Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Kâinatta tesanüd hükmeder

Bediüzzaman Hazretlerinin tarif ettiği manada kardeşler arasında uhuvveti, muhabbeti ve tesanüdü yakalamak öncelikli hedefimiz olmalı. Bu hedefe varmak da elbette okuduğumuzu hayatımızda tatbik etmekle olur.
Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur eserlerinde kâinatta müthiş bir tesanüd olduğundan bahsediyor. En küçük bir pireden en büyük bir gergedana, en küçük bir ottan en büyük bir çınara kadar her şey “tesanüd”e delil oluyor. Hiçbirisi hiçbirisine zıt bir tavır içerisine girmiyor. Cenab-ı Hak tarafından kurulmuş ve O’nun tarafından idare edilen şu âlemin tesanüdünü bozmuyor. Her şey hep muavenet içinde devam ettiriliyor.

Said Nursî Hazretleri; muhabbetin, uhuvvetin ve tesanüdün sembolü olan şu kelimeleri mektuplarının başında yazmıştır: “Aziz, sıddık, sarsılmaz, yılmaz, sebatkâr, kahraman, hizmet-i Kur’âniyede muktedir, kuvvetli, …” Mesela: “Aziz sıddık kardeşlerim! (…) Evet, bizim en kuvvetli nokta-ı istinadımız olan hakikî tesanüd ve birbirinin kusuruna bakmamak…”1 diye ifade eder. Risale-i Nur’da tesanüd [dayanışma] ile birlikte teavün [yardımlaşma], teanuk [kucaklaşma], tecavüb [cevaplaşma] gibi kavramlara da yer verilmiş. Kâinat bu dört kavram ile bölünmez bir bütün gibidir. Bu dört kavramın kaynağı da ihlâs ve sevgidir.

Alem-i İslâmın üstadı Said Nursî Hazretleri, talebelerine hatta insanlığa manen ihlâs, sevgi, tesanüd ve şefkat dersi vermiştir. Şefkat, Risale-i Nur’un dört esasından biridir. Bu da Bediüzzaman Hazretlerinin mazhar olduğu “Hakîm” ve “Rahim” isimlerinin muktezasıdır, Aynı çeşmenin membaından beslenen ve aynı davaya inanan şahıslar arasında zaman problemler olması belki herkesin haklılık payından dolayı vuku bulsa da, istişarelerle meseleler halledilir. İstişarelerde alınan kararlar geçerlidir. Birileri daha sonra “kabul etmiyorum” dese bu meşveret adabına uygun düşmez.

Meşverete katılanlar; aklını ikna, nefsini teslime ve kalbini kabule hazır hale getiren, meşveret kararlarına bihakkın uyan kimselerdir. Meşverette alınan kararlara daha sonra birileri itiraz etseler tesanüd bozulur.Oysa, “Mabeynimizdeki hakiki ve uhrevi uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz”2 ve “…Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız.”3, diye Üstad ihtar etmiştir.

19.01.2023

Rüstem Garzanlı
Dipnotlar: 1- Şualar, 14. Şua., 2- Şualar, 14. Şua., 3- Kastamonu Lâhikası

Çiçekler hâl dili ile tesbih ederler

Bazen renkleriyle, şekilleriyle, kokularıyla şairlerin şiirlerine konu olmuş. Bazen de soyut özellikleriyle duyguların diliyle ilham kaynağı olmuş çiçek… Hatta mutluluğun,  iyimserliğin, dürüstlüğün, sadakatin ve sevginin sembolü olarak şairler çiçeği divan şiirlerine yansıtmışlar. İşte onlardan biri zühre çiçeğidir. 

Said Nursî hazretleri, “Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve Kamer’e âşık hayatlı bir katre ve Güneşe bakan safvetli bir reşhayı farz ediyoruz ki, her birisinin bir şuuru, bir kemali var. Ve o kemale bir iştiyakı bulunuyor”1 şeklinde bir benzetme yapmış. Mesela: Zühre, nefse; katre, akla; reşha ise kalbe; diğer bir deyişle bu üçü ehl-i fikre, ehl-i velayete, ehl-i nübüvvete işaret ediyorlar. Said Nursî hazretleri manen bir umman denizin sahilinde durmuş; çiçeği, toprağı, dağı denizi, Ay’ı, Güneş’i,  kâinatı konuşturuyor; tevhid denizinde yüzen evliyaların mabeynlerindeki fikir ve meslek ayrılıklarını tevhid yolunda birleştiriyor.

“İnsan, çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir; lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyârı cüz’î, istidadı  muhtelif, arzuları mütefavit [birbirinden ayrı] olduğu halde, binler perdeler, berzahlar [yollar] içinde hakikati taharri eder [araştırır]. Onun için, hakikatin  keşfinde  ve hakkın şuhudunda berzahlar [yollar] ortaya düşüyor.”2

Demek ki, insanların aralarında çıkan ayrılıklar birleşmeyince bu sefer; farklı cilveler farklı kabiliyetlerde farklı inkişaflara sebebiyet verdiği için farklı yollar tercih sebebi oluyor. Aslında hepsinin de maksatları tevhid güneşinden beslemektir. Bediüzzaman Hazretleri, zühreyi nakışlı bir çiçeğe; katre ışığını başkasından alan bir ay; reşhayı ise safî ve renksiz bir denize benzetmiştir.

Katre, akıl ile nefisle mücadele eder, ışığını Kamer’den ve dolaylı olarak Güneş’ten alır. Ay’ın kabiliyetine mahkûmdur. Hakikate doğrudan muhatap olamayıp onu bazı sebeplerden arayan  ehl-i velayete misaldir.

Reşha ise şeffaftır, renksizdir ve temiz kalıplıdır. Işığını doğrudan Güneş’ten alır. Kendinden renk karıştırmaz. Ehl-i nübüvvete işarettir. Bu sınıfta olup hakikati arayanlar, peygamberden ışık ve feyz alan; kalbin tasfiyesiyle, ubudiyetle hakikate çabuk gidenlerdir. Doğrudan Kur’ân’a muhataptırlar.

Hülâsâ: Zühre, katre ve reşha; üçü de insana misaldir. Bir insan, hem zühre, hem katre hem de reşha olabilir. İnsan kalbini doğrudan Cenab-ı Allah’tan gelen feyze açarsa, hem hal, hem kàl diliyle kemalini bulur. Hem reşha hem de katre makamına çıkar. Hakikati araştırmada sadece kendi fikrini esas alırsa, zühre makamında kalır. 

Bu dünya bahçesini rengârenk süsleyerek çeşitli ve ayrı ayrı nakışlar taşıyan çiçekler de hal dili ile Nakkaş’ını ilan ve tesbih ederler. Vesselam…

05.01.2023

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1-24. Söz. 2.Dal. s.536

2- 24.Söz.2.Dal.  s.538

Nasihatlerin tesir yolu iknadır

“Nasihat” kelimesi, öğüt ve irşad anlamında kullanmaktadır. Mü’minler birbirlerine öğüt vermek suretiyle yardımcı olurlar. Cenab-ı Allah (cc): ”Hatırlat, umulur ki bu hatırlatman mü’minlere yarar sağlar, (öğüt alırlar)”1 buyurmuştur.

Mü’minlerin; dinî yükümlülüklerini samimi olarak yerine getirmeleri, birbirlerine doğru sözü söylemeleri Allah’ın emridir. İnsanoğlunun yaratılışından bu yana ona nasihat, öğüt ve irşatlar verildiğine tarih şahitlik ediyor.

Bazı insanlarda yardımlaşma ve fedakârlık yok, anne-babasını küstürmüş, akrabalarıyla bağını koparmış, iş arkadaşlarını kendisinden bıktırmış, kendisi yönetici ise kararlarında adalet yok. Elbette böyle insanlara ne nasihat, ne irşad ne de öğüt tesir eder.

Vaizlerin nasihatlerinin neden tesirsiz kaldığını Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim: “Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum: ‘Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken ihmal ediyorlar.’”2

Malûm günümüzde her şey delil ve ispat üzerine gidiyor; vaizler ve nasihatçiler ikna ve ilim yerine, parlak ve hissiyatı okşayan mübalağa yoluna başvuruyorlar. Bu da bu zaman insanını etkilemiyor. Eski dönemdeki insanlar gibi herkes iman yönünden tam olmuş olsa idi, belki bu parlak ve coşkulu ifadeler bir işe yarayabilirdi. Nasihatlerin insana tesir etmesinin yolu tahkik ve iknadır, hissiyatı coşturmak ve mübalağaya kaçmak değildir.

Allah insanın tüm amellerini birlikte değerlendirecektir. İşte bazı muvazenesiz vaizler hadislerin ruhunu kavramadan sadece bir amele hasr-ı nazar ettirerek bir köpeğe su içirmenin cenneti kazanmak için yeterli olduğunu ifade ediyorlar.

“Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i mukni’ olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olmaları da şarttır.”3 diye beyan etmiş Hazret-i Bediüzzaman.

01.01.2023

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- Ez-Zâriyat, 51/55

2 ve 3- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 80,81. (5. Hakikat)

İktisat, manevî bir şükürdür 

İktisat ve kanaate; israf ve tebzire dair; Risale-i Nur Külliyatı On Dokuzuncu Lem’a’nın başında A’raf Suresi’yle giriş yapılmış. 

Ayetin meali olarak “Yiyin, için fakat israf etmeyin.”1 diye insanlara iktisat emredilmiş. “Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır.”2 İktisat; insanın her hususta haddi aşmayıp, ihtiyacı kadarını istimal etmesidir. İktisadın manevî şükür olması ise, şükre sebebiyet vermesi ve şükre kapı açmasındandır. İktisat bolluk içinde de olunsa, insana nimetin kıymetini hissettirir. Müsrif adam nimetin kıymetini bilmediği için, nimete hürmet de etmez. 

İktisat; yemede, içmede, giyimde ve her türlü harcamanın başında vasat hareket etmeyi iktiza ediyor. Mesela iktisadın bedene perhiz olması, ölçülü yemek anlamındadır. 

İsraf eden adam lükse alıştığı için az ile yetinmez, gereksiz ve lüzumsuz harcamalar yapar ve neticede dilenci vaziyetine girebilir. 

Kanaat, sebeplere müracaat ettikten sonra, Allah’ın ihsan etmiş olduğu neticeye razı olmaktır. İktisat ise, verilen bu neticeyi yani ihsanı, tutumlu ve yerinde kullanmaktır. 

Velhasıl, Allah’ın kurmuş olduğu sistemin tersine hareket edilmez. Lezzet ve keyif helâl dairesinde olmalıdır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri: “Helâl dairesi keyfinize kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur.”3. der. 

Demek ki; lezzetin ve keyfin manevî ücreti olan şükrün eda edilmesi gerekir.  

İktisat manevî bir şükür olduğu gibi insanı, insanların dilenciliğinden kurtaran bir izzet ipidir. İsraf ise insanı, insanlara muhtaç eden bir kelepçedir. 

18.12.2022 

Rüstem Garzanlı 

Dipnotlar: 

1- Lem’alar, 19.Lem’a, s.353. 

2- Lem’alar, 19.Lem’a s.354. 

3- Asa-yı Musa, s.22. (5. Mesele) 

Allah’a iman

Yirmi İkinci Söz iki makamdır. Birinci Makam Vahdet, Ehadiyet ve Tevhit hakkındadır. İkinci Makam Erkân-ı imaniyenin kutb-u â’zamı olan iman-ı billâh hakkındadır.

Kur’ân’ın ifadesiyle: Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve o her şey üzerine vekildir. Göklerin ve yerin anahtarları onundur. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler var ya, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. 1

İmanın altı rüknünün birincisi Allah’a imandır. Diğer iman rükünleri de bu iman rüknüne bağlıdır. Meleklere iman denilince; “Allah’ın meleklerine iman” Kitaplara iman denilince; “Allah’ın inzal ettiği kitaplara iman” anlaşılır. Diğer iman rükünleri de aynı manada düşünüldüğünde erkân-ı imaniyenin kutb-u a’zamının “Allah’a iman” olduğu açıkça görülür. On Dokuzuncu Söz’de, “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var.” diye ifade edilmiştir. Ayrıca bu üç küllî muarrife Dördüncü Bürhan olarak da Nokta Risalesinde “vicdan” eklenmiştir.

Birinci Bürhan: Muhammed aleyhisselâtü vesselâmdır. İkinci Bürhan: Kitab-ı Kebir ve insan-ı ekber olan kâinattır. Üçüncü Bürhan: Kitab-ı Mu’cizü’l- Beyan, Kelâm-ı Akdes’tir. Dördüncü Bürhan: …Vicdân-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur… 2 “Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârigâh-ı Rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.”3

İnsanlar tarih boyunca yaratılışlarındaki sonsuz aczin ve fakrın şuurunda olmuşlar ve bütün vicdanlar bir yaratıcıya inanma ihtiyacı duymuşlardır. Hak dine kavuşamayanlar o yaratıcıyı, yanlış olarak, batıl inançlarda aramış ve putlara tapmışlardır.

Kelâm âlimleri Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat konusunda imkân ve hudûs (sonradan) delilleri üzerinde ehemmiyetle durmuşlar, Said Nursi Hazretleri de Otuzuncu Pencere için, “Şu pencere imkân ve hudûsa müesses umum mütekellimînin penceresidir ve ispat-ı Vacibü’l- Vücut’a karşı caddeleridir. (…) Sinek kanadından tut tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki; akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından “Süphanallah, mâşâallah,bârekellah” der, secde eder.4, şeklinde önemli izahlarda bulunmuştur. Mümkinat âleminden böyle sonsuz misaller verilebilir ve bunların her biri bir Vâcibü’l-Vücûd’un varlığını ispat ederler.

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1-Zümer, 39/62-63

2- Mesnevî-ı- Nuriye (Nokta) s.272

3-Sözler. Otuz üçüncü Söz, 31.Pencere. s.687

4- Sözler, 33.Söz.s.792