Etiket arşivi: haşir risalesi

Bütün Varlıklar Allah’ın Askeridir

Haşir Risalesi üzerine tesbit ve denemelerimize devam edeceğimizi ifade etmiştik.

Risalenin giriş metninde geçen “bu ahâli çoluk çocuğuyla asker olmuşlar” cümlesi etrafında müzakereye çalışalım inşâallah.

Kâinatı bir ordugâha benzetirsek, bütün varlıklar o talim merkezinde, yer ve gök kışlalarında silah altına alınmış askerler misalidirler.

Asker ne demektir? Eğitim, tâlim ve düşmana karşı cihâd göreviyle devleti, onun bölünmez bütünlüğünü, istiklâl ve hürriyetini, düzen ve intizamını iç ve dış tehlikelere karşı koruyandır.

Dünya sadece yer küreden ibaret değildir. Yedi tabaka ve kısmın tamamı, Kur’ânda gayb âleminin dışındaki tüm alemleri (Ay, güneş, galaksiler, yer, sema, hava unsuru gibi) kapsamaktadır. Kur’ân yedi vecih üzerine indirildiği gibi, dünya da yedi kısım üzerinde durmaktadır. Bu katmanların tamamındaki varlıklar, yani askerler; Allah’ın düşmanları olan zâlimlere, kâfirlere, müşriklere, âsilere karşı görevlerini yerine getirmektedirler.

Aynı zamanda Allah’a ve O’nun kanunlarına itaat eden mü’minleri savunmakta ve koruma altında tutmaktadırlar.

Allah’ın askerleri Kur’ân’da şöyle ifade edilmektedir:

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır “(1)

Hudeybiye barış sözleşmesi yapılınca, meşhur münafık Abdullah İbn-i Übey; “Muahammed (a.s.m) zannediyor mu ki Mekkelilerle barış yapınca veya Mekke’yi fethedince onun için artık düşman kalmayacak? Fâris ve Rum milletlerine karşı ne yapacak?

Yukarıdaki âyet bu olay üzerine inzal buyuruluyor.

“Yani Cenâb-ı Hakk’ın göklerdeki ve yerdeki orduları, Fâris ve Rum kuvvetlerinin, tüm İslâm düşmanı güçlerin, yer yüzünde Allah’ın hâkimieytine ve kanunlarına meydan okuyan zâlim mihrakların, sinsi münafıkların, zındıkanın, ahlâksızlık ve ifsad yolunu açarak insanlığı yaratılışından uzaklaştırma plânları yapan her türlü güç kaynaklarının üzerindedir” diye başta Peygamber (s.a.v)’i ve umum Müslümanları cesaretlendiriyor ve onlara teselli kaynağı oluyor.

Rabbimizin orduları sınırsız ve sayısızdır.

Rabbin ordularını ancak kendisi bilir”(2) âyetinin ve pek çok âyetin (3) işaret ettiği gibi, şehâdet âleminde bunun nice örnekleri vardır.

O’nun askerlerinden biri rüzgardır. Bilindiği gibi Hendek savaşında çıkan soğuk bir fırtına, düşman çadırlarını yerle bir ediyor, ateşlerini söndürüyor, bineklerini dağıtıyor, etrafı toza dumana katıyordu. Cisimleri görünmeyen ama Tekbir sesleriyle düşmanı perişan eden melâike ve rûhânî varlıklar Kur’ânda ifadesini buluyordu.

İki güvercin ve örümcekle Habibini koruyan Allah, atomlar ve seyyareler ordusuyla da muhteşem saltanatının hâkimiyetini açıkça ortaya koyuyor.

Kâinatı bir devlete veya bir saltanata benzetecek olursak; tüm mevcûdât o devletin ve saltanatın sultanına karşı itaatkâr birer memuru durumunda olmuş olurlar. Mü’minlere karşı da birer dost, arkadaş ve yardımcı konumuna geçerler.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez O’ne teslim olup boyun eğmiştir”(4)

Güneş, Ay, yıldız, yer, dağ, hava, deniz, dağ gibi mahlûkatın her biri birer asker ve memur oldukları halde görünürde resmi elbiseli olmayıp sivil bir görüntü sergilemektedirler.

Allah’tan aldıkları emirle tüm unsurlar harekete geçmekte, O’nun emrine isyan edenlere karşı hücuma geçerek âsilerden emre itaatsizliğin intikamını almaktadırlar. Geçmiş kavimlerde ve milletlerde yaşanan olaylar bunun açık birer delilidir.(5)

Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “…Şu memleketin haşmetli Mâlik’inin elbette cezası da dehşetlidir. O Zât ne kadar kudretli, haşmetli bir Zât olduğunu anlayınız ki: Şu koca âlemi, bir saray gibi tanzîm ediyor, bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi; bir hâne gibi, hiçbir şey noksan bırakmadan idâre ediyor.”(6)

Haşir Risalesinde öncelikle Zât-ı Zülcelâlin vahdâniyetini ispat ediyor, ondan sonra Haşrin ispatına geçiyor.

Bütün varlıkların tek kanunla idare edildiği, bu kanuna bağlı olduğuna vurgu yapılıyor:

…Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa, arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilir.”(7)

Esmâ ve sıfatıyla her yerde hazır ve nâzır olan O Zât-ı Akdesin her bir insanla mânevî bir bağı bulunmaktadır. Özellikle Vahyin ma’kesi olan peygamberlerin kalbi ve ilhama mazhar olan velilerin kalbi ile de özel bir bağı ve mükâlemesi vardır.

Gökleri ve yeri yaratan kimse, insanın kalbinden geçirdiklerini bilen de O’dur.

Cinlerin ve insanların amellerini kayıt altına alan melekler, âlemde cereyan eden her şeyi kaydeden Levh-i Mahfûz, kıyamet gününde üzerinde işlenen her türlü işi Rabbânî bir ilham ile haber verecek olan toprak unsurundan tutunuz da, etrafımızdaki her türlü varlığın şahitliklerinin ve hava zerrelerindeki kayıtların tamamı bir muhâsebe ve bâkî bir âlemin, haşr-i ekberin, mahkeme-i kübranın varlığının birer delili ve şahididirler.

Devam edecek…

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1.Fetih Sûresi, 4,7
2. Müddessir,31
3. Ahzâb, 9 v.b
4. Âl-i İmrân,83
5. bkz.A’râf, 94-96
6. Sözler, 22.söz, 1.makam, 10.burhan
7. Sözler, 15. Söz, 6. Basamak

Haşir Risalesi Niçin Yazılmıştır?

Kur’ân âyetlerinin mühim bir kısmını teşkil eden Haşre dâir âyet-i kerimelerin önemini kavrayabilmek için, Üstad Bedîüzaman Hazretlerinin o günün atmosferinde sarsıntıya maruz kalan Haşir meselesinin, öldükten sonra hesap vermek üzere dirilişin ‘Kadîr’ isminin mazharı olarak ne derece beşer hayatında ve mü’minlerin akideleri üzerinde mühim bir yer tuttuğunu, bu meşhur Risalenin te’lifiyle ortaya koymuştur.

Allah, insanı iki şeyle mükellef kılmıştır:

Biri: Şahsî farzlar

Diğeri: Şahsî sünnetler Fıkhî terimiyle, farz-ı ayn ve sünnet-i ayn diye adlandırılır.

Bunların dışında bir de ‘Şeâir-i İslâmiyye’ denilen farz-ı kifayeler ve sünnet-i kifayeler mühim bir yer tutmaktadır.

Bunlar, şahsî farzlardan daha önemlidir.

İlmî, edebî ve amelî sâhadaki uygulamalara baktığımızda söz konusu şeâirin uygulanmadığını görmekteyiz.

Bu yazımızda bahse konu hususların detayına girmeyeceğim. Bağımsız bir konu olarak ele alınmasında yarar var. Ancak şunu hemen ifade etmeliyim ki, % 95’lik bir oranı teşkil eden farz-ı ayn ve sünnet-i ayna nisbetle sadece % 5’i teşkil eden ve uygulaması devlete ait olan bu şeâir-i İslâmiyye (Faizin kapısını kapatmak, kumar, zina ve içki meselesini halletmek, kadınların tesettürü v.s….) , kifâye farz ve kifâye sünnetlerdir. Her ne kadar % 5 lik bir oranı teşkil etse de, şahsî farz-ı ayn ve sünnet-i aynlerden daha ehemmiyetlidir. Dîn-i mübîn-i İslâm’ın ana temelini teşkil etmektedir. Ana temel olan bu şeâirin sarsılmasıdır ki, Üstad Bediüzzaman’ı böyle mühim bir konuyu işlemeye sevk etmiştir.

Meselâ, Ezân-ı Muhammedîyi okumak sünnettir. Bu sünnetin ihyâsı, bin şahsî farzdan daha mühimdir.

Böyle bir sünnetin kesintiye uğraması ve yasaklanması, gazab-ı İlâhîyi celbettiği gibi, uygulayıcıları ve boyun eğenleri de mes’ul duruma düşürmektedir. Bu yüzdendir ki, Bediüzzaman Hazretleri yasak sürecinde orijinal aslı dışında ezan okumamış ve okutmamıştır.

Şahsî sorumluluk başkadır, ümerânın sorumluluğu daha başkadır.

Ümmetin bütün fertleri, Haşirdeki mahkeme-i kübrâda, farz-ı ayn, farz-ı kifâye, sünnet-i ayn ve sünnet-i kifayelerden, özellikle de şeâir-i İslâmiyeden hesaba çekilecektir. Hiçbir insan, hiçbir amelinde serbest değildir. Özgür olması, eyleminin sonucunu ve sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.

Gözünün neyi gördüğünden, kulağının neyi işittiğinden, dilinin neyi konuştuğundan, kısaca küçük-büyük tüm ef’âlinden, ahvâlinden ve akvâlinden sorumludur.

Ümerâ; şeâir-i İslâmiyeyi uygulama alanına sokmazsa, ulemâ; ehemmiyetini ve ifade ettiği mânaları halka anlatmazsa, avâm-ı mü’minîn de icrâ ve tatbikine taraftar olmazsa, sorumluluğu ve vebali büyüktür.

Şu kâinatı tekvînî olarak binbir ismine mazhar eden Zât-ı Akdes, teklîfî olarak da ef’âl, akvâl ve ahvâlimizi, ilmî, edebî ve amelî bağlamda binbir isminin tecellisinden gelen ahkâm-ı İlâhiyyeye ve özellikle de bu ahkâm içinde önemli bir yer tutan şeâire bağlamıştır.

Öyle ise, her mü’min fert bilmeli ve asla unutmamalıdır ki, Haşir meydanında bir muhasebe ve sorguya tâbi tutulacaktır. Kur’ân ve Sünnet-i Nebeviyye hepimizin yakasına sarılacaktır. Amellerimiz, Kitap ve sünnet kriterlerine göre tartılacaktır.
Zalim-mazlum, âsi-itaatkâr, mü’min-kâfir, şirk-hidâyet vs her şey ve her fiil, en hassas terazi ile ve ayrıntılı bir biçimde analiz edilecek, sonuçlar; Âdil-i mutlak olan Kadîr-i Zülcelâl tarafından ortaya konacaktır.

İşte Haşir Risalesi, söz konusu muhasebe ve muhâkemeyi insanlara, özellikle de ehl-i îmâna izah ve isbat etmektedir.

Bu eserin te’lif edilmesinin asıl gayesi, böyle bir muhasebe ve muhakemeye insanların hazırlanmasını sağlamak için ikaz ve irşâd etmektir. Böyle bir hazırlık ise, kâinat tılsımını açmakla birlikte, insanın tercihine bırakılmış eylemlerinde Kur’ân ve Hadisi hâkim kılmakla mümkündür.

Çünkü insanın sorumlu olduğu haklar iki kısımdır:

1.Hukûkullah

2.Hukûku’l-ibâddır.

Bu iki hukuka da riâyet etmeyen mahkeme-i kübrâda büyük ceza çeker. İşte Haşrin ispat gayesi budur.

Yani kâinat sistemini kuran Allah (c.c), beşere her kademe ve alanda hayata dâir bir sistem önermiş, ona uymaya da dâvet etmiştir. İşte insan oğlu, Kurân ve Sünnetle çerçevesi çizilen bu sisteme uymadığı zaman, hukûkullah’a ve hukûk-u ibâda tecâvüz etmiş olur. Cezası ise, hem dünyada, hem de ukbâda verilecektir.

Kendini idare edemeyen bir beyinciğe sahip olan insan, küllî akla teslim olmalı, kâinat Hâlıkının koyduğu sisteme boyun eğmelidir. Şirkin her çeşidinden kaçınmalı, fürûzât-ı İlâhiyeyi yerine getirmelidir. İnsanlar arasında da adaleti temin etmelidir.

Risale-i Nurun mesleği; sadece Zât-ı İlâhiyeyi isbat değildir. Belki öncelikle, eline eserleri alır, eserden fiili, fiilden ismi, isimden sıfatı, sıfattan ta Zât-ı Akdes-i İlâhiyyenin vücûb-u vücûd ve vahdetini isbat eder. Daha sonra da, imanın altı rüknünü ve beş esâsat-ı İslâmiyeyi bunun üzerine bina ederek şirkin her çeşidini reddeder. İmânî rükünlerin bir tek cüz’ünü inkâr etmeyi bütünü inkâr etmek olarak gösterir. İlâhî bir hükmü inkâr etmenin, ahkâm-ı İlâyyenin bütününü inkâr etmek hükmünde olduğunu isbat eder. Çünkü iman, Resûl-i Ekrem (ASM)’ın Allah’tan getirdiği hükümlerin tümünü kalben tasdik ve dil ile ikrar etmekten ibarettir. İmân küllîdir, tecezzî ve inkisam kabul etmez.

Bu Risalede işlenen konu, cismânî haşir olup, aynı zamanda cismen değil de, sadece ruhen dirilişi savunan bâtıl anlayış ve algılamaları da hiç bir tereddüt ve şüpheye meydan bırakmayacak netlikte izah ve isbat eder. Meselâ, Hıristiyanlar genellikle âhirette yalnız ruhların haşredileceğini, insanların bedenleri ile değil, sadece ruhları ile cennet veya cehenneme gidecekleri yönünde bir inanca sahiptirler. Bu inancın çürütülmesi de, özellikle günümüz konjoktüründe önem arz etmektedir.

Diğer Risalelerde olduğu gibi; Hak ve hakikatı teferruatıyla izah, Kur’ânî delillerle isbat ve açıklamalarla insanlığı şirk, tereddüt, evham ve boş saplantılar çıkmazından kurtarıp imanın güzelliklerini ve mânevî lezzetini yaşatan bu eserden Rabbim istifademizi ziyade eylesin inşâallah…

NOT: İnşâallah kısmet olur ve Rabbim muvaffak kılarsa, Haşir Risalesi üzerine denemelerime devam etmek arzusunda olduğumu ifade etmek isterim.

İsmail Aksoy