Etiket arşivi: çocuk eğitimi

Evimde müthiş bir yangın var: İçinde çocuklarım yanıyor…

Bediüzzaman, hayatının gayesini, moda tabirle vizyonunu: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmağa koşuyorum.” Ve “hey efendiler ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var” şeklinde özetlemektedir. Üstad, yazdığı eserlerle, küfrün bel kemiğini kırdığını ifade eder. Hakikaten bugün küfür teorik olarak iman hakikatleri karşısında mağluptur ve mecalsizdir.

Hâl böyle iken, imtihan sırrının gereği olarak, sorular değişmiş, muhatap olunan farklı zorluklar ve durumlar ortaya çıkmıştır. İman ve inanca dair birçok meselesini inançlı insanlar, aileden başlayarak sosyal hayatın en geniş dairelerine kadar, “inandıklarına uygun yaşayamama” sorunu ile karşı karşıyadır.

Aslında bu mesele, küçük yaşlardan itibaren aile içinde baş gösteren ve zamanla merkezden muhite yayılan bir problemdir. Evet, bu sorunun temel unsurlarından biri, hemen herkesin evinde irili ufaklı sayıca bir ya da birden çok olan “Televizyon” ve onun kanalları aracılığı ile surda açılan gediklerdir…

Evet, televizyonla müslümanın tahassüngâhı (sığınağı) olan aile hayatında gedikler açılmıştır.

Evet televizyonla, “bir nevi cennetimiz olan ailemize” haramiler, zebaniler dalmıştır…

Evet televizyonla, telaffuzundan bile rahatsız olduğumuz bir çok şey, gözlerimiz önüne serilerek zamanla ülfete akabinde ünsiyete dönüşmüştür…

Televizyon sayesindedir ki, inandığımız gibi yaşayamadığımız için yaşadığımız gibi inanmaya başlamışızdır.

Bizler, çok masum olarak evlerimize giren televizyonlar sayesinde, önce, “dilediğimiz kanalları tercih ederiz, istemediklerimizi seyretmeyiz” gibi masum görünen, bir düşünceye kapıldık.

Hatta “el kadar” çocuğumuzu” sakinleşsin ya da ev işleri yapan anneye problem çıkarmasın diye saatlerce televizyonun karşısında oturttuk.

Ve çocuk televizyona bağımlı olarak büyüdü gelişti, genç kız ya da delikanlı oldu…

Okuldan geldiğinde apar topar yemeğini yiyip oturdu karşısına ve ta bebeklik çağından itibaren bilinçaltına gönderilen mesajlarla kafasında “rol modeller oluşturmaya” başladı. Falanca televizyon programlarındaki kahramanlar gibi konuşmaya, filanca gibi giyinmeye kısaca “başkaları gibi” yaşamaya başladı. Derken biz her defasında, “bazen çok sert tepkilerle, bazen anlatarak, bazen ikaz ederek ama her defasında yorgun ve bitkin” ama gerçek suçlu ya da sorumlunun “kendimiz olduğunu” da çok defa unutarak yenik düştük.

Saygı beklerken gördüğümüz hırçınlıklar, “aslında ben onlar için ne kadar da fedakârlık yapmıştım” diye sızım sızım sızlattı içimizi…

Yine fedakârca çıktığımız alış verişlerde “giyecek” konusunda yaşadığımız tartışma ve çatışmalarla, bir kez daha yenildiğimizi hissettik. Kızımız bizim istediğimiz gibi değil, televizyonda gördüğü, mp3’ten şarkılarını dinlediği “rol modeli” gibi giyinmek istiyordu.

Kısaca, cennetimiz olan ailemiz, servetimiz olan çocuklarımızla birlikte saadetimiz, huzurumuz, sevincimiz… bir bir elimizden uçup gidiyordu…

Sahi nerede yanlış yapmıştık, samanlıkta kaybettiğimizi ne zamana kadar dışarıda arayacaktık?

Üstad, “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstahak olur” diye buyurmaktadır.

Suçu kendimizde aramaya başlayınca, çözümde beraberinde gelmeye başladı. Evet, biz her ne kadar kapılarımızı çelikten, pencerelerimizi demir korkuluklardan yapmış olsak bile, televizyonla hem kafamızı hem kalbimizi açmıştık dışarıya. Sorgusuz ve hesapsız bir şekilde.

Evet dostlar, gün, “Zararın neresinden dönsek kârdır” hesabı bu gidişe bir dur deme zamanıdır.

Sığınağımız olan evlerimizi yeniden bir cennet bahçesine çevirmek için,

-Dur demeliyiz televizyona…

Ta ki aile meclislerimizi yeniden kurabilelim.

Ta ki birbirimizi anlama ve dinleme imkanı bulabilelim.

Ta ki hedeflerimizi ortaklaşa tespit edip sağlıklı kararlar alabilelim…

-Dur demeliyiz televizyona,

Ta ki okuma saatlerimiz olsun hep birlikte,

Ta ki namazlarımızı kılalım cemaatle…

Ta ki Eğlence saatlerimiz olsun topluca,

-Dur demeliyiz televizyona;

Ta ki tesbihatlarımızı yapalım huzurla,

Ta ki Dersimizi okuyalım sırayla,

-Dur demeliyiz televizyona;

Ta ki Kur’anımızı öğrenelim doğruca

Hadisler ezberleyelim güzelce

İlahiler, gazeller, okuyup huzurla dolalım zevkle coşalım…

“Yitik sevdamızı, kaybolan saadetimizi geri getirmek adına!”

Dur diyelim televizyona…

Halim Ulaş

RisaleHaber

Çocuğumla anlaşamıyorum!..

Çocuğumla anlaşamıyorum, diyor anne-baba… Çocukla anlaşma yapılamaz. Çünkü o henüz olgunlaşmamış, iradesi yok denecek kadar azdır. Hayatı beslenmek ve eğlenmekten ibarettir. Anne-babanın karşısında muhatap yok, Allah’ın emaneti bir çocuk var. Çocuklarından şikâyet edenler, acaba o çocuğa milyonlarca lira verilse onu verirler mi? O kadar da kıymetli…

Anne-baba çocuğuyla anlaşmak istiyorsa evvela şu gerçeği kabul edecek. Ebeveyn, çocuğunun hizmetkârıdır. Yani “ben bu çocuğa şöyle baktım, o da bana şöyle davranmalı” diyemeyiz. Böyle bir şey yok. Allah, canavarları, yavrularına hizmetkâr etmiştir. Hiçbir kurt yavrusunu yememiştir. Hiçbir yılan yavrusunu zehirlememiştir. Aslanlar yavrularına köledir. Cinsi ne olursa olsun, ebeveyn yavrusunun kölesidir. Mesela anne kuş, yuvasını yapar, yumurtayı oraya bırakır. Yavru kuş yumurtan çıkınca o kadar cılızdır ki bazen yuvada ayağa kalkamaz. Anne kuş dünyayı dolaşır, yediği gıdaları kursağında getirir, yavrusunun ağzına döker. Belki kendisi açtır amma uçarak gezerek, yorularak bazı tehlikelerle karşı karşıya kalarak bulduğu gıdaları, getirir yavrusuna verir. İşte ebeveyn budur. Yani adetullah budur…

Belki kendi üzerine giyecek elbisesi yoktur. Amma evladına kıyafet alacak. Belki kendisi cahildir amma yavrusuna tahsil yaptırmaya uğraşacak. Bir arkadaş çocuğunun kolundan tutmuş, “Ben süründüm, sen sürünmeyeceksin!” diyor. Çocuğu tartaklıyor. Çocuk ağladıkça babası bağırıyor: “Ben süründüm, sen sürünmeyeceksin!” O arkadaş ırgattı. Çok zor şartlarda para kazanıyordu. Çocuğunun kendisinden üstün olmasını istiyor, başka da bir isteği yok. Çocuk bu sırrı anlamıyor, anne-baba anlatmaya uğraşıyor. Çocuğun kölesi, gelecekteki, belki yirmi sene sonraki felaketten çocuğunu korumaya uğraşıyor.

Beykoz kundura fabrikasının ayakkabısını giyerdim, ucuzluktan aldığım elbiseyle gezerdim, sade bir evde otururdum. Belki daha iyisini yapacak imkânlarım vardı fakat çoluk çocuğuma olduğumdan daha zengin görüntüsü hissettirmedim.

Elbette ki anne-babanın çocukları üzerinde otoritesi olmalı. Otoriteyi sağlamak için önce anne-baba susabildikleri kadar susmalı, sabretmeli. İkincisi de hakkaniyetli iş yapmalıdır. Evde bir hukuk olmalı. Çocuk, “Ben ne yaptım ki bu cezayı aldım?” sorusunun cevabını kendi içinde bulmalıdır. Bu çocuğa ağır gelmez. Alimler, “Çocuklarda haya, korkudan daha iyidir; zira haya akıllılığı, korku pısırıklığı gösterir.” demişlerdir.

Bugünkü eğitim çocuğa pek bir şey katmıyor. Bu sebepten anne-babaya çok iş düşüyor. Zaten okullarda eğitim yok, öğretim var. Öğretmen çocuğa namaz kılmayı anlatıyor, camiye götüremiyor. İman olmazsa, insanın hayatını zevkleri ve menfaatleri yönetir. Kazanır, harcar, çalar oynar ve hayatı biter. İman olmayınca insan haram dairede yaşamayı beğenir. Çok iyi bir hayat yaşıyorum, der, çok iyi bir hayat yaşadığını zanneder. Sonra ummadığı bir anda ölüm gelir. Amel defteri açılır, hiç sevap yok. Zaten haram dairede yaşayan, dünyasını da cehennem eder. İslami şuurun olmadığı yerde çocuk kavak ağacı gibi büyür. Çocuk nefs-i emmare ile dünyaya gelir, hakla batılı ayıramaz. Ebeveyni de aynı şekilde yaşıyorsa, ismi Müslüman, hayatı başka türlü bir insan yetişiyor demektir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Kuralları koyan mı? Yoksa birlikte kural koyan mı?

Yedi yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, on beş yaşına kadar arkadaşlık ediniz; on beş yaşından sonra istişare ediniz.” (Hz. Ali)

Çocuk eğitiminde yapılan en önemli yanlışlardan biri anne babaların evlatlarına karşı direk kural koyucu olmaları ve kuralların belirlenmesinde onlara söz hakkı vermemeleridir. Oysa yapılan çalışmalar kurallar belirlenirken çocukların bu sürece dâhil edilmesi ve onlara rağmen değil de onlarla birlikte kuralların tespit edilmesinin, çocukların konulmuş olan bu kurallara uymak için daha fazla özen gösterdiklerini ispatlamıştır.

Ebeveynin çocuklara rağmen kural koyması çocukların öz güveninin gelişmesinde ve otokontrol mekanizmalarında zafiyete neden olmaktadır.

Eğer kural belirleme ve karar alma işinde çocuğa söz hakkı verirsek, anne- baba olarak çocuğun davranışlarında korumakla yükümlü olduğumuz sınırları koruyamayacağımızdan şüphe edebiliriz. Oysa yetişkinler çocukların kendi davranışlarına koyulacak sınırları kendilerinin koymalarına izin verirlerse çocuklar verdikleri sözleri tutmaya daha istekli olacaklardır. Her ailenin belirli kuralları ve kolay anlaşılır politikaları olmalıdır. Çocuklar izin verilirse, davranışlarını belirleyecek kuralları ana-babalarıyla birlikte koyabilecek yetenektedirler. Aileler başlarında mutlak kural koyucu olmadan da kendilerini yönetebilirler, yönetebilmelidirler.

Genel kurallara, evin ve odanın temiz tutulması hakkında alınan kuralları örnek verebiliriz. Bu genel kurallar bir bakıma uyulması daha kolay kurallardır. Ailelerin asıl büyük sorunu ise, daha çok çocukların davranışlarıyla ilgili sınırlar oluyor. İşte bu sorun olan sınırların koyulmasında da çocuklar fikir sahibi olurlarsa, kendi koydukları kurallara uymaya daha fazla özen göstereceklerdir. Bu tip sınırlara bir örnek de, çocuğun misafirliğe gittiğinde evdeki gibi davranamayacağı olabilir. Veya genç delikanlılar için eve en geç kaçta gelineceği sınırı olabilir.

Çocuklara bu sınırları bizim kontrolümüzde kendilerinin belirleyebilmeleri için izin vererek, kendi koydukları sınırları koruma yeteneklerini görebiliriz.

Çocuklara kendi davranışlarının sınırlarını belirlemeleri için fırsat verdiğimizde, nasıl biz yanlarında olmadan da kendilerini kontrol edebildiklerini görebiliriz. Ancak her anne baba tahmin eder ki bu sonuçları öyle pat diye göreceğimizi düşünürsek kendimizi kandırmış oluruz.

Çocuktaki sonuçlar sabır, devam ve emek isteyen bir sürecin ardından görebileceğimiz şeyler. Yoksa bir uyguladık olmadı, iki uyguladık olmadı vazgeçmek safdillik olur. Bu zaten hayatın her alanında böyle değil midir? Her önemli sonuç, uzun uğraşlardan sonra elde edilmez mi?

Şimdiki aklımız olsaydı; Aldığımız kararlarda aile meclisini toplar (buna çocuklarımızı da dahil ederdik) onlara danışır ve ortak kararlar alırdık. Bu sayede onlara değer verdiğimizi ve fikirlerinin bizim için ne kadar önemli olduğunu pratik olarak onlara gösterirdik. Ayrıca öz güven ve karar verme yeteneklerini küçük yaştan itibaren bu vesileyle daha da geliştirmelerine yardımcı olurduk. Birey olmanın ve önemsenmenin mutluluğunu onlara daha çok yaşatırdık.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Siz Hala Çocuğunuzu Tehdit Ediyor Musunuz?

Bütün anne ve babalar gibi hepimiz çocuklarımızı en iyi şekilde yetiştirmeyi isteriz. Ancak bunu yaparken farklı yöntemler kullanırız. Kimimiz çocuklarımızı katı ve mesafeli kurallarla yetiştirirken kimimiz de daha yumuşak ve samimi yöntemleri seçebiliriz.

Anne ve babaların özellikle ilk 6 yaşa kadar olan dönemde yaptığı en önemli hatalardan biri çocuğu tehdit etmektir. Baskı ya da tehdit yoluyla çocuğun davranışını değiştirmeye çalışmak yapılabilecek en büyük hatadır. Çocuk değersiz olduğunu hissederek öfkeye kapılır. Nedense bazı ebeveynler çocukları ile oturup meselelerini konuşarak, tartışarak halletme yoluna gitmeyip, çocuklarına karşı genellikle anlamsız bir otorite kurmak isterler ve çocukların kendilerinden korkmalarını arzu ederler.

Unutulmamalıdır ki çocuk eğitiminde ve özellikle de ilk 6 yaşa kadar olan dönemde korku ve tehdidin eğitimde yeri yoktur. Çocuk korkutularak tehditle yola getirilemez; sevgi, anlayış ve yumuşaklıkla eğitilebilir. Küçük çocuklar, kendilerine bu çeşit tehditler yapılmasa bile sürekli olarak terk edilme ve sevilmeme korkusu geliştirmeye açık ve uygun durumdadır. Bu kaygı, çocukların düşüncelerini zaten ciddi biçimde etkilerken üstüne üstlük bir de büyükler tarafından tehdit edilmeleri bu korkuların sürekli olarak yaşanmasına neden olacaktır. Çocuğunuzun yapmasını istediğiniz davranışının dişlerini fırçalaması olduğunu düşünelim. Burada ebeveynin yanlış tutumunu şöyle örneklendirebiliriz. “Eğer dişlerini fırçalamazsan sana yatarken kitap okumam veya eğer dişlerini fırçalamazsan seni sevmem gibi.” Oysa ebeveynin çocuğuna şöyle seslendiğini farz edelim; “Yatma zamanı geldi. Yatmadan önce yapmamız gereken en önemli şey neydi? Burada ebeveynin yaptığı şey cezalandırıcı olmadan çocuğuna yatmadan önceki rutinleri hatırlatmak olmuştur.

Birde öyle bir tehdit türü vardır ki bence tehdit ve korkutmaların en tehlikelisi ve ilerleyen yıllarda aile içi iletişimin önündeki en önemli engellerden biri. Çocuğu en çok sevdiği veya sevmesi gereken kişi ile tehdit etmek ve onu onunla korkutmak, yani çocuğu babası ile korkutmak ve tehdit etmek. “Akşam baban bir eve gelsin yaptığın haylazlıkların hepsini bir bir anlatacağım. Sen o zaman görürsün Hanyayı, Konyayı.

Bu tip korkutmalarda çocuğun bilinçaltında baba ile ilgili şu sıfatlar ister istemez oluşmaktadır: “Cezalandıran, şiddet uygulayan, nefret eden…

Şimdiki aklım olsaydı: “Benim için dünyanın en değerli varlıkları olan çocuklarımı, eşimin benimle korkutmasına izin vermezdim. Uygun bir dille onlarla yaşadığı sorunları ben yokken kendisinin de hallede bileceği yöntemlerle çözmesini söylerdim. Bununla birlikte benim olmadığım zamanlarda yaşadığı problemlere ortak olmaya çalışır ve onunda iş ve ruhsal yükünü hafifletmeye çalışırdım.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

ÖZGÜVENLİ OLSUN DERKEN, BENCİL Mİ OLDULAR?

Zaman değiştikçe her gelen neslin ihtiyaçları, kişilik yapısı, hatta ruhsal problemleri ve öncelikleri de beraberinde farklılaştı. Eskiden dert olan birçok şey, artık sorun olmaktan çıkıp, bambaşka bir hal aldı. Aile içi ilişkiler, anne, baba ve çocukların rolleri bile zamanın geçişiyle birlikte ciddi değişimler geçirdi. Eskiden anne babanın özellikle de babanın baskın olduğu aile modeli, son yıllarda çocuk merkezli hatta çocuğun hâkimiyetinin ve isteklerinin sınırsızca karşılandığı ortamlar haline geldi.

Şu anda orta yaşlarını yaşayan bizim nesil için özgüven problemleri her zaman için önümüze engeller çıkardı. Kendimizi ve duygularımızı ortaya koymakta, ifade etmekte hep zorluk çektik. Otuzlu yaşlarda bile kendine güven duygusunun sonuçlarıyla baş etmeye çalıştık. Hayır diyebilmek bile öyle zordu ki… İstemediğimiz bir sürü işin ve yükün ortasında bulduk kendimizi… İçimizden söylene söylene yaptığımız ne çok şey oldu, sırf güzelce bir hayır diyememek yüzünden… Ya da ilişkilerin kolay yıkılabilirliğine olan inancımız duygularımızı ifade etmemizi engelledi. Ettiğimiz zaman da, kötü bir dille ifade ettik. Zamanında yaşanmamış ve söylenmemiş her duygunun bedelini çok ağır ödedik… İfade edilmeyen her duygu, hırçınlık ve öfkeyle söylenen yaş dönümü krizlerine dönüştü. Bizim nesil, büyürken çok yoruldu, önce kendisiyle tanışmayı öğrendi. Kendini gördüğünü zannettiği aynalar bir bir kırıldı. Geride kalanları da kendisi kırdı. Yıkıntılarından doğan öfkesini affetmeden yol alamayacağını, o da biliyordu. Önce geçmişini, orada hayatına hükmü geçmiş herkesi affetti, yüreğindeki yüklerini atınca hafifledi. Ancak o zaman büyüyebildiğini fark etti…

Bizim nesil kendini, adeta arkeolojik bir kazı yapar gibi keşfetmeye çalıştı. Her bulduğunu yerine koymak ise yıllarını aldı. Tüm korkularının ve zaaflarının takıldığı yerleri teker teker keşfettikçe büyümek denen şeyin ne kadar da zor olduğunu fark etti.

Çocuklarımız bizim yaşadıklarımızı yaşamasın dedik, iyi niyetle düşündük belki ama, öyle çok verdik ki, hatta istemelerine bile fırsat vermeden verdik… Hiçbir sıkıntıları olmasın, hiç beklemesinler, hiç ertelenmesinler istedik… Hasta olmasınlar diye soğuktan aşırı koruduğumuz gibi, tüm hayat tecrübelerinden de koruduk onları… Dizleri kanamadan öğrensinler istedik hayatı… Hiç yoksunluk yaşamasınlar, her şeyleri tamam olsun dedik… Bizim yaşadıklarımızı ve beklediklerimizi yaşamasınlar, beklemeden sahip olsunlar diye düşündük… Özgüvenli olsunlar diye her istediklerini hiç bekletmeden verdik, hiç sorumluluk almadan da, beklemeden ve emek vermeden de dünyadaki en güzel, en harika insanlar olacaklarını düşündürdük onlara… Her işlerini kendimiz yaparak, hayata elleriyle katılmanın zevkini aldık ellerinden… Düşmesin diye kolladık, terler diye koşmasına izin vermedik… Bir cam fanusun içinde temiz ve özenli, dikkatli ve aşırı düzenli bir hayat sunduk onlara… Koruyalım derken, öyle şefkate boğduk ki, büyüdüklerinde hayatı yalnız yaşayacaklarını unuttuk… Kendi özgüven problemlerimizi tamir edelim derken, ertelemeyi ve beklemeyi sevmeyen, her istediği ânında olsun isteyen nesiller mi yetiştirdik acaba!..

İnsan ne kadar da kolay alışıyor her şeyin hazırına ve kolayına… Sanki hep olacakmış, sanki hep gelmesi gerekiyormuş gibi inanıyoruz. Azıcık bir gecikme olsa ya da isteklerimiz bizim arzu ettiğimiz gibi olmasa hemen şikâyete başlıyoruz. ‘Niye ben, niye bana!..’ diye söyleniyoruz. Sanki kaderin hükmü bizim lehimize değil de aksine işliyormuş gibi sürekli şikâyet ediyoruz.

Kendimizi sonsuz bir emniyette hissetmeyeli ne kadar oldu acaba?.. Ne kadar zamandır, sadece Onun tarafından sürekli korunduğumuzu hissedebiliyoruz?.. Sanırım dikey ilişki zayıflayınca, yataydaki ilişkilerimiz de yolunu ve yönünü şaşırıyor. İyi olsun, iyi yapalım derken fıtratın gidişini ve akışını bozuyoruz. Görünürde nice şefkatli davranış ve tutum vardır ki, aslında karşımızdakine zarar verir. Onun gerçekten büyümesine, hayata tutunmasına ve acıyla baş etmesine engel olur. Şefkatle kabuğunu zamansız açtığımız her tohum, rüzgâra ve yağmura dayanıksız olur… Çabuk yıpranır, açmadan çürür gider…

Çocuklarımızı büyütürken, daha doğrusu onların büyüme serüvenine eşlik ederken, acele etmeyelim, aceleye getirmeyelim… Öğrenmeleri ve görmeleri için zaman tanıyalım, biraz bekleyelim, hemen koşmayalım, kendi kalkabilecekse, bu zaferi elinden almayalım… Bekleyen, gönderilenin kıymetini daha iyi bilir, onu daha iyi korur…

Onların terbiyecisi değil, yol arkadaşı olalım… Birbirimizin imtihanı olmak yerine birlikte imtihan olmanın, birlikte büyümenin tadını keşfedelim… Küçük yaşlarından itibaren küçük sorumluluklar verip takdir ederek, bundan lezzet almalarına imkân sağlayalım. Deneyerek, yaşayarak öğrenmelerine izin verelim… Tabi ki rehberlik yapalım onlara, ama biz bile bu yaşımızda nasihat edilmesinden hiç hoşlanmadık ki…

Öncelikle onaylamasak da, onun ne yaşadığını ve ne düşündüğünü anladığımızı hissettirmeliyiz… Sonra da onu çok sevdiğimizi, her zaman yanında olduğumuzu söylemeliyiz…

Onları yaşadıkları sürece her acıdan ve her düşüşten koruyamayız, yaşadıkları her ânın içinde, tüm hayatları boyunca onlara eşlik edemeyiz. Dürüst ve samimi, seven ve kabul eden bir yol arkadaşı olmak daha destekleyici olacaktır. Bu tutumumuz, modern zamanın bencillik ve narsizm gibi hastalıklarına karşı, onları daha çok koruyacaktır…

Anne baba olmak gerçekten zor… Ama zor olduğu kadar da eşsiz bir deneyim. Belki de hiçbir şey, hiçbir yaşanmışlık bu kadar büyütücü olamazdı…

Psikolog & Psikoterapist

Banu Yaşar