Etiket arşivi: ruh

Stres

Bazen gazetelerde insanın tüylerini ürperten resimler görürüz. Çoğunlukla Kuzey Afrikalı fakir ve perişan insanların resimleri… Her biri sanki canlı birer iskelet… Kemiklerle etler arasında nerdeyse mesâfe kalmamış. Bu halleriyle bize olanca güçleriyle haykırırlar: “Biz açız, bize yardım elinizi uzatın!” diye…

İşte maddî açlık insanı böyle perişan, böyle zayıf, böyle güçsüz ediyor… Beride maddî problemleri yok denecek kadar az, ama kendilerini eğlenceyle, sefahatle, içkiyle yahut uyuşturucuyla avutmak isteyen huzursuz kalabalıklar. Bunların dertleri öncekilerinden daha ileridir.

Ruh, beden ülkesinin sultanıdır. Açlıktan kıvranan insanlarda hizmetçi zayıf düşmüştür, huzursuz insanlarda ise sultan perişandır. Birincilere her insaf ve vicdan sahibi acır, merhamet eder. İkincileri ise herkes kınar, herkes onlara düşman kesilir. Halbuki asıl acınmaya, el uzatılmaya muhtaç olanlar bunlardır… Çünkü bunlar hem hastadırlar, hem de ilâç düşmanıdırlar. Bunlara karşı, tedavi ehlinin çok şefkatli ve çok sabırlı olması gerekir. “Fâsıklara ancak ârifler acır.” Abdulkadir Geylâni (ks.)

Bugün huzur ve saadet arayanlar sadece bu insanlar değildir. Hemen herkes bu dertten bir iz taşımaktadır. Öyle ise biz öncelikle kendi nefsimize bir şeyler söylemeye çalışalım:

Neden yer yer ruhî sıkıntılara giriyor, sabırsızlanıyor ve bir şeyler yapamamanın ıstırabıyla ruhumuzu kıvrandırıyoruz. Beden sıhhatimizden, mali durumumuza, toplumdaki itibarımızdan dünyevî zevklerimize kadar her şeyi kendimize dert ediniyor ve bunları çözemeyince de üzülüyor, rahatsız oluyoruz…

Niçin, dünyanın üstünde gezeceğimize altına giriyor, bize hizmet etmesi gereken eşyaya biz hizmetçi oluyoruz.

Bu halimiz ruhumuzu hayli yoruyor ve takatten düşürüyor. Bütün bu olup bitenlere karşı sabırla karşı koymayı da başaramıyoruz. Zira, Üstat Bediüzzaman’ın o güzel teşhisiyle, biz sabır kuvvetimizi maziye ve müstâkbele dağıtıyoruz; hâle karşı sabrımızda güç kalmıyor ve sonunda sıkıntıya, ümitsizliğe düşüyoruz.

Bütün bunların kaynağına indiğimizde şu yanlışla karşılaşırız: “Biz nefsin doymasıyla, kalbin tatmin olmasını birbirine karıştırmışız.”

Yanlış yoldan giden yorulur. İşte bizi yoran, sıkıntıya düşüren ve sonunda perişan eden bu büyük hatadır. Bundan döndüğümüz an huzur ve saadete yönelmiş olacağız.

Nefis şerle beslenir. Şer ise kalbi yaralar, vicdanı rahatsız eder ve huzuru kaçırır. İşte bu fasit daire, stresin ve huzursuzluğun önemli bir kaynağıdır. Bu çemberi aşamayanlar, nefislerini besledikçe kalp ve vicdanlarında huzur melekesini kaybederler. Ve bunun çaresini yeniden nefsin tatmininde ararlar.

Sadece birkaç misâl:

Nefis cimrilikten yanadır. Para biriktirdikçe mutlu olacağını zanneder. Halbuki, kalp ve vicdan muhtaçları doyurmaktan zevk alırlar.

Nefis büyüklenmekten hoşlanır. Kalp ve ruhun rahatı ise tevazuda, alçakgönüllü olmaktadır.

Nefis oyun ve eğlence düşkünüdür. Akıl ise çalışmayı ve gayreti emreder, onunla rahat bulur.

Ve nihayet nefis, fâni ve geçici eşyanın meftunudur. Kalp ise bekâya, ebediyete aşıktır. İşte bütün huzursuzluklar bu çelişkilerin ürünüdür. Ve insan, nefsini beslemekle değil, kalbini tatmin ile saadet bulur.

Ve her türlü bunalım ve huzursuzluğun İlahî reçetesi:

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur). (Ra’d Sûresi, 28)

Maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan insanoğlunun kalbini, ancak Allah’ı zikir, yâni Onu yâd etme, Onu hatırlama tatmin edebilir. O halde insan, Ondan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, Ondan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm çığlıklarıdır.

Adnan Şimşek – Zafer Dergisi

Şeytan ve şerler niçin yaratıldı?

İnsan, nefsine uymaz ve şeytanı dinlemezse manen terakki eder ve meleklerden daha yüce bir makama erebilir. Aksini yaptığı taktirde de hayvanlardan daha aşağılara düşebilir.

Aslında yaptıklarından ve yarattıklarından dolayı “kimse Allah’a hesap soramaz” (Enbiya, 21:23) Ancak bizler, insan olmanın gereği olarak her konuda olduğu gibi, bu konuda da Hz. İbrahim (as) gibi, “kalbimizin tatmin olmasını” (Bakara, 2:260) istiyoruz. İşte bu yüzden de aklımıza ister istemez şu soru geliyor:

Öyleyse neden, Allah şeytanı ve kötülükleri yaratmış da bize musallat etmiş? Kötülüğü yaratmak kötü, şerri yaratmak da şer değil mi?

Hemen ifade edelim ki, şerrin yaratılması şer değildir; şerri işlemek şerdir. Çünkü Allah bir şeyi şer olsun diye yaratmıyor. Hayır olsun diye yaratıyor. Allah’ın hayır olarak yarattığı şeyleri de bizler hakkımızda şerre çeviririz. Mesela, Şeytan ateşten yaratılmıştır ve bu konuda en güzel örnek de ateştir. Ateşin yaratılması şer değildir, ancak ona dokunmak şerdir. İnsan ateşi muhafaza altına alırsa ondan faydalanır; aksi halde zarar görür.

Buna bir başka örnek de yağmurdur. Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Tedbirsizliği yüzünden bazıları yağmurdan zarar görseler, “Yağmurun yaratılması rahmet değildir” diyemezler ve “şerdir” diye hükmedemezler.

Allah’u teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır. Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır. Bu noktada insanın terakkisine yol açmak üzere şeytana fırsat tanınmış ve insana kötülüğü emreden bir nefis verilmiştir.

Dünya ahiretin tarlasıdır. Ahiretin iki menzili olan cennet de cehennem de insanların imanlarının ve amellerinin meyvesi olacaktır. Bunun için insan nevi bir imtihana tabi tutulmuştur. Hayatını iman ve sahil amel üzere geçirip bütün işlerini istikamet üzere gören insanlar cennete layık bir kıymet alırlar. Aksi yolda gidenler ise cehennem ehli olurlar.

İnsan, nefsine uymaz ve şeytanı dinlemezse manen terakki eder ve meleklerden daha yüce bir makama erebilir. Aksini yaptığı taktirde de hayvanlardan daha aşağılara düşebilir.

Bilindiği gibi, elmasla kömürün aslı karbondur. Ancak diziliş farklılığından dolayı biri elmas diğeri kömür olmuştur. Aynı şekilde insanların da aslı birdir. Bütün insanlar aynı maddi ve manevi cihazlarla donatılmışlardır. Ancak, bunların doğru yahut yanlış kullanılmalarıyla insanlar arasındaki farklılık ortaya çıkmış ve toplumda elmas ruhlular yanında kömür ruhlular da ortaya çıkmıştır.

Meselenin bir başka boyutu da şudur. İnsan, şeytana uymakla kendini zarara soktuğu gibi, “Sebep olan işleyen gibidir.” kaidesine göre bu işte şeytan da büyük bir sorumluk altına girer ve cehennemdeki azabını artırmış olur. İnsanları yoldan çıkarmak üzere kendisine tanınmasını istediği fırsat, başına bela olacak ve istikametten saptırdığı kişilerin azaplarının bir katı da ona tattırılacaktır.

Cenab-ı Hak dileseydi şeytana bu fırsatı vermeyebilirdi. O zaman onun görevini de insan nefsi üstlenmiş olurdu. Sonuç değişmezdi. Kendisine insanları yoldan çıkarmak için çalışma fırsatının verilmesiyle şeytan büyük bir zarara uğramış, tabiri caizse, küstahlığının cezasını böylece görmüştür.

Zafer Araştırma Grubu

www.zaferdergisi.com

 

Ruh ve Güneş İlişkisi

Ruh insanda bir özellik olarak görülen, kütlesiz bir enerjidir. Güneş, söndükten ancak sekiz dakika sonra kaybolur. Işığı dünyaya, saniyede 300.000 km hızla gelir. Onun dışındaki farklı bir enerji türü de ruhtur. Ruh, zaman ve mekan kavramından uzaktır. Güneş bu anlamda yarı nurani diyebileceğimiz bir özelliğe sahipken ruh, tam anlamıyla nuranidir; hiçbir maddesel kayda-zaman kaydı da dahil-tabii değildir. Oysa foton enerjisi, kütlesi olmasa da ve çok minimal düzeyde kalsa da, güneş zaman ve mekandan kopuk değildir.

İnsan beynindeki bir bölge, evrendeki dalgalarla etkileşen bir özellik göstermektedir. Her enstrümanın bağımsız olduğu bir orkestrada orkestra şefinin bulunması halinde bütün enstrümanlar, şefin komutlarıyla çalar. Mesela, ayrı üç gitar çalınıp, üçü de aynı sesi verdiğinde bu üçünün osülasyonu birbiriyle örtüşür ve büyük bir ses ortaya çıkar. Ama gitarlardan birisi farklı bir ses verdiği zaman orkestradaki ahenge uymadığı için onun sesi, diğerlerinin arasında sırıtacaktır.

İnsan beyninde de evrendeki salınım ve titreşim vardır. O titreşimle buluştuğumuzda, beynimiz adeta Yaratıcıya ulaşır. Hayatın anlamını kavramaya çalışan insanın beyinde Yaratıcının beklentisine uygun olan osilasyon üretimini başarmak için, evrendeki akılla ortak bir etkileşime girmesi gerekir. Dindar insanlar, bunu başarmışlardır. Beyinde evrendeki dalgalarla etkileşen bölge, aslında ruh denilen akıllı bir enerjinin, evrendeki akılla etkileşime girmesi sonucunda, bir anlamda otonom yani kendi başına çalışan, yemek, içmek, üremek ve korunmak için yaşayan bir varlığın ötesine geçerek, bir bütünün parçasına dönüştüğünü gösterir. Bu, insanın kendisini güvende ve rahat hissetmesine yardımcı olur.

İnsan, Yaratıcıyla etkileşime girmediği ve beyin bölgesi onu hissedemediği takdirde kendisini yalnız hisseder. Yalnız bu noktada şu soru bir tartışma konusu olmuştur: İnsandaki bu güven duygusu mu beyindeki o bölgeyi aktif hale getirmektedir, yoksa evrendeki enerji ile etkileşime girdiği zaman mı beyin bu duyguyu aktif kılar? Bu bilimsel tartışma konusu, ne derece sebep sonuç ilişkisiyle değerlendirilir bilinmez ama insan beyninin bir bölgesi harekete geçtiği zaman, kişinin kendisini mutlu ve güvende hissettiği açık bir gerçektir. Bunu başarabilmek için akıl, duygu ve ruh arasındaki tanımlamaları iyi bilmek gerekir. Ruh, insandaki iç gerçeği araştırırken, akıl daha çok dış gerçeklerle uğraşır. Ruh, insanın içinden gelen duygu ve heyecanlara karşı daha duyarlıdır. Sonuçta insana yaşama sevinci veren şey, bu üç melekenin ortak sonucudur.

Nevzat Tarhan

İnsanın üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye âyineliği

“Otuz Birinci Pencere”

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِىۤ اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ (“Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık.” Tîn Sûresi, 95/4) وَفِى اْلاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ – وَفِىۤ اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ (“Kesin olarak iman edenler için yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz?” Zâriyât Sûresi, 51/20-21).

“Şu Pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkıkîn-i evliyanın mufassal kitaplarına havale ederek, yalnız feyz-i Kur’ân’dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki: On Birinci Sözde beyan edildiği gibi, insan öyle bir nüsha-i câmiadır ki, Cenâb-ı Hak, bütün esmâsını, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor. Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız Üç Noktayı göstereceğiz.”

“BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir.” hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letâif ve mâneviyâtıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.”

“Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a’dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü’l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.”

“İkinci vecih âyinedarlık ise:
İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, “Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder,” ve hâkezâ…”

“Üçüncü vecih âyinedarlık ise:
İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini, ve

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.”

İnsan kainatın küçültülmüş bir numunesi ve modelidir. Kainat küçülse insan, insan büyütülse kainat olur. Kainatta azametli ve büyük yazılmış tevhit hakikatleri, insanın mahiyetinde küçük ve okunaklı bir şekilde yazılmıştır. Bu hususta kainat ile insan müsavidir, fark sadece kemiyettedir, yani boyut ve hacimdedir.

İnsanı kainat kadar geniş yapan şey ise; insanın fıtratına konulan istidat ve duygulardır. İnsanın mahiyetinde herbir alem ile irtibat kuracak cihaz ve duygular vardır. İnsanın her bir cihazı ve duygusu bir aleme açılan bir penceredir, insan bu duygu penceresi ile o alemi seyreder ve o alemle iletişim kurar.

Mesela; göz bir penceredir, mubsırat alemine açılır; kulak bir penceredir, sesler alemini işitir; dokunma duyusu bir penceredir, cismani alemlere açılır; hayal kuvveti bir penceredir, misal alemi ile irtibat kurar, ruh bir menfezdir; ruhlar alemine açılır, kalp aşk ve muhabbet dünyasının kapısıdır, akıl hikmetli mevcudat aleminin mütefekkir bir mütalaacısıdır, buna benzer binlerce his ve duygular insanın geniş mahiyetinde mevcuttur ve her birisi bir alem ile irtibatlıdır.

İnsanın mahiyetinin genişliğinin ikinci önemli sebebi; istidat ve kabiliyet noktasında nihayetsiz donanıma sahip olmasıdır. İnsanın birçok duygu ve kuvvelerine sınır konulmadığı için, insanda terakki ve tedenni nihayetsiz oluyor. Bir insan Allah ile muhatap olup, onun huzuruna çıkacak kadar inbisat da eder, aynı insan hayvandan yüz derece aşağı adi bir mahluk da olabilir.

İnsan ayrıca mahlukat içinde, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp ölçecek geniş mahiyete sahip tek mahluktur. İnsan sahip olmuş olduğu his ve cihazlar sayesinde, Allah’ın bütün isimlerini tartıp ölçebilir.

Mesela; midenin açlık hissi ile Rezzak ismini, tat alma duyusu ile Allah’ın Kerem ve Muhsin ismini, cüzi iradesi ile Allah’ın külli irade sıfatını, cüzi ilmi ile Allah’ın sonsuz ilim sıfatını bilebilir. Demek insanın mahiyetindeki her bir cihaz ve duygu aynı zamanda Allah’ın isimlerine açılan birer kapı birer pencere hükmündedir.

Ayrıca Allah’ın bütün isim ve sıfatları, insanın mahiyetinde nakışlar suretinde tecelli etmiştir. Allah’ın isimlerinin hayatın üstünde nakış suretinde tecellisi kıyasi ve farazi değil, hakiki ve kaynamak suretindedir. Yani tabiri yerinde ise; maddi ve işlemek noktasında bir tecellidir. Diğer iki tecelli tarzı daha çok kıyas ve farazi bir şekildedir. Malum, kıyas ve farazilik mevhum bir şeydir; nakış ise hakiki bir işlemek ve tecelli etmektir.

Mesela; insanın simasındaki göz; Allah’ın Basar sıfatının bir tecellisidir; kulak, Sem sıfatının bir yansımasıdır; konuşma mahalli olan dil, Kelam sıfatının bir cilvesidir; yüzdeki tasvir ve çizim, Musavvir isminin bir tecellisidir; hayata lazım olan rızkın gönderilmesi ve bedenin ve bedende çalışan hücrelerin beslenmesi, Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir.

Bu isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde, yani maddi ve hakiki bir tecelli ile cilvelerini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi kaynakları hükmünde olan isimlere açılan birer pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarına intikal ederler ve idrakine ererler.

“İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:”

“İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki, bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekvîniye ve o evâmirden vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve lâtife-i Rabbâniye olan ruh,  onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak, yakın, bir hükmünde; birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nuraniyet kesb etmişse, herbir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir.

“Öyle de,  وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى Cenâb-ı Hakkın, madem Onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve âzâsında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette, âlem-i ekber olan kâinatta, o Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına, hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez, birbirine mâni olmaz, o Hâlık-ı Zülcelâli meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile herşeyi görebilir, seslerini işitebilir. Ve herşey ile herşeyi bilir, ve hâkezâ…”

Ruhun beden üzerindeki tasarruf ve tedbiri; Allah’ın kainat üzerindeki tasarrufunun ve tedbirinin anlaşılmasında önemli ve somut bir temsildir. Üstat bu temsil ile, Allah’ın tek ve yekta olmasına karşın, milyarlarca fiil ve icraatları aynı anda ve şaşırmadan nasıl yapabildiğini akla yaklaştırmak için ruh ve beden ilişkisini bize gösteriyor.

Ruh, insan bedeni üzerinde tam bir tasarruf sahibidir. Bedenin bütün aza ve hücrelerinin tedbir ve idaresi ruhun elindedir. Ruh, milyonlarca hücre ve azaları tedbir ederken hiç şaşırmıyor ve yanılmıyor. Bir iş bir işine mani olmuyor. Bütün bedenin azalarını birbirinin yardımına ve imdadına gönderiyor. Ruh, tek ve yekta olmasına rağmen, bedenin her yerinde aynı anda hazır ve nazır olabilir. Bir aza ile ilgili iken diğerlerini ihmal etmez. Bir aza ya da hücre ruhu kendi ile meşgul edip diğerlerinden alıkoyamaz. Ruh için bedenin ayak tırnaklarını tedbir etmekle baştaki saçları idare etmek arasında fark yoktur.

İşte mahluk olan ruh, böyle harika bir şekilde beden üzerinde tedbir ve tasarruf edebiliyor ise, mahlukattan ve maddeden münezzeh olan ve sıfatları ezeli ve ebedi olan Allah, neden bütün kainatı tedbir ve idare edemesin deyip, aklı somut örnekler ile ikna ediyor. Allah’ın basit bir mahluku böyle olursa, Allah nasıl olur düşünmek lazımdır. Burada temsildeki beden kainat oluyor, ruh ise Allah’ın kainat üzerindeki tedbir ve idaresi anlamında olan Rububiyeti temsil ediyor.

“ÜÇÜNCÜ NOKTA: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesinde tafsili geçtiğinden, ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:”(1)

“Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah’ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından, kapıyı kapıyoruz.”

Hayatın üstündeki sayısız nakışlar ve ince işlemeler, hayattan kaynayan duygu ve cihazlardır. Hayat sahibi birisi bu cihaz ve duygular sayesinde bütün kainat ile ilgi ve alaka kurabiliyor. Bu cihaz ve duyguların her birisi Allah’ın isimlerine açılan birer pencereler hükmündedir. İnsan bu cihaz ve duygular pencereleri ile Allah’ın isim ve sıfatlarını seyrediyor. Sair hayatsız mahluklarda bu cihaz ve duygular olmadığı için, insan gibi Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar ve ayna olamıyor.

Mesela; bir dağ hayatsız olduğu için, ilgi ve alakası sadece oturduğu bölge ve bulunduğu mekandır. Ama dağdan küçük olan bir arı, hayat sayesinde bütün kainat ve onun içindeki alemlerle ilgi ve alaka kurabiliyor. İşte arıyı dağdan azametli kılan şey, hayatın ince işlemeleri ve nakışları hükmünde olan duygu ve cihazlardır. Bu mana insanda daha parlak ve daha geniş bir şekilde tecelli ediyor. İnsanın hayatının yanında şuur ve akla da sahip olması, hayatının nakış ve inceliklerini daha da genişlendiriyor, parlak hale getiriyor.

Mesela; göz görme işlemini hayat sayesinde yapıyor; Allah’ın basar sıfatına hem mazhar hem de nakış oluyor. Kulak işitme fiilini hayat ile icra ediyor, Allah’ın semi sıfatına nakıştır. Dil tatma eylemini hayat ile tadabiliyor, Allah’ın Kerim ve Rahim ismine aynedarlık ediyor. Akıl manalar alemini hayat ile seyrediyor, Hakim isminin manasına insanı ulaştırıyor. Mide rızık alemini hayat temelinde tadıyor ve Rezzak ismine güzel bir takvim oluyor vs.

İnsan mahiyetine takılmış bütün cihaz ve duyguların hepsi hayat enerjisi ile işleyen ve ondan kaynayıp gelen birer nakışlar, birer işaretler hükmündedir.

Özet olarak nakıştan maksat, insanın mahiyetine yerleştirilmiş nihayetsiz duygu, cihaz ve kabiliyetlerdir.

Kaynak: Sorularla Risale-i Nur