Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

İşi ehline vermek

“Muhakkak ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bu emriyle size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve her şeyi hakkıyla görür.” (Nisa Sûresi, 58)

Esasen, yetkili kimselerde aranması gereken, hem maharet (iş ehliyeti), hem de salahat (takva) İslamî ahlaktır. Ancak bu iki özelliği bir arada bulmak her zaman mümkün olmayabilir. Bu takdirde;

Hâkimiyet Müslümanlarda olduktan sonra, bazı gayrimüslimlerin maharetinden istifade etmenin herhangi bir sakıncası yoktur. Çünkü, her zaman, güzel ahlakla beraber güzel maharet ve güzel sanat aynı kişide bulunmayabilir. Öyle bazı yerler var ki, takva sahibi kişiden ziyade maharet sahibi kişiye ihtiyaç vardır. Nitekim, hiç kimse, saatinin tamirini o konuda hiçbir bilgisi olmayan bir veliye havale etmez. Bunun yanında şu da bir gerçektir ki, “Hırsız bir kimseyi hazinenin başına bekçi bırakmak, koyun sürüsünün başına kurdu bırakmakla aynı anlama gelir.”

Kur’ân bir âyetinde şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bu emriyle size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve her şeyi hakkıyla görür.”
(Nisa Sûresi, 58)

Emanetleri ehline vermek, işleri o işten anlayanlara vermek demektir. İşten anlamayan insan o işi yüzüne gözüne bulaştırır, fayda vereceğim derken zarar verir. Zararını da sadece kendisi değil, herkes çeker. Allah Resûlü (A.S.M.) bir işe bir kişiyi tayin edeceği zaman bu noktaya son derece dikkat ederdi. İşin altında ezilecek kimselere o işi vermezdi.

Yukarıdaki âyetin inişiyle ilgili şöyle bir olay anlatılır (Müslim, Hac, 390): Mekke döneminde Allah Resûlü (A.S.M.) bir grup sahabeyle birlikte Kâbe’ye girmek istemiş, o günlerde Kâbe’nin anahtarları elinde olan kayyım Osman bin Talha müşrik olduğu için oldukça kaba ve sert bir davranışla Kâbe’ye girmelerini engellemişti.

Bunun üzerine Allah Resûlü (A.S.M.), “Ey Osman!” dedi. “Öyle bir gün gelir ki Kâbe’nin anahtarları elime geçer, istediğim yere koyar, istediğim kişiye veririm.” dediğinde, Osman bin Talha: “Bu Kureyş’in bitişi, değerden düşüşü demektir” demişti. Allah Resûlü (A.S.M.) de: “Hayır, tam tersi o gün Kureyş ayakta kalacak ve değeri daha da artacaktır.” demişti.

Gün geldi Mekke fethedildi. Kâbe’nin tasarrufu tamamen Resûlullah’ın (A.S.M.) eline geçti. Kâbe’nin anahtarlarını istediği kişiye verebilecek konumdaydı. Ama o ne intikam duyguları içerisine girecek, ne de bu iş için Osman bin Talha’dan başka birini arayacaktı. Çünkü yukarıdaki âyet nazil olmuş, emanetlerin ehil olanlara verilmesi emredilmişti. Onun için Allah Resûlü (A.S.M.) işin ehli olan Osman bin Talha’yı çağırıyor, indirilen yukarıdaki âyeti okuyor, günün iyilik ve ahde vefa günü olduğunu belirterek Kâbe’nin anahtarlarını yeniden ona verirken Osman bin Talha ailesine şu tavsiyelerde bulunuyordu: “Ey Ebû Talha Oğulları! Allahü Teâlânın emanetini, sizde sürekli kalmak ve dürüst davranmak üzere alınız. Zulme girmedikçe onu elinizden kimse alamayacaktır.”

Böylece iş hem ehil ellere teslim ediliyor, hem adama iş değil, işe adam seçilmesi gerektiği gösterilmiş, hem de Resûlullah’ın (A.S.M.) bir mû’cizesi gerçekleşmiş oluyordu.

Meşrutiyet devrinde “Şimdi Ermeniler kaymakam, vali oluyorlar. Bu nasıl olur?” şeklideki bir soruya Bediüzzaman’ın verdiği cevap şudur:

“Saatçi ve makineci oldukları gibi… Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değil, belki (bilakis) ücretli hizmetkardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset, bir ağalıktır. Gayr-ı Müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik (ortak)  ettiğimiz vakit, millet-i islamiyeden  aktar-ı âlemde (dünyanın her tarafında) üç yüz bin adamın riyasetine yol açılır. Biri zayi edip bini kazanan zarar etmez.”(Münazarat/Asar-ı Bediiye, s.439).

Bu son cümlelerin özeti şudur: Biz ülkemizde onlara yer vermezsek, onlar da ülkelerinde bize yer vermezler…

Hasan Kılıç / Zafer Dergisi

Günahkar olmak kaderim mi?

“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye imtihan için ölümü de hayatı da yaratan Allah’tır.” (Mülk suresi 2. Ayet) Böyle olduğu halde niçin öldürme işini gerçekleştirene katil deniyor ya da hayır ve şerri yaratan Allah ise niye ben günahkâr oluyorum diye aklımıza değişik sorular geliyor.

Aslında şerri tercih etmek, dolayısıyla şerrin oluşmasına sebebiyet vermek şerdir. Yoksa şerri yaratmak, şer değildir. Mesela güneşin tesirini tam hissettiğimiz öğle vakti kâğıt parçası ne kadar ince de olsa yanmaz. Ama güneşle kâğıt arasına yerleştireceğimiz merceğimize uygun bir açı vererek kâğıdın yanmasına sebebiyet verebiliriz. Kâğıdı yakan aslında güneşimizdir ama yanmasına sebebiyet veren merceğimiz ve mercekle oluşturduğumuz açıdır. O zaman kâğıdın yanmasındaki sorumluluk bize aittir.

Başka bir ifade ile dil bilgisi kuralına göre cümlede bütün yük yükleme aittir. Ancak sorumluluk öznenindir. Örneğin “Ali kitabı okudu” veya “Ali kitabı yaktı” dediğimizde, mana yükü tamamı ile okumak ve yakmak fiillerindedir. Ancak sorumluluk tamamen Ali’ye aittir. Ali yani özne, irademizin yönlenmesi, yani tercihimiz hükmündeyken, fiiller Cenâb-ı Hakk’ın takdiri manasındadır. Yani takdir ve yaratma fiili Cenâb-ı Hakk’a ait iken sorumluluk tamamıyla fiili işleyene aittir.

O zaman akla şu soru da gelebilir: “Madem ben hayır ve şerrin ortasında eşit mesafede bırakıldım, neden şerri seçince sorumlu oluyorum? Kaldı ki benim seçme kabiliyetimin yani küçücük ihtiyarımın meylinin sonsuz irade karşısında bir hükmü yok. Hatta kabul edilebilecek somut bir varlığı da yok. Niçin mesul oluyorum?” diye düşünülebilir.

Doğum ânımızdan 15 yaşına gelinceye kadar nerede ve ne şekilde ölüme yakalanırsak yakalanalım dinimize göre Cennet ehlinden kabul ediliyoruz. Yani durduğumuz nokta pozitiflerle negatiflerin tam ortasında sıfır noktasında olmayıp pozitiflerin içindeyiz. Pozitiflerin içinde olmamıza rağmen bilerek ve isteyerek negatifler zincirinin içine kendimizi atıyoruz.

Başka bir ifade ile biz cami ve meyhanenin ortasında bırakılmış, direksiyonu meyhaneye doğru kilitlenmiş bir arabada değiliz. Belki cami avlusunda yüzü camiye dönük bir vaziyette bırakılmışız, isteyerek ve bilerek direksiyonu meyhaneye kırıyoruz. O zaman da mesul oluyoruz. Çünkü üstünlük sebebi olmayan iki nesneden birini tercih etmek gayet doğal iken biri diğerine üstün olan iki olgudan zayıfı tercih etmek muhaldir. Yani akla aykırıdır. Muhali tercih ise sorumluluğu getirir. Sonsuz irade ise olumsuz tercihlerimizin neticesinde şerri halk ediyor. Sorumluluğu ise biz çekiyoruz. Çünkü daha önce bahsettiğimiz gibi açıyı yanlış vererek kâğıdın yanmasına sebep oluyoruz.

Aslında hayat; yapmak isteyip de yapamadıklarımızla, yapmak istemeyip yaptıklarımız arasındaki bir denge ve dengesizlikten oluşmaktadır. Bize ait olduğunu düşündüğümüz irademizin eli, hayır ve tamirde gayet kısa, günah ve tahripte ise gayet uzundur. Onun için dua ve tevekkül ile pozitiflere yani cennet meyvelerine uzanmalıyız. Tövbe ve istiğfar ile de negatiflerden yani cehennem tohumlarından uzaklaşmalıyız. Ta ki dünya ve Ahiret saadetine vasıl olalım.

Dr Mustafa Kara / Zafer Dergisi

Kim bu tabiat?

Tabiatın yaratıcı olduğunu iddia edenlere, şu soruları soruyoruz:

“İnsanları kim yapmıştır?”

Cevap: Tabiat.

“Bitkileri ve hayvanları kim yapmıştır?”

Cevap: Tabiat.

“Güneşi ve gezegenleri kim tanzim etmiş, yıldızları semaya kim dizmiştir?”

Cevap: Tabiat.

Bu ve benzeri soruları sormaya devam ederek, tabiatın yaptığı iddia edilen şeyleri de hayalen bir tarafa ayırdığımızda ortada ‘tabiat’ denilecek bir şey kalmıyor.

Eğer tabiat bu saydığımız şeylerin tümüne deniliyorsa, biz ona kâinat diyoruz ve zaten onun sanatkârını soruyoruz.

Yok şayet tabiattan yukarıda saydığımız şeyler cinsinden olmayan, yani mahlûk olmayan bir varlık kastediliyorsa, o da Cenâb-ı Hak’tır ve kendi isim ve sıfatlarını Kur’an-ı Kerîm’i ile insanlara bildirmiştir. Bu isimler arasında ‘tabiat’ diye bir isim olmadığı gibi, Allah adına böyle bir isim uydurmak da kimsenin haddi değildir.

Mehmed Kırkıncı / Zafer Dergisi

Seccadem Cennetlik mi?

Gözümüzü aleme veya küçük alem olan bedenimize çevirirsek tesadüfe tesadüf edemeyiz. Her yerde ince bir dengeye ve zihni yormayan bir ahenge rast geliriz. Hiçbir şeyin israf edilmediğini en küçük, hatta kıymetsiz görülen varlıklarda bile ne kadar fayda yüklü olduğunu fark ederiz. Çürüyen çekirdeklerin aslında çürümediğini, baharı gelince filizlenmek için başkalaştığını derk ederiz.

İnsanların ve cinlerin her hareketinden hesaba çekileceğini biliyoruz. Çekirdekleri çürütmeyen sonsuz kudret sahibinin, insanı toprağın altında unutmayacağını hissediyoruz. O halde insanların kullandığı eşyalar ne olacak? Hafızama nakşettiğim annemin çeyizi olan ipek seccadem yok mu olacak? Cep telefonuma kaydettiğim fotoğrafların bir amacı varsa, hard diskimde yani hafızamda kayıtlı seccademin maksadı ne? Evrende en küçük varlığa en büyük faydaları yükleyen, en büyük Hakim olan Allah elbette en kıymetli varlık olan insanın en önemli cihazlarından olan hafızasındaki verileri heba etmeyecek. İnsanla beraber gittiği yere kadar, ama gittiği yere uygun dönüşümü yaparak ona eşlik edecek. İnanan insanlar olarak eğer sınırları Asr-ı saadette çizilen dairenin içinde kalırsak dünya ve ahiret saadetine ulaşacağımız müjdelenmiş. Yani sünnete uymak kaydı ile mü’minler cennetle tebşir edilmiş. Fakat insanoğlu hep dahasını istiyor. Cennet olunca Firdevs olmaz mı? İnşallah Firdevs olunca Peygamberimizin yanı olmaz mı? Peygamberimize komşu olunca da; seccademe oturmaz mı? Dizi dizime değip benimle konuşmaz mı diye arzuları sıralayıveriyoruz.

Madem cennette ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanoğlunun kalbinden dahi geçiremediği her güzellik verilecek, Efendimizle ( a.s.m.) ipek seccadem de sevdiklerimle beraber buluşma isteğim neden olmasın. Madem buradaki zerreler cennetin inşasında kullanılacak, burada ne ektiysek orada onu biçeceğiz, cennet köşkümüzün halısı dünyadaki seccademizden neden yapılmasın? Ya da köşkümüz fakirhane dediğimiz dünyadaki meskenimiz, cennete lâyık bir suretle neden inşa edilmesin. Kalbimizde sıcaklığını hissettiğiniz Efendimizin nefesinin sıcaklığını köşkümüzde neden hissetmeyelim. Ama nasıl olacak? Peygamberimiz bir kişi mü’minler binler… Herkesle nasıl komşu olacak? Herkesle her zaman nasıl konuşacak diye insan tereddüt yaşamıyor değil. Nasıl olacağının cevabını dünyamızın güneşi hal diliyle veriyor aslında bizlere. Bana bakın, beni okuyun, Efendimizi anlatayım sizlere diyor:

“Sabah olup, ufkunuzdan size merhaba deyince parlak olan her varlık aslında benim birer tahtım olur. İster deniz yüzündeki parıltılar, ister yer yüzündeki cam gibi parlak şeylerden oluşan kırıntılar, nerede ve ne kadar olursa olsun büyük küçük hepsini aydınlatır, hepsini ısıtırım. Yedi rengimi değişik tonlarda serpiştiririm. Yeter ki benden saklanmasınlar, perdeler çekip gizlenmesinler. Ne kadar açarlarsa kendilerini ve yüreklerini alırlar benden istediklerini, ısılarını, ışıklarını, hem de yedi renklerini. Işığım ilmim, ısım kuvvetim, yedi rengim sıfatlarım olsaydı bir de madde ile sınırlı olmasaydım her parlak varlıkta gördüğünüz güneşçikler belki aynı güneş olurdu,” derse elbette dünya ve ahretimizin hiç sönmeyen güneşi madde ile kayıtlı olmayan Nuranî Zat (a.s.m.) hal diliyle şöyle demez mi:

“Ben her daim parlayan, grubu olmayan güneşim. Penceresini açan her mü’minin dünyada rüyasına ahirette ise sarayına misafir olurum. Beni seven, beni sevdiğini sünnetime yapışarak gösteren her mü’minin parlak kalbinde tecelli ederim. Köşküne köşkümden sıcaklık gönderirim. Belki duvarları kaldırır köşkleri birleştiririm. Her işlediğiniz sünnet bana açılan bir penceredir, her işlediğiniz günah bana çekilen bir perdedir. Açın pencerelerinizi odalarınıza misafir olayım. Bir mü’minle görüşmem diğerine mani olmaz. Mustafa’nın seccadesinde oturmam Hüseyin’in seccadesini unutturmaz. Ben bir taneyim ama pencerelerimizi günah perdeleri ile kapatmazsanız her birinizin yanında binler taneyim. Hatta güneş gibi madde ile kayıtlı değilim. Zatımla, sıfatımla, tebessümümle, sıcaklığımla bizzat yanınızdayım. Kim perdesini daha iyi açarsa hatta köşkünden çıkarda direk bana yönelirse en fazla onu ısıtır, en çok onunla görüşürüm. Seccadesinde namaz kılar, onunla sohbet ederim” demez mi?

Dr. Mustafa Kara / Zafer Dergisi

Tezahür ve Tecelli

TEZAHÜR ”Açığa çıkmak. Görünmek.”

TECELLİ ”Görünme. Bilinme.” ”Gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi.”

CİLVE ”Tecelliden hasıl olan şey.” ”Tecelli.”

Tezahür ve tecelli kelimeleri, çoğu zaman aynı mânâda kullanılırlar. Tezahür, ”zahir olmak, açığa çıkmak, görünmek” gibi mânâlara gelir. Tezahürde, gizli olan bir hakikatin açığa çıkması sözkonusudur. Tezahürün gerçekleştiği mekâna ‘mazhar’ denilir. Tecelli ise ”gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi,” şeklinde tarif edilir ve kalpteki bu tecelliye ‘cilve’ adı verilir. Cilve için, ”ârifin gönlünde parlayan ilâhî nur” denilmiştir.

İnsan kalbi gibi, âlemdeki her varlık da, kendi kabiliyetine göre, ilâhî isimlerden birinin veya birkaçının tecelli mahallidir. Yakın mânâlar taşıyan ve çoğu kez birbirinin yerine kullanılan bu iki kelime arasındaki ince farkı bir derece ortaya koymak için Nur Külliyatından bir misal verelim: ”Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tâbidir.” (Mesnevî-i Nuriye, 176). Bu cümlede güneşin aynadaki aksine cilve denilmiştir. Yani güneş, aynada tecelli etmiş ve onda güneşin nurundan bir cilve meydana gelmiştir. Bu aksin de kendine göre bir parlaklığı, bir ısısı vardır. Yani güneşin özelliklerinden bir cilveye sahip kılınmış, o da parlamış, o da hararet saçmaya başlamıştır. Öte yandan, meselâ, bir ilmî makalede âlimin gizli olan, görünmeyen ilmi zahire çıkmış, bilinmiştir. Böylece o yazı, müellifin ilmine, bir bakıma, mazhar olmuştur. Ama o yazının kendisinde, yani harflerinde, mürekkebinde ilimden bir cilve bulunmaz. Bu yazıda ilmin görünmesi, aynada güneşin görünmesinden çok farklıdır. Bu bir tezahürdür, güneşinki ise bir tecelli, bir cilve.

Yine Nur Külliyatında şöyle bir ifade geçer: ”…bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvvet.” Burada, tabiattaki kuvvetlerin ilâhî kudretten bir cilve taşıdıklarına işaret edilir; aynadaki parıltının güneş ışığından bir cilve taşıması gibi. Tecelli kelimesi, daha çok kalb için kullanılır. İlâhî isimlerin ve sıfatların tecellisi en açık bir şekilde insan ruhunda, insan kalbinde görülür. Kâinattaki tecelliler, ona nispetle çok aşağı mertebede kalırlar. Meselâ, insan ruhunda bir irade sıfatı vardır, işte bu sıfat, ilâhî iradenin bir tecellisidir. Her ne kadar bu irade mahluk ise de ve ilâhî iradeyle hiçbir benzerliği bulunmasa da, ”bir şeyi dileme kabiliyetine sahip olması” cihetiyle ilâhî iradeden bir cilve taşır. Aynı şekilde, insan ruhundaki kudret sıfatı, ilâhî kudretin; ilim sıfatı, ilâhî iradenin; görme ve işitme sıfatları da ilâhî görme ve işitmenin birer cilvesine sahip olmuşlardır. Bu tecellileri müstakil olarak değerlendirdiğimizde, yani onları da bir çiçek, bir yıldız gibi birer mahluk olarak düşündüğümüzde, Allah’ın ilâhî sıfatları o tecellilerde kendini göstermiş, bu cihetle o tecelliler aynı zamanda ‘tezahür’ olmuşlardır. Bu misalden de anlaşılacağı gibi tecelli ve tezahür arasında çok yakın ilgi vardır. Ama aralarında böyle bir ince fark da bulunmaktadır.

Alaaddin Başar