eymen akca tarafından yazılmış tüm yazılar

1980 Samsun doğumluyum. İstanbul Üniversitesi İktisat ve İlahiyat mezunuyum. İslam Tarihi bölümünde yüksek lisans yapıyorum.

Ruhun Kemale Yolculuğu ve Din

Ruhun kendine has bir misalî bedeni ve nurani cesedi vardır. Bunların yapısı, uzayı dolduran ve havanın zerreleri arasında da bulunan esir maddesine yakındır. Hind irfanı bu akışkan maddeye “ akaşa ” adını verir. Ruhlar, esir maddesi de denilen akaşa içinde çok hızlı hareket ederler. Melekler, hadislerde vurgulandığı üzere zerrelere, yıldızlara, göktaşlarına, yağmur ve kar taneleri gibi hareketli cansızlara binip gezdikleri gibi ruhlar da uçuşan yapıda olan canlılara binerler.[1] Bu sayede kâinattaki ve berzah âlemindeki İlahî sanat ve hikmetleri Allah’ın izni ile seyre çıkarlar.

Eğer bir ruh dünyaya gelecekse Allah onu mutlaka bir zerreye yerleştirir. Sonra o zerreyi bir bitki veya hayvanın vücuduna nakleder. Bizler o bitkisel veya hayvani gıdayı yediğimiz zaman vücudumuza o ruh ve ruhani yapı da girer. Sonra onunla üreme hücremiz yapılır. Ruhun manevi canlılığı hücreye hâkim olur ve onda görünmeye başlar. Babadan ana rahmine geçince döllenme olur. O ruha, anne-babaya ait fiziksel ve ruhani yapı da, bir elbise gibi giydirilir. Bedeni ve huyuyla anne-babaya benzemesi bu sırdandır. Bu noktada Resulullah (ASM) “Kadın ve erkekten hangisinin döl suyu baskın gelirse ve daha güçlü çekerse çocuk ona daha çok benzer”[2] diyerek gen takasındaki bir sırrı açar.[3] Fakat ruhun kendi hakikati, anne-babanınkinden ayrıdır. Ondan sonra orijinal ve eşsiz bir insan olarak dünyaya doğar. Ruhların dünyaya gelmesinin izahı budur.

Kur’an bu dünyaya geliş hadisesini çok güzel ulvi bir merasim ve muhteşem bir askerî geçit olarak gösterir. Olayın manasını ve perde arkasını açar. İnsan hayatının Allah’ın elinde olduğunu ifade eder. Kur’an bütün zamanlarda olan ruhun maddeyle birleşmesi faaliyetini tevhid hakikati gereği tek bir külli icraat olarak sunar. O fiil içinde Allah’ın her bir ruh ile birebir konuştuğunu haber verir. Bu konuşmayla ruhların dünyaya geliş sırrını, Rabb (terbiye edici) ismi ile açar. Nasıl ki güneş, ışığı vasıtasıyla yeryüzündeki sayısız yaprak ve çiçeklerle aynı anda konuşur. Hem bu konuşmayla goncaları güllere dönüştürür. Aynen öyle de Ezel-Ebed Güneşi olan Allah her bir ruh goncasıyla birebir ilgilenir ve konuşur.

Evet Allah için zaman-mekan söz konusu değildir. Allah için dün-bugün-yarın, milyon yıl öncesi ve sonrası eşittir. Çünkü maddeden mücerred, mekandan münezzeh ve zamandan mualladır. Allah her bir ruhu ana rahmine düşme gecesi maddeten yaratır. Her bir üreme hücresi bir ruh taşır. Üreme hücresinde bulunan ruh anne ve babasının ruhuyla aynı değildir, fakat onlara çok yakındır. Allah her bir üreme hücresine sorar: “Senin Rabbin, terbiye edicin değil miyim?” Her üreme hücresi içindeki ruh, fıtratındaki aşk ve iştiyakla, “Evet” der. Sperm ve yumurtanın birleşmeleri, “Evet” cevabının aşkla göstergesidir. Ruh, maddeye âşık ve muhtaçtır. Bu aşkla yöneliş ve birleşmeden sonra döllenme olur. Mayoz bölünme ile ruh, bir çekirdek gibi zuhur eder. Annenin yediği ve içtiği gıda zerrelerinden, ruh çekirdeğindeki programların rehberliğinde lif lif dokunan beden elbisesi ruha giydirilir. Muhyiddin-i Arabi ruh çekirdeğinin, insan denilen ağaca dönüşecek şekilde büyüme safhasına dair şöyle der: “ Ruhun mahlukiyeti ( yaratılmışlığı ), inkişafından ( potansiyellerinin gül yaprağı gibi açılmasından ) ibarettir.[4] Bu süreç neticesinde bir ruh dünyaya gelir.[5]

Ruhların Allah’a cevabı, hisleri ve zayıf şuurlarıyladır. Fıtratını bozmayan her insan dünyadan memnuniyetiyle bu soru-cevabın varlığına delil olur. Hem her insanın maddi ve manevi gelişmesi bu yüce konuşmanın diğer bir şâhididir. Hem kâinattaki her şeye hükmeden terbiye kanununun varlığı bu konuşmayı gerektirir. Hem kabirde Rabb ünvanıyla sorgu yapılması da, ruhların zaman ve mekân itibariyle terbiye hakikati ile kuşatıldığını bildirir.

Evet, Allah kendi güzellik ve mükemmelliğine ayna kılmak ve yaşattırmak için Câil ismiyle ruhları manen inşa eder. Sonra onları terbiye etmek için, Hâlık ismiyle maddeten yaratır. Bu sonsuz terbiye hakikati ve sistemi her ruhu, sonsuz kârları katlanarak elde eden bir seyyah ve yolcu olarak hayal gözüne gösterir.

Ruhun seyahati ezelden başlar, ebediyete uzanarak devam eder “Ruhlar bölük bölük ordulardır. O âlemde birbirlerine alışanlar, bu âlemde de alışırlar. Orada alışamayanlar burada da alışamazlar[6] hadis-i şerifi ruh meselesinin evveliyatını, ruhların fıtratını ve dünyaya geliş hikmetini veciz olarak açıklıyor. Bu hadis-i şerif bize, her ruhun savaşçı bir asker fıtratında yaratıldığını bildiriyor. Bu hadis, askerî bir temsile işaret ederek dünya hayatını bizim için çerçeveliyor:

Ruhlar âlemi, her bir ruhun vatanıdır. Dünya ise, bir askeriyedir. Doğum, askere alınmadır. Ölüm, askerden terhis ve vatana dönüştür. İbadetler ruhun, içi manevi gıdalarla dolu çantasıdır. Takva ve dua ise, ruhun keskin ve vurucu silahlarıdır. Tâlim ve cihad, onun hayat vazifesidir. Günahları engellemek, sapık fikirleri öldürmek, şeytanları susturmak, ahlaksızlığı bitirmek ise ruhun en büyük zevkleridir.”

Ruh yarı-manevi bir yapı olduğu için büyüklük-küçüklük onda söz konusu değildir. Çekirdeğin içindeki manevi ağaç maddeten küçük gözükür. Fakat dağ gibi muazzam bir maddi ağacı o çekirdekteki ruh idare eder. Maddi ağacın her zerresi ve hücresinde o ağacın ruhu hükmündeki programı ve kanunu bulunur. Ölüm ile, bedenin bütünlük ve birliği bozulup dağılsa da ruhun kabirdeki cesed ve zerrelerle bağlantısı devam eder.

Bütün bu anlattıklarımızı Kur’an-ı Kerîm Târık sûresi ile bize şöyle anlatır:

1) And olsun o göğe ve Târık’a!

2) Târık nedir bildin mi?

3) O, karanlığı delen yıldızdır.

4) Hiç bir nefis yoktur ki üstünde bir koruyucu bulunmasın.

5) İnsan neden yaratıldığına bir baksın.

6) Atılan bir sudan yaratıldı.

7) O su, omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkar.

8) Elbette Allah’ın onu geri döndürmeye gücü yeter.

9) O gün bütün sırlar yoklanır, açığa çıkarılır.

10) O gün insanın ne bir kuvveti ne de bir yardımcısı vardır.

11) And olsun o dönüşlü göğe!

12) Ve yarılıp çatlayan yere!

13) Hakikaten bu Kur’an ayırıcı bir sözdür.

14) O asla bir şaka ve saçma bir söz değildir.

15) Haberin olsun ki kâfirler bir tuzak kuruyorlar.

16) Ben de tuzaklarına karşılık tuzak kurarım.

17) Onun için sen kâfirlere mühlet ver, onlara azıcık zaman tanı!

 Sûrenin tamamına dikkat edilirse, ruhun dünyaya gelişi, madde ile bağlantısının kuruluşu, peygamberler vasıtasıyla iman-küfür imtihanına girişi ve Âhiret’te hesaba çekilişi anlatılıyor. Necm sûresi’nin işâreti ve “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisini imam kabul ederseniz o sizi hidayete eriştirir”[7] hadisi ve benzer hadislerin bildirdiği pencereden bakarak bu sureye dair şu tespitlerde bulunabiliriz:

 Sure üzerine yemin edilen sema, insanın ruhu; Târık, insanın şuur ve benliği, arz ise insanın bedenidir. İnsanın şuur ve benliği, yıldız gibi parlayan astral bedeni kullanır.[8] Evet her bir ruhtaki şuur, karanlığı delen bir yıldızdır. Çünkü maddi dünyaya bakarsak insanoğlu yaratılana kadar kâinat bir bilinmezlik karanlığı içindeydi. İnsanın şuuru, bu karanlık içinde parlayan bir yıldız oldu. Her bir ruh, kendi küçük ışıkçığı ile bu sebepler dünyasının örgülerini çözmeye çalışıyor. Bu kalın perdenin arkasına geçip Hakikati bulmaya uğraşıyor. Bu manada her insan, mecazen bir Târık’tır. Bu kelime, “tarikat” (yol) kelimesi ile de aynı köktendir. Bu cihetten her insanın Hakikate ve Allah’a giden kendine has bir yolu vardır. Kimi zikirle, kimi fikirle, kimi aşkla, kimi şükürle Allah’ını bulur, diyebiliriz. Sûrenin ilk bölümü burayı anlatır. (1-3. Âyetler)

Fakat tefekkür ehli kişilerce malumdur ki Hakikat yâ enfüste ya âfâkta aranır. Yani kendimizde veya kâinatta… Kur’an bu arayışın en kısa ve kolay yolu olarak kendini okumayı gösterir. İlk inen sûre olan Alak suresi “Oku!” dedikten sonra hemen insanın yaratılışını okumaya geçer. Aynı usul bu surede de var. Hatta bu sûre tefekkürün 4 kademesini de adım adım verir, kilometre taşlarını koyar. (4-7. Âyetler)

Sonraki kısım ölümü, mahşeri, yapılan işlerdeki niyetlerin ve gizli-açık her şeyin kaydedilişini ve ortaya konuluşunu haber veriyor. Hem insanın mahşer günü hiç bir şeyi kontrolü altında tutamayacağını bildiriyor. Sonra da Kur’anın hem dünya hayatında hem mahşerde hak ile batılı, eğri ile doğruyu, habis ve tayyib ruhları ayırıcı bir söz olduğunu vurguluyor.[9] Peygamberlerin gelmesinin aklını kullananlar ile kullanmayanlar, hakikati arayanlarla aramayanlar arasında bir ayrıştırma için olduğunu belirtiyor.

Evet peygamberler geldikten sonra insanlar ikiye ayrılırlar: Mümin ve kâfirKüfür, lügatta, tohum ve çekirdeğin üstünü toprakla örtmek demektir. Bu yüzden Arapça’da çiftçilere, keffâr denilir. Bu manada hakikati bile bile gizleyen kişilere Kur’an, “kâfir” (örten) diyor. Hakikati sözleriyle ilan eden kişiye ise, mümin (güven verici) diyor. Evet daima hakikati söyleyen kişi çevresine güven verir. Böyle kişi zaman içinde, dosdoğru olur. Demek ki inançsızlık, bir yalancılıktır. Peygamberler cihad denilen fikir savaşıyla hakikatsiz, sapık ve kof fikirlerle savaşırlar.[10]

Evet ancak Hakikat kılıcıyla sapık fikirler öldürülebilir. Mantık ve deliller ise, bu cihadın olmazsa olmaz güç kaynaklarıdır. İhlas ise, dile getirilen hakikati keskinleştiren sırdır. Bu savaşı kaybeden ve bile bile hakikati reddeden bir ruh, hırçın bir tavır sergiler. Mecbûren kaba kuvvete ve tuzaklara başvurur. Sûrenin sonunda belirtildiği gibi…

Ruhlar açısından Târık seviyesi, istenilen seviye değildir. Çünkü o, karanlıklar içinde Hakikati aramaktır. Oysa karanlık, korku ve endişe vererek şuurları ezer. O vakit şuur büyüyemez ki Hakikate erişsin.[11] Buna mukabil her şuur sahibi fıtraten güvene muhtaçtır. Tâ ki güven verici bir ortamda rahatlasın ve şuurunu büyütebilsin. Tıpkı bir bebek ve çocuk gibi… Bu kaçınılmaz yönden dolayı peygamberlerin gelmesi insanlığın varlığı gibi zaruridir. Onlar bütün insanlığın Hakikat duasıdır. Onlar doğrudan doğruya Hakikat Güneşi’ni gösterirler; arattırmazlar. Onlar Tevhid sırrıyla kişiyi, sebepler ve tabiatın oluşturduğu karanlık geceden kurtarırlar. Onlar keskin zekâ ve fetânetleriyle bir adımda kişiyi zâhirden hakikate geçirirler. Onlar canlı-cansız her şeyin Allah’ın elinde olduğunu kesin delillerle ve çeşitli yönlerle bildirir, gösterir ve hissettirirler.[12]

Sûrenin sonu Târık seviyesinde kalan kâfirlerin hırçınlığını, Hakikat Güneşi karşısında bir yarasa kuşu konumuna düştüklerini bildiriyor. Hem bir zümrüd-ü anka olan Hz. Peygamber’e (ASM) ise, sabır ve tahammülü tavsiye ediyor. Sûrenin işâret ettiği gibi vahye tâbi olmayan bir ruh, habisleşmeye ve hırçınlaşmaya mahkûmdur. Böyle bir ruhun hırçın bir martı, nankör ve inkârcı bir yarasa olmak kaderidir.

Kur’an Vâkıa sûresi ile de ruhların dünyaya gelişini, imtihanlarını, 3 gruba ayrılışlarını, 3 tarzda ölmelerini, 3 şekilde Berzah âleminde karşılanmalarını bize anlatıyor.[13] Beled sûresi ve Kamer sûresi, bu grupların özelliklerini biraz izah ediyor. Kamer sûresi, “Ashâb-ı Yemîn” (Sağ yola, iman yoluna giden ruhları); Beled sûresi ise “Ashab-ı Meymene” (Sağ yolun uğuruna ve manevi zenginliğine imanla erişen ruhları) ve “Ashâb-ı Meş’eme” yi (Sol yolun uğursuzluğuna küfürle uğrayan ruhları) kısaca anlatıyor.[14]

[1] Bir hadis-i şerifte “Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine ( karınlarına ) girerler ve Cennette gezerler” denilir. Bakınız,  Müslim, İmâre: 121; Ebû Dâvud, Cihad: 25; Tirmizi, Tefsiru Sûreti Âl-i İmrân: 19, Fedâilü’l-Cihâd: 13; İbn-i Mâce, Cenâiz: 4, Dârimî, Cihâd: 18; Müsned, 1:266, 6:386.

[2] Tabakât-ı İbn-i Sa’d, Cilt, 5, “Abdullah ibn-i Selâm” maddesi… Siyer Vakfı Yayınları Tercümesi.

[3] Bu hadisteki “ çekme ” Arapça’da “ nezea ” fiiliyle ifade edilmiş. Türkçe’deki kullanılan ve manası bir birine üstün gelecek şekilde çekişme olan niza kelimesi bu fiilden türemiştir. Döllenme esnasında, dişi ve erkek genetik yapılar arasında bir nizâ çıkmakta; sonuçta orijinal bir genetik yazı belirmektedir. Bilim dünyası bu nizaı, İngilizce’deki “ dominate ” ( hükmetmek ) fiilinden gelen “ dominant ” terimiyle ifade ediyor.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 9. Lem’a.

[5] A’raf sûresi, 172-173. âyetler meseleyi böyle ele alır ve anlatırlar.

[6] Buhari.

[7] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:132, Hadis No: 381.

[8] Bu tespit sûrelerdeki konu bütünlüğünün zorunlu bir neticesidir. Ayrıca sûreler çok yönlü olduğundan bu sûrenin insan hayatı ve kökenine dair tefsir boyutu da bunu böyle gösterir. Evet nasıl ki “semâ” (gök), havadan meydana geliyor. Kur’an da ruhu, bir nefha-yı İlahî (Allah’ın üfürmesi) olarak göstermekle bu tespiti destekler. (Hicr sûresi, 29) Ayrıca rûh kelimesi, râyihâ (güzel koku) ve riyh (rüzgar) ile aynı kökten türetilmesi ile de bu tespite kuvvet verir. Ayrıca sema, lügat olarak, bir yapıyı idare eden yüksek merkez manasına gelmekle de bu tespiti teyid eder. Evet ruh, maddi bedeni idare edici İlâhî kanundur. Hem göğün yeri kuşattığı ve her santimetre karesine temas ettiği gibi ruh da bütün bedeni kuşatır ve etkisi altına alır. Ayrıca sûrenin devamında sema için, “zât-ı rac’i” (geri dönüşlü gök) diyor. Bu da ölümle ruhun, İlahî huzura rücuuyla birebir örtüşüyor. Sûredeki arz ise, yerküre ve toprak demektir. Ki topraktan meydana gelen insan cismini ifade ediyor. Zâten sûre arz için de, “zât-ı sad’ı” diyor. Sad’ ise, Arapça’da, parçalanabilir bir nesnenin zerrelerine kadar ayrılacak şekilde parça parça olması demektir. İnsanın ölüm sonrası cisminin durumunu ne kadar güzel tarif ediyor! Zâten sema ve arzın bu yönlerine edilen yeminden sonra Kur’anın madde ve manayı, ruh ve bedeni özellikleriyle tarif eden ayırıcı yönü vurgulanıyor. Hem sûre hakikatle semavileşen müminlerle arzlı kalan kâfirlerin yapısını açıyor. Hakikat ve mana, nurdur. Madde ve enerji, karanlıktır.

[9] Habis, kirli, kötü kokulu ve zararlı demektir. Tayyib ise, bir gül gibi hoş kokulu, temiz ve yararlı demektir. Bunlar iki Kur’an ıstılahıdır.

[10] Cihad, cehd (çaba) kökünden gelir. Mal ile de yapılabilir can ile de… Âlimlerden Kur’andan hüküm  çıkartabilecek seviyeye gelenlere “Müctehid” (Karakteri çaba göstermek olan kişi) denilmesi, esas olanın beyin gayreti olduğunu bildiriyor. Çoğu kişinin cihaddan anladığı manaya ise, Kur’an kıtal diyor. Ki, “katl” (öldürme) kökünden gelir. Lâ ilâhe illallah diyen kişiye kılıç çekilmesi, Kur’an ve sünnete göre yasaktır. Bakınız Tevbe suresi, 73. Münâfıka, kılıç çekilemez.

[11] Dünyayı saran ve ruhları sarsan depresyon illeti ruhun preslenmesinden başka bir şey değildir.

[12] Fetânet, insan beyninin en üstün çalışma seviyesidir. Zekâdan daha keskin bir zihin gücünü ifade eder. Bütün İslam âlimlerince peygamberlerin ortak bir özelliği fetânetleridir. Allah’a muhatap olacak ve halka rehberlik yapacak kişinin fetânet sahibi olması lazım ki yol gösterebilsin ve halk tarafından da aldatılmasın.

[13] Evet, 3 tarzdadır. Çünkü sûre iman hakikatini elde ederek dünyada kendini geliştiren ruhları da anlatıyor. Hem Vâkıa sûresi, 95. âyet her ruhun istisnasız bir kanun gibi bu 3 halden birini “hakka’l-yakîn” yaşayacağını  vurguluyor.

[14] Ruhun ve ruhani yapıların varlığı, özellikleri ve gelişme imtihanları için Üstad Bediüzzaman’ın Sözler kitabından 15, 17 ve 29. Sözleri tavsiye edebiliriz. Ruhların gelişme seyirlerini ve bunun aşamalarını görmek için de Sözler kitabından 1-8. Sözleri okuyabilirsiniz.

Ruhun yapısı nasıldır? Ruhlar görünür mü? Bu dünyaya ruhların gelmesi ne içindir?

 

Bediüzzaman Said Nursi’nin tesbit ettiği üzere ruh, bir kanundur.[1] Tıpkı yer çekimi kanunu gibi… Allah, ruh denen kanunuyla canlıların vücutlarını idare eder.

Kanunun kendini gösterdiği bir yerde düzen olur. O yüzden hiçbir insan düzensizliği ve dağınıklığı sevmez.

Hem her kanun gibi ruh da hakikatlere dayanarak yazılır. Bu yüzden her bir insan yalandan ve sahtekârlıktan nefret eder.

Hem her sabit kanun gibi ruh da bir devamlılık taşır. Bu yüzden hiçbir insan geçicilik ve sonluluktan hoşlanmaz ve haz almaz.

Hem her kanun gibi ruh da bir bütünlük ve birlik üzeredir.[2] O yüzden her bir insan birleştirmek ve bütünleştirmekten zevk alır.

Hem her kanun hükmedici olduğu gibi ruh da hükmedici ve emredici bir özellik taşır. Bundan dolayı hiçbir insan hükmedilmekten hoşlanmaz ve iradesini hiçe sayanı can düşmanı beller.

Hem her kanun her yerde kendi hükmünü ifade etmekle güven vericidir. Aynen öyle de her bir ruh, doğrulukla kendini her yerde ifade ederek etrafına güven verici olur.[3]

Fakat bu ruh kanunu tamamen soyut değildir. Onun kendine has bir vücudu vardır. Bu vücud, onun açısından bir kıyafet gibidir.

Hem bu vücud, ruh denilen hakikat kılıcının bir kılıfıdır. Bu kılıf, yıldız gibi ışıl ışıl bir ceseddir.[4]

Hem ruhun, aynadaki görüntümüz gibi, kendine has bir misâlî bedeni var.[5] Bu misalî bedenle her bir ruh havada ve esir maddesinde temessül edip görünebilir. Hz. Meryem’e görünen Ruh gibi…[6]

Hem ruhun kendine has bir manevi hayatı var. Ki o hayat, maddeyi ihya ediyor.[7] Bu manevi canlılık, ruhun yapısına yakın olan nur ve güzel koku ile besleniyor. Tıpkı topraktan oluşan maddi bedenimizin topraktan yapılan gıdalarla beslendiği gibi…

Hem her bir ruh, Allah için gösterilen gayretlerle ve acılarla güçleniyor. Tıpkı hastalıklarla güçlenen ve direnç kazanan maddi beden gibi…

Hem her insanın ruhu, meleklerden ötede bir kalite ve donanım zenginliği taşıyor. Hz. Âdem’e secde hadisesi bunu bildirir. Evet melekler, kâinat ülkesindeki polislere benzerler. Ruhlar ise, bu ülkedeki askerler gibidirler. Kâinatın iç düzenini melekler sağlarken, bu ülkeyi koruyan ve genişleten ruhlardır. Çünkü yokluğa götüren şeytanlarla ve şeytanlıklarla savaşanlar melekler değil, hür irade sahibi ruhlardır.

Hem her bir ruh Allah’ın emir sıfatıyla yapılmış savaşçı bir fıtrattadır.[8] Hakikatlerle bir kâinat ülkesi kuracak ve idare edecek kadar büyük bir potansiyel sahibidir. Her bir ruh için mutluluk, bu potansiyeli aktif hale getirmektedir. Dünya ise, bu iş için kurulan açılma ve yükselme yeridir. Cihad (fikir savaşı) ve sabır ile ruh çekirdekleri hakikat zemininde filizlenip ağaç olurlar.[9]

Allah biz insanların programlarını ruhlar âleminde mükemmel bir donanım taşıyacak şekilde ilmiyle takdir etmiş.

Hem iradesiyle her bir ruhu orijinal ve eşsiz kılmış. Kudretiyle de her bir ruha nurdan bir cesed ve görüntü tarzında bir beden giydirmiş.

Hem her bir ruha diğer irade ve bilinç sahiplerinden bağımsız bir şuur vermiş. Fakat o şuur buradaki şuurumuz seviyesinde değildir.

Nasıl ki bir bebek ile çocuğun, bir çocuk ile gencin, bir genç ile yetişkinin, yetişkin bir inançsız ile bütüncül bakan bir müminin, sıradan bir mümin ile âlim ve ârif bir evliyanın, bir evliya ile hakikat aynası bir nebinin, bir nebi ile hak elçisi bir resulün şuur seviyeleri aynı değildir. Fakat hepsinin bir şeyleri hissetme ve bilme kabiliyetleri vardır.

Aynen öyle de ruhların ruhlar âleminde bir şuuru var. Fakat çok düşük seviyede… Bu dünyada o şuur açılıp gelişiyor, büyüyor. O bireysel ruh, kollektif bir ruh olma seviyesini kazanıyor. Ahrette ise bu evrensel ruh yönünü, ebedî saltanatıyla yaşayacaktır. Dünyaya gelişin sırrı bu kutsal tırmanış ve yüceleşmedir![10]

[1] Sözler, Lemeat.

[2] İnfitar sûresi, 7-8.

[3] Bu yüzden doğruluk, kendi özüne sadakattir; yalan ise, kişinin kendi özüne hıyanetidir.

[4] Miraçtan bahseden Necm sûresi 1. âyet, Hz. Peygamber’i bütün varlığıyla böyle bir yıldıza benzetir. Onun miracını “Yıldızın kayması ve düşüşü” olarak anlatıyor. Bu mevzuu hiç bilmeyen bir kardeşimiz yakın zamanda sâdık bir rüyada şöyle görüyor: “Her insanın dünyada bir yıldızı varmış. O yıldıza tutunup kâinatta geziyormuş. Kendisinin de bir yıldızı varmış. Geceymiş. Gökyüzü karanlıkmış. Ona rüyada denilmiş ‘Et-tahiyyâtü’nü oku daha hızlı gezersin.’” Herkesin bildiği üzere “Et-tahiyyâtü” duası, Peygamberimiz’in (ASM) Miraçta Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, bütün yaratılmışlar adına verdiği selam ve götürdüğü hediyedir. Her Müslüman bu duayı bir miraç manasında olan namazında okuyor.

[5] Bilim dünyası yıldız gibi parlayan cesed ve misâlî bedeni aynı sayıyor. Bunlara “Perispiri” veya “Astral  Beden” diyor. Ruhun madde dünyasındaki görüntülerine ise, “Fantom” diyor

[6] Meryem sûresi, 17.

[7] Zümer sûresi, 42.

[8] Melek ve ruhların bu konumları hadislerle, evliyaların keşifleriyle sabittir.

[9] Mutluluğa dair 20’den fazla kitap yazan Japon profesör Choi Yoon-Hee’nin mutsuzluktan dolayı eşiyle beraber intihar edip ölmesi gösterir ki O, ruhun savaşçı fıtratını bilememiş. Evet en büyük mutluluk, fıtratını yaşama ve özünü sergilemedir.

[10] Bakınız, İnsan sûresi. O sûre böyle yüceleşmiş ruhların ebedî iktidarlarını kare kare anlatıyor.

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-6

11) Liderlik Tutkusu… Bu tutku, lider bir aile babası veya grup öncüsü bir anne kucağında yetişen bir çocukta büyük ihtimalle olan bir durumdur. Çünkü fıtratta yenilik ve yenilenme, gelişme ve yükselme meyli var. Bu fıtrî meyilden dolayı sonradan gelenler, önce gelenlerden daha ileri bir seviye almak isterler. Fakat bu seviye kolaylıkla elde edilemez. Hem dünya şartları altında liderlik az sayıda kişinin elde edebileceği bir makamdır. Bu şartlar, böyle kişilerde öldüresiye bir rekabet hissinin ortaya çıkmasına yol açar. Bu şekilde fıtrat zedelenir ve dengeli halini kaybeder.

İslam ve dünya tarihine baktığımızda görüyoruz ki kendi fıtratında böyle bir zedelenme ve yaralanma olduğunu gören aklı başında kişiler, çeşitli yollarla bu cihetlerini tedaviye çalışmışlar.

Bunlardan bazıları ehil oldukları bir idarecilik makamını elde edebilecekken sessiz kalmış; imam olmayı bırakıp cemaat olmayı tercih etmişler. Cenab-ı Hakk’ın bir gün kendisini lider edeceğini düşünüp kader denilen nehrin akışına kendi irâdelerini bırakmışlar. Böylece iç dünyalarındaki bulanıklıktan kurtulmuşlar. Bu konuya misal olarak Hz. Ali’yi (RA) gösterebiliriz. Evet O, Mekke’nin reisi Ebu Tâlib’in oğlu idi. Aynı zamanda ilim ve hikmette devrinin en önde gelen sahabesi, Allah Resulünün has talebesi ve müridiydi. Cesaret ve kahramanlıkta ” Esedullahi’l-Gâlib ” ( Allah’ın yenilmez aslanı )[1] diye meşhurdu. Hz. Peygamber’in en sevgili kızının eşi ve torunlarının babasıydı. Her cihette liderliğe liyakati vardı. Fakat O, bunu istemedi. Takdir-i Huda’ya rıza ile boyun eğdi. Bu cihetten “ Murteza ”   ( Allah’ın her takdirinden râzı olan ) lakabını aldı.

Bazıları ise idareciliğin külfetini, ciddi sorumluluğunu, işin esasında hizmet ve meşakkat yeri oluşunu derinlemesine düşünerek içlerindeki bu nefsânî ateşi, tefekkürün kudsi nurlarıyla söndürdü. Zaman da onları haklı çıkardı. Bu konuya sahabeden Ebu Zerr’i (RA) misal verebiliriz. Bir gün Hz. Peygamber’e (ASM) arkadaşı Ebu Zerr (R.A.) gelip kendisini bir yere yönetici tayin etmesini ister. Hz. Peygamber (ASM) der ki:  “Ey Ebû Zer, sen zayıf bir kimsesin! Bu bir emanettir, kıyamet günü zillet ve pişmanlığa yol açar. Ancak hakkıyla elde edip kendine düşen sorumluluğu yerine getiren kimse bundan müstesnadır.[2] Hem kıyametin ne zaman kopacağını soran bir kişiye de der ki: “İş, ehline verilmezse kıyameti beklemek lazımdır.[3] Hz. Peygamber’in (ASM) bu mühim uyarıları, yaralı fıtratları tedavi edici ve teskin edicidir.

Bazıları ise baktılar ki bu his, çok huysuz ve güçlü bir ata benziyor, onu kontrol edemiyor ve onu öldüremiyorlar. Bu tarz kişiler marifetullahın verdiği pencere ile şöyle düşündüler: “Makam, bir hakikattir. İsm-i Kayyum’un gereğidir. Hem Allah’ın isimlerine aynalıktan ibarettir. Maddi dünya aynalığı ise, sınırlı ve dardır. Allah’ın mülk âlemi var olduğu gibi melekût, ceberût ve rahamût denilen manevi âlemleri de var. Öyleyse sonsuz makamların olduğu, aynı makama sayısız kişilerin aynı anda sahip olabildiği mana âlemlerine dikkatimi ve gayretimi yoğunlaştırayım.” Birçok aklı başında kişi sırr-ı ihlas ile bu şekilde, içlerindeki bu susmaz meyli hakka yöneltti. Günden güne gelişerek çaplarına göre aşk dolu bir “kutub”, şevk dolu bir “gavs” ve nur âbidesi bir “ferîd” oldular. Bu hissin bir veriliş sebebini tahakkuk ettirdiler.

12) Güçlülük ve Güç Tutkusu… Çocukluk zamanında ya baskıcı bir ailede ana–baba zulmüne maruz kalmış veya ömrünün bir devresinde güçlü bir kişinin haksızlığına uğramış ve bu zulmü sindirememiş veya çeşitli gerekçelerle içinde bu his uyanan fıtratlar bu tarz durumlarla yaralanırlar. İçlerinde bir hınç, bir kin ve intikam hissi hâsıl olur ve zaman içinde gittikçe bıçak gibi bilenirler. Bu durum onları madde ve güce aşkla yönelen ve saldıran bir hâlet-i rûhiyeye sokar. Doymak bilmeyen bir hırsla dünyaya dalarlar. Ellerine mal ve mülk geçtikçe kendilerini ispat ettiklerini zannederler. Kur’an böyle kişilerin psikolojisini şöyle anlatır: “Yazıklar olsun yüz göz hareketleri yaparak insanlarla alay edenlere ve insanların kusurlarını araştıranlara! Onlar, mal ve mülk biriktirir ve devamlı onları sayarlar. Mallarının kendilerini ölümsüz kılacağını zannederler. Halk içinde bu yönleriyle bilinecek hale düşerler.[4]

İslam ve dünya tarihine baktığımızda görürüz ki kendi fıtratında bu yönde bir yaralanma olduğunu hisseden aklı başında kişiler kendilerini tedavi için farklı farklı yollar ve usuller takip etmişler.

Bazıları gördüler ki güç ve servet arttıkça, insan onu kontrol edemiyor. Bilakis insan malın esiri oluyor. Oysa insanı asıl insan yapan unsur, onun iradesidir. Bu yüzden bu kişiler irade güçlülüğünü tercih ettiler. Ve iradelerini sınırlayan, güç ve servet talebinden vazgeçtiler. Allah dostlarından Belh Hükümdarı İbrahim bin Edhem’in (KS) hayatında bu tercihi görüyoruz.

Bazıları ise, Hz. Peygamber’in (ASM) “İnsanların en kuvvetlisi olmayı arzu eden Allâhü Teâlâ’ya tevekkül etsin.[5] hadisini kendine rehber edindi. Allah’ın kâinatta koyduğu kanunları öğrenmeye ve onunla kendi güç ve iradesini bağlamaya yöneldiler. Çünkü elde ettikleri ilim ve tevhid onlara gösterdi ki, insanın bulunduğu ve bulunacağı bütün âlemler Allah’ın mülküdür. Hem Onun tasarrufu altındadır. İblis’ten tâ Cebrail’e (AS) kadar, firavunlardan Musalara (AS), zerrelerden güneşlere kadar her şey Allah’ın irade ve kudretine bağlıdır. Bu şüphesiz ilim ve iman ile tevekkül gemisine binip iradelerini ve takdiri, Hakîm olan Allah’a bıraktılar.

Bazıları ise imanın verdiği nurla gördüler ki asıl güçlülük, kendini öfke krizlerinde ve şehvet galeyanlarında dizginlemektedir. Hem bir zâlimin nefsini kıracak bir surette yüzüne karşı hakkı söylemektedir. Bundan dolayı onlardan her biri kendi içlerine döndüler ve nefisleriyle boğuştular. Sonra da halkın nefis ve benlikleriyle savaştılar. Bu konuya en iyi misal Yezîd’in zulmüne karşı kıyam eden Hz. Hüseyin’dir (RA).

Bazıları ise tecrübeleriyle gördüler ki içlerindeki bu servet ve güç tutkusu susturulmuyor. Buna mukabil aşkla yöneldikleri dünyanın zenginlik ve gücü ise, gelip geçiyor. Asıl servet, ukba zenginliği; asıl güçlülük, manevi ve uhrevi güçlülüktedir. Hem Kur’anda ve sosyal hayatta gördüler ki “Allah, genelde mülk ve kudreti, isteyene değil istediğine veriyor.”[6]Bu geçici ve kısıtlı maddi makamların ve dağıtımı sadece İrade-i İlâhiye’ye ait servetlerin talebi için, gayr-ı meşru yollara tevessül ederek Âhiretini de berbat etmek bir akılsızlık ve bir gaflettir. Bunun üzerine onlar bütün duyguları ve imkânları ile Allah’a ve Âhirete yöneldiler. Âhiret zenginliğinin kaynağı olan ibadet, taat ve dine hizmete kendilerini verdiler. Dönemlerinin en âbid ve en zâhidi; nefis ve benliklerine karşı en mukatil ve mücâhid kişileri olarak galip geldiler.

[1] Hz. Risalet, bu ünvanı, Hz. Ali’ye (KV), Hayber’de gösterdiği kahramanlıktan dolayı vermiştir.

[2] Müslim, İmaret, 16.

[3] Buharî, İlim, 2.

[4] Hümeze Sûresi, 2.

[5] Hâkim, Müstedrek.

[6] Âl-i İmran Sûresi, 26.

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-5

9) Aşırı Öfke… Öfkeli ve inciten bir baba veya anne kucağında büyüyen kişide veya büyük potansiyelli karakterlerde açığa çıkan bir hastalıktır. Özellikle sosyal karakterli çocuklarda… İçindeki öfkenin fevriliğini engelleyemeyen, onun yakıcı etkisiyle çevresine zarar veren ve öfkesini kontrolde âciz düşen bir kişinin üzüntü ve çaresizliği fıtratını zedeler. Kendisiyle yıpratıcı bir uğraşıya girer. Onun mükemmeliyetçi yapısı, rahat kusur gören gözleri, keskin kılıç gibi sözleri onun kendi kontrolünü zorlaştıran unsurlardır.

İslam ve insanlık tarihine baktığımızda görüyoruz ki, kendi iç dünyasında böyle olumsuz bir yön olduğunu fark eden aklı başında kişiler kurtuluş ve tedavi için çareler aramışlar.

Bu karakterlerin bazısı halkın içine çok girmezsem onların hatalarını görmem! Halk ile Âhiret hedefi dışında da görüşmezsem onların bencillik ve kusurlarıyla karşılaşmamış olurum, der. Bu tavra Bediüzzaman Said Nursi’yi örnek gösterebiliriz.

Bazısı içteki ateşin dışa dil ile yayıldığını gördüğü için “Ne yapıp edip, susmayı becermeliyim” diye karar alıp susmaya çalışmışlar. Hatta dillerinin altına çakıl taşı bile koymuşlar… Hz. Ebu Bekir (RA) bir süre bu çakıltaşı stratejisini; Hz. Yakub (AS) ise çocuklarının oğlu Yusuf’a (AS) karşı yaptıkları haksızlığa karşı “sabırla susma” yöntemini uygulamıştır.

Bazıları ise öfkenin aşırılığının menbaı olan ve görme endeksli bir yapısı bulunan nefs-i emmare ile ömür boyu sürecek bir savaşa kalkışarak bu hastalıklarını tedavi yoluna girmişler. Bu konuya âdil halife Hz. Ömer’i (RA) örnek gösterebiliriz. Öfke ve şehvetin kaynağı, beslenmedir. Hz. Ömer (RA) ömrü boyunca bulamaç tarzı bir gıda yiyerek “nefis tezkiyesi” için uğraşmış ve kendi öfkesini frenlemeye çalışmıştır.

Hz. Peygamber (ASM) aşırı öfke için şöyle der: “Yiğit ve güçlü kişi, insanları güreşte mağlup eden kişi değildir. Asıl yiğit ve güçlü kişi, öfkelendiği zaman devamlı nefsini mağlup eden kişidir.”[1] Hem Hz. Peygamber (ASM) usta bir psikiyatrist ve terapist üslubuyla aşırı öfkeli kişilere 2 tavsiyede bulunur: “Biriniz öfkelendiği zaman ayakta ise otursun. Öfkesi geçerse ne âlâ geçmezse, yatsın”[2]ve “Öfke, şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir. Su, ateşi söndürdüğü gibi abdest de, öfkeyi söndürür.[3]

Bu çarelerle beraber öfke gücünü kontrolde zorlanan ve bu öfke selini herhâlükârda bir yere akıtmak isteyen fıtratlar için Hz. Peygamber (ASM) şöyle bir kanal açar: “Allah katında en makbul amel, Allah için sevmek, Allah için öfkelenmek ve nefret etmektir.[4] Böyle bir öfke, bu şekilde hak için kullanıldığında Allah düşmanlarına karşı izzet-i İslâmiyeti sergilemeye yol açar. Kur’an bir âyetiyle böyle nurlu bir öfkenin “Müminlere karşı şefkatli olmaktan[5] daha değerli olduğunu bildirir; bu güzel ve hayırlı öfkeye, sahiplerini teşvik eder.

10) Aile Pasifliği… Asosyal ve korkak bir ailenin yanında büyüyen veya çok öfkeli ve baskıcı bir ana-baba-kardeş ortamında yetişen bir çocukta bu fıtrat zedelenmesi kaçınılmazdır. Özellikle içine kapanık, uysal ve sessiz karakterli kişilerde…

İslam ve insanlık tarihinde baktığımızda görüyoruz ki, kendisinde bu şekilde bir yaralı fıtrat olduğunu hisseden ve bundan kurtulmak isteyen aklı başında kişiler farklı farklı yollar takip etmişler.

Bunlardan bir kısmı korkularının üstüne gitmeye, onların evhamlı bir görüntüden ibaret olduğunu benliklerine göstermeye çalışmışlar. Bu konuda Hz. Osman’ı (RA) misal gösterebiliriz. O çekingen yapısına rağmen ve sülalesinden çok az kişi iman etmesine rağmen ilk Müslümanlardan olmuştur. İslam öncesinde var olan Emevi-Haşimi mücadelesine rağmen Hz. Peygamber’in (ASM) sırasıyla 2 kızıyla evlenmiştir. Mekke’deki baskılara rağmen Habeşistan’a hicret etmiş, Medine’de yapılan Bedir savaşında akrabalarına karşı savaşmak istemiştir. Eşinin rahatsızlığından dolayı katılamasa da… Bu şekilde iç dünyasındaki bu yönle savaşmış ve galip gelmiştir.

Bazıları bir mürşidin kontrolünde bir terbiyeye girdiler. Bu konuya Hz. İbrahim’i (AS) misal olarak gösterebiliriz. O, Kur’anın genelinden anlaşıldığı üzere bir gaybî mürşidin irşadına tabidir. O mürşid Ona göklerin ve yerin melekûtunu, her şeyin Allah’ın idaresi altında olduğunu gösteriyordu.[6] Bu şekilde babası Azer’in baskısıyla zedelenen ve içe dönük karakteri evham noktasında yol alan genç İbrahim, gaybî mürşidinin irşadıyla kendini tedaviye başladı. O mürşid Ona önce hak ve hakikati öğretti. Sonra “Hak ve hakikatiyle bildiğin meseleyi, tatlı dille herkese söyle! Korkma! Çekinme! Sen, hak ve hakikat ile güçlüsün! Güçlü kişi, kendinden emindir!” dedi. Bu şekilde mürşidi ona konuşmayı, halka Hakkı dillendirmeyi hedef tayin etti. Nasıl çok öfkeli kişilerin susma problemi varsa, böyle fıtratı zedelenmiş içe dönük karakterli kişilerde de konuşamama problemi vardır. Oysaki düşünce ağırlıklı ve hakikati dillendirecek bir potansiyele sahip olmalarına rağmen… Halka hakkı seslendirmek, onların kendi kendileriyle ve vehimleriyle yaptığı “cihad-ı ekber” dir. Bu konuşma yolculuğunu genç İbrahim’in babası Âzer’e karşı yaptığı ikna edici konuşmada, bütün şehir ahalisine karşı puthanedeki ilzam edici hitabında, en nihayetinde ülkenin zalim kralı Nemrud’a karşı yaptığı ve Onu sükuta mecbur eden mantıklı sözlerinde görebiliyoruz.[7] Onun fikrî ve ilmî gücü, bütün muhataplarını âciz düşürdü. Hz. İbrahim (AS) tarzı kişiler mürşidlerinin emriyle halka hakkı tebliğ ettikçe, en başta ailesi olmak üzere herkesin hak karşısında âcizliğini temaşa ederler. Hastalığın kaynağı aileden başladığı için mürşidleri ilk önce yaralanmaya sebep olan aile ferdine karşı tebliği emreder. Tâ ki tedavi süreci hızlansın. Muhataplarının fikren âciz düştüğünü temaşa etmek, onların yaralı fıtratlarını yavaş yavaş tedavi etti ve onlara cesaret kazandırdı.

Bazıları ise bulundukları ortamı değiştirip ezici unsurlardan kurtulmayı tercih ettiler. Kur’an Yusuf (AS) kıssası ile bu tarz fıtratlara kemale erme yolu gösterir. Böyle karakterli kişiler Yusuf kıssasını kendilerine şöyle okudular: Bu ortamda kalmaya devam etsem değil gelişmek, eldeki mevcut hali dahi kaybedeceğim. Hakiki aile, çocuğu koruyan ve geliştiren bir yuvadır. Bana ise, burası aile vazifesi görmüyor. Madem Cenâb-ı Hakk, Hz. Yusuf’u (AS) zararlı kardeş ortamından uzaklaştırdı. O masum çocuğu böylece çok zedelenmeden kurtardı. Hem Onun eşsiz potansiyellerini gurbette açtı. Bu kıssa bütün zamanlara ve toplumlara hitap eden bir manevi kanun ve hikmetli derstir… Bu hikmet dersiyle bu yaralı fıtrat sahipleri de gurbette bir hayatı tercih ettiler. Aile ocaklarında bulamadıkları sıcak ve aydınlık ortamı gurbet karanlıklarında, Allah’ın velayeti ve sıcak dostluğu içinde arayıp buldular.

Bazıları ise gördüler ki duygularına hâkim olamıyorlar; kendilerindeki pasiflik ve korku potansiyelleri açılmış, büyümüş ve güçlenmiş. Bu kişiler Allah’a tazarru ve dualarla yalvardılar ve dediler ki: “ Allah’ım, nasıl Sen sevgi duygusunu kalbe Kendin için yerleştirmişsin. Bütün kalbimle sevilmeyi hak eden Sensin. Aynı şekilde ruhumu çeşit çeşit korkuları hissedecek şekilde yaratan Sensin. Ne olur bu korkuları yalnızca Sana karşı hissedeyim. Beni âciz kullarına karşı zelil etme! Beni evhamlarımın esiri kılma! Beni Senden başkasına karşı hissedilen korkulardan kurtar… ” Dualarını fikren destekleyecek şekilde tefekkür ettiler ve gördüler ki: “Karşısında asıl pasiflik, eziklik hissedilecek kişi, Allah’tır. Asıl korkulacak, O’dur. Korku, ruhum ile Rabbim arasında sürekli açık duran penceredir. Ben Ondan korktukça, Onun şefkatine daha çok sığınabilirim. Madem Allah, Mü’mindir; kullarına emniyet verir ve vermek ister. Hem madem O, Müheymin’dir; Onun şefkatine sığınan kullarını himaye kanatları altına alır. Madem benim fıtratım bu şekildedir. Bu duyguları öyle veya böyle fıtratım gereği yaşayacağım ve zaten yaşıyorum. Öyleyse en güzeli ve yücesi, bu duyguları hakka uygun şekilde Allah’a karşı yaşamaktır.” Bu kişiler enfüs ve âfaktaki azamet ve kibriya hakikatlerine dair deliller üzerine tefekkür ederek, hassas duygularıyla Allah rızasına odaklanarak takvalı bir hayat yaşamaya başladılar ve gördüler ki, kullardan korkmak ezici ve merhametsiz bir azap ve zillettir. Allah korkusu ise şefkatli, ferahlı, lezzetli bir korku ve bir izzettir.[8] Bu kişilere, Yeşilçam senaristi Ayşe Şasa’yı misal verebiliriz.

[1] Buhari, Edeb 76, Müslim, Birr 107, (2760); Muvatta, Hüsnü’l-Halk 12, (2, 906)

[2] Ebu Davud, Edeb 4, (4782).

[3] Ebu Davud, Edeb 4, (4784).

[4] Begavî, Mesâbîhu’s-Sünne, c. 1, s. 123, Hd. 30; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 198, Hd. 4599; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 146, Hd. 21341; Münzirî, Terğîb ve’t-Terhîb, c. 4, s. 14, Hd. 4593; Tebrizî, Mişkâtü’l- Mesâbîh, c. 1, s. 7, Hd. 32; Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtîh, c. 1, s. 107, Hd. 32

[5] Fetih Sûresi, 29.

[6] En’am suresi, 75.

[7] Nemrud vak’ası için Bakara suresine, puthane vakası için En’am suresine, Âzer vak’ası için Meryem suresindeki ilgili yerlere bakabilirsiniz…

[8] Bediüzzaman aid Nursi, Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve.

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-4

6) Kendini Tanımamak… Kendini tanımayan bir kişi, Allah’ın onun fıtratına, ruh programına koyduğu potansiyel yetenekleri bilemez. Bu potansiyelleri bilmeyen bir kişi, bunları alacağı öğrenim ve eğitim ile açamaz. Kurak arazide çay yetiştirmeye çalışan bir çiftçinin bütün emeklerinin zayi olması gibi ömrü ve emekleri zayi olur gider. Aslî yetenekleri açılamadan kalır. Bu şekilde ruhu ve fıtratı kilitlenen bir kişi fıtratına uygun ne bir meslek, ne bir sanat, ne de uygun bir sosyal çevre edinemez. Bunlar ise, bu kişinin mutsuz, huzursuz, rahatsız ve kararsız bir yapı almasına yol açar. Böyle biri kendini ifade edebileceği, kendini yaşayacağı, manasını bulacağı ve hissedeceği bir zemin bulamamış bir çiçek tohumuna, bir ağaç çekirdeğine benzer. Bu iğreti hal ise, fıtratı bozar. Hayat ve dünya ona manasız, karanlık ve abes gelir.

Bu mevzuu hem bildirme, hem ilacını sunma sadedinde Allah’ın Elçisi (ASM) şöyle der: “Kur’an, kalplerin baharıdır.[1] Kalb, akıl ve fuat (gönül) hakikatlerinin toplamına verilen Kur’ani bir isimdir.[2] Nasıl ki ilkbaharda tohumlar, çiçek olur; çekirdekler, fidan olmaya yürür. Aynen öyle de kişinin zihnî ve duygusal bütün yetenekleri Kur’an baharında beslenir, gelişir, büyür ve kendilerini ifade edecek hale gelirler. Aynı Kur’anı Bediüzzaman, Gazzali, İbn-i Arabi, İbn-i Sina, Kindî, İbn-i Rüşd gibi hikmet, ilim ve irfan erbabı da okuyor, besleniyor; Celaleddin-i Rumi, Geylani, Mevlana Cami, Cezeri, Ahmet-i Hani gibi aşk, muhabbet ve cezbe sahipleri de okuyor, besleniyorlar.[3] Demek herkes Kur’an’da kendini buluyor.

7) Yanlış Din Algısı… Din, fıtrattır. Fıtrat ise ruh–beden, madde–mana beraberliği ve etkileşmesi esasına dayanır. Bu etkileşimi Bediüzzaman Said Nursi şöyle anlatır: “Cesed ruhla mültezdir (lezzet alır); ruh, vicdanla mütelezziz.[4] Hem aynı kitapta mealen yine der ki: “Ceseddeki israf, ruh sıkıntısına yol açar.” Bu etkileşimi unutarak dinin sırf zâhirini, lafzını ve maddi dünyaya bakan yönünü baz alarak Yahudileşmek nasıl fıtratı bozuyorsa; dinin sırf bâtınını, mânâsını ve ruhani hayata bakan yönünü temel almakla Hıristiyanlaşmak da aynen fıtratı bozar. Mecusiler gibi laik ve “Din, dünya ayrıdır” şeklinde bir bakış daha köklü bir yanlıştır; fıtratı parçalayan bir şizofrenidir. Oysa din, İslam’dır. Yani barıştırmaktır. İslam madde–mana, beden–ruh evliliği ve beraberliğidir.

Bu noktada “Dinin temeli olan ruhanilik ve hazları bize yeter. Maddi hayatı Allah adına yaşamasak da olur” diyen bir grup sahabeye Allah’ın Elçisi (ASM) şöyle der: “Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Halbuki Allah’a yemin olsun Allah’tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen yerim; namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla beraber de olurum. (Benim sünnetim budur). Kim benim sünnetimi beğenmezse benden değildir.[5]

Bu gruptaki sahabelerden evli olan Osman bin Maz’un’a (R.Anh) özel tavsiyesi şudur: “Bil ki, ben, hem uyurum, hem namaz kılarım; oruç da tutarım, kadınlarla evlenirim de… Ey Osman, Allah’tan kork! Zira ailenin senin üzerinde hakkı var, misafirin senin üzerinde hakkı var, nefsinin senin üzerinde hakkı var. Öyle ise bazen oruç tut, bazen ye. Namaz da kıl, uykunu da al.”[6]

Demek ki din, her hak sahibine hakkını vererek itidal ve fıtrat üzere yaşamaktır. Bu açıdan bakılınca şunu rahatlıkla diyebiliriz: Dinin sırf zahirini baz alan Haricilerin ve takipçilerinin dengesiz, Kur’ana ve Sünnet’e aykırı tavırları bozulmuş fıtratlara nasıl misalse, riyaya girmeyeyim diye şarap içen hak yolundan sapmış bazı tarikatların Kur’an ve Sünnet’e zıt tavırları da aynen öyle bozulmuş fıtrat belirtisidir.

8) Fakir Düşme Korkusu… Ailesinde veya yakın çevresinde cimri birisi bulunan, küçüklüğünden itibaren sık sık “Harcama! Dur! Sonra muhtaç duruma düşersin…” sözlerini telkin-vari duyan birisinde böyle bir hastalık kaçınılmazdır. Bu telkinlerin arkasında, madde aşkı ve ruhanilikten uzaklık vardır. Fakir düşme korkusu, böyle bir şahsın iç dünyasında şeytanın yayın yaptığı bir kötülük merkezi halini alır.

İslam tarihine baktığımızda görüyoruz ki kendisinde böyle bir yön olduğunu, fıtratının bu noktada yaralanmış olduğunu hisseden aklı başında kişiler bu olumsuz duyguya karşı sınır tanımayan bir cömertlik anlayışıyla bir iç savaş başlatmışlar. Cömertlik kişiyi fakir etmediğini, verene Allah’ın daha çok verdiğini, fakir düşme korkusunun yersiz bir kuruntu olduğunu tecrübe ede ede görmüşler; madde âşığı nefislerine dahi göstermişler. Bu konuda Hz. Ebu Bekir’i (RA) misal verebiliriz. Sahabe hayatına dair Tabakat kitaplarını incelediğimizde Onun babasının fakir düşme korkusu taşıdığını, evladını da bu korkuya dair telkinler altında büyüttüğünü görebiliyoruz.

Hz. Peygamber (ASM) cömertlik hakkında şöyle der: “Cömert, Allah’a yakındır, Cennete yakındır, insanlara yakındır, ateşten uzaktır; cimri ise Allah’tan uzaktır, Cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır, ateşe yakındır. Muhakkak cömert bir câhil, Allah Teâlâ’ya cimri bir ibadet ehlinden daha sevimlidir.[7]

Hem Hz. Peygamber (ASM) cömertlik edene Allah’ın daha çok verdiğinden o kadar emindir ki, arkadaşı Ebu Zerr’e (R.A) şöyle der: “Yanımda şu Uhud dağı kadar altın olsa bu beni sevindirmez. Bir borcu ödemek için ayırdığımdan başka da yanımda bir dinar ( altın para ) bulunarak üç gün geçmesini istemem. –Resulullah önüne sağına soluna ve arkasına elleriyle verme işareti yaparak– yanımda bulunanı Allah’ın kullarına şöyle şöyle dağıtmak isterim.[8]

Hem diğer bir hadisinde de şöyle der: “Bir müminde 4 vasıf bir araya geldiğinde Allah ona Cenneti vâcib kılar: Dilinde doğruluk, malında cömertlik, kalbinde şiddetli hak sevgisi, halk içinde veya yalnızken samimiyet.[9]

[1] Mecmeu’z-Zevâid, 10:136; Hâkim, Müstedrek, 1:509.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, Bakara Sûresi Tefsiri, 7. Âyet.

[3] Bu Allah dostlarını akıl ve gönül erbabı olarak sınıflandırmamız, ağırlıklı yönleri itibariyledir. Aşk ehli dediklerimizde de irfan vardır; irfan ehli dediklerimizde de aşk ve muhabbet vardır.

[4]Hakiki Bütün Elem Dalalette, Bütün Lezzet İmandadır” bahsi. (Sözler, Lemeat)

[5] Buhari, Nikah 1; Müslim, Nikah 5, (1401); Nesai, Nikah 4, (6, 60).

[6] Ebu Davud, Salat 317 (1369).

[7] Tirmizî, Birr, 40.

[8] Buhârî İstikrâz 3 Rikak 14; Müslim Zekât 32.

[9] Ramuzu’l-Hadis, 2:438.