Etiket arşivi: insan

İnsanın üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye âyineliği

“Otuz Birinci Pencere”

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِىۤ اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ (“Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık.” Tîn Sûresi, 95/4) وَفِى اْلاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ – وَفِىۤ اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ (“Kesin olarak iman edenler için yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz?” Zâriyât Sûresi, 51/20-21).

“Şu Pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkıkîn-i evliyanın mufassal kitaplarına havale ederek, yalnız feyz-i Kur’ân’dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki: On Birinci Sözde beyan edildiği gibi, insan öyle bir nüsha-i câmiadır ki, Cenâb-ı Hak, bütün esmâsını, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor. Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız Üç Noktayı göstereceğiz.”

“BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir.” hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letâif ve mâneviyâtıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.”

“Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a’dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü’l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.”

“İkinci vecih âyinedarlık ise:
İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, “Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder,” ve hâkezâ…”

“Üçüncü vecih âyinedarlık ise:
İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini, ve

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.”

İnsan kainatın küçültülmüş bir numunesi ve modelidir. Kainat küçülse insan, insan büyütülse kainat olur. Kainatta azametli ve büyük yazılmış tevhit hakikatleri, insanın mahiyetinde küçük ve okunaklı bir şekilde yazılmıştır. Bu hususta kainat ile insan müsavidir, fark sadece kemiyettedir, yani boyut ve hacimdedir.

İnsanı kainat kadar geniş yapan şey ise; insanın fıtratına konulan istidat ve duygulardır. İnsanın mahiyetinde herbir alem ile irtibat kuracak cihaz ve duygular vardır. İnsanın her bir cihazı ve duygusu bir aleme açılan bir penceredir, insan bu duygu penceresi ile o alemi seyreder ve o alemle iletişim kurar.

Mesela; göz bir penceredir, mubsırat alemine açılır; kulak bir penceredir, sesler alemini işitir; dokunma duyusu bir penceredir, cismani alemlere açılır; hayal kuvveti bir penceredir, misal alemi ile irtibat kurar, ruh bir menfezdir; ruhlar alemine açılır, kalp aşk ve muhabbet dünyasının kapısıdır, akıl hikmetli mevcudat aleminin mütefekkir bir mütalaacısıdır, buna benzer binlerce his ve duygular insanın geniş mahiyetinde mevcuttur ve her birisi bir alem ile irtibatlıdır.

İnsanın mahiyetinin genişliğinin ikinci önemli sebebi; istidat ve kabiliyet noktasında nihayetsiz donanıma sahip olmasıdır. İnsanın birçok duygu ve kuvvelerine sınır konulmadığı için, insanda terakki ve tedenni nihayetsiz oluyor. Bir insan Allah ile muhatap olup, onun huzuruna çıkacak kadar inbisat da eder, aynı insan hayvandan yüz derece aşağı adi bir mahluk da olabilir.

İnsan ayrıca mahlukat içinde, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp ölçecek geniş mahiyete sahip tek mahluktur. İnsan sahip olmuş olduğu his ve cihazlar sayesinde, Allah’ın bütün isimlerini tartıp ölçebilir.

Mesela; midenin açlık hissi ile Rezzak ismini, tat alma duyusu ile Allah’ın Kerem ve Muhsin ismini, cüzi iradesi ile Allah’ın külli irade sıfatını, cüzi ilmi ile Allah’ın sonsuz ilim sıfatını bilebilir. Demek insanın mahiyetindeki her bir cihaz ve duygu aynı zamanda Allah’ın isimlerine açılan birer kapı birer pencere hükmündedir.

Ayrıca Allah’ın bütün isim ve sıfatları, insanın mahiyetinde nakışlar suretinde tecelli etmiştir. Allah’ın isimlerinin hayatın üstünde nakış suretinde tecellisi kıyasi ve farazi değil, hakiki ve kaynamak suretindedir. Yani tabiri yerinde ise; maddi ve işlemek noktasında bir tecellidir. Diğer iki tecelli tarzı daha çok kıyas ve farazi bir şekildedir. Malum, kıyas ve farazilik mevhum bir şeydir; nakış ise hakiki bir işlemek ve tecelli etmektir.

Mesela; insanın simasındaki göz; Allah’ın Basar sıfatının bir tecellisidir; kulak, Sem sıfatının bir yansımasıdır; konuşma mahalli olan dil, Kelam sıfatının bir cilvesidir; yüzdeki tasvir ve çizim, Musavvir isminin bir tecellisidir; hayata lazım olan rızkın gönderilmesi ve bedenin ve bedende çalışan hücrelerin beslenmesi, Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir.

Bu isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde, yani maddi ve hakiki bir tecelli ile cilvelerini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi kaynakları hükmünde olan isimlere açılan birer pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarına intikal ederler ve idrakine ererler.

“İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:”

“İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki, bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekvîniye ve o evâmirden vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve lâtife-i Rabbâniye olan ruh,  onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak, yakın, bir hükmünde; birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nuraniyet kesb etmişse, herbir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir.

“Öyle de,  وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى Cenâb-ı Hakkın, madem Onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve âzâsında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette, âlem-i ekber olan kâinatta, o Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına, hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez, birbirine mâni olmaz, o Hâlık-ı Zülcelâli meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile herşeyi görebilir, seslerini işitebilir. Ve herşey ile herşeyi bilir, ve hâkezâ…”

Ruhun beden üzerindeki tasarruf ve tedbiri; Allah’ın kainat üzerindeki tasarrufunun ve tedbirinin anlaşılmasında önemli ve somut bir temsildir. Üstat bu temsil ile, Allah’ın tek ve yekta olmasına karşın, milyarlarca fiil ve icraatları aynı anda ve şaşırmadan nasıl yapabildiğini akla yaklaştırmak için ruh ve beden ilişkisini bize gösteriyor.

Ruh, insan bedeni üzerinde tam bir tasarruf sahibidir. Bedenin bütün aza ve hücrelerinin tedbir ve idaresi ruhun elindedir. Ruh, milyonlarca hücre ve azaları tedbir ederken hiç şaşırmıyor ve yanılmıyor. Bir iş bir işine mani olmuyor. Bütün bedenin azalarını birbirinin yardımına ve imdadına gönderiyor. Ruh, tek ve yekta olmasına rağmen, bedenin her yerinde aynı anda hazır ve nazır olabilir. Bir aza ile ilgili iken diğerlerini ihmal etmez. Bir aza ya da hücre ruhu kendi ile meşgul edip diğerlerinden alıkoyamaz. Ruh için bedenin ayak tırnaklarını tedbir etmekle baştaki saçları idare etmek arasında fark yoktur.

İşte mahluk olan ruh, böyle harika bir şekilde beden üzerinde tedbir ve tasarruf edebiliyor ise, mahlukattan ve maddeden münezzeh olan ve sıfatları ezeli ve ebedi olan Allah, neden bütün kainatı tedbir ve idare edemesin deyip, aklı somut örnekler ile ikna ediyor. Allah’ın basit bir mahluku böyle olursa, Allah nasıl olur düşünmek lazımdır. Burada temsildeki beden kainat oluyor, ruh ise Allah’ın kainat üzerindeki tedbir ve idaresi anlamında olan Rububiyeti temsil ediyor.

“ÜÇÜNCÜ NOKTA: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesinde tafsili geçtiğinden, ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:”(1)

“Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah’ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından, kapıyı kapıyoruz.”

Hayatın üstündeki sayısız nakışlar ve ince işlemeler, hayattan kaynayan duygu ve cihazlardır. Hayat sahibi birisi bu cihaz ve duygular sayesinde bütün kainat ile ilgi ve alaka kurabiliyor. Bu cihaz ve duyguların her birisi Allah’ın isimlerine açılan birer pencereler hükmündedir. İnsan bu cihaz ve duygular pencereleri ile Allah’ın isim ve sıfatlarını seyrediyor. Sair hayatsız mahluklarda bu cihaz ve duygular olmadığı için, insan gibi Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar ve ayna olamıyor.

Mesela; bir dağ hayatsız olduğu için, ilgi ve alakası sadece oturduğu bölge ve bulunduğu mekandır. Ama dağdan küçük olan bir arı, hayat sayesinde bütün kainat ve onun içindeki alemlerle ilgi ve alaka kurabiliyor. İşte arıyı dağdan azametli kılan şey, hayatın ince işlemeleri ve nakışları hükmünde olan duygu ve cihazlardır. Bu mana insanda daha parlak ve daha geniş bir şekilde tecelli ediyor. İnsanın hayatının yanında şuur ve akla da sahip olması, hayatının nakış ve inceliklerini daha da genişlendiriyor, parlak hale getiriyor.

Mesela; göz görme işlemini hayat sayesinde yapıyor; Allah’ın basar sıfatına hem mazhar hem de nakış oluyor. Kulak işitme fiilini hayat ile icra ediyor, Allah’ın semi sıfatına nakıştır. Dil tatma eylemini hayat ile tadabiliyor, Allah’ın Kerim ve Rahim ismine aynedarlık ediyor. Akıl manalar alemini hayat ile seyrediyor, Hakim isminin manasına insanı ulaştırıyor. Mide rızık alemini hayat temelinde tadıyor ve Rezzak ismine güzel bir takvim oluyor vs.

İnsan mahiyetine takılmış bütün cihaz ve duyguların hepsi hayat enerjisi ile işleyen ve ondan kaynayıp gelen birer nakışlar, birer işaretler hükmündedir.

Özet olarak nakıştan maksat, insanın mahiyetine yerleştirilmiş nihayetsiz duygu, cihaz ve kabiliyetlerdir.

Kaynak: Sorularla Risale-i Nur

Bir İmtihan Sırrı

İmtihan sözcüğü mihnet kökünden gelir. Adı üstünde imtihan bir mihnettir. Bu mihnetin biri ceza ve kefaret, diğeri mükâfat ve terakki kapısını aralamaya yönelik iki gayesi vardır.

Musibet ve sıkıntıların günahlara kefaret olduğu yönü malumdur. Biz bu yazımızda bu imtihanın ikinci gayesi üzerinde duracak, bela ve musibetin peygamberlere, velilere ve salih insanların başına da gelmesinin bir hikmetini açıklamaya çalışacağız.

Bilindiği üzere, bir hadis-i şerifte Peygamberimiz; “İnsanlardan en çok bela ve musibete uğrayanlar peygamberler, veliler ve–sırasıyla–onlara yakın olanlar” olduğunu ifade etmiştir.

Hadiste yer alan “Bela” kelimesi, “imtihan etmek, test etmek, denemek, sınamak” anlamına gelir. En büyük insanlara en büyük testlerin uygulanmasının bir sırrı şudur ki; insanların kalbi, aklı, duyguları, latifeleri, hatta hayallerinin pekçok mertebe ve dereceleri vardır. Bir incir çekirdeğinden bir incir ağacına kadar, bir atom sisteminden bir güneş sistemine kadar, bir hücreden bir insana kadar dereceleri vardır. Bu derecelerin kat edilmesi ise, yapılan testlerde ortaya çıkan negatif veya pozitif olguların varlığına bağlıdır. Örneğin, bir kan testinde bir virüsün tespit edilmesi pozitif, olmaması ise negatif olarak değerlendirilir. Fakat bazı testlerde ortaya çıkmayan bir takım mikroplar daha derinlemesine yapılan testlerde ortaya çıkabiliyor. Keza, sözgelimi, röntgenle görüntülenen akciğerdeki bir arızanın tam teşhis edilmesi, arızanın olup olmadığının tam olarak görüntülenmesi için yüzeyden derinliğe doğru ilgili organ sathı santim santim, milim milim röntgenle test edilir. Çünkü, yüzeylerde bulunmadığı halde organın iç yüzeylerinde bir arızanın, bir virüsün olması mümkündür.

Bu kural psikolojik tedavide de geçerlidir. İlk etapta görünmeyen bazı psikolojik arızalar, şuur altı bazı olumsuz düşünceler ancak belli bir terapiyle ortaya çıkarılıp tedavi edilebiliyor. Deyim yerindeyse, yüzeysel şuura yönelik testlerle ortaya çıkmayan hastalıklar, derinlemesine doğru şuuraltına yönelik testler sayesinde ortaya çıkabiliyor.

İşte bunun gibi, yukarıda saydığımız insanların manevî donanımlarında da bazı arızalar, bazı virüsler olabilir. Manevî bünyenin sağlamlığı nispetinde bu virüsler yüzeylerde bulunmadığı halde daha derinliklerde bulunup bulunmadığını tespit etmek için ilgili manevî sathın–yüzeyden derinlemesine doğru–santim santim, milim milim teste tâbi tutulması gerekir.

Mesela kalpte var olan Allah sevgisinin alabildiğine boy göstermesine mani olan virüslerin olup olmadığını tespit etmek için bazı testlerin uygulanması gerekir. “Her şey zıddıyla bilinir” kuralı gereğince, nefsin hoşuna gitmeyen bazı testlerin uygulanması icap eder. Bazı kimseler var ki, bir gramlık bir hoşnutsuzluktan ötürü ilahî sevgiyi rafa kaldırdığı halde, bazı kimseler de batmanlar ağırlığındaki hoşnutsuzluklara karşı dahi bu sevginin zerresinden kaybetmezler. İşte bu kimselerin herhangi bir tarafında bu sevgiye mani bir virüsün bulunup bulunmadığını, kalplerinin en ücra bir köşesinde bu sıkıntılara karşı hafif nazlanabilecek bir tavrın olup olmadığını görmek için, onlar en ağır testlere tâbi tutulurlar.

Şu ayet, imtihanın bu sırrına işaret etmektedir: “Müminler sadece ‘iman ettik’ demekle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? Hiç kuşkusuz, biz kendilerinden önce yaşamış olanları test edip denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, bu iddiasında samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebut, 13)

Başta Hz. Eyyub aleyhisselam olmak üzere bütün peygamberler bu ağır testlerden geçmiş ve manevî bünyelerinde Allah’a olan sevgilerini azaltacak hiçbir olgu bulunamamıştır. Ve hepsinin ruh cevheri itibariyle saf altın oldukları ortaya çıkmıştır. İşte “büyüklerin imtihanlarının da büyük olması” gerçeğinin temel dayanağı bu sonucun alınmasına yönelik testlerdir.

Ateşe atılırken bile şikayet etmeyen ve  “Madem Rabbim halimi görüyor, derdimi O’na açmaya ihtiyaç bırakmıyor..” diyen Hz. İbrahim; en sevdiği oğlunun kurt tarafından parçalandığını işittiğinde “Bana düşen güzelce sabır göstermektir… Ben üzüntümü sadece Allah’a arzediyorum..” diyen Hz. Yakub; Mekke’de gördüğü gayr-ı insanî muamelelerden sıkılıp, bir ümit kapısı olarak gördüğü Taif’te de kendini bilmez zavallılar tarafından yara-bere içerisinde bırakıldığı halde “Allah’ım! Eğer bütün bu başıma gelenler, senin bana gücendiğinden dolayı değilse, varsın olsun.. Ben her şeye rağmen seni hoşnut etmek için hayatım boyunca çırpınıp duracağım” diyen Hz. Muhammed’in bu ifadeleri peygamberlerin birer saf altın ayarında olduklarının göstergesidir.

İbn Farıd’ın “Allah’ım! Eğer senden başkası–benim irademle–kalbimde yer alsa kendimi mürtet sayarım” şeklindeki ifadeleri; İbrahim Hakkı’nın “Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler” şeklindeki sözleri; Yunus Emre’nin “Hoştur bana senden gelen.. Kahrın da hoş lütfun da hoş” şeklindeki terennümleri, üst düzey bir imtihanın, bir testin sonucunu seslendirmektedir.

Her insan büyük bir veli olmayabilir, ama kendi kabiliyeti nispetinde kendisi için hazırlanan zirveye çıkabilir. Bu sebeple, görünürde ilmi, irfanı olmayan âmî bir erkek veya kadının bu âmiyâne haline bakarak, bunların imtihanlarını terakki rotasının dışında tasavvur edip manasız görmemek gerekir. Zira onların–delilsiz bir şekilde–sağlam bir imanla iman ettikleri Allah’a karşı öyle teslimiyetleri var ki, bazen bir tek imtihanda bile o zirve noktaya ulaşabilirler.

Bir dakika zarfında canını Allah yoluna adayan ve Allah’a teslim olan bir şehit, yıllarca çalışarak ancak ulaşılan bir velayet mertebesine ulaşır. Bazen bir tek musibet çok kısa bir zamanda kişiyi bir velayet dercesine çıkarır. Bazen bir sabır, bir tevekkül, bir teslimiyet insanı salih kimseler zümresine ilhak eder.

Ayette imtihanın mutlu sonlarına işaret edilmektedir: “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sabredenleri müjdele! Bunlar öyle kimselerdir ki başlarına musibet geldiğinde ‘Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara, 155-156)

Doç. Dr. Niyazi Beki/ Zafer Dergisi

İnsanlar niçin farklı farklıdır?

Akıl, kalp, vicdan, korku, sevgi, iman gibi binlerce manevî hazine ile donatılmış insanoğlu, dünyayı paylaştığı diğer canlılar içerisinde maddî olarak dahi en mükemmel şekilde yaratılmıştır. İnsanın apayrı bir çeşit olması, bazı temel özelliklerin, her ferdinde aynı olmasıyla mümkündür. Normalde, her insanda iki el, iki ayak, iki kulak, iki göz, tek burun, bir ağız vardır. Yapı itibariyle de bütün insanların organları aynıdır. Herkesin akciğeri, böbreği, kalbi, insan vücudunun hiç değişmeyen bir bölgesindedir. Bu birlik ve beraberlik ve birbirine benzemeklik, insanın yaratıcısının tek bir Allah olduğunun nihayetsiz delillerinden biridir. Tıp ilmi insanın bu özelliğinden dolayı ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Eğer insan vücudunun yapısında bu birlik mührü olmasaydı, her insan için ayrı bir tıp ilmi gerekecekti. Meselâ cerrahların insan organlarını elleriyle koymuş gibi bulmaları, mümkün olmayacaktı.

İnsanların müşterek özellikleri çok. Peki her bir insanın sadece kendisine mahsus olan, alâmet-i farika diyebileceğimiz ayırtedici özellikleri yok mu? Cenâb-ı Hak bütün insanları müşterek özelliklerle yarattığı gibi, her bir insanı da sadece kendisine mahsus olan ayrı ayrı özelliklerle de donatmıştır. Meselâ her bir insanın yüzünün şekli sadece kendisine mahsustur ve kimseye benzemez. Ayrıca her bir insanın parmak izleri ve sesleri de ayrı ayrıdır, kimseye tam tamına benzemez. Bütün bunlar Yaratanın istediği gibi tasarruf ettiğine, ilminin ve kudretinin nihayetsiz olduğuna delildir.

İnsanların simalarının ayrı ayrı olduğunu belirtmiştik. Bütün dünyayı dolaşsak yüzleri tamamen tıpatıp birbirine benzeyen iki kişiyi bulamayız. Aynı yumurta ikizlerinde bile birtakım farklı özellikler mevcuttur. Rum Suresi’nin 22. âyeti bu hakikata işaret etmektedir. Meâlen Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor; ”O’nun âyetlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin başka başka olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır.”

Bir an insanların, ikiz veya üçüzlerde olduğu gibi birbirine benzediğini düşünelim. Ne olurdu?

İnsanlarda hukukun muhafazası neredeyse imkânsız olurdu. Suçlular, insanlann arasına karışır kimin suçlu olduğu asla bulunamazdı. Dairelerde memur, amir kavramı kalmazdı. Aile mahremiyeti tehlikeye girerdi. Sınıfında ikiz talebeleri olan öğretmenler, ne büyük problemlerin oluşacağını daha iyi tahmin edebilirler. Rabbimizin, her insana farklı bir yüz şekli vermesi tâ Âdem (a.s.) zamanından kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insan fertlerinin yüz şekillerinin ilm-i ezelîsinde mahfuz olduğunu gösterir. Zira, yaratılan bütün simaları bir anda bir arada ve tek tek bilemeyen, hepsinin dışında bambaşka bir yüz yaratamaz.

Bir anatomi uzmanının ifadesine göre, parmak izleri tıpatıp birbirine benzeyen iki insanın olması için, ihtimal hesaplarına göre 4 trilyon yıl geçmesi gerekmektedir. Bu ise insanoğlunun ilk yaratıldığı andan bugüne geçen süre ile kıyas bile edilemeyecek kadar büyük bir zaman sürecidir. Kur’ân mucizevî âyetlerinden biriyle bu sırrı bin dört yüz seneden beri gözler önüne seriyor: ”İnsan kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Aksine biz onun parmak uçlarını bile iade etmeye kadiriz.” (Kıyamet Suresi, 3-4)

Her bir insanın şahsına mahsus özellikleri bu kadarla da kalmamaktadır. Meselâ adlî vak’alarda, suçludan geriye kalmış bir tek saç telini, değişik fizikî ve kimyevî analizlerden geçirip özel mikroskoplarda inceleyerek kime ait olduğunu bulmak mümkündür.

Her bir insanın dokularının moleküler yapısının tamamen insanın kendisine mahsus oluşu, hayretimizi daha da artırıyor. Herkes, bazı özelliklerini annesinden ve bazı özelliklerini de babasından alarak yaratılmıştır. Bu bakımdan insanların moleküler yapısı, yani proteinlerinin yapısı, annesinden ve babasından gelen maddelerin yepyeni bir kompozisyonu neticesi olarak, tamamen kendisine mahsus bir şekil alır. Kimya ile biraz alâkası olan bilir ki, canlıların temel maddelerinden birisi olan proteinler, tamamı 20 adet olan ve amino-asit adı verilen maddelerin değişik şekillerde birbirleri ile bağlanmalarından meydana gelir. Aminoasitlerin çok farklı imkânlarda tertiplenişinden dolayı, insanlarda protein yapısı sadece insan nev’ine mahsus değil, her bir şahsa, şahsın herbir organına, hatta insanın her bir hücresine mahsus olarak yaratılmıştır. Yani her bir insan proteinlerinin tertibi bakımından kesinlikle eşsizdir.

Her bir insan, ayrı siması, kendine mahsus ses tonu, parmak izi, bir tek saç teline, hatta hücrelerine, moleküllerine varıncaya kadar şahsına münhasırdır, yani emsalsizdir, hiç kimseye benzemeyecek özelliklerle yaratılmıştır. Bunların yanında huy, karakter, zekâ vs. gibi manevî yönden de benzersiz olarak yaratılmıştır. Kısaca, her bir insan apayrı bir kitap gibidir, eşi olmayan yepyeni bir eserdir. Böylesine benzersiz yaratılacak kadar önem verilen insanlar, ahirette de tek tek diriltilecekler, ayrı ayrı hesaba çekilecekler, dünyadaki davranışlarına göre de ya mükâfat görecekler veya cezaya lâyık olacaklardır. Çünkü, bütün bu sanatlar, harikulâde işler, durmaksızın yenilenip tazelenmeler, en mükemmel şekilde var edilip, hayatların devam ettirilmesi, bunca eşsizlik ve benzersizlik, bunca kıymetli hazine bir daha dirilmemek üzere öldürülüp, zayi edilecek değildir. Bütün bu işleyişin, dünyaya gelip gitmelerin ciddi bir gayesi ve kaçınılmaz bir neticesi vardır ve insanı beklemektedir.

Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı / Zafer Dergisi

İnsan’ın Yaratılışı!

İnsanın yaratılışının nasıl olduğunu birde bu video ile bakınız. Ama önce Risale-i Nur’dan bir iki vecize zikretmek isteriz.

Meselâ, insan gibi yüzler muhtelif cihazat ve âlâtın makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan; ve yüzer muhtelif âzâsı bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan; ve yüzer muhtelif kısımlara ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları, kudret ve ilme şehadet ettikleri gibi, gayet kat’î ve zarurî bir tarzda, onların Sâniinde bir irade-i külliyeye delâlet ederler ki, o irade ile, o şeyin herşeyini tahsis eder. Ve o irade ile, her cüz’üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil verir, bir vaziyet giydirir. (20. Mektup)

Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mucizâne yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmânî hediyeleri, atiyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnânın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince târifeleri o âletlere yardımcı vermiş. (4. Şua)