Etiket arşivi: ismail aksoy

Mukaddes Yolculuğun Bahtiyar Yolcuları!

Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke’deki Kâbe’dir. Orada apaçık nişaneler (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yol bakımından gücü yetip gidebilenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki Allah âlemlerden müstağnîdir.” (Âli İmrân:3/96-97.)

Rabbimizin lütuf ve keremiyle  çok mübarek ve  önemli zaman dilimleri yaşanmaktadır. Şu günlerde atmosferine girdiğimiz Hac  ibadeti ve şeâiri gibi.…

Cismen olamasak da, ruhen ve fikren o mübarek beldelerde gönüllere ferahlık ve sevinç bahşeden oranın havasını uzaktan uzağa teneffüs etmenin hazzı ve sevinci bile insanı heyecanlandırıyor.

Hacla ilgili hissiyatımızı engelleyemedik ve hakkımızda mânevî bir dua olması ve dualara dahil olmamız dileğiyle tuşlara besmele ile dokunmaya başladık.

Yukarıda zikrettiğimiz ve diğer âyetlere göre hacc, tek bir ibâdet olmayıp bir ibâdetler  yumağıdır âdeta… Her biri birtakım fiil, davranış, hareket, terk ve yasaklardan oluşan ibâdetlerin bütünü hacc ibâdetini teşkil etmektedir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “…Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir” “ (Sözler,16.söz, 4.şuâ)

Bunların başlıcaları ihram, namaz, telbiye, çeşitli zikirler (Allah’ı çeşitli isim ve sıfatları ile anmak, Kur’ân, cevşen, dua, vird, zikir okumak gibi), Arafât ve Müzdelife vakfeleri, istiğfar, tavâf, güzel ahlâk, sabır, ihramlı iken yasaklara riâyet, yasakları çiğneme sebebiyle veya bazı mazeretlerden dolayı oruç, kurban, sadaka şeklinde yerine getirilen keffâret ve fidyeler, en hayırlısı takvâ ve amel-i Salih  olan mânevî azıklar edinmek, imanı tahkîk  mertebesine çıkarma adına cehd ve gayret göstermek suretiyle Rubûbiyet-i İlâhiyenin  kemâlatını ilân, tevhidî sadâlara iştirak ile maddî ve mânevî kirlerden arınmaktır.

Bütün bu davranışlar doğrudan doğruya ibâdet olup Allah’a lâyık bir kul olma amacına yönelik olarak ve O’na yakınlık elde etmek için Allah tarafından va’zedilmiştir.

Milyonlarca hacıların dilinden ve kalbinden yükselen Tekbir ve Telbiyeler, Arafat dili ve Kâbe kalbiyle Arş’a yükselmektedir.

Haccın “ferdî, ictimâî, iktisâdî, siyâsî…” sayısız faydaları  oldukça fazladır.

Said Nursî, şu veciz ifadesiyle bu hususa vurgu yapmıştır: “O kudsî farîzayı ve din-i İslâmın kudsî ve semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.” (Emirdağ Lahikası)

Ancak bu faydalar ibâdetlerin acil (dünyadaki) mükâfatıdır; asıl olan sırf Allah için, O’na kulluk borcunu îfa için yapılmış olmasıdır.

Hacc, yüzünü Cenâb-ı Hakk’a  dönüşün bir göstergesidir. O, mutlak, ezel  ve ebedin sahibidir. O, sonsuzdur. O’nun sınırı, ucu bucağı yoktur. “O‘na” dönüş, mutlak kemâl, mutlak iyilik, mutlak güzellik, mutlak güç, ilim, değer ve hakikate doğru hareket etmek; yani Mutlak doğru hareket, mutlak kemâle doğru mutlak hareket ve sonsuzluğa doğru mutlak kanat açışın bir sembolü, ebedî hareket  ruhunun mukaddes mekânlara yansımadır. Yani biz, bir “ebedî oluş”un yolcuları, bir “sonsuzluk hareketi”nin kafileleriyiz. Hacc, bu mahşerî kafilelerin tevhid semasında ve merkezinde zirve yaptığı bir buluşmanın, tanışmanın, bilişmenin ve milyonlarca cismin tek bir ruh haline dönüşmesinin  adıdır.

Bu seyrü sefer çizgisinin en son noktası rızâ-i İlâhîdir. Seferimiz, ebedî hicretimiz, öyle bir cadde, öyle bir yol üzerindedir ki, onun son noktası yoktur. Haşir meydanlarında bile son bulmayacak olan bir ebediyettir, mutlak  bir vuslattır.

Hac, bu mutlak vuslatın ince sırlarını içinde barındıran ebedîleşmenin bir provasıdır.

Hac süresince icra edilen bütün merasimler “ipuçları”dır, “işaret” ve “semboller”dir. Bir kişi secdenin anlamını kavramamışsa, sadece  alnını yere koymuş olur!

Hacc’ın özünü, ruhunu, hikmet ve önemini anlamayan kimse hediye dolu bir bavul ve boş bir zihinle ülkesine geri döner.

Hacc süresince;Tavafla tevhid inancını bütün kâinata ilân edeceksin. Sa’y ile Hacer annemizin heyecanını yaşayacaksın. 

Hacer-i Esved’i kulların ezelde Allah’a verdikleri kulluk sözünün bir mührü ve imzası olarak selamlayacak, yeminini tazeleyecek ve O’na kul olma şerefini bir kez daha te’yîd edeceksin.

Tavâftan sonra Hacer-i Esved ile Kâbe’nin kapısı arasındaki duvara (Mültezeme) karın ve göğsü, elleri ve sağ yanağını bir müddet yapıştırarak bu şekilde bir vuslat neş’esini yaşayacak ve sonra Kâbe örtüsünden tutunarak duâ ve niyazda bulunacaksın. Kâbe’ye yapışan vücudun cehennemde yanmaması için niyazlarını Kâbe’nin Rabbine arz edeceksin.

Böylece bir büyüğe karşı suç işlemiş olan kişinin, onun eteğine sarılarak affını istemesini temsil  etmiş olacaksın. Kulun bu şekilde manen ve mecazen eteğine sarılarak af dilediği, yakınlık ve lütuf talep ettiği Yüce Zat’tan başka sığınacağı, dayanacağı, yalvaracağı, kulluğunu arz edeceği kimsenin olmadığını samimâne  ve ısrarlı bir yakarışla ilân etmiş olacaksın. Çünkü duâda ısrar etmek Mevlâ’nın murâdıdır. İşte bu sarılış ve yakarış o ısrarın bir gereği olacaktır.

Kâbe’den Arafat’a gitmekle Adem babamızın inişini göstereceksin. Arafat’tan Mina’ya gitmekle insanın yaratılış gayesini, şeytânî tuzaklara meydan okumanın çabasını ortaya koyacak, en sevdiklerini Rabbına kayıtsız ve şartsız kurban edebilmenin  şuuruna ereceksin.

Birinci ve ikinci Akabe bey’atlarında Hz. Peygamber (s.a.s) ile Medineliler arasındaki görüşmenin gerçekleştiği yer olarak hatırlayacaksın.

Hz. İbrahim’in sahasına gireceksin Mina’da… O’nun gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail’i kurban etmek üzere getirmişti. Şimdi düşünmelisin, senin İsmail’in kim veya hangisi ? Servetin mi, makam ve mansıbın mı, evin mi, çiftliğin mi, araban mı, şan ve şerefin mi, sosyal  statün mü, güzelliğin mi, gençliğin mi?…Hangisi ? İşte o kimse ve neyse, buraya kurban etmek için getirmelisin.

Seni ibadetten, mânevî cihattan alıkoyan, sorumluluğu kabule yanaşmayan, nefse firavuniyet veren, fedakârlıktan alıkoyan, ebrârın dâvet çağrılarına kulak tıkatan, rahatın için bahaneler uyduran, seni kör ve sağır eden her neyse, İşte onu çekinmeden kurban etmelisin.

Bu fırsat bir daha eline geçmeyebilir!

O gül kokulu Medine’nin gül Peygamberine salât ve selamlarımızı iletirken, yıllar önce makbuliyeti tasdik olmuş bir hizmetin hâdimi olduğunu unutma!

Medîne-i Münevverede dahi o derece makbul olmuş ki; Ravza-i Mutahharanın Makber-i Saadeti üstünde konulmuş. Hacı Seyyid, kendi gözüyle Asâ-yı Mûsâ mecmuasını, kabr-i Peygamberî (asm) üzerinde görmüş. Demek makbul-ü Nebevî olmuş ve rızâ-i Muhammedî (asm) dairesine girmiş.” (Şuâlar)

Böylesine ulvî ve lâhûtî duyguları yaşayan hacı kardeşlerimize ne mutlu.

Selam olsun bu kutsal yolun mübarek yolcularına!..

Annelerinden doğmuş gibi pâk ve arınmış olarak dönmeleri ve bizleri de duâlarına dahil etmeleri niyazıyla…

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Sana Bir Gün Yetmez “ANNEM”!

Ey nur yüzlü, hayatı feyizli, cefakâr annem!

Senin için sayfalar dolusu yazı yazılsa yine azdır.

Sen; tarifi imkânsız, sevgisi nihayetsiz, övgüsü limitsiz, şefkati katkısız bir lütufsun Rabbimden…

Seni bir güne sığdırmak, bir günde anlamak ve anlatmak ne mümkün?

Sen 364 gün unutulacak, sadece bir gün hatırlanacak bir varlık değilsin ki…

Senin ayakların altındaki Cenneti bulabilmek, O’na (c.c) senin rızandan geçip ulaşabilmek…

Senin yerini doldurabilecek, sevgini karşılayabilecek bir ruh, yürek, bir şefkat madeni yok ki?

Seninle her gün konuştuğumuzu, buluştuğumuzu, dertleştiğimizi biliyorsun.

Her Fatiha’nın ucunda, Yasinlerin son duasında sen varsın. Dudaklarımdan dökülen dualarımda sen varsın ey Cennetin güzel hurisi..!

Şu an sen, Cennet yaşındasın.

Evliyâ meclisinde, Resûlullah’ın (s.a.v) yanı başındasın.

Okunan Kur’ân derslerinde senin alın terin var.

Aldığım diplomalarda, gördüğüm eğitimlerde senin yakarışların, içten dualı bakışların var.
Hani hep derdin ya; “Allah güzel insanlarla buluştursun” diye.

Anneciğim, evladın ve evlatların hep nur meclislerinde, Kur’ân rahlelerinde sana rahmet ve mağfiret niyazındalar.

Elleri senin için duada, dilleri zikirde, zihinleri fikirde, senin emeklerini yâd edip seni ve babalarını mahcup etmemek için a’zâmî mertebede gayret içindeler. Sırat-ı müstakîmde hidâyet üzere olmanın şükrü ve şuuru içinde kulluğun aczi ve fakrını yaşıyor, senin dualarına muhtaç boynu bükük bir vaziyette Rahmeti sonsuzdan af ve mağfiret dileniyorlar.

Onların ilim tahsili için nasırlı ellerinle kazdığın topraklarda şimdi sen, gonca güller yetiştirmenin sükûnet ve huzurunu yaşarken, senin mâna iklimini yaşatmanın, helal sütüne lâyık olmanın cehd ve gayretini göstermeye çalışıyorlar.

Bütün anneler, anne olma vasfıyla ve sıfatıyla mübârek ve mukaddes varlıklardır.

Çocuklarına iffet, haya, edep ve ibadetle nurlanmış bir hayat örneği bırakan annelere ne mutlu!

Sosyal medyanın zehirli kıskacında yavrularına model olma yerine, çirkin ahlâkın amansız ağına yakalanmış, heva ve heves peşinde koşturanlara da hidayet versin Rabbim.

Ebedî âleme intikal etmiş olan annelerin en büyük hediyesi; dua, Kur’ân, kelimât-ı mübarekeler, her türlü hayır ve hasenâttır.

Annelerine hissiz ve duygusuz evlatların da bir gün bu dualara muhtaç olacakları ne kadar kat’î ve kesin ise; Hakk’ın rızasının ebeveynin rızasından ve hoşnutluğundan geçtiğine dâir sağlam ve tahkikî bir iman da o kadar muhakkak ve açıktır.

Binde bir İlâhî şefkatin yansımalarına mazhar olmuş olan tüm annelerin, bu derin duygularını Allah namına kullanmaları şartıyla, yerli yerinde davranışa imza atmış olacaklarını ve Allah katında makbul bir dua hükmüne geçeceğini ifade etmemiz gerekiyor.

Bir tek güne sığmayacak kadar ulvî bir vazifenin tüm günlere yayılması, yüce Rabbimizin emridir.

Çünkü onlar bizim baş tacımız, gönül ilacımızdır.

Annelerin yüreği gamlı, yaslı, mahzun kalmasın.

Hürmete, alakaya, yardıma, desteğe, teselliye en layık varlıklara selam olsun!..

Kabirleri Nur’la dolsun, Resûlullah şefaatçileri olsun.

Yaşayanlar sıhhat ve afiyet üzere mutlu ve umutlu olsun inşallah.

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Bir Selâlık Saltanat..!

Şarkın kalesi Erzurum’un Horasan İlçesine bağlı Aşağı Kızılca köyünde 60 küsur sene önce gözlerini hayata açmıştı…

Babası yörenin tanınmış din âlimlerinden Nedim Hoca… Cömert, misafirperver, konak sahibi, ağzı dualı, şefkat ve merhâmet timsaliydi. Köyünün imamlık vazifesini de yerine getirmişti. İlme, âlime, hafızlara sonsuz saygısı ve sevgisi tartışılmazdı.

Babasından aldığı köklü ve sağlam terbiyenin eseri olacak ki, beş kız, beş erkek evlâdını İslâm edebiyle yetiştirmişti. Sonuçta bir çiftçiydi, ziraat ve hayvancılıkla geçimini sağlardı. Yiğit, hatırı sayılır, babası gibi misafirperver bir insandı.

Yılların ve yoğun çalışmanın bedenine yüklediği yükle birlikte amansız hastalığa yakalanmıştı. Bir kaç yıldır gördüğü tedavi mukadder sonu önleyememişti. Çınar gibi çevresine ses vererek devrildi. Son telefon görüşmemizde her zaman söylediği sözleri tekrarladı: “Sen ilmen bizim aile büyüğümüzsün, ağzın Kur’an’lı, bana dua et ve hakkını da helal et…”

Kardeşlerimle birlikte çıktığımız bin iki yüz kilometrelik yolun ucunda, onun cenazesinde dostluk, akrabalık, insanlık, komşuluk ve İslâmlık ruhunun ne kadar canlı, diri ve geçerli olduğunu bir kez daha müşâhede etmekten dolayı duygulanmış ve Rabbime hamdü senalar etmiştim.

“El-Mevtü hakkun!” gerçeği bir kez daha kulaklarımızda yankılanıyor, gönüllerimizde uyarı ve ürpertisini hissettiriyordu. Küçük bir köyde bu kadar cemaat nereye sığabilirdi ki? Tıpkı sağlığında ağırladığı ve tebessümle karşıladığı misafirlerini, dost ve akrabalarını soğuk bir kış gününde ve kar altında öylesine sıcak bir alaka ile karşılıyordu ki, sanki yer gök dua demetiyle örülmüş, Kur’ân sadâsıyla mest  olmuş, çocuklarının ve aile efradının mahzun göz yaşlarıyla sulanmıştı…Selâ ile ilan edilen vefat haberi, Peygamber (s.a.v)’e salavatla taçlanıyordu.

Bu kadar cemaat, köyün küçük camiine nasıl sığacaktı? Erzurum ve çevreden iştirak eden hafız ve imamların ihlaslı Kur’an sadâları yankılanıyordu etrafta… Bir nevi Kur’ân ziyafetine ev sahipliği yapıyordu Alibey… İstense de hiç kimse böylesine bir topluluğu sessiz ve sükûnet içinde organize edemezdi.

Kur’ân hatmi, va’z ve öğle namazını müteâkip köyün karşı yamacında yer alan kabristana doğru kepçe ile açılmış karlı ve çamurlu dar yoldan ilerleyen bir konvoy oluşmuştu. Son yolculuğuna doğru omuzlarda yaşadığı son tahta oturuşu, biraz sonra toprağın bağrında son bulacak, ötede yaşanacak mânevî saltanat ve müjdelere eşlik ederek yüce Yaradana kavuşmuş olacaktı…”Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz” ferman-ı İlâhîsi zihinlerde dalga dalga yayılıyor, dudaklarda dua olarak semaya yükseliyordu.

Musallaya konulmasıyla birlikte, elinde sarık ve cüppe ile bekleyen İmam olan oğlu Mahmud’un; “Büyüğümüz olarak senin cenaze namazını kıldırmanı istiyoruz” arzusu üzerine cüppe ve sarığı giyerek tabutun başına geçtim.

“El-mevtü hakkun…Bir farz-ı kifâye, bir sünnet-i Nebeviyye ve bir âdet-i İslâmiyyeyi ifa etmek üzere toplanmış olan muhterem kardeşlerim…” hitabıyla başladım sözlerime…

“Mevti veren O’dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır.

İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır… Bir Ma’bûd-u Lemyezel’in, bir Mahbûb-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz… Ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalâlet ağlasın…” tarzında devam etti.

Son demlerindeki vasiyetini hatırlattım: Bütün ehl-i imana haklarımı helal ediyorum, onlar da bana haklarını helal etsinler…Sanki kabir ahalisi suskun ve heyecanla misafir kardeşlerini ağırlamaya hazırlanıyorlardı.

Kabristanda yükselen gür sesli bir koro içten haykırıyordu: “helal olsun, helal olsun, helal olsun…”

Merhume annemin biricik kardeşi dayımın oğlu! Benden yana da, bizden yana da helal olsun. Mekânın Cennet olsun…Nur içinde yat… Mahşerde görüşmek üzere Rahîm ve Ğaffâr olan Rabbime emanet ol..!

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

İlticam Sanadır Ey Rabbim! (Cuma Duası)

Ey Rabbim, ey Rabbim, Ey Rabbim!

Ey Mabudum, ey Seyyidim, ey Mevlam ve ey benim Sahibim! Meleklerin, semeklerin, Ay’ın, Güneşin, doğacak gerçek güneşlerin sahibi Sen’sin…

Ey varlığımı elinde tutan! Gecenin karanlığıyla varlığımı setredip istirahat için uyutan, bu Cennet ülkeyi bizim için vatan yapan Allah’ım! Uykumu derin, gafletimi kavi, yüreğimi katı eyleme! İslâm Ümmetine idrak, şuur, birlik, vahdet, meveddet, saâdet, basîret, iffet, merhâmet, nedâmet, meserret nasip eyle, günahlarımızı keffaretinle, merhâmetinle, âtifetinle, letâfetinle affeyle yâ Rab!

Ey zorluk ve çaresizliğimi bilen, göz yaşlarımı lütfuyla silen, cümle âlemi kudret elinde döndüren, yetimleri güldüren, mazlumları sevindiren Rabbim! Garip kalan, garip yaşayan, sırtında Kur’ânını taşıyan gariplere yardım eyle!

Ey fakirlik ve yoksulluğumdan haberdar olan! Mutlak gınasıyla kalbimi dolduran, zerreden kürreye her varlığı rızkıyla doyuran Rabbim! Maddî ve mânevî rızıklarımıza bereket, Kur’ânî hizmetlerimize hareket nasip eyle…

Ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!

Hakkın, bin bir esmâ ve sıfatın, kutsiyetin, ehadiyyetin, Vahidiyyetin, Vahdâniyyetin, Samedaniyyetin hürmetine senden dileğim şudur ki: Gece ve gündüzden oluşan  vakitlerimi zikrinle, fikrinle, ibâdet ve taatinle  canlandır ve beni soyumla birlikte kendi hizmetinde, emrinde, himâyende, hıfzında tut, şerirlerin şerlerinden, insî ve cinnî şeytanların sosyal medyada kol gezen tuzak ve hilelerinden, nisa taifesinin şerrinden, câzibe ve fitnelerinden, göz ve gönül kaymasından, dil sürçmesinden, boş ve mâlâya’nî meşgûliyetlerden, zaman ve emek israfından, geçici ve fâni mahbuplardan, riya dolu amellerden, nefsimin, hevâ ve hevesimin evhamlarından, kötü arkadaş ve muzir dostluklardan muhafaza buyur Allah’ım!.. İhlaslı ve rızana muvafık amellerimi kendi indinde kabul buyur; öylesine ki,  bütün amellerim, tefekkür ve zikirlerim, okumalarım, temâşa ve hayretlerim öylesine tecessüm etsin ki, her hâlim tek zikir şeklinde dâim ve bütün davranışlarım Allah ve Resûlü’ne layık bir imana, akideye, ilmî, amelî ve edebî müstakîm hayata dönüşsün…

Ey Seyyidim, ey güvenip dayandığım ve ey kendisine hallerimi sunduğum (Allah’ım)!

Uzuvlarımı, latîfelerimi Sen’in dinine hizmet yolunda güçlendir; sana yönelmemde kalbime güç ve sebat ver; senden korkmada ve hizmetini sürdürmede bana öylesine bir ciddiyet ver ki, sana kulluktaki yarış meydanlarında, irşad ve tebliğ hizmetlerinde sana doğru koşayım ve rızana ulaşayım. Yakîn ehlinin korktuğu gibi Sana yaklaşayım ve Sen’den öyle korkayım.                                                        

Allah’ım! İslâm’a ve Müslümanlara kötülük yapmak isteyenlere fırsat verme; kurdukları tuzakları başlarına ve aleyhlerine çevirerek Âlem-i İslâm’a sevinç ve ferah bahşeyle..

Yüzümü sana çevirdim ve ellerimi sana açtım; izzetin hakkına duamızı kabul eyle ve arzularımıza ulaştır; fazlın ve kereminden ümidimizi kesme; bizi, insî ve cinnî  düşmanlarımızdan koru.

Ey ismi deva, zikri şifa ve itaati zenginlik olan! Bizlere merhamet eyle.

Ey nimetleri tamamlayıp yayan, ey zorlukları defeden! Ey karanlıklarda dehşete kapılanların nuru! Dehşetimizi hayrete, itaate, ibâdete; zorluklarımızı sevinç ve meserrete tebdil eyle… 

Gelecek nesillerimizin gönüllerine iman, Kur’ân ve Resûlullah sevgisini bahşeyle…

Okullarımızı süfyanizmin, darvinizmin, siyonizmin bela ve tuzaklarından muhafaza eyle…

Hz. Muhammed (s.a.v) ve Ehli Beyt’ine salât ve selâm eyle…

Âmîn…

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Her Kışın Ardında Baharın Tebessümünü Görebilmek

Bir zamanlar, camı kırık, penceresi açık, kışın soğuk günlerinde hücresinde ölüme terk edilen pîr-i fâni bir İslâm mütefekkirinin, bir peygamber vârisinin arkasında saf tutmuş, dâvâsına gönül bağlamış milyonları, o günün şartları ve ortamı dahilinde, “ben acele ettim kışta geldim, siz cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” hakikatına vâkıf O bahtiyar insandan başka kim tahmin edebilirdi?

Evet, bir zorluğun arkasında iki kolaylığı müjdeleyen Zât-ı Akdes’in va’di elbette gerçekleşecekti.

Rahmet-i İlâhiyyenin izi, tozu ve yüzü görülecekti.

Kışın şiddetli soğuğu altında, bahar ve yaz mevsiminin bitki ve çiçeklerinin tebessümü saklıdır.

Atmacanın serçe kuşuna musallat edilmesi, o küçük ve zayıf kuşun kabiliyet ve reflekslerinin gelişmesi adına pek çok maslahata ve güzel sonuçlara vesiledir.

Bedîüzzaman Hazretleri “savletli bid’alar”dan bahsetmiş.

İslâm toplumu arasında yaygınlaştırılmak istenen ve ecnebî gizli zındıka komitesi tarafından ortaya atılan ve bir takım ulemâi’s-sû’ tarafından destek gören mânevî marazlar, hastalıklar, bid’at ve hurâfeler, bünyede derin yaralar açmış, ta’mir ve islâhına çalışan İslâm âlimleri ve hasseten asrın müceddidi Bedîüzzaman Said Nursî (r.a) büyük sıkıntı, sürgün, hapis, baskı ve işkencelere ma’rûz bırakılmıştır.

Kahhâr-ı Zülcelâl, âlemi çalkalandırırken, imân ehlinin sıkıntılara, eza ve cefalara mârûz kalması da imtihan sırrının bir gereği olsa gerek… Bu cüz’î arızalarla birlikte hıfz-ı İlâhî, istikamet dairesinde dîn-i mübîn-i İslâm’a hizmet eden ehl-i imân hakkında devam eder.

Kur’ânı indiren Allah Teâlâ olduğu gibi, O’nu ve O’nun talebelerini muhâfaza edecek olan da O’dur.

Hiçbir güç Kur’ân hizmetine mâni olamaz. Geçici bir kısım arızalar olabilir, ama İlâhî nûr asla sönmez ve söndürülemez.

Üstad Nursî şöyle bir müjde vermektedir: ” Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihâd-ı ma’nevînizden vaz geçirmek için size hücûm etseler; onlara deyiniz: ‘Biz hizbü’l-Kur’ânız. (İnnâ nahnu nezzelnezzikre ve innâ lehû lehâfizûn= Kur’ânı biz indirdik, Onu koruyacak olan da biziz-Hicr sûresi, 9) sırrıyla Kur’ânın kal’asındayız…”(1)

Bu müjdeye layık ve mazhar olabilmek için; Kitap ve Sünnete sarılmak, Sünnet-i Nebeviyyeyi ihyâ edip bid’alardan uzak durmak gerek.

Hak ve hakîkatı kabul edip ona göre davranalım. Hak ve hakîkatın ölçüsü, edile-i şer’iyyedir. O da; Kur’ân, Hadîs, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır.

İçi bid’atla doldurulmuş, hevâ ve hevesi kamçılayan, şirk ve sanemperestlik üzerine müzikal enstürümanlarla bezenmiş papaların uydurdukları muharref bir dinin kokuşmuş görüntüsüne insanımızı feda etmeden, müçtehid imamların, asfiyânın, evliyanın istikametli yolundan tâviz vermeden yolumuza devam edelim.

Bid’atlardan, günahlardan, şerirlerin şerrinden, Kur’ân, Hadîs ve onların mânevî tefsiri olan Risale-i Nurları tahrif etmek isteyen, hevâ ve hevesine göre değerlendiren, yorumlayan, anlayan, anlata, gösteren, tanıtan bir takım gafil ve art niyetli odakların şerrinden rahmet-i İlâhiyyeye sığınalım.

İstikametimizi ve siperimizi terk etmeyelim. Celâl ve kahhâr bir el, bütün âlemi ve özellikle İslâm coğrafyasını çalkalandırırken, en fazla tokatı, istikametsiz, değerlerini koruyamamış, dinin aslına ve özüne sahip çıkamamış, Kur’ân ve Hadîs haricinde bir kısım arayışlara girmesi konusunda aldatılmış olan ehl-i imâna vuruyor. Sezilen bu celalli ele karşı tevbe, istiğfar ve istikametle yeniden Kur’ân etrafında birleşerek tefrikaya düşmeden, düşürmeden, düşürülmeden özürle mukabele edelim.

Mülkün sahibi Allah’dır (c.c). O Mâlikü’l-Mülk, Ebû Hanifeyi, Seyyid Kutub’u, Bedîüzzaman’ı, İskilipli Atıf hocayı ve daha nice iman erlerini,mücahidlerini hapse ve zindana atar, zâlimleri tahta oturtur. Bu işlerin, hikmetlerin aklen açıklanması mümkün mü?

Ehl-i imânın imtihanı zorlu ve meşakkatlidir. Ehl-i dalâletin ehl-i hidâyete üstün gelmesi geçici, muvakkattır. Eninde sonunda galebe, başarı ve zafer ehl-i hidâyetin olacaktır.(2)

Gerçi son asırda yaşanan kırılmalar, yozlaşma ve dejenerasyonlar, hiçbir devirde yaşanmadı.

Müslümanların kafası karıştırıldı. Dinin tamamen tağyîr ve tahrîbe mârûz kalması adına yapılan sinsi çalışmalar, alınan sonuçlar, İslâm toplumlarını tereddüt ve şüpheye düşürdü. Kafalar karıştı. Melek’le Şeytan birbirine karıştırıldı. Süfyanizmin dehşetli eli her tarafa, her yaştan ve meslekten zihinlere kadar ulaştı. İlmî, amelî, edebî sâhâlar bu kara propagandanın tesiri altına girdi. İmân ve Kur’ân nuruyla bakamayanlar kör oldu, sağır oldu, dilsiz oldu.

Ama şükürler olsun ki, sisler dağılmaya başlamış, kara bulutlar semâmızı terk etmeye yüz tutmuş, akıllar ferâseti yakalamış, iz’an ve idraklar yeniden rotasına oturmaya başlamıştır biiznillah…

Suskunluğun, sinmişliğin, sindirilmişliğin, baskının hâkim olduğu İslâm coğrafyasının her karesinde, sayıca az da olsa Kur’ânî sadâ ile ses verenler çıkmış, âlem-i İslâm’ın umudu, sesi, soluğu ve tercümanı olmuşlardır. Kur’âna dellallık yapmış, Hak ve hakîkatı haykırmaktan asla geri durmamışlardır.

Kırılan ümitler yeniden yeşermiş, eğilen başlar vakarla doğrulmuş, gönüller ümit, şevk ve cesâretle yoğrulmuştur.

Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umûmî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, Rahmet-i İlâhiyeden bekliyebilirsiniz.”(3)

Allah’ım! Va’dettiğin fütûhât-ı İslâmiyyeyi, neşr-i envârı Kur’âniyeyi ve şeâir-i İslâmiyyenin dalga dalga ihyâsını tez zamanda müşâhedâtla bizlere müjdeni müyesser kıl ve göster. Âmîn…

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Dipnotlar:
1. Mektûbât, 29. Mektup, 6. Kısım, 2. Desise
2. bkz. A’râf, 182-183; Kalem, 44,45
3. Hutbe-i Şâmiye)