Etiket arşivi: Hasan Tayfur

Seçimler ve Tercihler “Siyasi Partiler”

“Oy verme mes’elesi” gerçekten de çok ciddi bir sorumluluk ve dini bir vecibedir. Bir vatan ve insaniyet borcu olduğu içindir ki, bu mes’ele hakkında, mutlaka şuurlu bir araştırma yapmak; ciddi bir sorgulama ve muhasebe haleti içine girmek gerekiyor.

Fakat herkeste, kendisinin, en doğru yolda olduğu zannı ve düşüncesinin hâkim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu gerçek Kur’an da şöyle vurgulanıyor: “Şüphesiz ki bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar, onlar ise kendilerinin hala doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf 37)

İşte bu nedenle, her şuurlu Müslüman gibi, bizim de kendi sahip olduğumuz düşünceye sorgulama yapmadan teslim olmamız, şuursuz bir surette güvenmemiz doğru olmaz. Müslümanlar olarak bizler, her konuda olduğu gibi, bu konuda da kendi duygusal saplantılarımızı ve mahalle baskılarını bir kenara bırakıp, mutlaka Edille-i Şer’iyyeye (Kur’an, Hadis-i Şerif, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha) bakarak karar vermek ve vicdanımızın sesine kulak vermek zorundayız. 

Dolayısıyla, üzerinde yaşadığımız bu toprakların, bir nevi maddi ve manevi mukadderatının şekillendiği bu siyasi genel veya yerel seçimler de;  kendi şahsi kanaatlerine göre değil; ilmi kıstas ve kriterlere ve asrımızın büyük islam âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin çizdiği istikamet şablonuna göre hareket etmekle mükellef ve mecburuz. Aksi halde yanlış yönlendirmelerin vebali çok büyük olacağı aşikârdır.

Zira bazan günümüz siyasi boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur. (Asa-yı Musa 20)

Yapılan bu açıklamalardan sonra, edille-i şer’iyyeye binaen, ülkemizde ki mevcut siyasi parti ve düşünce akımlarını ve bunları temsil eden siyasi partilerin bir analizini nazarı mütalaanıza arz ediyoruz.

·         Yüce dinimizin kesinlikle reddettiği, ırkçılığı savunan düşünce akımları ve bu menfi fikirleri varoluş politikası haline getiren partiler:

İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.

Cenab-ı Hak(c.c) Furkan-ı Hâkimin de şöyle buyurmuştur; “Sizleri cemaat cemaat, kabile kabile, ırk ırk, millet millet yarattık ki, birbirinizi tanıyasınız, sosyal ilişkiler kurup aranızda bir tanışma tesis edesiniz. Yoksa birbirinizle kavga edesiniz, çekişesiniz diye sizleri kabilelere ve guruplara ayırmış değiliz.”

Aynı ayetin devamında da: “Allah katında üstünlük, sadece takva iledir.” buyurulmaktadır. (Hucurat 13)

Peygamber Efendimiz de bu mevzuyu açık ve net bir şekilde izah etmiş ve buyurmuşlardır ki; “Irkçılığa çağıran, bizden değildir. Irkçılık için savaşan ve mücadele eden bizden değildir.” (Müslim, İmare 53,57 Hadis No:1850; Ebu Davut, Edep 121)

Bediüzzaman hazretleri de mevzu hakkında Nur risalelerinin bir yerinde ayrıca şu izahatta bulunuyor;

Firenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış.

Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

            Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakikî Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar.

Çünki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime: وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَىdır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz.

Hâlbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur.

Çünki “Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir. (Emirdağ Lahikası-2 164)

·         Çoğulculuğun değil, Azınlığın veya güçlünün söz sahibi olduğu; küfür, baskı ve zulme meyilli ve haksızlıklara taraftar ve dinsizliği siyasete alet etmek suretiyle dine karşı politikalar üreten partiler:

Cenab-ı Hak(c.c) şöyle buyuruyor; “Bir de sakın zalimlere meyletmeyin, sempati bile duymayın.” (Hud Suresi, 113)

Yüce Rabbimiz(c.c) zalimleri şöyle hak bir temsil ile tarif ediyor; “Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın adının anılmasını engelleyip, oraların ıssız ve harap hale gelmesine çalışanlardan daha Zalim kim olabilir?” (Bakara 114)

Yine başka bir ayette Allah(c.c) şöyle buyurmaktadır: “İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedi kalırlar.” (Bakara 39)

 “وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُâyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.” (Mektubat 362)

Bediüzzaman hazretleri, yaşadığı dönem de kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta, bu tür dine mesafeli ve karşı bir duruş sergileyen partilere karşı tavrını, bir Müslüman olarak şöyle izah etmektedir;

Halk Partisi iktidara gelecek olursa -ki bu asil millet, ihtiyarıyla o partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyecek-, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Hâlbuki bir Müslüman kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez.

İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum.” (Emirdağ Lahikası-2 206)

Haşiye: “Demokrat parti”, o zaman ki demokratik hak ve özgürlükleri temsil eden partiye verilen isimdi. Dolayısıyla şimdi ki zaman da, mevcut partilerin ismine bakılmaksızın, bu partilerin fiillerine ve eserlerine bakmak gerektir.

·         Dini, siyasete alet eden; İslamiyet’i kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet etmeğe çalışan partiler:

İman ve İslamiyet, mâl-i umumîdir. Tüm insanlığın ve Müslümanların malıdır. Her taifede muhtaçları ve sahibleri vardır. Hiçbir parti, islamiyeti kendi tekeline alamayacağından dolayı, tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alını. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.

Bediüzzaman Hazretleri, ön şart olarak halkın yüzde 70’den fazlası hakiki anlamda İslam’ı yaşamadıkça, İslam adına parti kurulmasının ve desteklenmesinin, İslam’a zarar vereceğini, delilleriyle izah ve ispat eder.

İttihad-ı İslâm Partisi, Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.” (Emirdağ Lahikası-2 162)

·         Memuriyet ve Emirliği, reislik değil; millete bir hizmetkârlık vesilesi olarak gören;  Demokrat, hürriyet-i vicdana taraftar, Dindar ve dine hürmetkâr Demokrat partiler:

Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad-ı mutlak keyfî olur.

Bediüzzaman hazretleri; “Dinin îcablarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez” diyen ve mazlum milleti Chp zulmünden kurtarmakla, yıllarca baskı ile zoraki Türkçe olarak okutulan ezanı Arapça aslına döndüren başvekil Adnan Menderesi; İslamiyet’in bir kahramanı olarak görmüş ve vatan, millet, İslâmiyet adına aşikâre demokrat partiye oy vermek suretiyle desteklemiştir.

Hasan Tayfur

Ümitvar Olunuz..!

Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor.

Manevî temelleri sarsılan garb cem’iyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor.

Bu müdhiş sâri illete karşı, İslâm cem’iyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?

Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi?

Yoksa İslâm cem’iyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?

Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum.

İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz.

Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaîmi teksif etmiş bulunuyorum.

***

Evet.. Bediüzzaman hazretleri ahirzaman fitnesinin dehşetini, veciz bir ifadeyle özetliyordu.

Nitekim yaşadığımız yeryüzü coğrafyasında, her gün şahitlik ettiğimiz vukua gelen veya gelmeye hazırlanan nice hadisat, bize inkâr edilemeyen şöyle bir hakikatı gören gözlere göstermiştir;

Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına almaktadır..

Bu menfi ve zararlı akımlar bütün mesailerini, Maddî ve manevî şerlerini, insanlığın aklına, kalbine ve ruhuna, siyasî diplomatların medya diliyle sihirbaz misali zehirli üflemekle harcamaktadırlar.

Mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmekle bin senelik medeniyet terakkiyat ve kazanımlarını, vahşiyane mahvedecek şerlerin vücuda gelmesi için bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar vermek suretiyle ciddi bir hazırlık içinde olduklarını müşahede ediyoruz.

Âdem zamanından beri Vakit vakit tehacümlerine, taarruzlarına maruz kalan mazlum insanlık, bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacak.

Zira bu mülhid, hak ve hukuk tanımaz mütecavizler, haddini tecavüz etmeye başladılar.

Artık tecavüzün bu derecesi fazladır.

Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, ilahi nurun bir cilvesi olan imanın, bir sır gibi kalbden kalbe, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz…

Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.

Bu itibarla muazzam bir bârika-i hakikatın zuhuru yaklaştığı iman ve itikadı, bizi teselli ediyor.

Ne zaman ki, tahribat ve istibdad haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor.

Büyük felâketler, güler yüzlü intibahlar doğurur” derler ki, pek musîb ve isabetli bir söz.

Ne zaman ki Avrupa kâfir zalimleri ve Asya münafıkları, zulmü ve istibdadı artırdı, mazlum milletler maddi ve manevi istiklalini kazanıyor.

Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı.

İnşâallah mazlum ve masum ehl-i imanın yüzü gülecek.

Parlak bir hakikat güneşi tulû’ edecek.

Büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.

Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur.

***

Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.

Allah ise, vaat ettiği üzere -muhakkak- nurunu tamamlamak (tamamen parlatmak) istiyor..

Fakat her şeyin bir bedeli ve karşılığı vardır elbet..

Bunun için de; bütün fenalıkları, günahları, ahlâksızlığı, rezaleti, fesad ve fitneyi imha edecek ilahi nura sarılmakla, sultanlığımız olan kulluğumuzu hatırlamak gerek..

Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle, bütün efkâr-ı fasideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı uyanık olmak ve uzak durmaya çalışmak gerek..

Hülasa; doğru İslamiyet’i öğrenmekle, İslamiyet’e layık doğruluğu yaşamak adına; İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terketmektir.

Ve bilhâssa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Zira en büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.

***

Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk.

Şimdi ise milletimizin birlik ve beraberliği ve ülkemizdeki demokratik atılımlar ile rahm-ı madere geçtik, neşv ü nema bulacağız.

Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu’cize-i Peygamberî ile, kalben ve lisanen ve bedenen yapacağımız ibadetler ile bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine(medenileşmiş ülkeler) ile omuz omuza müsabaka edeceğiz.

Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler.

Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi medeniyet harikalarına bineceğiz, geçeceğiz.

Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz.

Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!

***

Son söz:

Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür.

Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek.

O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir.

Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.

Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

Vesselam

Hasan TAYFUR

Dilenci ve Dilencilik Mesleği

dilencilik.meslegiHayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiy­yesidir. Bu noktada faaliyet, var olma ya da varlığını duyma ve duyurma demektir; bu yönüyle çalışma, doğrudan var olmayla alâkalıdır. Zira faal halde olmak için önce var olmak gerekir. Ma’dumun, yani var olmayanın faaliyetinden bahsetmek mümkün değildir. Ayrıca var olmanın bizatihi kendisi bir faaliyettir, bir aktivite ve oluştur da denebilir. Zira vücutta asla atâlet yoktur. Atalet, vücut içinde yokluk, hayat içinde ölümdür; buna karşılık faaliyet ve çalışma ise asıldır.

Vücutta Atâlet Yok. İşsiz Adam, vücutta Adem Hesabına İşler. En bedbaht sıkıntılı muzdarib, işsiz olan adamdır; zira ki atâlet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir. Sa’y ise: Vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır elbet!

Sünnetullah tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tem­bel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, sa’y eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünkü daima işsizler ömründen şikâyet eder, eğlence ile çabuk geçmesini ister. Sa’y eden ve çalışan ise şâkirdir, hamd eder, ömrünün geçmesini istemez. Hem o sır iledir ki, “Rahat zahmette, zahmet rahattadır.” cümlesi darbımesel olmuştur. (Bediüzzaman)

Peygamberler hem geçimlerini kazanma hem de tebliğ, temsil ve ubudiyet gibi dinî so­rumluluk noktasında daima faaliyet içerisinde bulunmuşlardır. Hattâ geçimlerini temin noktasında, birçok peygamberin belli mesleklerin pîri olacak kadar hayatı kazanmada öncüler oldukları bilinmektedir.

Meselâ Hz.Âdem(a.s) ilk çalışan meslek insanıdır. O, hem çiftçilik hem de dokuma­cılık yapmıştır. Hz.İdris(a.s) terzi ve kalemle ilk yazı yazan, Hz.İsmail(a.s), ilk Arapça yazı yazandı; Hz.Nuh(a.s) ile Hz.Zekeriya(a.s) ise marangozdu.

Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre Resûlüllah(s.a.s), Hz.Davud(a.s)’ın elinin emeğinden başka bir şey yemediğini, Zekeriya (a.s)’ın da marangoz olduğunu haber vermiştir.

Hz.İbrahim (a.s) hububat tohumu satarak geçiniyor, aynı zamanda ziraat ve marangozluk yapıyordu. Hud ve Salih (a.s) ticaretle, Hz.Eyyüp(a.s) çiftçilik, Hz.Davud (a.s) sultan olduğu halde demircilik, Hz.Musa ve Hz.Şuayb (a.s) ise çobanlık yaparak geçinmişlerdi.

Faaliyet, insanların zirveleri olan peygamberlerin belirgin özelliklerinden olunca, onları örnek almak en uygun davranış olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ; “İşte, o peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yürü!(En’am Sûresi, 6/90) meâlindeki âyetiyle, inananlara ve onların şahsında tüm insanlığa peygamberin yolundan gitmemizi, onları örnek almamızı emretmiştir.

Dünya geçimini temin açısından çalışmaya bakıldığında, Allah Resûlü(s.a.s) şöyle bu­yurmuşlardır:

“Bir kimse kendi eliyle çalışıp yediğinden daha hayırlı bir şey yememiştir.”(Buharî, Büyu 15)

“İnsanın kazandıklarının en hayırlısı, çalışıp kazanarak elde ettikleridir.”(İ.Hanbel, 2:354, 357)

“İçinizden kim bana insanlara yük olmayacağına, onlardan bir şey istemeyeceğine dair söz verirse, ben de ona Cennet’te olacağına garanti veririm.”(Tirmizî, Zühd 61)

Bu beyanlarında, insanları çalışmaya ve haklı kazanca teşvik etmiş; Fahr-ı âlem(s.a.s) hangi kazancın en temiz ve en üstün olduğu sorulunca da kişinin bizzat kendi emeğiyle kazandığı işin ve şüpheli olmayan helâl alışverişin en temiz ve en üstün kazanç olduğunu beyan buyurmuştur. (İ. Hanbel, 3:466)

Dilenme‚ dinimizde tasvip edilmeyen çok kötü bir kazanç yoludur. Zarurî hâlin dışında, dilenciliği sırf bir geçim vasıtası haline getirenler büyük bir mes’uliyet altına girmektedir.

Bu çeşit kimselere Peygamberimizin ikazı şöyledir: “Her kim malını çoğaltmak için insanlardan mallarını isterse, o ancak ve ancak ateş parçası ister. Artık bunun ister azını, isterse çoğunu ister.” (Müslim, Zekât 35)

Rasûlüllah Efendimiz(s.a.v): “Kişi ister, ister.. nihayet kıyamet gününe yüzünde bir par­çacık et yokken gelir”,”Ihtiyacı yokken dilenen, ateş topluyor demektir”(El-Hindî, VI/495; Ibn Hacer, Bulug’ul-Meram, (Serhi) N/144) buyururlar.

Kur’ân-ı Kerim; iffetlerinden ötürü ihtiyaçsız sanılan, insanlardan ısrarla istemeyen fukarayı över ve yardım verilecek olanların onlar olduğunu bildirir. (Bakara 2/273)

Kur’ân’da iyiliğe(birre) ulaşma yolları sayılırken, akraba, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlarla beraber dilenenlere de malı gönül hoşnutluğu ile vermekten söz edilir. (Bakara 2/177)

Aynı ayette arkasından zekât da zikredildiğine göre, onlara verilen zekâtın dışında bir verme olacaktır. Ayrıca iki ayette daha takva ehli ve cennet ikramına lâyık insanların özel­likleri sayılırken “onlar ki, mallarında dilencinin ve mahrumun bir hakkı vardır” ifadesi kullanılır. (Zâriyât, 51/19; Me’âric, 70/25)

Demek ki, hakikaten mahrum olana da, mahrum olup olmadığı bilinmeyen dilenciye de vermek gerekir.

Ayrıca Kur’ân’da: “İsteyeni(dilenciyi) de azarlama” diye bir ayet daha vardır. (Duhâ 10)

Rasûlüllah Efendimiz(s.a.v) yaşamı boyunca kendisinden kibarca isteyenlere verdiği gibi, kabaca isteyenleri de boş çevirmemiş ve “bunlar ya çirkin sözlerle benden mal istemek ya da beni cimri göstermek arasında beni muhayyer bıraktılar. Ben cimri değilim” buyurarak onlara da vermiştir. (Müslim, Zekât 127; Davudoğlu V/479)

Efendimizin(s.a.v) sözlerinden anlaşılan da budur:

“Sizden biriniz (kendisinden) dileneni boş çevirmesin ve istediğinde vermemezlik etmesin, hatta kolunda iki altın bilezik görse dahi”(Kurtubî, XX/101),

“Eğer miskin(dilenciler) yalan söylemiyor olsalardı, onları boş çeviren iflah olmazdı.”(El-Hindî, VI/362)

“Dilenciyi az da olsa bir şeyle ya da güzellikle geri çevirin. Çünkü insan ve cin olmayan(melek) size uğrayıp Allah(c.c)’in bahşettiği nimetler konusunda nasıl davrandı­ğınıza bakıyor olabilirler.”(el-Hindî, VI/390)

“Dilenci bir şey istediğinde, o sizden istemesini bitirene kadar sözünü kesmeyin, sonra ona yumuşak bir şekilde karşılık verin. Ona az dahi olsa bir şeyler verin veyahut gönlünü hoşnut kılacak hoş bir söz söyleyin.”

Dilenmek ancak şu dört kişiye caizdir.

1.      Toprağa yapıştıran fakirliğe uğrayana(son derece fakir düşene),

2.      Altından kalkamayacak derecede borç altına girene,

3.      Ara bulmak için kan parası yüklenen kimseye,

4.      Çok acı veren müzmin bir hastalığa kapılan kimse ihtiyacı kadar isteyebilir. (Ebû Dâvud, Zekât: 26)

Hadisten açıkça anlaşılan odur ki, çalışamayacak kadar mağdur, sakat ve özürlü olan kişi, kendisine bakacak bir kimse yoksa, devlet de yardım etmiyorsa, ancak zarurî ihtiya­cını telâfi edebilecek kadar başkalarından isteyebilir, dilenebilir. Borçluluk hali de buna eklenmektedir.

Kişi, yollarda oturup herkese el uzatanlara birşey vermek zorunda değildir. Bizzat kendisinden dilenen olur ve “Allah(c.c) için, Allah(c.c) rızası için” diye dilenirse ona az da olsa mutlaka bir şey vermeli ve öyle diyerek dilenmesinin çok kötü olduğunu ona uygun bir dille anlatmalıdır.

Cami içlerinde dilenenlere ise bir şey vermemesi -Allah’u a’lem- daha uygun olur. Çünkü böylece bir bid’atin önüne geçmiş olur.

İhtiyacı olmadığı halde dilenmeyi bir meslek haline getirdiğini bildiği kişilere de -bizzat kendisinden istemedikçe- vermemesi daha uygundur.

Ama her hâlükârda dilenciyi azarlamamak bir Allah emridir. Dilenciye hem verip, hem de onu inciten bir davranışta bulunmaktansa güzel bir sözle onu savmak da Allah(c.c) emridir. (Bakara 2/263)

Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi gerektiği gibi, Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek te icab eder.

Cenab-ı Hakk(c.c) Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimde mü’minleri şöyle uyarmaktadır: Şeytan sizi Allah yolunda infak ederken fakir olursunuz diye korkutur ve sadaka verme­menizi emreder.” (Bakara 268)

Efendimiz(s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Sadaka, malı eksiltmez, malı çoğaltır ve bereketlendirir.” (Müslim, Birr 69; Muvatta, Sadaka 12)

Bir kutsi hadiste: “Ey Ademoğlu! İnfak et ki, Ben de sana infak edeyim.” buyrulmak­tadır. (Buhari, Zekat 28; Müslim, Zekat 57)

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed(s.a.v), Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma’ya şu tav­siyede bulunmuştur: “Ey Esma! Cimri olma ki, Allah da sana eksik vermesin. Saymadan ver ki, Allah da sana saymadan versin. Kesenin ağzını bağlama ki, Allah da sana nimetini eksik etmesin, kesenin ağzını bağlamasın. İnfak et ki Allah da sana infak etsin.” (Buhari, Zekat 21; Müslim, Zekat 88; Tirmizi, Birr 40)

Hasan Tayfur

İslamiyete göre Kıyafet Seçimi ve Giyim Adabı

Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbiseler indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah’ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar. (A’râf Suresi, 26)

Libas, beşer kültürünün temel unsurlarından biridir. Bir kıyafete bürünmek, bir başka açıdan, Rab Teâla’nın Settar ismine mazhar olmak demektir.

Kıyafet insanoğlunun  hayatında ciddi bir yer işgal eder. Bir yönüyle o tekniktir: Sıcak  ve soğuğa karşı korur, avret yerlerimizi örterek mahremiyetimizi sağlar. Bir başka yönüyle kültürel değer taşır, dinî, millî, mahallî, örfî ve ferdî şahsiyetlerimizi temsil eder.

Her dinin, her kavmin, her bölgenin, her örfün ve hatta her ferdin kendini ifade ettiği, başkasından farklı bir kıyafeti vardır. Taşıdığı kıyafetten insanın dini, milliyeti, bölgesi, maddî ve manevî durumları, hatta halet-i ruhiyesi hakkında bilgi edinmek mümkündür. “Pejmürde”, “pasaklı”, “zevk sahibi”, “kibar giyinişli” gibi tabirler hep kıyafetle ilgilidir. Bazan kıyafetin iyi bir tavsiye mektubu olduğu söylenir.

İslam medeniyetinin kurucusu olan Hz.Peygamber(aleyhissalâtu vesselâm), medenî hayatımızdaki ehemmiyetine muvafık şekilde, kıyafet üzerinde çokça durmuştur.

Kadın ve erkeğin kıyafeti, çocukların kıyafeti,  kıyafetlerin boyu, dar ve geniş oluşu, rengi, kumaşların cinsi, temizlik ve kirlilikleri, cuma  ve bayram kıyafetleri, kıyafetin İslamî olan ve olmayanları vs. hep hadislerde mevzubahis edilmiştir. Bu sebeple bütün hadis kitaplarında Kitabu’l-Libas veya Kitabu’z-Zinet adı altında müstakil bölümler yer alır. Kur’an-ı Kerim’de de kıyafet ve libasla ilgili ayetler mevcuttur. (Bakara 187, 233, 259; Nisa, 5; Maide 89, A’raf 26, 27, 32; Hud 5; İbrahim 50; Nahl 5, 14, 81, 112; Kehf 31; Enbiya 80; Hacc 19, 23; Mü’minun 14; Nur 58, 60; Furkan 47; Ahzab 59; Fatır 12, 33; Duhan 53; Nuh 7; Müddessir 4; İnsan 21; Nebe 10)

İslam’ın kıyafetle ilgili olarak vazettiği esasları anlamada sünnette gelen bazı yasakları şöyle özetleyebiliriz:

İslâmî tesettürü sağlamayan giyecekler: “Kısa olanlar ve Vücut hatlarını ortaya vuracak kadar dar olanlar.”

Dinî kültüre, sünnete zıd düşen kıyafetler: Yabancı kültürü temsil eden kıyafetler, Şekil veya renk yönleriyle mukabil   cinse ait olan giyecekler, Tekebbür(kibir) verecek kıyafetler, Erkekler için ipekten mamul giyecekler, Mevkiine uygun düşmeyen kıyafetler(belli bir sınıfa ait olan  elbiseyi başkalarının giymesi; zenginin fukaraca giyinmesi gibi), Dikkat çekici elbiseler (hadislerde şöhret elbisesi diye geçer ve şarihlerce “cemiyetin umumi modasına uymadığı için dikkat çeken, çok güzel veya çok çirkin olan” diye açıklanır) ve Pejmürde olan kıyafetler.” (Kütüb-ü Sitte, c.15, Libas Bölümü)

İslâm, belli bir giyimi ve kıyafeti emretmez. Mensuplarını belli bir şeklin içine girmeye zorlamaz. Zira giyim mevsime göre değiştiği gibi, muhite göre de değişebilir.

Giyimde, yaşanan iklimin icabı esastır. Ancak burada İslâm’ın emrettiği bir husus hatırdan çıkarılmamalıdır. Hangi renk, moda ve biçimde giyilirse giyilsin, elbise erkekte ve kadında avret yerini mutlaka örtmeli, bakanları tahrik edecek şekilde dar ve kısa olmamalıdır.

Hz.Peygamber(s.a.v)’in hayatına baktığımızda, giyim konusunda şu üç ölçüyü öne çıkardığı görülür: İsraftan sakınmak; Giyinmeyi, kibir, gurur, azamet ve gösteriş vesilesi yapmamak; İçinde bulunduğu sosyal sınıfın imkân ve şartlarına uygun biçimde giyinmek. (Ali Yardım, Peygamberimizin(s.a.v) Şemaili)

Kıyafetin güzelleşmesi, kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder, hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar.

Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi’ bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin ve san’atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir.

İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükrün bir gereği olarak ta, güzel giyinmelidir. Zira Allah(c.c) verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister. (Mektubat, 28.Mektub, 5.Risale, Şükür Risalesi)

Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Güzelce giyinip kuşanasınız. Kılık kıyafetinizi düzeltiniz. Ta ki insanlar arasında siyah üzerindeki beyaz gibi seçkin görünesiniz.”

Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Hamdi Sağlamer ağabey bir hatırasını şöyle anlatıyor: Bir gün Zübeyir Gündüzalp ağabey, Bekir Berk ‘in yazıhanesine geldi. “Birinizin bana olacak düzgün bir ceketi var mı?” dedi. Birinci abi de “Bende var ağabey” dedi. Ceketini getirince şu açıklamayı yaptı. “Ben karşıdaki berbere tıraş olmaya gidiyorum. Orada pardösümü çıkarıp tıraşa oturmam lazım. Ceketimin arkası yamalı. Berber beni tanımıyor. Ceketime göre tıraş yaparsa, kılık kıyafete hevesli olan gençler tıraşıma bakıp “Bir tıraşı dahi beceremeyen bize ne öğretecek.”der. Bu cihetten hizmetimize zarar gelir.” (Yolumuzu Aydınlatan Işık, Zübeyir Gündüzalp, syf.35)

Hamdi Sağlamer ağabey mevzu ile alakalı başka bir hatırasını ise şöyle anlatıyor: Bir gün Zübeyir ağabeyimizi alışık olmadığımız bir tarzda lacivert elbise, kolalı ve manşetli gömlek, kravatlı ve kaliteli bir gözlükle Beyazıt meydanında grand tuvalet görünce hayret etmiştik. O hayretimi anlamış olacak ki, “Kardeşim, bir beyefendi ile randevum var. Nazarlarını kılık kıyafetimle meşgul etmemek için, onun alışık olduğu kılık kıyafetle gitmeyi uygun buldum. dedi. (Yolumuzu Aydınlatan Işık, Zübeyir Gündüzalp, syf.35)

Herbir nimetin iki veçhi vardır.

     Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.

İkinci veçhi ise, in’am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in’âmını ifşa, esmâsına şehadet eder.

Binaenaleyh, tevazu, ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur.

Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece bir içtimâları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam “Ne kadar güzel oldun” dediğine karşı, “Güzellik paltonundur” dediği zaman, tevazuyla tahdis-i nimeti cem etmiş olur. (Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale)

Nasılki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.”

Eğer sen tevazukârane desen: Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mâhir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirane desen: Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahirdir.

İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir. (Mektubat, 28.Mektub, 7.Risale)

İslamiyet, Sünnetin talimi gereği, herkesi geliriyle mütenasib giyinmeye teşvik etmiş, iyi ve kıymetli şeylerin giyilmesinin günah olmadığını belirtmiş ise de, Allah rızası için mütevazı giyinmenin faziletini de belirtmiştir.

Muaz İbnu Enes(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim muktedir olduğu halde tevazu maksadıyla Allah için  kıymetli elbise giymeyi terk ederse, Allah kıyamet günü, onu  mahlûkatın başları üstüne çağırır ve dilediği iman elbisesini giymekte onu muhayyer bırakır.” (Tirmizî, Kıyamet 40)

Dinimiz, her ne kadar mütevazı bir hayat tavsiye ediyorsa da, tevazuda ileri gidip varlık içinde yokluk hayatı yaşamayı hoş görmez.

Ayet-i kerime, dünyadaki nasibin unutulmamasını emreder. (Kasas Suresi 77)

Hadiste de: Allah birinize bir mal verdi mi, onu önce kendine harcasın buyurarak daha açık bir üslupla kişinin kendisi için makul ölçülerle harcaması gereğine dikkat çeker. (Kütüb-ü Sitte, c.15, 5264)

Ebu’l-Ahvas babasından naklen diyor ki: Üzerimde adi bir elbise olduğu halde Resulullahın(a.s.v) yanına gelmiştim. Bana: “Senin malın yok mu?” diye sordu. “Evet var!” cevabıma: “Hangi çeşit maldan?” sorusunu yöneltti. “Her çeşit maldan Allah bana vermiştir; deve, sığır, davar, at, köle, hepsinden var” demem üzerine: Öyleyse Allah Teala hazretleri sana bir mal verdiği vakit Allah’ın verdiği bu nimetin eseri ve fazileti senin üzerinde görülmelidir!  buyurdular. (Nesaî, Zinet 83)

Hasan Tayfur

Vakıf Ağabeylerle bir Hasbihal

Aziz Sıddık ağabeyler;

Öncelikle siz sevgili ağabeylerimize arz ediyoruz ki, her gün dersini hocasına okuyan bir talebe gibi, Nurdan aldığımız feyizlerimizi, her vakit için sevgili ağabeylerimize arz edelim. Risale-i Nur’un hakikati ve feyzi, beni minnettarane, bir parça Nur hizmetleri —Tasarrufumuz dâhilindeki talebeleri; dava şuuruna sahip, Risale-i nur’u bir hayat tarzı, bir yaşam biçimi olarak benimsemiş birer birey haline NASIL getirebiliriz?–namına konuşturmuş ve benim gibi konuşan çok kalblere hayat verebileceği kanaatine vararak aşağıda yazılı veçhile bazı müşahedelerimi engin hoşgörünüze sığınarak, kaleme almış bulunmaktayım.

Lahika Mektupları ve Ağabeyler

Talebe mezun olduğunda; bu hizmetin yapı taşlarından olan ağabeylerini tanıyacak, en azından bu hizmetin bu güne nasıl geldiğini bilecek, dava şuuruna sahip, şuurlu bir seviyeye getirilmesi… bazı nur dershanelerinde 2-3 yıl kalıp aynı zamanda hizmet geçmişi olan nice talebe var ki; hizmetin yapı taşlarından olan ağabeylerimiz hakkında(nasıl bir dava şuuruna sahip oldukları, nasıl bir hizmet hayatı geçirdikleri vb.) maalesef hiçbir malumat sahibi değil. Gerçek şu ki; Nur hizmetinin bir ayağı imani mevzular iken, diğer ayağı da lahika mektuplarıdır. Talebeye her iki noktada rehberlik etmek gerek…

Evet, Risale-i Nur’un te’lifi, zuhuru ve neşriyle beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’âniyenin tâliminde ve ifasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vâki olacak binler ahval ve hücuma mâruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlâsla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’âniyenin inkişafında suhulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.

Hem lâhikaların bir kısmı ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevîdir. Nitekim yüzer vakıalar, hadiseler ve meselelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir.

Risale-i Nurların Okunmasındaki Keyfiyet

Talebeleri; Risale-i Nur’un; sadece “okuma saati” içinde okunan, dershanede kalmak için okunması gereken bir kitab olarak görülmesinden kurtarmak gerek. Bu sorun giderilmediği içinde talebe sadece dershanede “okuma saati” içinde Risale okumakta; diğer boş zamanlarında ve yazları; yani dershane haricinde okumamaktadır.

Hâlbuki talebe ömrü boyunca başında bir vakıf olduğu halde risale okuma imkânına sahip olamayacaktır. Dolayısıyla himmetimizi âli tutup, talebeyi; her nerede olursa olsun, hangi şartlar içerisinde bulunursa bulunsun, öyle bir aşılamak gerekir ki- yemek yemeğe, su içmeye ihtiyaç hissettiği gibi- Risale-i nuru okumaya ihtiyacını hissettirmeliyiz. Bunu da ancak keyfiyetli bir Risale okuma şuuru kazandıracak uygulamalarla yapabiliriz.

Örneğin Pilot bölge olarak Dershanemizde 2-3 senedir uyguladığımız; zaman kısıtlaması yapılmayan, herkesin serbest olarak risale okuduğu, vakıf ağabeyin sadece kontrolör vazifesinde bulunduğu; bir “keyfiyet” uygulaması, çok güzel neticeler husule getirmiştir. Bu neticeler; aynelyakin beraber kaldığımız talebeler de; hakkalyakin de kendimizde -yazın cazibedar lehviyatların yoğun olduğu ortamlarda bile risale okuma- suretinde bizzat yaşayarak müşahede ettik.

ADAB-I MUAŞERET Uygulamaları

Risale-i Nur’un bir yaşam tarzı olarak benimsetilemediği için; yeni talebelerin eski talebelerin boyasıyla boyandığını göz önüne alırsak; özellikle eski talebelerde, Adabı Muaşeret kaidelerini kendi şahsi hayatlarında yaşayamadıklarından dolayı ciddi sıkıntılar göze çarpmaktadır. En basitinden örneğin; “tuvalet adabına” ehemmiyeti talebelere kavratılamadığından, yapılan ibadetlerin sıhhati sıkıntıya girebiliyor. Vakıf ağabeylerimiz bu meselenin ciddiyetinin farkında olup, eski talabe ile bizzat himmetini sarfedip ilgilenerek, adabı muaşeret uygulamalarında rehberlik etmeleri gerekiyor.

Nur dershanelerinden Ayrılmalar

Dershaneye yeni Gelen Her Talebenin Muhakkak zamanla budanacak tarafları olur. Çok dehşetli bir ortam ve zamanda yaşıyoruz. Günün büyük bir kısmını dershanede geçirdiğimiz için, talebenin dışardan aldığı yara-bere’leri bazen göremeyebiliyoruz. Dolayısıyla Talebenin dışardan aldığı yaraları zamanında tedavi edemediğimiz içinde; talebe dershaneden çıkma sürecine gidebiliyor.

Her talebenin onu hizmete kazandıracak bir yanı vardır. Bu noktayı ferasetimizle keşfedip, muhatabımızı bu noktadan kullanıp; talebenin yönünü Risale-i Nur’u okumaya sevk edebilir.

İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. 99’u kapalı olsa muhakkak bir tanesi açıktır. O kapıdan girip talebeyi içten fethedebiliriz.

Bir talebe dershaneden çıktığında hemen ardından niye dershaneden çıktığı konusunda nice yorum yapar (sigara içiyordu, sinemaya gidiyordu, top oynuyordu, internete takılıyordu, v.b.) ve ardından dosyasını kapatırız.

Ama şu noktayı hep göz ardı ederiz: şeytan bir talebeyi dershaneden çıkartmak için türlü desiseler, oyunlar, tuzaklar kurarken; “Acaba ben o talebenin dershaneden çıkmaması için ne tür faaliyetlerde bulundum, O talebenin gönlünü kazanmak için ne yaptım?” gibi soruları nefsimize sormak bazen aklımıza gelmiyor.

Bir talebeyi hizmete bağlayan, öncelikle o dairenin vakfı ve diğer talebelerle arasında kurduğu “gönül bağı” na bağlıdır. Bu bağ kuvvetlendikçe talebe önce gemileri yakıp dershanede kalmaya karar veriyor; ardından da risaleyle baş başa kaldığında; zaten asıl terbiyeyi risale yapar; artık onu hizmetten koparacak diğer sebeplerde bertaraf oluyor.

Hali hazır imam hatiplerimizin uyguladığı “haset etme, kin gösterme, …” yani şunu yapma, bunu yapma gibi emir ifadelerinin çoklukla medreselerimizde kullanıldığı vakidir.

Hâlbuki üstadımızın bu yaraya merhem olarak gördüğü şu cümleleri kendimize düstur edinmek gerek…

“İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, Hased etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar.

Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”

Yani; başlarda dediğimiz gibi her talebenin muhakkak onu içerden fethedecek bir tarafı vardır. İşte bu noktada devreye girip talebeyi; dershane içinde uygun görülmeyen hallerden kurtarabilecek şekilde dershane içinde öyle bir ortam oluşturulmalı ki, talebeye dışarı çıkıp o kötü alışkanlıklarını unutturabilsin.

Dershanemizi, monoton bir hayatın yaşandığı, standart bir hayat şeklinin sürdüğü (1 saatlik okuma programı, cemaatle Risale okuma, 3 öğün yemek; geri kalan zamanlarda ders çalışma) bir ev değil; keyfiyetli bir yaşam tarzının hüküm sürdüğü, değişik faaliyetlerin yaşandığı keyfiyetli bir hale getirebilir. Zira helal dairesi geniştir. Keyfe kafidir. Harama girmeye lüzum yoktur.

Yani, biraz daha açarsak; talebeye fıtratına muvafık bir vazife daire içinde verilirse; bu talebeyi hem dershane içinde tutacak, hem de hizmette terakki etmesini sağlayacaktır…

 

Talebeyle İstişare

Şu anda yenidünya düzeninde hemen hemen her alanda öğreten merkezli değil, öğrenen merkezli bir eğitim modeli uygulanmaktadır. Yani vakıf merkezli bir dershane sistemi değil; talebenin merkezde olduğu bir medrese sistemine ihtiyaç vardır.

Bir dershanede işi yapan her zaman için eski talebedir. Vakıf Hizmetin vitrindeki görüntüsüdür. Hal böyle iken medreselerde vakıfların benmerkezcilikten kaçıp talebeyi de yönetimin birer ferdi olarak görmesi gerekir.

Talebelerin fikirlerine her zaman için değer veren bir vakıf; Allah’ın izni ile istişare olduğu için hiçbir kaybı yoktur. “Ben her şeyi biliyorum”, “Talebenin bana vereceği bir şey yok” gibi talebeyi güdülecek koyun gören bir düşünce için iki taraflı bir kayıp ve manevi sorumluluk vardır.

“Talebesiyle devamlı meşveret eden bir vakıf; iki taraflı bir kazanca sebep olur.”

 

Sözde değil, Özde Kalbi Tesanüd

Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle siz kıymettar ağabeylerimizle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz.

Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.

Ancak ağabeyler arasındaki tesanüdün sağlanmasına engel olan şu ki; her bir ferdin fıtraten farklı bir meşrepte olması… Bu noktada üstadımız gene imdadımıza yetişiyor ve mükemmel bir düsturu hayat sunuyor… Dolayısıyla bu hizmete gönül vermiş bütün ağabeylerimizi ferasetimizle nasıl bir meşrep üzere bulunduklarını keşfedip, beşeriyet cihetiyle zayıf noktalarını dikkate alıp, sözde değil özde, kalbi bir iletişim kurabiliriz.

Nazarımızı; Aramızdaki, fıtrattan kaynaklanan meşrebi ayrılıklara değil de, hizmet ortak paydasına çevirmeliyiz.

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, kudsi hizmetimizdeki Dava kardeşine karşı haksız olarak, sözde olmasa dahi kalbi olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir.

Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir.

Öyleyse, bu hizmette olan bir kardeşine hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.

Üstadımıza kulak verelim;

“Rica ederim, üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmeye ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz.
Çünkü, Hüsrev’le Feyzi’de benim gibi insanlardan tevahhuş ve sıkılmak var. Hem birbirine bir derece meşrepçe ayrıdırlar.

Ve Sabri ise, akraba ve tarz-ı maişet cihetinde hayat-ı içtimaiye ile bir kaç vecihte alâkadar ve ihtiyata mecburdur.

İşte üçünüz bu ihtilâf-ı meslek ve meşrep haysiyetiyle o dağdağalı koğuşta ve sıkıntılı kalabalık içinde herhalde tam tahammül ve sabredemediğinizden ben telâş edip vesvese ediyorum. Çünkü, pek az bir muhalefet bu sırada pek zararı var.”

 

Su-i Zan Hastalığı

Risale-i Nur şakirtlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında su-i zan verdiriyorlar, tâ birbirini itham etsin. Belki “Filân talebe bize casusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyiniz. Zaten sırrımız yok; fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.

Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilâfı çıkarma

Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır.

Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden Ahsen.

İnsan hatâdan hâli olamaz; fakat tevbe kapısı açıktır.

Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip nefsinizi susturunuz.

Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.

Beğendiğin şeyde ifrat etme.

Bir derdin dermanı başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur.

Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

 

Elhasıl:

Evet, sevgili ağabeyler.

Biz Allah’tan, Kur’ân’dan, Habib-i Zîşandan ve Risale-i Nur’dan ve Kur’ân dellâlı siz sevgili ağabeylerimizden ebediyen razıyız.

Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok.

Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok.

Biz ancak Allah’ı ve rızasını istiyoruz.

Gün geçtikçe, rızası içinde Cenâb-ı Hakka vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz.

Bilâ istisna bize fenalık edenleri Cenâb-ı Hakka terk etmekle affetmek ve bilakis bize zulmeden o zâlimler de dahil olduğu halde herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilân eden Hazret-i Allah’a hadsiz hudutsuz şükürler ediyoruz.

Cenâb-ı Hak, zayıf ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bâr-ı sakîl tahmil edilen siz sevgili ağabeylerimizden ebediyen razı olsun ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzlerinizi ebede kadar güldürsün. Âmin.

Vesselam

Hasan TAYFUR

www.NurNet.org