Etiket arşivi: tıp fakültesi

Kâinatta Çok Hassas Bir Denge Vardır

Bir kısmı hastalıklara yol açan ve çoğu faydalı olan bakterilerin ebadı milimetrenin binde biri veya yüzde biri kadardır. Bazı bakteriler her 20 dakika da bir bölünürler. Yani bir bakteri 20 dakika sonra iki bakteri olur. Bir 20 dakika kadar sonra iki bakteri dört olur. Bir 20 dakika kadar sonra da dört bakteri sekiz olur. Ve bölünme bu şekilde devam etse, bir bakteriden üçüncü günün sonunda 75 000 ton ağırlığında bir bakteri kitlesi meydana gelecekti. Şayet bu hızla bölünme devam etse, çok geçmeden yeryüzünü ve denizleri dolduracak bir kitle olacak ve fazla uzun olmayan bir zamanda, güneş sistemini dolduracak bir bakteri kitlesi teşekkül edecekti.

Her tarafımız, cildimiz, dişlerimizin etrafı, bağırsaklarımızın içi mikroplarla doludur. Toprakta, sularda, havada velhasıl her tarafımızda, her yerde milyarlarca bakteriler bulunmasına rağmen, bunlar belli bir zamandan sonra çoğalmamakta, bütün şartlar hazır olmasına rağmen, nihayetsiz bir Kudret bu gözle görülmeyen bakterileri dizginlemektedir.

Mikroskopla büyütünce ancak görülebilen amip adlı canlı normal şartlarda üç günde bir def’a bölünür. Bu hızla bölünme devam etse, gözle bakılınca görülemeyen bir tek amipten 72 gün sonra, takriben 17 milyon amip yaratılmış olurdu. Ve bölünme hızı böylece devam etse, uzun olmayan bir zamanda bu canlıların ne kadar büyük bir kitleye değişebileceklerini düşünelim.

Gene mikroskobik bir canlı olan terliksi hayvan normal şartlarda her 24 saatte bir bölünür. Şayet bu hızla bölünme devam etse idi, direkt gözle bakınca görülemeyen bir tek terliksi hayvandan, beş yılda dünyadan milyonlarca def’a büyük bir kitle meydana gelecekti.

Bu misâlleri arttırmak mümkündür. Adeta dünyayı, hatta güneş sistemini bile istila edebilecek çoğalma istidadı ile yaratılan bu canlıların, bir safhadan sonra çoğalmaları durdurulmakta, üremelerine bir sınır konmaktadır. Bu hal ise, her çeşit mahlûkatta belki her bir canlıda tasarruf eden, bütün mevcudatı hükmü altına alan, bütün eşyayı zabt eden, kudreti nihayetsiz olan Allah’ı açıkça göstermektedir.

Canlılar, Çok Hassas Ölçülerde Yapılmıştır

Yeryüzündeki canlıların her biri, adeta birer terkip, birer karışımdır. Bütün canlılar, ister bir bitki olsun, ister tek hücreden ibaret terliksi hayvan veya bir bakteri; isterse herhangi bir hayvan veya insan olsun, her birisi bir takım terkiplerden, yani karışımlardan, bu karışımlar da atomlardan yaratılmışlardır. Meselâ canlıların büyük ekseriyetinin % 60-70‘i sudur. Bundan başka, protein, yağ, karbonhidrat denilen moleküller ve sodyum, potasyum, kalsiyum, klor, demir, magnezyum vs. gibi elementlerden yapılmıştır.

Organik dediğimiz, yağ, protein ve karbonhidrat gibi moleküllerin terkipleri ise, karbon, hidrojen, oksijen ve azot dediğimiz atomlardan yapılmıştır. Bu maddelerin ve daha birçok maddenin her bir canlıda kesinlikle belli olan ölçülerde, hesaplarda olması lazım gelir. Yani her bir madde miligram, hatta bazen miligramın binde biri olan mikrogram seviyesindedir. Hep belli ölçülerdedir, belli aralıklardadır. Aksi takdirde o canlının hayatiyeti devam etmez, o canlı ölür. Bütün bu incelikler nasıl düşünülüp hesaplanmış, nasıl olmuş ve bütün bunları ömür boyu kim devam ettiriyor?

İlacı Yapan Olur da, Canlıları Yapan Olmaz mı?

Kullandığımız birçok ilaç vardır. Bu ilaçların kutularına veya içerisinde yer alan tarifelerinde, her bir ilacın, belli miktarlar da ölçülüp tartılmış, farklı maddelerden meydana getirilmiş olduğunu görürüz. İlaçların yapısında yer alan ve çok az miktarlarda olan maddeler, istenen orandan az olsa, o ilaç tesirini göstermez. Fazla olsa, zararlı olur ve hatta zehir tesiri yapar. Bütün bunlar göstermektedir ki, o ilaçta yer alan maddeleri hesaplayanlar var. Ölçüp, tartıp, tesirini tecrübe ettikten sonra, o ilacı yapanlar var. Yoksa bir tesadüfle, bir rast gelelikle, o farklı maddeler, belli miktarlarda bir araya gelip, kendi kendilerine bir ilacı teşkil edemezler. Her bir ilacın yapılması için, muhakkak, şuurlu, akıllı, düşünen, bilen bir elin ve kuvvetin müdahale etmesi icap eder.

Gelelim canlılara. Her bir canlının, en hassas hesaplarla hesaplanıp yapılmış olan ilaçlardan, çok daha ince hesaplarla hesaplanıp bir araya getirilmiş olan terkibin, yani karışımın ürünüdür. İlacı yapan bir eczacı, kimyager varsa, çok daha hassas olan canlıları yapan, yaratan elbette olacaktır. Canlıların yapısında yer alan maddeleri bir araya getiren, o maddeleri o canlıların vücudunda belli seviyelerde muhafaza eden, o canlılara hayatı verip bu hayatın devamını te’min eden, sağlayan bir yaratıcı olmalıdır. İnsana ruhu, aklı, şuuru veren, akıl, ruh ve hayat sahibi gücü, kuvveti, ilmî nihayetsiz olan biri olmalıdır. Şuursuz olan tabiatın, akılsız olan tesadüflerin, bu şuurluca ve düşünülerek yapılan ve sonsuz güç ve kuvvet gerektiren işlerde zerre miktar müdahalesi olmayacağı açıktır, aşikârdır.

İnsanın Hayvanlardan Farkı

İnsana aklın verilmesi, hayvanlarla insanların arasındaki belki en önemli bir farktır. Hiçbir hayvanın düşünme, muhâkeme, hesap yapma, kitap yazma vs. gibi bir meselesi yoktur. Bu gibi özellikler insana mahsustur. Ancak maddî olarak ta insanı hayvanlardan daha mükemmel olarak yaratılmıştır.

Yaratılış ağacının en mükemmel meyvesinin insan olduğunda bütün fenler adeta ittifak halindedirler. Yani mahlûkat içerisine en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettar insandır. Misâl olarak hayvanların ve insanların sadece sinir sistemini kaba olarak inceleyelim. En basit canlılardan olan süngerlerde, solucanlarda da bir hücre grubundan meydana gelen, basit yapıda da olsa bir sinir sistemi mevcuttur. Hayvanların faaliyetleri, organları arttıkça, beyin ve beyincik daha da gelişmekte, fakat bütün mahlûkat içerisinde en mükemmel beyin, beyincik ve en mükemmel sinir sistemi insanda bulunmaktadır.

Kalp, yani dolaşım sisteminin merkezi olan organ basit, iptidai canlılarda da mevcuttur. Açık dolaşım, iki gözlü, üç gözlü, kirli ve temiz kanın birbirine karıştığı kalp ve dolaşım sistemi bütün hayvanlarda mevcuttur. Fakat en mükemmel, kirli ve temiz kanın kesinlikle birbirinden ayrıldığı dört gözlü kalp ise insanda bulunmaktadır. Aynı manaları insanın bütün organları için söyleyebiliriz. Meselâ güzelliğin bütün mertebelerini fark eden insan gözü, yiyeceklerin bütün çeşit çeşit tatlarını ayıran insanın tat alma hissi ve bütün bunlarında üstünde hakikatlerin bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı gibi âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki, hayvanların kendine mahsus olan bir faaliyeti ile alakalı belli bir organı daha ziyade gelişmiştir. Meselâ köpeklerde koku alma hissi daha çok gelişmiştir. Kediler karalıkta da görebiliyorlar. Kuşlarda ve balıklarda denge hissi daha iyi gelişmiştir. Bu sadece hayvanın kendine has vazifesi ile alakalı bir gelişmedir. Aklı hesaba katmasak bile insan maddî olarak ta en mükemmel şekilde yaratılmıştır.

Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Histoloji-Embriyoloji Anabilim Dalı

Doktor’un Nurlarla İlk Tanışması (Hatıra)

İslam’ın bilinçli bir şekilde gündemime ve pratiğime yansımaya başladığı ilk yıllarda Risale-i Nurları ben de herkes gibi duymuştum. Risale hakkında içinde bulunduğum çevreler tarafından pek de olumlu şeyler duymamam bu konuda ister istemez bende bir ön yargı oluşmasına neden olmuştu. Yine de ilk zamanlarda zoraki de olsa bazı arkadaşların vesilesiyle derslere katılmış ve Risale dilinin o zamanlar bana ağır geldiğini düşünerek Risale okumayı başka insanlara havale ederek vaz geçmiştim.

O zamanlardan aklımda kalan ve beni en çok sinirlendiren (!) olayların başında; Risale okunurken cemaat içinde bazı insanların kendi kendilerine yüksek bir sesle, hayretengiz bir şekilde ; “Allah Allah!” gibi kelimeler sarf etmeleri ve her fırsatta ceplerinden küçük kırmızı kaplı bir kitap çıkararak, nasıl olurda bu kitaptan bir şeyler okurum tavırlarıydı. Bana göre okunan metinde hiçte insanı cuşu-huruşa getirecek, çok orijinal bir şey yoktu(!)

İslam’ın güncelime girmesinden sonra tam dokuz yıl geçmiş, uzmanlık eğitimini yapmak için Edirne’ye tayin olmuştum. Arkadaşlarla bir akşam sohbet etmek için toplandığımızda, o akşam yeni tanıştığımız bir arkadaş dikkatimi çekmişti. Duruşu, kalkışı oturuşu, edebi beni ilk andan itibaren etkileyen bir arkadaş. Sohbet ilerleyip, konu İslami meselelere gelince muhabbetimiz daha da bir hararetleniyor ve herkes kendi fikrinin ön planda olması için gayret sarf ediyordu. İşin enteresan tarafı yeni tanıştığımız Yusuf kardeş konuya konuşmacı olarak pek müdahil olmuyor dinliyor ve herkes konuşmasını bitirdikten sonra;

Abi müsaade ederseniz ben de fikrimi söyleye bilir miyim?” diye adeta sazı eline alıyor ve yaptığı yorumlarla bizi hayretlere düşürüyordu.

Sohbet bu minval üzere devam ederken, benim yıllardır kafamı karıştıran, ara ara imamlar ve müftüler dâhil sorduğum birçok soruya inanılmaz ikna edici cevaplar veriyordu. Bir ara kendimi kaybetmiş olacağım ki;

Kardeşim sen dahi bir insan mısın? Bu cevaplar nereden aklına geliyor? Müthiş bir yorum bu!” gibi cümleler sarf etmeye başladım. Oysa yapım gereği tartışmalarda enaniyetin de etkisiyle muhatabıma asla böyle şeyler söylemez ve elimden geldiğince onun tezini çürütmek için anti-tezler üretirdim. Ancak bu sefer başkaydı, aldığım cevaplar çok orijinal ve sorduğum sorunun birebir karşılığıydı. Adeta pes etmek zorunda kalmıştım. Oysa İslam’a gönül vereli dokuz yıl olmuştu. Bu süre zarfında İslamsız geçen yılların açığını kapatmak için geceli gündüzlü okuyordum. Buna rağmen böyle orijinal cevaplar duymamıştım. Belli ki muhatabım çok zeki bir insandı. Bu zekâsını kullanarak çok çetrefilli sorulara gündelik yaşantımızdan bizim adiyattan (!) diyebileceğimiz örnekleri, zekâsıyla yorumluyor ve çok güzel bir yere bağlıyordu. Ancak beni daha çok şaşırtan olay onun bana verdiği cevaptı.

Abi bunlar benden değil. Ben bu örnekleri Risale-i Nurdan veriyorum. Risale asrımızın Kur’an…

Bir dakika, bir dakika(!) Sen şimdi bu verdiğim örnekler, bizim bildiğimiz Risaleler de var mı? ”diyorsun.

Evet. Bu ve buna benzer daha nice örnekler asrımızın Kur’an tefsiri olan Risale-i Nurlarda var.

Allah Allah. Kardeşim ben Risaleleri inceledim. Ama senin söylediğin hiçbir örneği göremedim.

Aslında bu cümleyi söyledikten sonra utanmıştım. Çünkü o zamana kadar sadece küçük sözler diye bir küçük kitap almış ve 1. Sözü bile bitirmeden okumaktan vaz geçmiştim. Bana göre dili ağırdı ve bu kitaplardan faydalanmak isteyenlerin yolu açık olsundu. Bana gelince ben daha anlaşılır kitaplar okumalıydım. Zaten öyle de yaptım. Ancak daha anlaşılır kitaplarda bu orijinal cevapları bulamamıştım.

O gün, Yusuf kardeşle anlaştık. Bu günden sonra hafta da bir saat bir araya gelip özel olarak Risale okuyacaktık. Hakikaten öyle de yaptık. Yalnız bir farkla, hafta da bir akşam bir saat planladığımız sohbet, yaklaşık 5-6 saat sürüyordu ve ben zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum.

Kendime özel Risale okumalarımın olmadığı sadece Yusuf kardeşin okuduğu ve yorumladığı bir dersin ertesi gününde Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi çocuk servisinde nöbetçi olduğum bir gece, 20 günlük olduğunu hatırladığım bir bebek getirmişlerdi Çorludan. Gerekli muayene ve tetkikleri yaptıktan sonra bebeğin yatışına karar vermiştik. Bunu babaya izah ettiğimde mütedeyyin olduğunu sonradan öğrendiğim babanın tepkisi isyankâr bir tavır aldı.

Doktor Bey nedir bu bizim gibi insanların başına gelenler? Neden hep belalar benim gibi adamları buluyor? Milletin çocukları gürbüz oluyor bizim gibilerin şu çektiklerine bir bakar mısın?” Bu ve buna benzer cümleleri isyan eden tarzda bir baba vardı karşımda. Ona söyleyeceğim hiçbir cümlenin onu teskin edeceğini zannetmiyordum. Bununla birlikte bir şeyler söylemem gerekiyordu. Kem küm edip birkaç cümle sarf ettikten sonra,ortalığın sakinleşmesini bekledim. Gece saat 01:00 civarlarında babayı koridorun dışında çökmüş üzgün bir halde buldum. Ona birlikte çay içmeyi teklif ettikten sonra, kafeteryaya gittik. Çaylarımızı yudumlarken, dün akşam ki sohbette Yusuf kardeşin bana okuduğu ve yorumladığı benim de daha evvelden bu tip sohbetlerde en kızdığım tavırlardan biri olan “Allah, Allah müthiş bir örnek!” cümlesini sarf ettiren, “Çocuk Taziyenamesi” nden aklımda kalanları acılı babaya anlatmaya başladım. Karşımda sıkıntı ve stresten bitmiş bir adamın birden bire nasıl canlandığını şimdilerde bile hatırlıyorum. Bana dönerek;

Hocam sen müthiş bir adamsın. Sen dâhisin…” gibi bir yerlerden iyi hatırladığım cümleleri sarf etmeye başladı. Tahmin edebileceğiniz gibi şaşırmıştım. Sadece dudaklarımdan;

Bunlar benden değil, bu örnekler Risaleler de var.” cümleleri döküldü.

Sonraki nöbetlerde artık fırsat kollamaya başlar oldum. Nerede sıkıntılı bir hasta veya yakınını görsem Yusuf kardeşin bana anlattığı derslerden bir çeşni yapıp dilimin döndüğü hatırımda kaldığı nispette anlatır olmuştum. Bir hasta yakını bir gün bana;

Hocam siz dahi bir insansınız. Bence hastanenin acil servisinin yanına bir oda yapmalılar, hastaları acile alırken hasta yakınlarını da sizinle görüştürmeliler. Onları rehabilite edersiniz. Siz müthişsiniz hocam, müthiş.

O gün yeniden düşünmüştüm. Müthiş olan ben miyim? Yusuf kardeş miydi? Yoksa Risale-i Nurlar mı? Diye. Bu gün cevabını net buldum sanıyorum. Eskilerin dediği gibi “Parmak aya bakarken, parmağa değil aya odaklanmak lazım.

Tabi ki müthiş olan İslam’dı ve bize İslam’ı tanıttıracak tüm meşru eserler… Ha! İkinci kızdığım kırmızı küçük kaplı eserlerin çıkarıp okunması mı? Şimdilerde onu ben de yapıyorum. Ne de olsa “Kınayanda kırk batman bulunur” demiş eskiler.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org