Şehrin en mutena semtlerinden birinde, iki büyük alışveriş merkezi ile deniz arasında bir parktı. Şehrin en büyük çocuk parkıydı muhtemelen. Birbirinden cazip oyuncakları ile çocukların ilgisini çektiği kadar, denize nazır banklarıyla büyükleri de cezbediyordu kendisine. Özellikle hafta sonları, aileler, alışveriş sonrası bir buraya uğramadan edemezlerdi. Park, oyuncak bakımından zengindi, ama aynı çeşitliliğin ziyaretçiler için de geçerli olduğu söylenemezdi.
Parkın geleni gideni çoktu, ama bunlar neredeyse bir örnek insanlardı. Parkta yarım saat oturan biri, jestleri, mimikleri, hatta çocuklarına seslenme biçimi farksız onlarca aile görebilirdi. Bir tek, bu zengin semtin yüksek ve lüks apartmanlarının bodrum katında yaşamaya mahkum kapıcı aileler bunun bir istisnasıydı. Hepsi de cesaret edemezdi buraya gelmeye; zira, kat kat üstlerinde yaşayan insanların duygusal ağırlığını da taşıyan bu ezik insanların bu parkta varlığına, yasak değilse de, pek hoş bakılmazdı.
Parkın yeşillenmiş çimenleri, çimenler arasından boy vermiş sarı çiçekleri, beyazlara bürünmüş ağaçları ile denizin mavisinin doyumsuz bir renk cümbüşü sunduğu o bahar günü parkta görülen aile ise, parkın her iki ziyaretçi profiline de uymuyordu esasında. Ne görünümleri bir zenginlik çağrışımı uyandırıyor, ne de hal ve hareketleri ‘canım şu kapıcılardan biri olmalı’ deyip geçmeye imkân sağlıyordu. Tesettürlü anne bir banka oturmuş, beş yaşlarında gözüken kızlarını uzaktan izliyor; baba ise üç yaşını ancak geçmiş olması gereken oğullarıyla parkın kumlarında kaleler ve kuleler yapıyordu.
Çocuklu aileler bilir, handiyse çocukların sevgilisiydi kum. Hele onu biçimlendirmelerini sağlayan oyuncaklarla ve kum kamyonlarıyla kumda oynayan birilerini gördükten sonra, başka çocuklar da toplanmıştı oraya. Adam, başlarına toplanan bu çocukları ele almayı bilmiş, az zamanda parkta bir ‘inşaat takımı’ toplamıştı. Saçı ve sakalıyla ilk anda onun o parkta ne işi olduğunu akıllarına getiren, hele çocuklarının onun yanına gitmesinden huylanan birkaç aile, oturdukları banklarda onun çocuklarla ne kadar sıcak ve dengeli bir ilişki kurduğunu izliyorlardı şimdi. “Tamam, şimdi kamyon sırası sende. Tamam, şimdi kuleyi bu kardeşle yapacağız. Sonra da sıra sende…” derken, diğer çocuklar kadar, aralarına karışan bir spastik çocuğu dahi, üzmeden kırmadan idare etmeyi başarmıştı adam. Bankta oturan hanımıyla diyalog biçimi de sıcak ve sevecendi.
Bu karı-kocanın hali, hafta sonları evlerinden sahile, sahilden bir başka yol ile evlerine gitmeyi, bu arada bu parkta oturup nefeslenmeyi âdet edinen bir çifti hayli şaşırtmıştı. Kadının da, adamın da ‘dinci’ olduklarına kuşku yoktu. Görünüşleri ve kıyafetleri herşeyi söylüyordu zaten. Konuşmalarının arasına sinmiş bolca ‘maşaallah,’ ‘inşaallah,’ ‘elhamdülillah’lar da aynı şeyi söylüyordu. Ama, şehrin bu tarafında doğup büyümüş, kolejden sonra yurtdışında okumuş insanlar olarak, ilk kez bir ‘dinci aile’yi bu kadar yakından ve çıplak gözle izliyorlardı. Hayır, davranışlarındaki incelik, sözlerindeki sıcaklık, ilişkilerindeki nezaket, hele kendi aralarında sağladıkları âhenk, köşe yazılarında ve televizyon ekranlarında göregeldikleri ‘dinci’ portresine hiç mi hiç uymuyordu.
Bu aileyi biraz daha izleme pahasına eve dönüşlerini gecikteren karı-koca, bir ara “Çocuklara bu şekilde davranmayı nasıl başarıyorsunuz?” diye bir söz atıp daha uzunca konuşmaya da niyet etmişler, ama nedense cesaret edememişlerdi. O akşam ‘dinci’leri karalayıcı yeni haberlerle dolu haber bültenini izler halde akşam yemeğini yerlerken, akıllarında ve dillerinde yine bu aile vardı. Televizyonda gördükleri ile parkta gördükleri arasındaki müthiş fark, kocaman bir soru işareti olarak düşecekti bu akşam sofrasına. O günden sonra bu genç çift, aile ve iş çevresinde ‘dinci’lerin elbette olumsuz şekilde lâfının edildiği ortamlarda, “Ama hepsi de bir değil” demeye başlamışlardı artık. Bir yıla varmadan İslâm’a dair bazı kitapları ilk defa evlerine alıp az zaman sonra namaza da başlamışlarsa, bunda o bahar günü o parkta gördükleri insan manzarasının kesinlikle rolü vardı. Zaten o yüzden, bebekleri doğduktan sonra hafta arasında da gitmeye başladıkları parka kendi aralarında ‘Hidayet Parkı’ adını koymuşlardı.
Zaman içinde en azından bir aile için Hidayet Parkı’na dönüşen parkta, onun ‘Hidayet Parkı’na dönüşmesinde rolü olan ailenin orada olduğu günün ertesiydi. Parkın yanıbaşındaki alışveriş merkezinde daha çeşitli ve kaliteli mallar bulunduğunu öğrenen bir aile, yeni aldıkları son model arabaya atlayıp alışverişe gelmişler; aldıkları eşyaları bagaja yerleştirdikten sonra da, çocukların ısrarı üzerine, istemeye istemeye parka yönelmişlerdi. Parkın mutad ziyaretçileri, banka oturmuş, bir yandan çocuklarının oyununu izliyor, bir yandan lâflıyorlardı. İçlerinden herhangi biri, görünümüyle dindar biri olduğu izlenimi bırakan babanın gerginliğini, ikide bir çocuklarına “Hadi hadi, biraz oynayın çabuk da gidelim” demesinden anlayabilirlerdi. Bu gerginlik çocukları etkilemiş olmalı ki, her yeni oyuncağa yönelmeden önce annelerine gidip izin istiyorlardı. Bu sıkı kontrole rağmen, bir ara, ailenin kız çocuğu gözden kaybolup ileride kumla oynayan çocuklar arasına karışmış, onu gözden kaybeden mesture anne de, koşup hışımla çocuğu diğer çocukların arasından çekip aldığında gördüğü manzara karşısında çocuğu bir güzel pataklamaya başlamıştı. Orada bulunanların, annenin ağzından çıkan sözlerden anladığına göre, mesele, kumların arasına karışmış bir kömür parçasının her nasılsa kızın yeni giydiği elbisenin kolunda siyah bir iz bırakmasıydı. Aile, alışverişten sonra, bir tanıdıklarını ziyarete gitmeyi planlamıştı. Anne, “Bu rezil kıyafetle mi gideceğiz şimdi?” diye kızına vurmayı sürdürüyordu. Baba ise, bu durumu zaten zoraki durduğu parkı terketmek için uygun bir gerekçe saymış ve o da, bu terke direnin oğlunu poposuna vura vura otoparka doğru sürüklemeye başlamıştı. O gün o saatte o parkta bulunanların neredeyse hiçbiri, o gün gördükleri bu manzarayı unutmadılar. Ve ne zaman İslâm’ın güleryüzünden bahseden biriyle karşılaşsalar, ona gördükleri bu manzarayı anlattılar.
İsmail Örgen / Zafer Dergisi