Etiket arşivi: Hasan Basri

Hasan Basri – Ahitname

Basra’nın güllerinden biri… Hasan-ı Basri

Ahitname

Bir gün Basra’da…

Basra’lı Şem’ûn kendi halinde bir mecusidir. Müslümanlarla içli dışlıdır ve bir sürü güzel haslet edinir. Kimseyle uğraşmaz, yalan söylemez, sözünde durur ve cömerttir. Sonra o gülyüzlü komşusunu (Hasan-ı Basri Hazretlerini) çok beğenir, uzaktan bile görse ayağa kalkar, hürmetle yol verir.

Hasan-ı Basri, Şem’ûn’un Müslüman olmasını çok ister. Hatta bazı geceler sabahlara kadar yalvarır onun ve onun gibiler için hidayet diler. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz bu duaları kâbul eder ve mübareğin tebliğ için beklediği fırsatı önüne çıkarır. Nasıl mı? Anlatalım.

Şem’ûn amansız bir hastalığa yakalanır. Birkaç gün içinde mum gibi erir ki artık öleceğinin farkındadır. Hasan-ı Basri biraz süt, biraz hurma alır, komşusunun kapısını tıklatır. Şem’ûn onu görünce çok duygulanır. Ağlamakla gülmek arasında gidip gelen bir sesle ‘Ey asil komşum’ der ‘niye zahmet ettin ki?’

-Ne zahmeti, vazifemiz değil mi?

-Biliyor musun ben gidiciyim.

-Hepimiz gidiciyiz.

-Korkarım ahirette de görüşemeyeceğiz. Zira inandıklarım doğruysa aynı yerde olmayacağız.

Mübarek acı acı gülümser.

-Peki’ der, ya benim inandıklarım doğruysa?

-Yine aynı yerde olmayacağız, zira beni taptığımla yakacaklar.

-Bak Şem’ûn ateş yaratıcı değil mahlûktur. Alemlerin Rabbi (Celle Celalüh) dilemezse kimseye bir şey yapamaz.

-Müslümanlar buna benzer şeyleri çok söylerler ama ateşin yakmadığı nerede görülmüş?

-Ateşin yakmadığını görsen bana inanır mısın?

-İnanırım.

Biliyor musunuz veliler hallerini bir sır gibi saklar, tanınmaktan, bilinmekten sıkılırlar. Ancak böylesi hayati kavşaklarda keramet göstermek zorunda kalırlar. Nitekim Hasan-ı Basri Hazretleri de mangaldaki ateşi avuçlar, kızgın korla kollarını sıvazlar. Şem’ûn hayretler içindedir. Büyük veli, bunlar sıradan şeylermiş gibi gülümser, ‘İstersen yanan fırına girelim’ der, ‘var mısın?’

-Yoo, hayır. Bu kadarı yeter.

-Görüyorsun işte. Senin, benim, dağların, göklerin, denizlerin yaratıcısı onu zararsız kıldı.

-Sanırım, Allah’ın büyüklüğünü kabullenmek zorundayım
.
-Al, istersen dokunabilirsin. Eğer ateş bir şeye kaadirse yaksın da görelim.

-Diyecek bir şey bulamıyorum.

-Ama benim diyecek çok şeyim var. Yapma Şem’ûn, kendine kıyma. Gel iman et ve kurtul. Altından nehirler akan köşkler, nefis şerbetler, bahçeler, huriler seni bekliyor. Bir kere kelimeyi şahadet söyle, ebedi saadete kavuş.

-Bu kadar kolay mı yani?

-Evet bu kadar kolay.

-Ama benim ömrüm günah içinde geçti.

-Benim ki de öyle ama Allah-ü teâlâ affedicidir.

-Ne desem bilmem ki, bunca yıldır mecusi olarak yaşadıktan sonra…

-Sakın ‘millet ne der?’ diye düşünme, sadece kalbinin sesini dinle.

-Kalbim seninle beraber, yalnız endişelerim var.

-Nasıl yani?

-Sahi, Rabbim beni kâbul eder mi?
-Eder.

-Bana kulum der mi?

-Der.

-Emin misin?

-Adım gibi.

-Peki kefil olur musun?

-Olurum.

-Ahitname de yazar mısın?

-Yazarım.

-Mührünü de basar mısın?

-Basarım.

-İyi öyleyse, sen şimdi bana yapmam gerekenleri söyle.

Şem’ûn oğullarını, yakınlarını çağırır. Kalabalığın huzurunda iman eder. Olacak bu ya hemen o gün ecel şerbetini içer. Onu söz konusu kâğıtla birlikte toprağa verirler.

Hasan-ı Basri Hazretleri hem şaşkın, hem sevinçlidir. Omuzlarından irice bir yük gitmiştir. Definden sonra evine gelir. Bir başına kalınca hadisenin muhasebesini yapar ve birden dehşete düşer. Büyük bir pişmanlıkla ‘yaptığını beğendin mi’ der, ‘sen kim oluyorsun da ahidname veriyorsun. Kendini kurtaracağın şüpheli, kalkıp başkalarına kefil oluyorsun. Eyvah ki ne eyvah! Aman Allah’ım ben ne yaptım!’

O gece binlerce, onbinlerce kez tövbe eder, ‘Yarabbi, ben acizin, zavallının biriyim’ der, ‘n’olur bu cüretimi affeyle!’ Hasan-ı Basri o kadar ağlar ve o kadar yalvarır ki bitap düşer. Birara içi geçer, rüyasında Şem’ûn belirir, çok neşelidir. Öylesine nurludur ki dolunayı imrendirir. Başında cennet cevahirleriyle süslenmiş bir taç vardır. Hasan-ı Basri Hazretlerine döner ‘Meğer Allah-ü teâlâ ne büyükmüş’ der, ‘merhametinin zerresi benim gibi nice asiye yetti.’

-Peki ya ahitname?

-Ona bakmadı bile, istersen geri verebilirim.

-Yalvarırım ver, n’olur ver.

-Al!

Hasan Basri Hazretleri heyecanla uyanır. Ne görse beğenirsiniz.

Kâğıt elindedir.

………….

Firûz, Meysan muharebesinde İslâm ordularına direnme hatasına düşen bir Basralıdır ve esir alınır. Diğerleriyle birlikte Medine’ye getirilir ve köle olarak Zeyd bin Sabit’e verilir. Ancak ne zincir ne kırbaç bilir, ne de incitilir. Evin bir ferdi gibi yaşar, işine bakar. Hatta Peygamber Efendimizin hanımlarından Ümmü Seleme’nin (Radıyallahu anha) cariyesi Hayre ile evlenmeye kalkar. Kimse ona ‘Hadi ordan sen kölenin birisin’ demez. Ev kurmasına yardım ederler. Ümmü Seleme Hayre ile evladı gibi ilgilenir, ceyizini yapar, evini döşer. Hatta ‘bizim evin işinden ne olsun’ der, ‘siz kendinize bakın.’ Hayre buna rağmen kutlu kapıdan ayrılmaz. Evin kızı gibi gelir gider, sıkıldıkça içini döker. Çok geçmeden nurtopu gibi bir oğulları olur. İki köle (belki de sevinçlerini paylaşmak için) üç kıtaya yayılan devletin halifesine (Hazret-i Ömer’e) çıkarlar. Mübarek onları kapıda karşılar. Yer gösterir, süt, hurma ikram eder. Şirin bebeği kucağına alır ve sever. İri gözlerine ve minik burnuna bakıp ‘Yarabbim ne güzel şeyler yaratıyorsun’ der. Firûz bir isim istediğinde düşünmeden ‘Hasan olsun’ buyurur, ‘hasana (güzele) Hasan yakışır!’

Sütüm olsa da…

O yıllarda hayat herkes için zordur. Ama sıfırdan başlayanlar için (Firûz ve Hayre için) daha zordur. Üç beş dirhem yevmiye için karı koca bahçelere koşar, akşamlara kadar hurma toplarlar. Hasad zamanları oğullarını Ümmü Seleme’ye (radıyallahü anh) bırakırlar. Ümmü Seleme Validemiz, Hasan’ı bağrına basar. Her istediğini verir, her dediğini yapar. Bu sevimli yavrunun ağlamasına dayanamaz. Hatta ‘N’olurdu’ der, ‘onu bir emzirebilseydim’ Öyle hulusi kalp ile dua ederki yaşlı olmasına rağmen göğüsleri süt dolar. Güzel çocuğu doyurur, ayağında sallayıp uyutur. Kalbinin yumuşadığı anlarda elini açar ve ‘Ya Rabbi’ der, ‘Sen bu çocuğu âleme imam kıl. Ona uyanlar selâmet bulsun, azabdan kurtulsun.’

O yıl da ramazan bereketi ile gelir. Zeyd bin Sabit, Firûz’u, Ümmü Seleme’de Hayre’yi azad eder. Bu şefkat iklimi garip kölelerin kalbini yumuşatır ve kendi istekleriyle Müslüman olurlar.

Ümmü Seleme’nin terbiyesinden geçen Hasan farklı bir çocuk olur. Edipleri imrendirecek fasihlikte bir arapça konuşur ve akranlarının çelik çomak oynadıkları günlerde Kur’an-ı kerimi ezberler. En hoşlandığı şey cuma günleri Mescid-i Nebi’ye gidip Hazret-i Osman’ı dinlemektir. Zira bu gülyüzlü Halifeyi çok sever, hep onunla birlikte olmak ister. Nitekim şehit edildiğinde de yanıbaşındadır. Hasan yüzlerce sahabe ile görüşür ve onlardan ilim devşirir ki onbeş, onaltı yaşına geldiğinde benzeri az bulunan bir âlimdir.

Acaib bir merasim

Aradan yıllar uzun yıllar geçer. Hasan-ı Basri babasının memleketine yerleşir. Burada Abdullah bin Abbas, Enes bin Malik, Abdurrahman bin Semûre (Radıyallahu anhüm) gibi sahabilerin eteğine yapışır ve onlardan hisse kapar. Bir ara Sicistan seferine katılır, bir ara Horasan’a uzanır. Ondan sonra Basra’ya dönüp inci ticaretine başlar. Küçük kârlara razı olmasına rağmen büyük paralar kazanır ve hatırı sayılır bir servet sahibi olur. Ticaret bahanesiyle çok yer gezer. Bir seferinde yolu Kayseri’ye düşer. Burada acayip bir merasime şahit olur. Meydana altın direkli bir çadır kurar, kıymetli halılar, atlas yastıklar ve gümüş şamdanlar arasına bir tabut oturturlar. Askerler, çiftçiler, tüccarlar, hekimler, müneccimler çadırın etrafında dolanır, saçlarını başlarını yolarlar. Birara vezir, Hasan-ı Basri’nin kulağına eğilir ve olup biteni izah eder. ‘Kayser’imizin genç bir oğlu vardı’ der, ‘hem boylu poslu, hem de çok yakışıklıydı. Bir sürü lisan bilirdi ve bir çok fenlerde mahirdi. Hepimizden iyi ata binerdi. Attığını vurur, vurduğunu devirirdi. Ancak bir gün hastalanıverdi. Nice bilge hekimlerin yaptığı ilaçlar fayda vermedi. Görüyorsun işte, ölüme çare mi var?’

Bu hadise Hasan-ı Basri’ye çok tesir eder. Ani bir kararla Basra’ya döner ve elindekini avucundakini fukaraya dağıtır. Zahiri ilimlerde zaten hatırı sayılır bir alimdir. Ancak dahasını yapmalı, yaratıkları bırakıp yaratana koşmalı, bir gönül ehlinin önünde diz çöküp sırlara kapı aralamalıdır.

İlk icazetname

Hasan-ı Basri, Muhsin Ali Hazretleri’nin terbiyesinden geçer ve kısa sürede yetişir. Hocası ondan halka vaaz vermesini ister. İşte, bir gün kürsüdeyken kapıdan bir yabancı girer. Hasan-ı Basri mescidin nurlandığını hisseder. Bu ne heybettir Ya Rabbi, bu ne güzelliktir… Yoksa bu zat… Evet, yanılmadığını anlar. Meçhul misafir Hazret-i Ali’nin (Kerremallahü vecheh) ta kendisidir. Hasan-i Basri , Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’dan sonra ‘ilim şehrinin kapısı’ ile şereflenir. Hazreti Ali Efendimiz, bu genç vaizi çok sever. Kimseye yapmadığını yapar, ona tasavvuf ile ilgili sırları fısıldar. Dahası nurlu elleri ile bir ‘icazet’ yazar ve talipleri yetiştirmekle vazifelendirir. İşte tasavvufta hilafetnâme (izin belgesi) verme usülü Hazret-i Ali’den kalma bir gelenektir.

O günden sonra Hasan-ı Basri’nin hizmeti büyük olur. İnsanlar fevç fevç sohbetine gelirler. Talebeleri ülkeler beldeler ötesini nurlandırırlar ki bunların arasında Malik bin dinar, Utbe-i Gulâm, Ebû Haşim-i Mekki, Habib-i Acemi gibi pırlantalar vardır. Bu yol ölümünden sonra da devam eder İbrahim Edhem ve Mûiniddin-i Çeşti gibi zirveler halkaya eklenirler. Hasan-ı Basri hazretleri hurma dalından dokunmuş bir yataktan başka bir şey bırakmaz. Ölüm halleri belirdiğinde ‘ömrümün hesabından çok korkuyorum’ diye ağlar. Birara dalar, soluğu duyulmaz olur. Talebeleri hafifçe sarsarlar. Mübarek gözlerini aralar ‘beni cennet bahçelerinden, nefis pınarlardan, güzel konaklardan uyandırdınız’ buyururlar.

Son olarak ‘Bir kimse ölüm anında sıdk ile kelimeyi şehadet getirirse cennete gider’ hadisi şerifini nakleder ve tane tane şehadet söylerler. Basra, Basra olalı böyle bir cenaze merasimi görmez. Talebeleri onu Salihiyye denilen yere defnederler.

İçinde tutsana!

Adamın biri Hasan-ı Basri hazretlerine gelir. ‘Biliyor musunuz der, filanca sizin hakkınızda olmayacak şeyler söylüyor?

-Nerden biliyorsun?

-Kulaklarımla duydum.

-Nerede?

-Fitnecinin evinde

-Orada ne arıyordun?

-Ziyafete gitmiştim.

-Peki neler ikram etti?

-Çorba, börek, pilav, tatlı, dolmalar, köfteler, meyveler, şerbetler… Bir sürü şeyler işte.

Bütün bunları içinde tutuyorsun da o üç beş kelimeyi niye tutamıyorsun?

Kaynak: HUZURA DOĞRU,

Dergiden Alıp sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

İslam büyükleri, tatili nasıl anlıyorlar?

Her sene daha da karmaşık hale gelen tatil hayatımız atıl kalmak, vakit öldürmek, mevsimi eğlence ile bitirmek şeklinde mi geçiyor?.. Şayet tatilimiz böyle tüketiliyorsa bunu düşünmemiz gerekir gibi geliyor bana.

Çünkü tatilde değerlendirmeyip harcadığımız vaktimiz, aslında boşa harcamaktan titrediğimiz nakdimizden de kıymetlidir. Zira vakitle nakdi kazanabilirsiniz, ama nakitle boşa harcadığınız vaktinizi kazanamaz, geri getiremezsiniz. Değerlendiremediğiniz vakit uçup gitti, bir daha kucak dolusu para verseniz dahi geri döndürme fırsatı da bitti..

Öyle ise vaktimizi tatilde atıl halde harcamaktan ciddi şekilde kaçınmalı, tıpkı paramızı boşa harcamaktan rahatsızlık duyduğumuz gibi, vaktimizi de boşa harcamaktan rahatsızlık duyar hale gelmeliyiz.

Kaldı ki, İmam-ı Şafi Hazretleri’ne göre tatil, atıl kalmak, aylak gezmek de değildir. Tam aksine tatil, devamlı meşgul olduğundan dolayı usandığın işini bırakıp yeni bir işle meşgul olmak, yani usandığın bir işten uzaklaşıp usanmadığın yeni bir işe başlamak demektir.

Bu sebeple biz de günahlardan uzak şekilde yaşayacağımız tatilimizi yeni bir işle değerlendirmeli, fikrî ve ruhi gelişmeler sağlamaya yönelik kitaplar okuyup ilmi inkişaflar elde etmeli, nakitten de kıymetli olan vaktimizi boşa harcamış olmak gibi telafisi mümkün olmayan bir ziyana maruz kalmamaya dikkat etmeliyiz.

İmam-ı Ebu Yusuf Hazretleri kitap okumayı, yani ilimle meşgul olmayı meşguliyetlerin en değerlisi olarak görmekte, hatta ölürken bile ilmi mesele müzakere ederken ölmeyi dilemektedir. Nitekim vefatı anında bir ara bayılarak gözlerini yummuştu. Neden sonra kendine gelip de gözlerini açınca başında duranlara hemen ilmi bir mesele sordu. Dediler ki:

-‘Şimdi mesele halletmenin zamanı değil, istirahat eyle!. Şu cevabı verdi: Keşke ilimle meşgulken gelse bana gelecek olan, ben de öylesine değerli bir meşguliyet içinde iken gitsem Rabb’imin huzuruna. Ne büyük şeref olur benim için ilimle meşgulken gitmek!..

Vakti boşa geçirmekten titreyenlerden biri de büyük alim Hammad bin Seleme idi. Bundan dolayı o, vakit içinde ya namaz kılar, ya halka hadis anlatır ya da öğrencilerine Kur’an dersi verir, gençlerle meşgul olurdu. Yani boşa harcadığı vakti hiç yoktu onun. Nitekim vefatı da namaz kılarken vaki olmuş, secdede iken ruhunu Rahman’a teslim etmişti de herkes de onun vakit değerlendirme titizliğine hayran kalmıştı.

Basra’nın büyük velisi Hasan Basri Hazretleri ise, sahabenin vakti boşa geçirmeme titizliğini anlatırken şu değerlendirmeyi yapar:

– Ben öyle zatlara eriştim ki, onlar sizin paranızı boşa harcamaktan çekindiğinizden çok daha fazla vakitlerini boşa harcamaktan çekiniyorlar, dakikalarını dahi boş geçirmiyorlardı. Onların nazarında tatil asla atıl kalmak değildir, devam ettikleri işi bırakıp yeni bir işe başlamak şeklinde geçerdi tatilleri.

Basra’nın büyük alimi Abdullah bin Amir’e bir dostu, “Biraz vakit ayır da şöyle havadan sudan sohbet edip vakit geçirelim.” dedi. Verdiği cevap çok kısaydı. “Tut Güneş’i gitmesin, seninle oturup havadan sudan konuşup vakit öldürelim.” dedi. Bu cevaba şaşıran dostu: “Ne demek tut güneşi?” deyince Abdullah:

– Çünkü dedi, güneş durmuyor gidiyor, böylece vakit harcanıyor; ya vakti durdur seninle havadan sudan muhabbet edelim, ya da geriye çekil, akıp giden vakti değerlendirelim, nakitten de kıymetli olan vakti boşa harcama gibi bir gaflete düşmeyelim.

Demek ki, tatillerde bizim sorumsuzca harcadığımız vakitlerimiz maalesef nakitten de kıymetli olan vakitlerimizdir. Hem de kucak dolusu nakit harcasak da geri getiremeyeceğimiz vakitlerimiz. Onun için Efendimiz (sas) şöyle ikaz etmiştir bizleri:

-“İki nimet vardır ki, insanlar kıymetini bilmiyorlar: Biri sıhhatleri diğeri de boş vakitleridir!

-Ne dersiniz düşünmeye değer mi tatillerimizi değerlendirme konusu?

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi