok daha meşakkâtli, çok daha yorucudur. Çünkü bu yarışma ömür boyu, yaz – kış, gece – gündüz demeden; hastalık – sağlık, ev – sefer farketmeksizin sürüyor!…

Öyleyse; dünya rekoru sayılabilecek, hattâ bu tür rekorları kıranlara verilen ödüllerden, çok daha fazlasını hakeden bu büyük başarıyı; “alışkanlık” diyerek, “bilinçsiz kılıyor” diyerek, kimsenin küçültmeye ve değersizleştirmeye ve gözden düşürmeye hakkı yok! Sonuçta herkes, imkân ve kapasitesine göre ve gördüğü derslerden sorumludur.

Tevhid: Bütün, parçalarının toplamından fazladır

Konumuza dönersek: “Tevhid ve Vahdet” Hakikâti; soyut ve nazarî, teorik ve gaybî bir “dinî bilgi” değil; evrende işleyen “fizikî bir realite” ve mantığın ulaştığı “aklî bir sonuç”, bir ilkedir. Sadece Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “vahyî bir emir ve haber” değil; mikrodan makroya tüm kâinatta geçerli bir “yasa;” müslüman olsun olmasın farketmez, herkesin gördüğü (Fizik – Kimya Kanunu gibi) yürürlükteki bir “işleyiş”tir.

Tevhid ve vahdetin; biri varlığa, diğeri de Rabbimiz’e bakan iki ana yüzü var. Yani: Rabbimiz’in, eşyayla münasebeti ve eşyanın, kendi arasındaki münasebeti açısından, iki ayrı anlama gelir.

1) Varlığın birbiriyle etkileşim ve münasebeti açısından “Tevhid”: Kâinattaki varlık ve işleyişin, ana şemasını gösterir. Bu açıdan, “Tevhid ve Vahdet;” varlığın, üzerine bina edildiği ana matris; ana yapıştırıcı ve iskelet; birbirine bağlandığı iletişim hattıdır. Kâinatın, birlik ve bütünlüğünü; varlığın, birbiriyle iletişim ve senkronizasyonunu sağlayan; “ana işletim sistemi, ana programdır.”

Yani: İnsanın zerrelerini birarada tutup, senkronizasyon ve birlikte çalışmasını sağlayan, “ruh ve hayat” gibidir “tevhid.” Veya kâinatın her noktasına hâkim, bu ruh ve programın (kanun, emir, yasa, komut) sonucunda; kâinattaki bu tevhid ve vahdet, birlik ve bütünlük gerçekleşiyor.

Tıpkı bir insan organizması gibi; mikrodan makroya tüm varlığın, birbirine tevhid edilerek, bağlanması, şundan kaynaklanır: Rabbimiz’in isim ve sıfatlarının, “El Esmâ-ül Hüsnâ”sının tecelli ve tezahürleri ve birbirlerini sınırlamaları; [tabiri caizse; ışığın farklı frekans ve renkleri, kırılım ve birbirine girişimleri gibi; “isimler”in de, birbiri içerisinde girişim ve birbirlerini sınırlamaları (Er Rahman isminin, El Kahhar ism-i Celilini sınırlaması gibi;) bundan müteşekkil, oluşturdukları desen ve motifler; bunun varlıkta oluşturduğu şekil ve durumlar] varlıkta ve varlığın yansıdığı diğer boyutlarda, dalgalanma ve etki – tepkilere sebep olur.

Tabiri caizse; sanki herbiri ayrı bir “bilgisayar programı” gibi çalışan “isimler/esmâ;” kâinatın her bir noktasında, tesbih taneleri gibi, birbirinden kopmaz bir birlik ve bütünlüğe sebep olur. Tek bir insan vücuduymuş gibi; kâinattaki tevhid ve vahdet, birlik ve bütünlük, buradan kaynaklanır. [Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim ve Bilimsel Yöntem, evrendeki bu tevhid (birlik ve bütünlüğü) farketmişse de; bunun nedenini başka sebeplere bağlamaktadır.]

2) Rabbimiz’in, varlıkla münasebeti açısından “Tevhid”: Rabbimiz’in, varlıkla ilişki ve illiyet, münasebet ve bağlantısını gösterir. Şöyle ki: Tevhid ve Vahdet Paradigması, “Allahü Teâlâ”nın sadece “ilâh” olarak (ulûhiyyetinde) varlık ve tekliğini ifade etmez; O Allah’ın, “Rab” olarak “rubûbiyyetinde” de; (yani “rızık vermek, şifa vermek veya terkib ve inşa etmek, ihtira’ ve icad etmek” gibi tüm) “terbiye ve tedbir, icraat ve fiilleri”nde de tek olduğunu ve ortağı olmadığını ve ortaklar kullanmadığını anlatır. Yani: O’nun, yaratma ve tanrılığında ortağı olmadığı gibi; (ve zaten ortaklara ihtiyacı olmadığı gibi;) yarattıklarını aktif ve ayakta tutma, çalıştırma ve işletme, hareketlendirme ve yönetmesinde de; yani “faâliyet ve icraâtı”nda da ortağı olmadığını anlatır.

Yani: Rabbimiz, herhangi bir “sebep” veya “madde,” “mekanizma” veya “kuvvete”: “İş bölümü ve vazife olarak; bu şeyin imalât ve üretimini sana bırakıyorum. Sana verdiğim bu ufak iş ve süreçten ve sonucundan sen sorumlusun. Ben daha büyük işlere bakacağım!” dememiştir. Çünkü ve zaten, O’nun sonsuz ve sınırsız kudretine nisbetle; “küçük – büyük, az – çok” gibi itibarî nisbet ve ayrımlar yoktur. Tabiri caizse; kudretin “bir birim” tecellisiyle, zerre harekete geçip, dönmeye başladığı gibi; aynı “bir birim kudret” tecellisiyle, kürreler de dönmeye başlar. Yani atoma daha az, yıldızlara daha fazla kudret harcanmaz.

Örneğin: Aynanın bir “elmayı” yansıtması ile bir “dağı” yansıtması aynı derecede kolaydır. Yani: “Ayna; elmayı daha kolay yansıtır; aynanın, dağı yansıtması için daha fazla kuvvet harcaması gerekir” diyemeyiz. Veya: Bir komutan “hazır ol!” emriyle, bir kişiyi de hizaya sokar; aynı “hazır ol!”  emriyle 1 milyon kişiyi de. Asker sayısı artınca, emrini tekrarlaması veya daha gür söylemesi gerekmez (burada emri, mikrofon veya telsiz gibi bir cihazla ilettiğini varsayıyoruz). Veya: Terazinin iki kefesinde eşit ağırlıklar varsa, bu iki eşit ağırlık ister iki dağ olsun, isterse iki zerre; bu eşitliği bozmak için, “bir birim kudret” tecellisi yeterli olur. Veya: Güneş, timsalini ufacık bir cam parçasına yansıtması ile koca okyanus üzerine yansıtması arasında, kolaylık – zorluk farkı yoktur.

“Az – çok, küçük – büyük, uzak – yakın” gibi, “mümkün ve maddî” varlıklar için geçerli olan, bu itibarî sıfat ve ayrımların; Vacib-ul Vücud olan Rabbimiz için geçerli olmadığı ve Kudret-i İlâhî’de “zor – kolay” gibi nisbetler doğurmadığını izah sadedinde, örnekler çoğaltılabilir.

Konumuza dönersek: Rabbimiz, kendinden bağımsız, yani “otomatik” çalışan bir mahlûk veya varlık sistemi kurmamıştır. Zaten “varlık veya devamında, vücud ve bekâsında, Allah’tan bağımsız ve özerk olup, O’na ihtiyaç duymamak;” “mahlûkat ve varlık”ın, tanım ve ta’rifine de aykırı! Çünkü: “Hiçbirşeye muhtaç olmamak;” Rabbimiz’in sıfatıdır, Tanrılık sıfatıdır. “Her ân/mekân Rabbimiz’e zaruret ve ihtiyacı olmak” da, “mahlûk / mümkün”ün sıfatıdır.

Mahlûkun, “Rabbinden bağımsız ve O’na muhtaç olmaması” demek; meselâ: Nefes almaya ihtiyacı olmamak veya nefes alması gerekiyorsa, bunun için Rabbimiz’in yarattığı havaya ihtiyaç duymaması, kendi havasını kendi te’min edebiliyor olması demektir.

Meselâ: Atom ve elektronların, hareket ve yerdeğiştirmek için, O’nun kudret ve kontrolüne ihtiyaç duymaması; bütün hareketlerini, kendi tercih ve irade; kendi kuvvet ve yön bulma duygularıyla gerçekleştirebiliyor olması demektir.

Halbuki mahlûkun; Rabbinden, geçici veya kalıcı bağımsız kalabileceği, kendinden kaynaklı veya kendi fıtrat ve mahiyetine ödünç verilmiş, herhangi bir “kuvvet ve sıfatı, tabiât ve özelliği” yoktur ve olamaz. Mahlûkatın “kuvvet ve sıfatlarını” geçtik; o mahlûkatın “vücud/mevcudiyetinin” bile, Rabbi’nden bir ân bağlantısı kesilmez; aksi hâlde o mahlûk “adem”e düşer, yok olur! Bu, elektriğin kesilmesiyle, lâmbanın sönmesine benzer.

Çünkü: Varlığın, “vücud ve hareket ve eylemleri;” varlığın, içinde bulunup, yer kapladığı “zaman–mekânıyla” birlikte “ânlık var–yok”larla mevcudiyet kazandığı için; Rabbimizin bu “her ân/mekân” gerçekleşen “ol – öl” emirleriyle; varlığın “var–yok”larında; “yaratma” için ayrı bir irade, “yoketme” için de ayrı bir irade gerekmektedir.

Çalışmamızın ikinci kısmı olan, gelecek haftaki yazımızın başlığı: Fizikî varlık ve Hareketlerimiz, Ânlık Var – Yok edilişlerle Gerçekleşiyor.

Ayhan KÜFLÜOĞLU 

Bilimsellik Felsefesi’nin dayattığı Aksiyomatik Öninançlar

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (8)

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 27.Eylül.2018 / ayhank27@gmail.com

Bu Yazımızda; “Bilimsel Bilgi”nin bilinçaltımıza telkin ve ilka ettiği “kirli ve virütik bilgilere;” bizi kodlayıp – programladığı ve formatladığı, “bilinçaltı (subliminâl) ve hipnotik mesajlara” değineceğiz.

Önceki Yazımızda verdiğimiz “yağmur” örneğinde; yağmurun “neden ve nasıl olduğu ve yağdığını” anlatan, Bilim’in bu “failsiz ve öznesiz” tasvir ve ifadeleri; “Ateist ve Materyalist Bilim”in, “Determinist ve Natüralist Bilimsellik Felsefesi”ne göre yapılmış bir “yağmur” tasviridir.

Bu tasvir ve ifadeler; (sanki “Allah var – yok”un ortası veya bunun 3. bir ihtimâl ve şıkkı varmış gibi veya bu 2 şıkka eşit mesafede kalıp, bakılacak dış bir 3. gözlem ve koordinat noktası varmış gibi!): “Gözlem ve araştırmalarımda, tüm dinî ve felsefî inançlardan bağımsız olacağım. Evrene, tarafsız ve objektif bakacağım. Olayları, olgusal ve olduğu gibi anlatacağım!…” iddiasıyla; “ateist” tarafa savrulan, “deist” subjektifliğe kayan ve bu inançları savunan “Bilimsellik Felsefesi”ne göre kurgulanmış ifadelerdir; “Bilimsellik Kriterleri”ne uyarak hazırlanmış “Bilimsel Bilgiler”dir.

“Allah var – yok” dışında 3. bir ihtimâl; gidilecek 3. bir yol ve aklî seçenek olmadığı için; “objektif ve tarafsız, olgusal ve nesnel” olunamayacak bir konuda; güya “objektif ve tarafsız olacağım” diye, Bilimsellik’in, bu “ateist ve deist” taraflı bakışı sahiplenilmez!

Ayrıca, bu konuda “objektif ve nesnel” bir bakış mümkün olsaydı bile; ahlâkî olarak, gene de “tarafsız” olmak doğru değil. Çünkü: “İyi – doğru – güzelden” taraf olmak gibi, insanî bir yükümlülüğümüz de var bizim.

Konumuza dönersek: Bilim’in bu “ateist ve deist yağmur tasviri(yani: “Yağmur”da Allah yok; yani Rabbimiz, yağmur’a ‘müdahil ve etken ve fail’ değil; fakat kâinatın başlangıcında var ve fail!); yağmur’un, “failsiz ve öznesiz” yağdığına inanmasından kaynaklanmaktadır!

Buna da en büyük delil olarak: Faili görmemesini; Bilimsellik’in ise,  gördüklerini konusu olarak kabul ettiğini vermektedir. (“Görmemek”, “olmamaya” delil olmaz; fakat konumuz bu değil.)

Diğer, en büyük zanları da: Görünen “madde ve sebep” ve görünmeyen “otomatik mekanizma” ve “doğa yasalarının;” fail gerektirmeden, bu işleyiş ve sonuçlarını gerçekleştirebileceği ve olanın da, bu mümkün’ün gerçekleşmiş hâli (vukuu) olduğu inancına sımsıkı yapışmalarıdır!

Yani Bilimsellik: “Yağmur’un; herhangi bir faile zaruret ve ihtiyaç duymadan, olabileceğine ve olduğuna” inanır. “Yağmur’un, failsiz olmasının mümkün olduğunu; olanın da, bu mümkün’ün gerçekleşmesi olduğu” inancını savunur. İşte “Bilimsel Bilgi” dediğimiz şey, Bilimsellik Felsefesi’nin bu itikad ve varlık anlayışına göre dizayn edilir.

“Bilimsel Bilgi”; kısırdöngüsel olarak [yani delil ve ispatın (müddeânın) sürekli yerdeğiştirdiği]: Mümkün ki oluyor; oluyor ki mümkün şeklinde yapılan, “totolojik” bir itikada göre dizayn edilir ve sanki bu “ateist felsefî inanç”, doğru ve ispatlanmış gibi kurgulanıp – sunulur.

Yağmur’u, Yatay Deterministik Şablon üzerinden, salt “sebep – sonuç” kurgusuyla resmeden Bilimsellik Felsefesi’nin verdiği bilgiler; güya “Evrenin varlık ve işleyişinde, herhangi bir fail ve özneye zaruret ve ihtiyaç yok(muş); çünkü ve zaten evrenin işleyişi, otomatik bir makina ve bilgisayar gibi(ymiş). Yani bu işleyişin failsiz olması mümkün(müş) ki oluyor ve oluyor ki mümkün(müş). Yani Allah yok(muş), varsa bile bu işleyişe karışmıyor(muş)… Zaten evrenin varlık ve devamında, işleyiş ve faâliyetinde O’na zaruret ve ihtiyaç yok(muş). Çünkü evrende O’nu gerektirecek bir nedensel boşluk ve delil de yok(muş)… O, varsa ve olsa bile ancak ‘İlk Neden Tanrısı’ olabilir(miş); fakat evren veya evrenler, sınırsız sonsuz veya sonsuz sınırlı ise, bu İlk Neden Tanrısı’na inanmak için de, aklî bir gerekçe ve gözlemsel, ampirik bir kanıt kalmayacak(mış)!…” gibi “aksiyomatik öninanç ve önvarsayımlara” göre kurgulanmış ifadelerdir.

Bilimsellik Felsefesi”nin, bu aksiyomatik varsayım ve tahminleri; bu felsefenin ürün ve sonucu olan “Bilim”in, tarafsız ve objektif olmadığını gösterir. Evreni, “olduğu gibi” görmediğini ve araştırma ve gözlemlerini de; “olduğu gibi”, yani “olgusal” anlatmadığını gösterir! Yani: “Bilim/sellik”’in; varlık ve hâdiselere, önyargılı ve koşullu baktığını gösterir. “Bilimselllik Kriterleri” denilen şeyle de, bunu tüm dünyaya dayattığını; zihnimize, epistemolojik şiddet ve baskı uyguladığını gösterir.

Bu önkabül ve aksiyomlara göre düzenlenmiş ve kurgulanmış “Bilimsel Bilgi”nin, bu “varlık ve bilgi anlayışı” (ontoloji ve epistemolojisi); “araştırma ve gözlemlerini”; bir “ateist veya müşrik ve deistin” gözüyle; yani “şirk ve inkâr” itikadına göre anlatır!

Bu varlık ve evren tasavvuru ise; güya “Allah yok(muş); varsa bile ancak İlk Neden olabilir(miş); varsa ve olsa bile, evrendeki işleyişe karışmıyor(muş)!…” şeklinde bir “Tanrı tasavvur ve anlayışını” (teolojisini), zihinlere enjekte ve empoze eder!

Bunun sonucu: İlkokuldan itibaren, (hatta daha da öncesinden başlayarak) tüm hayatı boyunca, okulda – medyada – sokakta; Bilim’in bu “kirli, virütik altmesaj ve anlam, bilinçaltı telkin ve gizli subliminâl mesaj” barındıran “Bilimsel Bilgilerine” tekrar tekrar ma’ruz kalan ve başka seçeneği olmayan öğrenciye, insana: “Varlık ve eşya tasavvurunu böyle kur, böyle düşün ve böyle de algıla ve yazılarında da böyle ifade et!… Evrene, sana taktığımız Bilimsel Gözlükle baktıkça zaten, hangi dinden olduğun farketmez. Çünkü inandığın Tanrıyı da, bizim tanımladığımız gibi (ateist ve/veya deist) tasavvur etmeye başlayacaksın zaten!… Sınırlarını ‘Bilimsellik’in çizdiği; varlık ve işleyişini ‘deterministik şablonla’ tasvir eden bu evrenin; Tanrı’ya ihtiyacı olmadığını (dolayısıyle, Tanrı’ya inanmak için de, aklî bir neden ve gözlemsel bir kanıt ve objektif bir delil olmadığını) sen de anlayacaksın zaten…” demektir!

Bu ise; Bilim’in, kendi “varlık” ve “bilgi” ve “tanrı” anlayışını; kendi ateist ve deist aksiyomatik inançlarını kabule zorlaması demektir. Tüm din ve inançlardan bağımsız ve ayrı, seküler ve lâik, olgusal ve objektif olduğu iddia edilen Bilimsellik’in dayandığı arka plân ve fonun rengi böyledir. Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilimsel Bilgi’nin, zihnimizi yönlendirip – programladığı ve bizi hipnotize eden; “gizli zihinsel kod ve derin bilinçaltı komutlar” (subliminâl mesaj ve telkinler) böyledir.

Buradan geleceğimiz nokta: Bilim’in, “inkâr ve/veya şirk”i savunan; yani “ateizm ve deizm”e hizmet eden Bilimsellik Felsefesi ve sanki bu “felsefî inkâr ve inançları” doğruy(muş) ve ispatlanmış “altmesajıyla” (bu arka fonda) sunulan “Bilimsel Bilgi;” dinimizin “Tevhid ve Vahdet” Paradigmasıyla çelişir ve çatışır.

“Eğer evrende bir olay, sebep – sonuç ilişkisi ve madde – enerji etkileşimleriyle nedensellenebiliyorsa; burada Tanrı gibi bir fail aramak lüzumsuz ve gereksizdir. Evrenin işleyişinde, Tanrı’yı gerektirecek nedensel bir boşluk ve loşluk yoktur(!)” diye iddia eden “Bilimsellik”in; evrendeki olayları “neden – sonuç kurgu ve şablonuyla” resmetmesi ve (madde ve nedenleri, “neden” olarak atayıp; bunları, fiil ve icraatında “araç / alet-edevat” olarak kullanan) “fail”e yer vermemesi; bilinçaltımıza “subliminâl mesaj” olarak: “Bu işleyişe Tanrı karışmıyor” telkin ve talimatını kodlar!

Bilimsel Bilgi’nin, sesli olarak: “Gördüğümüz bu şey; şu sebep – sonuç ilişki ve etkileşimiyle oluyor” demesi; bilinçaltımıza sessiz olarak: “Bu işleyişin, failsiz olması mümkün ve zaten olmaktadır” mesajını gönderir.

Kulağımızla işitilmesi ve bilincimizle farkedilmesi mümkün olmayan, bu harfsiz ve sessiz – sözsüz mesajları; bir sihir ve hipnoz gibi, “varlık tasavvur ve algımızı” şekillendirerek, irade ve davranışlarımızı yönlendirir.

Bilimsellik Felsefesi’nin (scientism, scientific, philosophy of scientificism), evrendeki “bilgi”yi (veri/data – information – knowledge), Yatay Deterministik Şablona göre filtreleyip – kodlaması ve “bilim” (science) olarak, yeniden üretmesi neticesi ve gözümüzü açtığımızdan beri, tüm ömrümüz boyunca maruz kaldığımız bu “Bilimsel Bilgilerin” telkin ve tekrarları neticesi; kalbimiz “müslüman” kalsa bile, algı ve zihnimize “inkâr ve şirk virüsleri” bulaşmış, hastalık tüm vücuda yayılmıştır artık!

Üstelik, bu virüsleri tanıyıp – teşhiş edecek, bir antivirüs programımız bile olmadığı için; hasta olduğumuzu bile farketmeyiz! Ki, tedavi olmayı düşünelim; bir çözüm arayalım!…

Siz, hiç ağaç gördünüz mü!?

Üstelik, Bilimsellik Felsefesinin taşıdığı bu “şirk ve inkâr virüsleri”, sadece Rabbimizle münasebetimizi, itikad ve ahiretimizi tehlikeye atmakla kalmaz! Bilim’in, bu, kendi sınırlarını aşarak, bütün hayatımıza sirayet eden, kirli “virütik bilgileri”; algı ve anlamlandırmalarımızı bozan bu “varlık ve bilgi ve tanrı anlayışı/anlayışsızlığının” neticesi olarak; varlık ve gerçeklikle, birebir teması da kaybederiz! Varlıkla aramızda oluşan bu boşluk ve kesiklik neticesinde, artık eşyayla şahsen ve birebir tanışmamız da zorlaşır! Başta kendimiz ve Rabbimiz ve sonra da eşya ile aramızda bir mesafe ve soğukluk ve yabancılaşma başlar!

Yani: “Bilim ve Bilimsel Yöntem”; sadece “biliminsanın” laboratuvarda yaptığı “iş” olarak kalmayıp, sınırlarını aşmış ve bilimle ilgilenmeyen sokaktaki insanın da, algı ve anlam haritalarını bozmuştur!

Kâinat ve Rabbimizle, aramızdaki ilişki ve bağlantıyı koparan ve kapatan ve bizi, bir “yabanî” gibi¸herşeye soğuk; herşeye dışarıdan ve uzaktan; yani “objektif” bakmaya zorlayan “Bilim/sellik Virüsü”nün zararları neticesi, varlık ve gerçeklikle teması kaybederiz. Herşeye “Bilimsel Göz / Bilimsellik Gözlüğüyle” bakmaya; nesnel ve objektif olmaya; bunun için, herşeye dışarıdan ve pencerelerden bakmaya alışırız.

Burada Bilimsellik Felsefesi (ve daha genelde tüm Felsefe); varlık ve eşyayı, “akıl” üzerinden, bilme ve düşünme sürecinin adı; daha doğrusu, eşya ile, “zekâ” üzerinden kurulan bağlantının adı olup; bu da varlığı, zihne; yani “dil ve mantık”a hapsetmenin diğer adı olmaktadır!

Eşyayla, “kuru zihinsel bilgi” ve “nicelik / bilimsel ölçüm – tanımlar” üzerinden kurulan, bu temas/sızlık neticesinde; “epistemoloji ve objektivite”yi aşarak; eşyayla birebir karşılaşmamız ve tanışıp – kaynaşmamız zorlaşır! Bunun bedelini; eşyanın “ne” olduğu ve bize “yakınlık” ve “hissettirdiklerinin” kaybıyla öderiz!

İşte insanın, “Bilimsel Devrim ve Aydınlanma” denilen; Rabbiyle bağlantısını kesme ve kapatmasının neticesi olarak, “varlık”la da bağlantısını kaybetmesiyle; bir ağaca baktığımızda veya dokunduğumuzda ve yapraklarının çıkarttığı lâhutî hışırtıda, kaybettiğimiz ilk şey; bu yakınlık ve bu histir!

Yağmur’un, Rabbimiz’in indirdiği ve gönderdiği “ni’met ve rızık” olduğu, hatırımıza bile gelmez. Yağmur’un, güya tecessüm etmiş ve cisimleşmiş “rahmet” olduğu, çoğumuzun algı ve çağrışımlarından çıkar.

Meselâ, gökte “bulut”a baktığımızda, “kendinde bulut”u algılamayız; “asıl bulut”u görmeyiz. Gördüğümüz; “suyun, buharlaşmış ve yoğunlaşmış hâlidir” sadece! Bu algı ve anlamlandırmayı aşıp; Bilimsellik’in tüm objektif tanım ve nesnel ta’riflerinin ötesine geçerek, bulut’la şahsen tanışmamız çok zordur. (Burada artık, mesela “bulut” ile bulut olarak; yani “bulutun şahsiyeti” üzerinden bir tanışma ve kaynaşma yok. Bulut’a, “su buharının yoğunlaşmış hâli” tanım ve kavramsallaştırılması üzerinden bakma ve öyle baktığı için de, bulutu öyle görme ve algılama ve anlamlandırma var. Yani: Bulutun fiziksel görünüşünü görmek, fakat derinliğini görememek; görsekte farkedememek, farketsekte anlamlandıramamak ve önemsememek var.)

Bunun gibi; meselâ “su”ya baktığımızda; su’yu, “su” olarak görmeyiz. Gördüğümüz: “2 hidrojen ve 1 oksijenin bileşiminden oluşmuş bir madde”dir sadece! Çevremizdeki “taş, toprak, ağaç, hava, rüzgâr, ışık, ses” gibi varlık ve eşyaya bakışımız hep böyle dolaylı ve uzaktan; “bilimsellik”in hep bu “sayısal ve nicel” tanımları üzerinden olur. Bilim’in, “analitik düşünce” diyerek, analiz – sentezlerle, eşyayı bölüp – parçalayan ta’rifleri penceresinden olur. Varlığa; holistik ve bütüncül, “tevhidî” bakışın terki neticesi; eşyayla, birebir yakınlaşma ve empati ve aracısız iletişim, mümkün olmaz.

Bu tıpkı: Karşımızda tanımadığımız bir insana bakarken, sadece fiziksel görünüşünü görmek ve bununla ilgili detaylı şekilsel ta’rifler yapmak ama, o insanla tanışmadığımız için; o insanın “manevî vücudunu;” yani ahlâk ve karakter, düşünce ve davranışlarını görmemek ve bilmemek; empati kurup, ruh hâlini hissetmemek ve farketmemek; farketsekte önemsememek ve bu algı ve anlamladırmanın doğal sonucu olarak; zaten bu insanla, yakınlık ve arkadaşlık kurmaya niyeti olmamak ve bunu hiç istememeye benzer.

Bilim/sellik Felsefesi ve ürünü olan Bilim, Tevhid Paradigması’nın Zıttıdır

Bilim’in; başlangıçta “deizm”e yolaçarak, buradan “ateizm”e giden yolu kolaylaştıran; yani “şirk ve inkâr”ın teori ve sistemini kurmaya çalışan bu Bilimsellik Felsefesi’nin:

“Evrendeki olayların ‘nasıl ve neden’ olduğunu, ‘sebep – sonuç’ ilişki ve etkileşimleriyle açıklayabiliyorsam; ‘kim ve niçin, anlam ve amacı ne?’ gibi, ‘fail ve gaye sorularına’ zaruret ve ihtiyaç yoktur!” diyerek; evrende Rabbimiz’e yapacak iş bırakmayan(!) bu “Determinist Evreni!;”

“Madde’nin; varlık ve devam, hareket ve çalışmasında, Rabbimiz’e zaruret ve ihtiyaç duymadığı;” bu bizatihî (kendinden / kendi tabiât ve zâtından kaynaklı)Kayyum Evreni!;”

Rabbimiz’i, eğer varsa ve olsa bile, ancak “İlk Neden” olarak kâinatın başlangıcına kadar uzaklaştıran ve Rabbimiz’e ancak burada ihtiyaç duyan ve (kerhen de olsa) ufacık bir rol veren “Deist Evreni!;”

“Ama, eğer ‘sonsuz evren/ler’ veya ‘sonsuz sonlu evrenler’ ispatlanırsa; bu ‘İlk Neden Tanrısı’na da ihtiyaç ve inanmak için neden kalmayacağını” iddia eden “Ateist Evreni!;”

“Şu anlattığım iş ve işleyişe, Tanrı müdahil ve fail değil; bu işleyişte Tanrı yok” diyen “Ateist Evreni!;”

Alenî Deist” ve “Gizli Ateist” olan, sıkıştırınca da: “Bunu gözleyip – bilemeyiz. Dolayısıyle Tanrı’nın varlık – yokluğu ve evrenle münasebeti gibi meseleler, Bilim/selllik’in konusu değildir” diyerek, bu sefer “Agnostizm”e kaçan “Agnostik Evreni!;”…

Varlık ve faâliyetlerine bakarken Kim? ve Niçin / niye? (Gaye ve amacı ne?)” sorularını sormayacağını, daha baştan deklare etmiş “Bilimsellik Felsefesi”nin; güya “inanç ve taraftan bağımsız ve ayrı olacağım; herşeye, seküler ve lâik bakacağım” iddiâsıyla, geldiği ve bizi ve getirdiği yer burası!

Elhasıl: Bilim’in (science), evrenden elde ettiği Bilgi’yi (veri/data – information – knowledge);Ateist ve Materyalist, Determinist ve Natüralist” felsefî inanç ve aksiyomlarına göre filtreleyip – işleyerek, ürettiği Bilimsel Bilgi ve bize sunduğu, bu “evren tasavvur ve tasvirleri,” Tevhid Paradigması’nın tam aksi istikametidir!

Halbuki “Tevhid ve vahdet”; hem düşünerek, kendi içimizde (enfüs), mantıken ulaşılabilecek aklî bir ilke ve hem de dışımızda (afak), varlığı inceleyerek, elde edilebileceğimiz gözlemsel bir bilgidir.

Üstelik: Bu “enfüsî ve afakî” düşünme ve araştırma neticesi elde ettiğimiz bilginin doğruluğu; sistem dışından gelen bir “bilgi ve haber” olan “Risalet/Nübüvvet/Vahiy”le de, ayrıca te’yid edilip, doğruluğu onaylanmış.

Burada, bir düşünme ve araştırma yöntemi olarak “tevhid” kavramından anlaşılması gereken, sadece Rabbimiz’in varlık ve birliği; tek olup, ortağı olmaması değil. Rabbimiz’in, icraat ve fiilleri ve sonuçları olan eserlerinde de ortağı olmaması, ortaklar kullanmaması; kendisine yardımcılar atamaması demektir.

Bu Tevhid Paradigması’nın, evren gözlem – araştırmalarında sonucu ise; Rabbimiz gibi bir fail ve özne olmadan, hiçbir şeyin hiçbir şeye, hakikî fail ve sebep, aktif ve etken olamayacağıdır. İpe dizili tesbih taneleri gibi, evrendeki zerre ve kürrelerin birbirlerine bağlı olup; bu hâliyle kâinatın tek parça bir bütün olduğu; buradan herhangi bir parçayı koparıp, evren ve Rabbimizle bağlantısını kesip, herhangi bir sebep ve mekanizma, madde ve kuvvet, tesadüf ve tabiata bağlanamayacağıdır.

Çünkü: Kitabı yazanın, içindeki cümleleri yazanla; cümleleri yazanın da , cümle içindeki kelimeleri yazanla ve kelimeleri yazanın da, kelimelerdeki harfleri yazanla aynı olması zaruret ve mecburiyeti vardır.

Çünkü: Elma’yı yapan kim ise, ağacı da o yapmıştır; ağacı yapan kim ise, toprak ve dünyayı da ancak o yapmış olabilir… Elhasıl: “Madde alet edevatlarını” kullanarak, elma’yı kim terkip ve inşa etmiş ise; elmanın bağlı ve asılı olduğu “kâinat ağacını”; elmanın yapıldığı ve dokunduğu “kâinat tezgâhını” da o yapmıştır…

Aksi hâlde; “Bilimsellik”in, birbirlerine ve Rabbimiz’e tevhid edilerek, bağlanmış varlığı parçalayıp – ayrıştırarak ve Rabbimiz’den kopararak: “Elma, ağaçtan; bitki, topraktan; yumurta, tavuktan; şifa, ilâçtan; su, H2O’dan veya buluttan; ışık, güneşten…” şeklinde Yatay Deterministik Zincir Şemaları ve tasvir kalıpları; bize, “toprağın elma yapabileceği ve yaptığı; tavuğun, yumurta imâl edebildiği ve ettiği; güneşin, bize ısı ve ışık göndermeyi irade ettiği ve gönderdiği” veya “evrende gaz hâlinde bulunan, yanıcı / yakıcı, hidrojen / oksijenin, birleşerek, kendilerinde olmayan ‘sıvı ve serin ve söndürücü su’ yapabildiği ve yaptığı (kendilerinde olmayan özellik ve niteliklerin ortaya çıkması; yani bütün’ün, parça ve yapıtaşlarına indirgenememesi ve rasyonalize edilememesi)” gibi absürdlükleri bilinçaltımıza kodlanır.

Bunun sonucu olarak: “Kayyum (var olup, ayrıca varlıkta durma ve devamında, herşey O’na muhtaç ve bağlı/bağımlı) ve Samed (herşey O’na muhtaç, O ise hiçbirşeye muhtaç değil) olan Allah” inancı yerine; “Kayyum ve Samed olan Kâinat” inancı zihnimize işlenir…

Bu kodlama ve Yatay Deterministik Düşünce Kalıpları sonucu; “Mona Lisa , Da Vinci / resim – ressam” bağlantı ve çağrışımları; kâinat ölçeğinde “Varlık – Allah / eser – müessir” olarak kopar. Bu zihinsel alışkanlık neticesi: Bu ni’metleri, varlık tezgâhında; “madde”, araç ve alet – edevatlarıyla imâl ve inşa ederek, bize gönderen Rabbimiz’i bize unutturur. “Yaratma”, oluşuma; “ni’met”, mala; “rızık”, gıda maddesine; “sevk-i ilâhî ve ilham”, sevk-i tabiî ve içgüdüye evrilir…

Gelecek Yazımızın konusu: Tevhid; hem Aklî bir İlke ve hem de Gözlemsel bir Bilgidir.

Allah; sadece Din Dersinin değil, Fizik – Kimya’nın da konusudur

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (7)

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 29.Temmuz.2018 / ayhank27@gmail.com

Rabbimiz olan “Allah”; sadece Din Dersinin konusu olmayıp, Fizik – Kimya gibi, diğer derslerin de konusudur. Çünkü bu derslerde de, Rabbimiz’in evrende görünen “fiil ve eserleri”; bize “ihsan ve ni’metleri” anlatılmaktadır.

Çünkü: Tıpkı, iki boyutlu harflerle yazılan “Teşriî ve Kelâmî” olan, vahyettiği “Kur’an Kitabındaki” âyetlerin okunması gibi; diğerinde de, üç ve daha çok boyutlu yarattığı “Kâinat Kitabında” yazdığı “Tekvinî ve Kevnî Âyetleri” okunmaktadır. Biri, Teşriî ve Teklifî Şeri’ât ve kuralların yazıldığı “Kurân-ı Kerîm Kitabı;” diğeri ise, Tekvinî Şer’iâtın yazıldığı “Kevnî Kâinat Kitabı.”

Ve zaten Kitabımızda ilk vahyolunan “oku” emriyle de, bu 2 kitabı okumamız emrediliyor ama “Bismillâh”la okumamız; daha doğru ifadeyle: “Yaratan Rabbimiz’in adıyla” okumamız emrediliyor. Yani: Kâinatı; Rabbimiz’in yarattığı ve her ân/mekân [yok(luk)tan halk ve icad ve var(lık)tan terkip ve inşa suretiyle] yaratmaya devam ettiği; çok boyutlu ve hareketli bir kitap olarak okumamız ve bu kitaptaki harf ve kelimelerin, suret ve özelliklerinden daha çok; taşıdığı ve işaret ettiği anlam ve mesajlara dikkat edilmesi gereken bir kitap olarak okumamız emrediliyor.

Demek ki; evren araştırma ve gözlemlerini, ölçüm ve deney faâliyetlerini; “Bilimsellik”in “seküler ve lâik” paradigmalarıyla; yani bir “ateist” veya “deist”in gözüyle; yani güya “Allah yok(muş); varsa bile, evrendeki işleyişe karışmıyor(muş)!” önvarsayımıyla ve sanki bu önvarsayım doğru ve bilimsel olarakta ispatlanmış tarzında yapamaz bir müslüman!

Eğer varlık ve gerçeği parçalayıp, bölen bir kafayla; yani “bilimsellik” diyerek, “sekülârizm ve lâiklik” diyerek; “Din Dersleri – Fen Dersleri” ayrımlarıyla, farklı gerçeklik alanları üretir ve bunun sonucunda, Rabbimiz’i sadece Din Derslerinde anlatır, diğer derslerde unutur ve atlarsak; sokağa çıktığımızda, evrene bakışımız da “din dışı” (seküler ve lâik); daha doğrusu “ateistçe” olur; bir ateistin gözüyle olur!

Hakikâti parçalayıp, çifte gerçeklik alanları üreten, bu bölmeli seküler anlayışın sonucu olarak; “müslümanlığımız” da, sadece “cami” gibi mekân ve “bayram, namaz” gibi zamanlarda  hatırlanan, “parttime müslümanlık”a döner!

Bir de: Lâik olduğunu iddia eden bir devletin, işine geldiği durumlarda “lâiklik”i askıya alarak; meselâ İslâmî ve arapça bir kavram olan “şehitlik”in içini boşaltarak, kendi ideolojisine alet etmesi ve böylece, dinin mukaddesliğinden kendine aktarıp – rol çalması ve buradan, “savaşmak ve ölmek, öldürmek” gibi insanın hoşuna gitmeyen durumlarda; hak – bâtıl, doğru – yanlış bakmadan, “ölmek ve öldürmenin” meşrulaştırıcısına döner müslümanlığımız! Ve bunun sonucu olarak; ancak “cenaze defni” gibi bazı kamusal durumlarda, uygulama alanı bulabilen, birkaç ritüele döner din anlayışımız!

Devlet”in, dinimizin mukaddesliğinden kendine yansıtma ve aktarma yapmasının zararı burada kalmaz; bu süreç, zamanla, zihinlerde “devlet”in “kutsallaşması”, hattâ “tanrılaşması”na yolaçar! Artık, “devlet”in “araç” olduğu gerçeği unutularak, kendisi bizzat “amaç” olur! Bu da, “devlet”in bizzat kendisinin, “meşruiyyet”in kaynağı hâline gelmesine sebep olur! Bu da; “vatan – millet – devletin âli amaç ve yüksek menfaâtleri için”, gerekirse “adalet” gibi dinî ve ahlakî emir ve kuralların bile “teferruât” hâline gelmesine; bu da “din”in de (din anlayışımızın) araçsallaşmasına sebep olur!…

Böyle toplumlarda; bireyin, yani “vatandaş”ın herhangi bir hakkı ve kıymeti yoktur! “Vatan – milllet – devlet” gibi “soyut” varlık ve kavramlar için, “somut” ferd ve vatandaşın hiçbir değeri yoktur.

Gerekirse binlercesi, silâhsız olarak, tam techizatlı düşman askerinin önüne sürülüp, bir günde “telef” edilir! “Bu kadar asker ölmek zorunda mıydı!?” diye; (bir nevi “toplu intihar” gibi,) bu kadar askerin göz göre göre ölmesini emreden veya ihmâliyle sebep olan komutana hesap sormak, akla bile gelmez! Hattâ “kahraman” diye, madalya bile verilir! “Galibiyetimizin gecikmiş olmasının sebebi veya (mağlub olmuşsak) mağlubiyetimizin sebebi; belki bu kadar askerin ölmesi olamaz mı!?” sorusu akla bile gelmez!…

Tevhid; sadece İnancın mevzuu değil, Bilgi’nin de konusudur

Konumuza dönersek: Halbuki, gerek derslerin anlatımında ve gerekse Bilim’in, araştırma ve gözlemlerden elde ettiği bilgi ve keşiflerin, ifade ve izahında; dinimizin, “Tevhid Paradigması”na zıt olmayan ve körpe zihinlerde itikadî bir aşınma ve sarsıntı meydana getirmeyen ve Rabbimiz’i unutturup – gaflet perdesini kalınlaştırmayan; yani “inkâr ve şirk  virüsleri” taşımayan ifadeler kullanmak gerekir.

Yoksa, misâlen: Okulda, öğrenciye “yağmur” hâdisesini anlatırken; “Yeryüzündeki su; güneşin ısısıyla buharlaşıp, rüzgârlarla taşınır. Sonra alçak basınç ve soğuk havayla karşılaşıp, yoğunlaşan su; ağırlaşıp, yerçekimi etkisiyle yere düşer; suyun bu devri daim ve döngü/dönüşümü…” gibi, “failsiz ve öznesiz” ifadelerle anlatmak; “objektif ve olgusal, tarafsız ve inançtan bağımsız” anlatmak değildir.

Fail ve özneyi işe katmadan, yapılan bu tasvir ve ifade tarzı; analojik ve yapısal olarak; “Mona Lisa” gibi bir sanat eserini, “Da Vinci” gibi bir “faile” atıf yapmadan, sadece “resim” üzerinden; “tuvalin şekil – renk – boyutu ve üzerindeki boya – fırça darbeleriyle” anlatmaya benzer!

Halbuki iki boyutlu ve gerçeğinin taklidi olan, cansız “Mona Lisa” resminden çok daha sanatlı, evrendeki hakiki “Mona Lisa”yı anlatırken, olması mantıken zarurî ve şart olan “fail ve özneye;” yani canlı “Mona Lisa”nın “müessir ve ustası” olan Rabbimize hiç atıf yapılmaması; bundan çok daha mantıksız ve saçmadır.

Görüldüğü gibi: En basit bir resmi bile, “fail ve ustasına” atıf yapmadan; hattâ yanyana gelmiş “iki basit harf” veya “anlamlı bir kelimeyi” bile, “kâtip ve yazar/yazanına” gönderme yapmadan; o resim ve yazının “neden” ve “nasılını” (neden ve nasıl olduğunu ve olabildiğini) determine edemeyiz; olması zorunlu olan “fail ve yazarı” işe katmadan, evreni rasyonalize edemez ve açıklayamayız.

Bilim’in virüslü bilgileriyle formatlanmamış ve programlanmamış, “Bilimsellik” illüzyon ve sihrine kapılmamış, her selim kâlp ve sâlim zihin; dinimizin Tevhid nazarıyla bakarsa, görür ki: Varlık sahnesinde olduğunun bile farkında olmayan; “ağaç” gibi bir tahta parçası, meyve yapamaz! İlim – sanat nedir bilmeyen, “toprak” gibi bir çamur; türlü türlü dokuma kumaşlar, narin ve rengarenk, sanatlı çiçekler yapamaz!… Şapkadan tavşan çıkmasına benzeyen: Cansız atomların birleşmesinden, “canlılık ve bilinç;” görmeyen atomdan, “göz ve görme” çıkmaz!…

Verdiğimiz bu örneklerdeki; “atom, ağaç, toprak” gibi madde ve sebepler;  tıpkı bir “su borusu” ve “çeşme” gibidir. Nasıl ki “çeşme ve boru;” suyun çıktığı, nakil ve akış yeridir; suyun “terkip sebebi ve inşa nedeni” değil; “fail ve ustası” hiç değil! Bu “madde ve atomlar;” evrendeki binaların, “inşa malzemesi ve yapım hammaddesidir”…

İşte tâ Big Bang’ten itibaren, ilk element hidrojenin yaratılmasından itibaren; kâinattan imbiklerle süzüle süzüle, uzay çölünden, “yeşil vahâmız” ve “uzay gemimiz” olan Dünya Gezegenine, çok çok uzak mesafelerden nakledilen/nakledilmiş “su, hayat, ağaç, elma, toprak, çiçek, bal, süt” ve tüm herşey; Rabbimiz’in kudret elinde tuttuğu ve çevirdiği ve hareket ettirdiği, “edilgen bir alet ve münfail bir araç ve pasif bir enstrüman” olan “madde ve zerrelerini” kullanması ve hareket ettirmesi ve yönlendirmesi neticesidir.

Ağaç, toprak, inek, arı, tavuk vs… Bunlar; “Meyve, süt, bal, yumurtayı” kudret eliyle üretip – imâl ettiği, (otomatik değil) “manuel üretim tezgâhıdır.” Rabbimiz’in, ni’metlerini gönderdiği, inzal ve indirdiği; çıkış yerleri, çıkış borularıdır…

Madde ve sebeplerin en kuvvetlisi ve göz – kulak gibi cihazlarla en zengini olan, canlı ve şuurlu “insan” bile; meselâ bir “anne adayı,” kendi karnındaki bebeği kendisi yapmaz, yapamaz. Hattâ o anne adayının, karnında olanlar hakkında ne bilgisi vardır ve ne de olurken şuuru farkeder!

Sebeplerin en zengin ve kuvvetlisi “insan”ın durumu buyken; toprağın ağaca ve ağacın da meyveye, “sebep” ve/veya “fail” olduğunu söylemek ve buradan kâinatta, “sıralı tren vagonları” gibi “sebep – sonuç zincirleri” tahayyül ve tasavvur etmek ve bu “deterministik tasavvur ve şablon” üzerine, “bilgi”yi kodlamak; reel evrendeki gerçeklerle uyuşmaz ve saçmadır!

Bunun gibi; insanın en basit eylemlerinden olan “yürümek” fiilinde; insanın yaptığı sadece “yürümeyi istemek (dua etmek)”tir. Rabbimiz’de, bu istek ve duayı kabul edip, yürümeyi yaratır. Yoksa o insanın: “Yürümek için hangi sinir ve kas hücreleri uyarılacak, hangi hücrelerde, hangi biyokimyevîelektrikî ateşleme ve reaksiyon gerekiyor, açı – denge – ağırlık – eğim hesapları vs…” O insanın, bunlar hakkında ne bilgisi vardır ve ne de, “yürüme” fiili yaratılıp – gerçekleşirken bile, vücudundaki o işlemlerin farkında olur!

Şimdi bu insan; kendi vücudunda ve kendi iradesiyle yaptığı fiillerde bile “aktif ve etken” değilken; yani kendi vücudundaki işleyiş ve sonuçlarına bile aktif katılımcı ve “sebep” değilken! Kendi fiillerine sebep olmamasını ve yaratamamasını geçtik; fiili yaratılırken, o fiil sürecindeki işlemlerin bile, farkında değilken!…

İnsanın bu; iradesiyle, isteyerek yaptığı fiillerde durumu buyken, irade ve isteğinin bile karışmadığı: “Sindirim, kanın deveran ve temizlenmesi, hücrelerin beslenmesi” gibi, irade ve bilgisi, iktidar ve şuuru dışında gerçekleşen fiil ve faâliyetlere ise, hiç girmiyoruz!

Yani “insan”ın; irade ve şuuru, bilgi ve iktidarında olan tek şey, sadece “istemek” iken; kendinden daha aciz ve cahil, cansız ve şuursuz, iradesiz ve bilgisiz, kör ve sağır diğer “atom ve maddeye”: “Bu, bunun sebebi. Şu, şunun sonucudur” demenin anlamı ne!? Realitede hangi gerçeğe uyar!?

Meselâ: Toprağın terzilik, tekstil ve konfeksiyon sanatını icra edip; türlü türlü dokuma kumaşlar ve rengarenk elbiseler yapabilecek kabiliyet ve tabiâtta olduğunu ve yapabileceğini ve yaptığını kim iddiâ edebilir!? Hem de aletsiz olarak; hem de göz, kulak gibi duyuları da olmadığı hâlde!

Örneğin: “Ağacın”, değil meyve ve yapraklarına “etken” ve “sebep” olması; halbuki o ağaç, üzerindeki o meyvenin ve üzerindeki işleyişin bile farkında değil; hattâ o ağaç, kendi varlığından bile bîhaber! Farzı muhâl, sorsak: “Üzerindeki elmayı sen mi yaptın ve sebep oldun?”, “Ne alâka! Kendi varlığımdan bile haberim bile yok ki, üzerimdeki şeyler hakkında bilgim olsun! Beni alet ve araç olarak kullanan, fail ve ustama sor!” diyecek.

Hem nasıl ki: Süleymaniye’nin yapıtaşları olan “demir, kum, taş” vs.; “kütleçekimi, elektromagnetik kuvvet, kimyasal kuvvet” gibi türlü türlü “itme – çekme rüzgarlarınınittirme ve çektirmesiyle; bu yapıtaşları ve malzemeler, kendi kendine havalanıp, birleşip, “Süleymaniye”yi inşa ve imâl edemez! Yani Süleymaniye’nin “etken” olmayıp, “edilgen” olan bu yapıtaşları; Süleymaniye’nin mimar ve mühendis, fail ve ustası olamaz! İllâ bir Sinan ve emrinde çalışan usta ve ameleler ve ancak amelelerin eli ve kuvvetiyle hareket edebilen “alet ve araçlar” gereklidir.

Çünkü Süleymaniye’de görünen “mimarî ve sanat, ilim ve irade, ölçü ve şuur” gibi özellik ve sıfatlar; “malzemelerinde, parça ve yapıtaşlarında” yoktur. Süleymaniye’deki sıfatlar, binasının malzemelerinde olmadığı için de; Süleymaniye’nin “nedeni ve faili, ustası ve mimarı” ondaki malzeme ve yapıtaşları olamaz. Zaten şuursuz ve bilgisiz “atom ve maddelerin” biraraya gelmesi; toplamda, şuursuzluk ve cehaleti arttırmaktan başka da bir işe yaramaz! Yani gözsüz – şuursuzların toplanması, Süleymaniye’nin vücuda gelme ihtimâlini daha da azaltır.

Hem zaten ışığı olmayanın, ışık vermesi; parası olmayanın, para vermesi; ilmi olmayanın bilgi vermesi mümkün olmaması gibi; “cansız ve şuursuz atom ve maddelerin” birleşmesi ve biraraya gelmesiyle; bütün’de, “canlılık ve şuur, bilgi ve sanat” gibi daha üst sıfatların oluşması da, mantıken mümkün değildir. Çünkü: “Parça,” kendisinde olmayan özellikleri; parçası olduğu “bütün”e veremez.

Makro Evren ve Mikro Evren, birbirlerine İndirgenemez

Makro Evren ve Mikro Evren arasında, birbirleriyle nedensellenemeyecek sınır ve duvarlar; maddeyi bölerek, birbirine indirgenemeyecek engeller vardır. Misâlen: “Su”yun özellik ve sıfatlarının; onu oluşturan parça ve cüzleriyle, nedensellenemesi ve rasyonalize edilememesi gibi. Yani su’yun “sıvı – serin ve söndürücü” olması gibi özellik ve sıfatlarının; suyun yapıtaşı ve imâl malzemesi olan, oksijen ve hidrojenin, “gaz – yakıcı ve yanıcı” olması gibi, suya zıt özellikler taşıması nedeniyle; su’yun bu özellik ve sıfatlarının nedeni ve kaynağı, “oksijen ve hidrojen” olmasının mümkün olmaması gibi.

Zaten yukarıda demiştik: Hiçbirşey, kendinde olmayan özellik ve sıfatları, başkasına veremez. Bilgisiz, “bilgi” veremez; ışıksız, “ışık” veremez gibi… Bilinçsiz ve gözsüz atomların toplamından “bilinç, göz ve görme” çıkması vs. hep bu muhâli içinde taşır.

O hâlde: “Madde’nin kendisinde” ve “evren’in bütününde” olan özellik ve sıfatlar, fiil ve eserler; analitik bir mantıkla, analiz – sentezlerle, ayrıştırma – bölmelerle; “maddenin yapıtaşlarında” aranmaz ve evrendeki “madde – enerjilerle” nedensellenemez ve evrendeki “alet, araç, malzemelerle” rasyonalize edilemez! Ve “maddî (ve somut)” olmayan ve “neden” olmayıp, “sonuç ve işleyişin tasviri” olan; yani “zihnî ve itibarî” olan “kanun ve mekanizmalarla” da determinize edilemez! O hâlde, bu gibi konularda, analitik ve ayrıştırmacı değil; holistik ve bütüncül, yani vahdet ve vahdaniyyet gözüyle, “Tevhidî Paradigma”dan bakmalıyız.

Örneğin: Milyonlarca ton ağırlık ve büyüklükte olan ve çoğunun hızı, silâhtan çıkan mermiden milyonlarca kat daha hızlı olan “milyonlarca yıldız ve gezegeni;” uzay boşluğunda, bir yere bağlayıp – tutturmadan gezdiren ve döndüren ve milyonlarca yıldır, çarpıştırmayıp – düşürmeyerek, dengede tutan “sebep ve mekanizma ve kuvvet;” “kütleçekimi” değil, “El Kayyum ve El Hafîz” olan Rabbimiz’dir! Rabbimiz’in iradesinin, bu yönde olmasıdır. Kuvvet ve kudretiyle, bu iradesini gerçekleştirmesidir.

Çünkü ve zaten: İrade ve kudreti bu yönde olmasa; ne “kütleçekimi” kendi varlığını muhafaza edebilir ve ne de (farzı muhâl, varlığını muhafaza etse bile) yıldızları boşlukta dengede tutabilir ve ne de yıldızları döndürme ve gezdirmeye sebep olabilir! Yani “kütleçekimi”nin en fazla, yapabildiği; “çekmek”tir ve çekmesi de, kendi(liği)nden ve “kütle”den (kütle’nin zât ve tabiâtından) değildir.

Çünkü: Bu kuvveti kütle’de “yaratan” ve kütle’ye “nazil ve inzal eden, bitişik ve yanyana iktiran ettiren” ve Kudret’ini, “kütleçekimi” olarak “tezahür veya tecelli ettiren:” Âlemlerin Rabbi olan “Allah”tır!…

Özetle: Evrene, Bilim/sellik’in “parçalayıcı” ve insan zihnini “kesrete dağıtıp, çokluk ve madde’de boğdurucu” bakışı yerine; dinimizin “birleştirici ve bütüncül (holistik)”, (daha doğru ifadeyle, “Tevhid ve Vahdet” nazarıyla) ve doğru sorular eşliğinde bakarsak, görürüz ki:

Allah’tan başka hangi sebep, yeryüzünde tonlarca suyu göğe kaldırıp – arıtır; O’ndan başka hangi fail başımızın üzerinde tonlarca suyu gezdirip, muhtaçlara taşıyıp, yetiştirir!?, Allah’tan başka hangi müessir, yağmuru dünyadan terkip edip; sonra da usulca, yaprak ve çiçeklere indirir!?, Allah’tan başka hangi sebep, uzay boşluğunda sürâtle dönen dünya gemisine, hergün tonlarca “elma, bal, sütten nehirler, ırmaklar” akıtır ve gönderir!? (Çünkü: Boşlukta asılı ve sür’atle dönen ve hiçbir nakil vasıtası ve ulaşım imkânı olmayan “dünya gemisine”, hergün, “yağmur” gibi gönderilen; yani “ağaç musluklarıyla” akıtılan veya “arı, inek gibi kanal – borularla” gönderilen tüm “meyve, bal, sütlerin” miktarları, binlerce – milyonlarca tondur!), Allah’tan başka hangi neden, hangi fail; anne karnındaki bebeği, göbeğine bağladığı bir kordonla karnından; doğduğunda da, (dişleri olmayan ve katı yiyecekler için sindirim organları gelişmemiş o bebeği,) annesinin göğsünden; böyle en lâzım ve lâtif bir ni’meti gönderip – besleyebilir!?…

Gelecek Yazımızda; “Bilimsellik Felsefesi’nin dayattığı Aksiyomatik Öninançlar” başlığı altında; “Bilimsel Bilgi”nin bilinçaltımıza telkin ve ilka ettiği “kirli ve virütik bilgilere;” bizi kodlayıp – programladığı ve formatladığı, “bilinçaltı (subliminâl) ve hipnotik mesajlara” değineceğiz inşâallah.