Etiket arşivi: Nabi

Defterimden Notlar: Psikolojik Şiddet

Uzun zamandır alemimi meşgul eden birkaç önemli konudan biri: Psikolojik şiddet. Bu kavramla tanışalı birkaç sene oldu ancak ahir zamanda kaybolma derecesine gelen “güzel ahlak” kavramından uzak cereyan eden bütün insanî münasebetler türlü türlü yara ve hastalıkları netice verdiği için gözlemlerimde en sık tesbit ettiğim problem oldu. Psikolojik şiddetin bilimsel tanımını işin ehline havale ederek gözlemlerimden yola çıkmak istiyorum. Hiç farkında olmadan karşımızdaki insana hak etmediği bir muamele ile cevap verivermek.. Ölçmeden, tartmadan, onu içinde bırakacağımız durumu veya halet-i ruhiyeyi hesap etmeden, sadece kendi cihetimizden bakarak davranmak.. Belki hayatımızın çoğunu paylaştığımız yakınlarımıza, en sevdiğimizi düşündüklerimize karşı her gün biraz daha inciten, yıpratan muameleler içinde olmak ve bunları gözden geçirme ferasetini bir türlü kendimize düstur edinememek..

Neden kaynaklanıyor bu ölçüsüz, fevri davranış şekli? Öncelikle karşımızdakini anlama gayretimizin olmayışından, demek ki insanlara fazla önem vermiyoruz. İkincisi, o insana yardımcı olma gibi bir niyet taşımadığımızdan. Manevi eğitim almış insanlarda öne çıkan özelliklerden biridir: almadan vermeye çalışırlar, azami yardımcı olayım, Allah namına ne verebilirsem vereyim, ikram edeyim. Bu peygamber ahlakı kaybolduğu ya da bilmediğimiz için karşımızdaki insanlara da uygulayamıyoruz. Üçüncüsü, karşımızdakinin talebini anlasak bile o talebi karşılamak için gireceğimiz maddi veya manevi külfetin altına girmek istemiyoruz. (Bunlar olması gereken nezaket ve anlayışın olmamasının sebepleri idi. Bundan sonra sebepler biraz daha menfi anlamda şiddetlenip karşımızdakini güç durumda bırakan neticeler ortaya çıkıyor.)

Dördüncüsü, bir menfaat tercihinde karşımızdakinin hakkını çiğnemek bahasına kendimizinkini öne çıkarmak isteğinden karşımızdakini haksız, suçlu ya da başka bir sıfatla itham etmekten. Bu durumda karşımızdaki insan neyi yapıp neyi yapmadığını bilecek bir sağlamlıkta değilse haklı olduğu halde haksızlığı kabul edip çekilebilir. Ya da hakkını savunmak için bizimle olan muamelesinde ciddi bir mesafe koyar. Beşincisi, çok daha dehşetli ve nefsî bir maraz ki kendi kafamızdaki bir plan veya programa uymadığı için muhatabımızı itham etmek. Oysa o insan bizim planımızın ne olduğunu nereden bilebilir, hem insanları kendimize göre yönlendirmeyi beklemek mevhum bir idarecilik vasfı takınmak değil midir? Neden insanlar bize göre kendini ayarlasın ki? Altıncı tip de –telaffuzu bile çok korkunç- kendi egosuna hizmet etmeyen bir davranışı sebebiyle muhatabı rencide etmek. Sözle olabilir, bakış, mimikle de olabilir. Kendi egosunu yüksek gören birinin hak ettiğini zannettiği “tazim” ifade eden sözleri, davranışları, karşısında eğilip bükülmemeleri görememekten gelen serzenişine değişik dozlarda muhatap olmak da psikolojik şiddetin görüldüğü alanlardan biri. Kendini olduğundan daha değerli ve yüksek görmek kibirdir. Psikolojik şiddetin en sık sebeplerinden biri budur. Yedicisi, muhatabımızın bir hata veya kusuruna karşı ölçüsüz bir tepki vererek onu rencide etmektir. Masum bir kılıfa sarılmış bu şiddet türünün de hakikatte zulüm olduğunu her insan vicdanen hisseder. Adalet mekanizması nasıl ki suçun derecesine göre ceza takdir ediyorsa, biz de ikaz, uyarı, tekdir aşamalarından sonra fiilî bir tepki verebiliriz. Yoksa henüz ikaz etmeden en son gösterilecek sertlikte cevap vermek adaletsizliktir, insani ilişkilerdeki güveni kıran bir ölçüsüzlüktür.

Hangi sebeple olursa olsun psikolojik şiddete maruz kalan insan kendisini değersiz, önemsiz veya ezilmiş hisseder, dahası işe yaramaz, mantıksız, suçlu vb. gibi sıfatların bir veya birkaçı ile de kendini itham edebilir, kendini ezebilir. Oysa hangi durum olursa olsun dinimiz bize karşımızdakini tahkir hakkı veya yetkisi vermemiştir. Kişileri alçaltarak muamele yoktur, ancak kötü sıfat veya davranışları akla izah edip kötü neticelerini göstermek vardır. Hatadan ötürü insanı külliyen alaşağı edip vurmak yoktur; kötü olan davranış veya sıfatı vurmak vardır. O da peygamberimiz(ASM)’ın usulüyle, isim vermeden “Bir kısım insanlara ne oluyor ki şöyle şöyle yapıyorlar..” şeklindedir. Çünkü bütün insan ve mevcudat dinimize göre mahlukiyet noktasında eşittir, müsavidir, altlık üstlük yoktur. Nerde kaldı ki tahkir ile gizli bir kibir hali davranışlarda hoş görülsün..

İslam ahlakını yaşamak isteyen hepimize ders olmalı, ne büyüğe ne küçüğe rencide edici bir muamele etmemeliyiz, yaptıysak derhal içimizden gelerek özür dilemeli, bizi rahatsız eden durumu sakince ortaya koymalı, ölçülü tepki vermeye kendimizi alıştırmalıyız. Elbette içimizde bu adalet mekanizmasını daim canlı tutmak bir mücahede ve eğitim ister. Bu eğitimin içinde olma niyetiyle yaşamalıyız. Psikolojik şiddete ne kadar maruz kalmak istemiyorsak o kadar başkalarına olan muamelelerimizde dikkatli olmalıyız. Huzurlu ve mutlu olmak istiyorsak başkalarının huzur ve mutluluğuna yardım etmenin Allah’ın rahmetini üzerimize celbeden büyük bir hazine olduğunu fark etmeliyiz..

Nabi

Nurnet.or

Sava Mezaristanına Bir Ziyaret

mezarBarla ziyaretine niyet eden kardeşlerle önce bir Sav ziyareti yapalım dedik. Önü beyler arka tarafı hanımlara fıtri olarak tahsis edilmiş belediye otobüsüne binip sakin belde Sav’a geldik. Otobüs yokuş üzeri olan mahallelerden geçerken her ev, her dükkan geçmişe dair pek çok şey anlatıyordu. Köyün Kur’an kursundan çıkmış, başı yazmalı, şirin kız çocukları ve çarşaflı hanımları duraklardan biniyor, evine gelen de iniyordu. Çocuklara Risaleleri biliyor musunuz, okuyor musunuz diye sorduk. Evet, manasında gülümsediler.

Devrin en istibdatlı döneminde, Risale-i nuru yazmak için yıllarca evinden çıkmayan ağabey ve ablaların memleketi Sav. Burada yazı hizmeti çok inkişaf etmiş, hanım kardeşler medreselerde talim edip hizmetlerine devam ediyorlarmış. Genç mahiyetlerin böyle sahip çıktığını görmek insana çok umut veriyor, elhamdülillah. İneceğimiz durağı kaçırdığımız için otobüsle en tepeye kadar çıkıp sonra aşağı duraklara kadar etrafı seyrediyoruz. Zira fıtri bir hayatın emareleri var burada: yeşillikler içinde dar sokaklar, muhtelif hayvanatın ses ve kokuları bizi sarmalandığımız medeniyet battaniyesinden kurtarıp Cenab-ı Hakk’ın yarattığı hakiki aleme muhatab ediyor; şehirdeki sanal kimliklerden üstümüze yapışmış olan kışırlar o ses ve kokularla, hele ortadaki cılız akan derenin suyuyla yıkanıp gidiyor.. Burda fıtri bir akış var, sunilik, sahtelik pek yok. Köydeki sükunet, dinginlik, insanlardaki huzur bize de sirayet ediyor.

En son durak mezaristana en yakın olanmış, orada inip köprüyü geçince karşımıza çıkan ufak mezarlığı görüyoruz. Hatt-ı Kur’an’la, yeşil boyayla yazılmış taşlar belli ki nur talebelerinin mezarları, ruha çok güzel bir tesir bırakıyor; insan ölümden korkar ama burada hiç öyle olmuyor. Mezarları tablo seyreder gibi seyretmek istiyorsunuz. Buradan sonra asıl gideceğimiz, caminin arka avlusuna bakan mezaristana geçiyoruz. Burası adeta başka bir alem.. Sessiz, sukunetli ama sizinle konuşan bir alem. Rüzgar öyle estiriliyor ki, kulaklarınıza giren ses beyninizdeki tüm kirleri, isleri, pasları yıkıyor, sizi oradan alıp çok uzaklara götürüyor;  fani olduğunuzu, buranın da bir dar-ı fani olduğunu iliklerinize kadar çok latifane hissettiren bir rüzgar. Fena diyarından bekaya gidişin huzurunu hissediyorsunuz; biraz sonra başka bir alemde, başka bir insan gibi bakmaya başlıyorsunuz etrafa. Sadece biraz mezarların dibine oturup dua ederken rüzgarı dinleyin. Kendinizi oradaki şahs-ı maneviye bırakın..

Eski mezar taşları daha çok insana tesir ediyor, onlara selam veriyoruz, selamımızı alıyoruz. “Esselamu aleykum ya ehlel dünya! Ve aleykümüsselam ya ehlel ahiret!”  işte meselenin özeti, özü. Onlar şu dar-ı faniden bakiye geçti, biz ise müddetimizi doldurup gitmeyi bekliyoruz. Bazı mezarların mermer taşlarında yatanın hizmetine, kimliğine dair Risale-i nurdan bilgiler var. Bir insan için ne güzel bir kimlik kartı.. Asrın vekiline talebe olmuş, rahatını, hayatını feda edip her şeyiyle Kur’an’a çalışmış. Dünyanın her yerinden binlerle talebe kemal-i iştiyakla kabirlerine gelip dualar okuyorlar. Hayattayken böyle bir şeyi hiç düşünmediler, sadece Hakk’a, hakikate, mukaddesata hizmeti gaye bildiler, akıbet onların oldu..

Bu mezaristan da fazla büyük değil; bütün kabirlerin yanına gidip eski bir dostla görüşür gibi selam verip alıyoruz. Sarıklı, eski taştan kabirler çok cezp ediyor. Belki hakikati en açık onların dilinden anladığımız için bu sessiz hasbihal bitmesin istiyoruz. Duaları bitirince bir de ufak ders okuyalım diyoruz; 33 pencereden ilk 7 pencere okunuyor. Ne kadar açık anlatıyormuş meğer, bu ders böylemiymiş, diyebiliyoruz.

Otobüs saatine yetişmek için dersi bitirip vedalaşarak çıkıyoruz. Avludan çıkınca hemen bir çeşmecik var, suyu çok lezzetli, içebildiğimiz kadar içip durağa gidiyoruz. Çarşaflı bir kardeşimize selam verip oturuyoruz; dedeleriniz, nineleriz risaleleri yazmış mı diye sorunca, kızcağız tebessümle dedesi merhum Hasan Kurt amcanın yazdığını, ailesinin nur talebesi olduğunu söylüyor. Lahikalardaki hayatlar bize ne kadar yakınmış meğer. Uzakların yakın olduğunu bilmek, fark etmek insana çok iyi geliyor. Sava medresesinin kışırsız kabuksuz ihlaslı dersinden bir buçuk saate sığan kadarını alıp Isparta’ya geri dönüyoruz.

Cenab-ı Hakk Sav’lı ağabey ve ablalarımızın şefaatine mazhar etsin.

14.08.2013 / Isparta

Nabi

Hançereden Aşağı

(“Hizmet-i Kur’aniye nasıl en güzel ifa edilebilir” taharrisiyle hizmet kardeşleri arasında karşılıklı yazılmış birkaç mektubdur.)

Mektub-1 (Barla notlarından):       

  31 Mayıs 2013

Kardeşim,

İnsanlara faydalı olmak açısından kalden ziyade halle anlatabilmeli, zira hastalıklar dille düzeltilebilecek gibi değil, daha derinde ve müzminleşmiş; dünyevilik ehli imanda da içe işlemiş. Hanımlar desen bu hastalıktan çok çabuk etkileniyor, nazarlar manadan çok maddede takılı kalabiliyor.

Bilmiyorum ki külli bir ıslah nasıl olacak. Çok üzücü haller, Barla’daki misafirhanede birkaç gün geçirmekle gördüğümüz Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelen kardeşlerimizin nazarları. Biraz karamsar oldu belki suizan da olmasın ama, vakt-i zamanında nice fedakarlıklar yapmış, dağ gibi hizmeti olan bazı büyüklerimi dahi bir parça rehavette gördüm. Nazarlar enfüsten, ihlasın muhafazası için mücadeleden çabuk kayıyor, keyfiyet derdinde olanlar azınlıkta gibi. Uhuvvet muhabbet yine güzel, ortamlar samimi elhamdülillah ama himmetler basit şeylere sarf edilip ali tutulmayınca, gayretsizlikten gelen ülfet nazarları sathileştiriyor, herkes nefsinin kusuru yerine kardeşini incelemeye başlayabiliyor. Oysa kendi hedefine baksa kimseyi görmez insan.

Bunları istişare niyetiyle yazdım, inşallah kusurları ifşa için değil de çare taharrisi için. Hepimiz nasıl bi gayrete gelip uhrevileşmeye başlayabiliriz derdindeyiz. Sizin de istişare ettiğiniz, hizmeti ciddi omuzlayan kardeşler vardır, onlarla durum tesbiti yaparsanız bunları aktarabilirsiniz. Geniş dairede işler iyiye gidiyor, resmi kurumlar imani yaşayışa muvafık adımlar atıyor ama dar dairede ciddi tehlike sinyalleri var ve bu hizmet artık aktif hareket açısından bizim yaş grubunun omuzuna kalmak üzere. İnşallah keyfiyetli, ihlaslı gayret edenlerden oluruz.
slm ile.

Mektub-2 (1. Mektuba Cevaben):

3 Haziran 2013

AS Kardeşim,

Düne kadar hizmetin bahar mevsiminin geldiğini ve bizim gayretimize çok da ihtiyaç olmadığını içten içe düşünür gibi bir halet-i ruhiyem vardı.

Fakat bu Taksim Gezi Parkı hadisesi bana; enfüsi anlamda kendimi çok daha titiz eleklerden geçirip, afaki anlamda da çevremdeki her bir gence bu hizmeti nasıl daha iyi anlatırım, medya , facebook ve twitter de dahil olmak üzere, genç kardeşlerimi nasıl hizmet odaklı bir araya getirebilirim gayesi verdi.

Elhamdülillah, bir nevi şefkat tokadı olup, hem enfüste, hem de yaşadığımız çevrede hizmete ihtiyacı olan onca insanı hatırlattı.

Rabbim son nefese kadar bizi bu davaya yakışır şekilde disiplin sahibi etsin.

Selam ile.

Mektub-3 (Hançereden aşağı inebilmek, nazarı afaktan enfüse geçirebilmek için bazı notlar):

4 Haziran 2013

Kardeşim,
inşallah hepimize bir ikaz olur bu hadiseler ancak inanın Barla’da gördüğüm vaziyet Türkiye’deki tüm olaylardan daha endişe verici idi. Neden derseniz: nurlar okunuyor ama içe sindirilmiyor ve enfüse mal edilmeye çalışılmıyor, sathi, kuru bilgi gibi -haşa- okunuyor gördüm. Hizmeti nefsimize değil, başkalara yapıyor, sanki biz her türlü manevi hastalıktan yani gurur, kibir, tembellik, lakaytlıktan kurtulmuşuz; tevhid-i rububiyeti anlamışız, kaderi her hadisede görür bir imana, intisaba sahip olmuşuz; tevazu mahviyet ve tesanüdümüzden sanki mıknatıs gibi kardeşleri birbirine bağlıyormuşuz gibi…!  rahatız! Neyin rahatlığı, neyin muvaffak olmuşluğu, neyin kazanılmışlığı? Biz apaçık topçuların takım tuttuğu gibi nurcuyuz, şeytana maskara oluyoruz şu keyfiyetsizliğimizle de bi aynaya bakıp uyanmıyoruz.

Kardeşim,
Haddim değil ama ben hizmetin ferden ferda olacağına inananlardanım; yani hizmet adamı kor gibi olacak, konuştumu karşıdakinin kalbini 12den vuracak, sustumu düşündürecek, fiilen yaşayacak hakikati, Zübeyir abi gibi olacak. Şimdilerde ihlasla içte yoğrulmuş 2 çift kelama hasretiz; hep hançereden aşağı inememiş, teorik malumatlar anlatılıyor; tesir eder mi hiç o buz gibi kelam? Etmez elbet. Böyle hizmet de bu kadar hasta bir topluma fayda vermez.
Onun için kendimizi evvela yoğurmaya başlayalım, okumaları artıralım, müzakereli dersleri artıralım, içimize dokunacak konular bulup onlar üstüne çalışalım. Keyfiyetli kardeşlerin, vakıfların eteğine yapışalım, biraz uyumayalım, haftasonu piknik yapmayalım, vs. biraz dünyadan geri kalalım ama “Allah’ın beni adam et” diye azıcık yanalım.

Fb, twtter gibi araçlar güzel elbette amma bence sizin hizmet için yapacağınız en büyük katkı kendinizi bir vakıf gibi enfüsi manada nurla mücehhez etmek; fiilen daha keyfiyetli olmaya çalışmak. Muhakkak siz de bu gayrettesinizdir zaten ama biraz daha çaba lazım; nazarı dışardan çekip içeri çevirince insanın amelleri atom bombası gibi tesirli olur biiznillah. Üstadın Barla’da 7-8 kişiyle koca hizmeti omuzlamasındaki ihlas sırrını yakalamak lazım, zaten mecbur ve mükellefsiniz diyor..

Yani dış hizmetlerinizi artırmayı hiç düşünmeyin derim; direkt kendi nefsinize bastırın, okumayı artırın, tefekkürü, evradı, kaza namazı, teheccüd artırın. Okurken notlar alın, soru sorun, kendinizi kitapla meşgul edin. İnsanları da biraz bırakın, sofimeşrep gibi biraz kendi iç aleminize dönün, orda Allah ne kadar var, görmeye çalışın. İnsan o kor gibi kıvama yaklaştığında zaten mıknatıslıkla kardeşleri hatta yabancıları kendine çeker ve tek başına koca cemaate kuvve-i maneviye neşredebilir. Ama bunun için sırr-ı ihlas, sırr-ı uhuvvet gibi manaları kendi iç aleminde bulması lazım. Bunlar belki haddim olmayarak tavsiye kabilinden tecrübemle yazdıklarım. Aynı yerden bilmecburiye birkaç yıl önce ben de geçmek zorunda kalmıştım, onun için görebiliyorum. Ama size uygun olanı dikkate alıp kalanı fena seyline atabilirsiniz.

Hasbelkader tecrübemle gördüğüm şu ki, nazarı dışardan kendi iç alemine çevirmek bir kırılma noktası, kişi artık buna karar verdimi çok önemli bir merhaleye gelmiş oluyor. Okumalarını artırmalı, bir de 26.sözün zeylindeki hatveleri yaşamaya çalışacak, yani nefsi tezkiye yok, ücretten kaçacak, hayrı Allah’tan şerri kendinden bilecek, kendine vücud vermeyecek. Bunlar olursa hakikat hançereden aşağı inmeye başlıyor inşallah. O zaman talebe olabilir.

slm ile.

Nabi

www.NurNet.Org

Şuhur-u Selâsenizi ve Leyle-i Regaibinizi Tebrik Ederim

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelen: Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi’racınızı ve leyle-i beratınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz.”  Emirdağ Lahikası-2 ( 121 )

Bediüzzaman Hz (R.A.) bizlerin Şuhur-u Selase ve mübarek gecelerimizi tebrik ederek başka bir mektubunda Leyle-i Regaibin hikmetine şöyle işaret etmiş:

birden Leyle-i Regaib -bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği- üç saatte yüz defa, belki fazla tekrar ile melek-i ra’dın yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki; en muannide dahi Leyle-i Regaib’in kudsiyetini ve Hazret-i Risalet’in bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten lil’âlemîn olduğunu isbat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.

Fahr-i Kainat, iki cihan serveri Resul-i  Ekrem (ASM)’ın bir cihette dünyaya teşrifinin mukaddemesi olan bu gecenin mübarekiyetinin, umum kainatın Rahmeten li-l Alemin (ASM)’ı bizlere müjdelemesi olarak izah etmiştir.

Receb ayının ilk Perşembe gecesi olan Regaib Kandili, Ramazan ayı 80 senelik bir manevî ömrü kazandıran Şuhur-u Selasenin de başlangıcı olarak susuz kalmış kalplerimize manevî ab-ı hayat, hareketsiz kalmış ruhlarımıza ulvî cevelan ve nice ihtiyacımız olan rahmet tecellilerine bir beşîr olarak vagonlar dolusu uhrevî hasenat ve sevaplarla doldurulmuş, geliyor. Bu azîm kazançtan istifademiz için Peygamberimiz(ASM) bu mübarek aylarda hayır hasenat işlemeye ümmetini azamî teşvik etmiş:

Receb-i Şerîf’in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur.” buyuruyorlar. (Camiu-s sağir)

gibi hadis-i şeriflerle bu mübarek aylarda dünyadan çok ahiret adamı olmamızı nazara verip, yani tembelliği, yaz rehavetini bir kenara atıp uhrevî kazanç için açılan bu meşherden azamî ceplerimizi doldurmaya, hususen geçmiş hata ve günahlarımıza istiğfar ile yeni ihsan edilecek manalara, Rabbimize yakınlık mertebelerine sinemizi açmaya şefkatiyle manen emretmiş. Bize bizden çok düşkün olan, yaşadığımız sıkıntılar kendisine ağır gelen Rahmet Peygamberi(ASM)’ın bu şefkatli tavsiyelerine ittiba etmek elbette “ümmetiyim” diyen her kişinin kârıdır.

Üstelik bu uhrevî pazara tek başımıza da değil, umum Müslüman kardeşlerimizle iştirak ettiğimizi müjdeleyen “şirket-i maneviye” sırrını anlamamız daha ziyade gayrete medar oluyor. Dünya ve ahretteki en kazançlı şirket olan bu “şirket-i maneviye” hiçbir fazladan ana sermaye katkısı istemeden, zarar ihtimali olmadan, herkesin işlediği hayra –derecesine göre- ortak olmak, bir koyup bin, milyon almak derecesinde kâra vesile, hasbî, samimî bir ikram-ı İlahî. Bu şirketin hakikatine işareten Bediüzzaman Hz (RA):

Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle herbir hakikî sadık şakirdi; binler diller ile, kalbler ile dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerif’teki hakikat-ı Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvî hakikatları, yüzbin el ile aramaktır.” Kastamonu Lahikası ( 263 )

Bu kazanca ortak olmanın şartı da:

Risale-i Nur şakirdlerinin şirket-i maneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, herbiri mütekellim-i maalgayr sîgasıyla اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْلَنَا gibi tabiratta biz dedikleri vakit, Risale-i Nur’un sadık şakirdlerini niyet etmek gerektir. Tâ herbir şakird, umumun namına münacat edip çalışsın.“  Kastamonu Lahikası ( 263 )

Böylece azim kazançları olan şirket-i maneviyenin nur talebeleri dairesindeki ucuna dikkat çekilmiş, bir numune olarak gösterilmiş, bulunduğumuz beldedeki kardeşlerden başlayarak genişleyen daireler halinde kardeşlerimizi dahil ederek böyle şirket-i maneviyeleri teşkil etmemize teşvik edilmiş. Biz de samimiyet ve ihlasla dualarımızı, niyetlerimizi umum alem-i İslam’daki kardeşlerimize teşmil edersek alem-i İslam çapında bir şirket-i maneviyenin tesis olunmasını Rahmet-i Rahman’dan isteriz, boş çevirmemek yine Rabbimizin lutfu iktizasıdır.

Umum kardeşlerimizin Leyle-i Regaib ve Şuhur-u Selasesi mübarek olsun; künuz-u mahfiye olan Rabbimizin Rahmet aleminden hissemizin ziyade olması duasıyla.

Nabi

www.NurNet.Org

Genç kızlar neden evden uzaklaşmak istiyorlar?

Bayram öncesi üniversiteye giden kardeşlerle konuşuyoruz, ne zaman gideceğiz ne zaman geleceğiz, program nasıl olsun da tefsir derslerimiz aksamasın diye meşveret ediyoruz. Bir tanesi bayramı ailesiyle beraber değil de İzmir’de halasının yanında geçireceğini söyledi. Biraz şaşırmakla beraber nedenini sorduk, 12 saat yolculuk yapıp memlekete gitmektense yakın olan halasında kalmanın daha uygun olduğunu düşünmüş. Biz de kardeşlerle fikrimizi beyan ettik: “Sen kız evlad olduğun için şefkate ihtiyacın var, ailenin de senin onlara destek olmana ihtiyacı var. Bayramı evinde anan baban, kardeşlerinle geçirmen daha muvafık” dedik. Sağ olsun kardeşimiz meseleyi anladı ve bayramda evdeydi. Dönüşten birkaç gün sonra gece 1:00 gibi telefonuma şu mealde bir mesaj atmış: “Abla gece gece rahatsız etmek istemem ama ailem için dua eder misin? Allah annemle babamın arasına muhabbet versin, artık evimizde huzur olsun, ağlamayalım..” O saatte bu kardeşimizi dua istemeye iten ne gibi bir durumdu bilemiyorum ama olayın görünen vechesi apaçık diyor ki: bu çocuk evde olduğu zaman mutlu değil! Anne baba arasındaki gerginlik bütün aileyi olumsuz etkiliyor ve neticede çocuklar şefkatli baba ocağını bırakıp bayramı evden uzakta geçirmeyi tercih edebiliyor.

Bunun çok örnekleri var, genç kızlar ya yatılı okullara yada henüz çok erken yaşta kendilerini tanımadan evliliğe girişmekle evden uzakta bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Biraz çalışma azmi olanlar lisede bir yatılı okul ya da üniversite çağında başka şehre gidiyor, daha doğrusu kaçıyorlar; diğerleri de evlilik rüyalarına dalıyorlar. Nitekim babası doktor olan bir kızcağızımız evde çok münakaşa çıkaran annesinin negatif ortamından kurtulmak için 18-19 yaşında ailesinden habersiz, kaçarak evliliği tercih etmişti. Çok iyi bir ailenin kızı olan bu çocuk iyi bir lisede okumuş, sonra tesettüre riayet etmek için üniversiteye gitmemişti; ama evdeki gergin hava çocuğun iç dünyasını tahrip etmiş ki bir süre manevi eğitim alınan yerlere gitti, aradığı şefkati orada da bulamayınca çok bocalamıştı. Bir gün duyduk ki kendisinden haber alınamıyor; birkaç hafta sonra da inşaatta çalışan bir gençle internetten tanışmış, sonra ANLAŞMIŞ! Nüfus cüzdanını alıp anne babasının hiç haberi yokken nikahı kıymışlar. Sonra aile çok sahip çıktı ikisine de, iş ev bulmalarına yardım ettiler, bir de tatlı bebekleri oldu ama genç kızı dinleyince eşiyle uyum problemi olduğunu itiraf ediyor..

Şimdi elimizi başımızın arasına alıp düşünelim lütfen.. Bu genç kızları evden uçmaya zorlayan şey ne?

“Yediği önünde yemediği ardında” demek yeterli oluyor mu?

Fıtraten nazik ve ince olan hanımların ruhu, gergin, asabi, kavga olan ortamlarda ne kadar yara alıyor, ne kadar sıkılıyor, ne kadar şefkate aç kalıyor, düşündük mü?

Sonra demeyelim bizim kız illaki başka şehirde okumak istiyor veya evden gitmeye can atıyor..

Lütfen anne babalar, kurduğumuz yuvalarda çocuklarımıza sevgi, şefkat, paylaşım, iletişim dolu bir ortam sunalım. Bunun nasıl yapılacağını anlatan birçok kitap, yazı var; onları alıp tatbik edelim.

Ve evlenmeyi düşünen genç kardeşler! Eğer fedakarlık yaparak başkalarını mutlu etmek gibi bir meziyetimiz yoksa lütfen evlilikten uzak duralım; şefkatle, hoşgörüyle, paylaşımla hayat arkadaşımızı hoş tutabileceğimizi vaad etmiyorsak bu hasletleri kazanana kadar kendimizi eğitelim. Ta ki evlilik enkazı, ŞEFKATE AÇ, baba ocağına küskün çocuklar yetişmesin; ailesine bağlı, şefkatle olgunlaşmış, ruhen sağlam nesiller yetişsin.

Nâbi

http://www.nurnet.org/