eymen akca tarafından yazılmış tüm yazılar

1980 Samsun doğumluyum. İstanbul Üniversitesi İktisat ve İlahiyat mezunuyum. İslam Tarihi bölümünde yüksek lisans yapıyorum.

Bediüzzaman Said Nursi’de Rabıta-yı Mevt

Râbıta, kişinin hakikat ile arasında bağ kurmasıdır. Mevt ise, hayatî faaliyetin sona ermesi ve ölümdür. Bu manada rabıta-yı mevt, kişinin ölüm hakikati üzerine ve kendi kişisel ölümü hakkında tefekkür edip odaklanmasıdır. Ölüm rabıtası, Said Nursi’nin Eski Said’den Yeni Said’e yolculuğunda anahtar rolü oynayan, Âhiret’e tahkiki imanı elde etmesine vesile, tam manasıyla halktan mütecerrid uhrevi bir hayat yaşama kararını vermesinin ana sâikidir. Kendisi şöyle der: “ Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim. ” 4 kelamı izah ederken şöyle der: “ İkinci kelâm: Ölüm haktır. ”Said Nursi’nin bahsettiği bu öğrenmenin, ölümün hakikatini keşfetme manasında olduğu bedihîdir.

Said Nursi, rabıta-yı mevt ile ihlas arasındaki kopmaz ilişkiden dolayı rabıta-yı mevtin tarih boyunca hep yapıldığını ve bunun 2 usulle gerçekleştirildiğini şöyle ifade eder:

“ Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, “Râbıta-i Mevt”tir. Evet ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel ( uzun süreli arzular ) olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yâni: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desîselerinden                    ( aldatmalarından ) kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarîkat ve ehl-i hakîkat, Kur’ân-ı Hakîm’in ” Küllü nefsin zâkatü’l-mevt “, ” İnneke meyyitün ve innahum meyyitûn”[1] gibi âyetlerinden aldığı dersle, râbıta-i mevti sülûklarında ( fikrî yolculuklarında ) esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti ( dünyada ebedilik kuruntusunu ) o râbıta ile izâle etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir sûrette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi     ( faydaları ) pek çoktur. Hadîste ” Eksiru zikra hâdimü’l-lezzât “[2] -ev kemâ kal Yâni: “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu rabıtayı ders veriyor.

Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakîkat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî sûretinde yapmağa mecbûr değiliz. Hem meslek-i hakîkata uygun gelmiyor. Belki âkibeti düşünmek sûretinde, müstakbeli zamân-ı hazıra getirmek değil, belki hakîkat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayâle, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini ( ölümünü ) gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar. ”[3]

Bediüzzaman ruh terbiyesine ayırdığı Lem’alar kitabında birçok bölümde rabıta-yı mevti işler. Özellikle İhtiyarlar Risalesi olarak bilinen 26. Lem’a tamamı farklı yönlerle yapılmış bir rabıta-yı mevt şaheseridir. En ümitsiz bir yaşlıya dahi ümit ve teselli verecek pencereler açar. Sünnet-i Seniyyeye dair yazdığı 11. Lem’ada rabıta-yı mevt ile psikoloji bilimi noktasında “ İlerleme ” ismiyle anılmaya seza psikoterapik bir yol keşfeder. Batı felsefesi ile Kur’an hikmetinin mukayesesine ayrılan 17. Lem’ada birçok notada ölüm üzerine tefekkür, tahkik ve tedkikler yapar. Bunlardan 1. ve 3. Nota’lar çok kritik tespitlerde bulunuyor. Bunları Risale-i Nur Külliyatı’ndaki diğer ilgili bahislerin ışığı ve yönlendirmesi altında kısaca şerh ve izah etmeye çalışacağım:

Bediüzzaman 1. Nota’da dünya hayatı ve bizi çevreleyen şeylerle bizim temaslarımızın, alakamızın ne derece olması gerektiğini; onların mahiyetlerini göstererek açıyor.

Said Nursi önce en geniş daireyi ele alıyor: Bütün kâinat… Başlangıcı olan her şeyde olduğu gibi kâinatın da bir sonu var. Onun ölümü, kıyamet vaktindedir. Kıyamet esnasında dünya hayatında bizim sevdiğimiz, değer verdiğimiz ve bağlandığımız her şey, dağlardan bağlara kadar, çiçeklerden yıldızlara kadar, görkemli saraylardan en ince sanatlara kadar parça parça olacak… Yani fânidir. Daha sonrasında süren yolculukta bize arkadaşlık etmeyecek…

Bediüzzaman daha sonra asrımızı gösteriyor. Her insanın yaşadığı asırdakilerle öyle veya böyle gönül bağı, ihtiyaç ve saire bağları kurulduğunu, bütün bu bağların 100 yıl tamamlanana kadar günden güne koptuğunu ifade ediyor. Bu bağların çoğunun bize arka çevirip terk ettiğini, berzah seferinde arkadaşlık etmediğini izah ediyor. Bu bölüm asrımızın kıyameti…

Asrımız içinden de Said Nursi halkayı daraltıyor. Bizim ömrümüzün sonuna işi getiriyor. Yani bizim kişisel kıyametimize… Sevdiğin ve bağlandığın mal, mülk, diploma, makam, mevkinin hiç biri, değil kabre seninle girmek, kabir kapısına kadar seni uğurlamaz, diyor.

Sonra işi daha da daraltıp ömrümüzün bir safhası olup kadınlar için güzellik ve erkekler için kuvvetin zamanı olan gençliğe sözü getiriyor. Her bir insan gençliği seviyor. Gençlik hayatın baharıdır. Potansiyel yetenekler, gençlik baharında çiçek açarlar. Bununla beraber gençlik ömrün en tehlikeli dönemidir. Bediüzzaman da bu kısma değinerek gençliği tarif ediyor: “ Bir-iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan… ” İnsanların günahları genelde gençliğe aittir veya gençlikte başlıyor.

Sonra Said Nursi işi tekrar daraltıp ömür boyunca tadılan, çoğu insan açısından hayatın varlık gayesi sayılan zevk ve lezzetlere konuyu getiriyor. Meşru ve gayr-ı meşru olsun maddi hayatın zevk ve lezzetleri, madde sadece an içinde var olduğu, geçmiş ve gelecekte bulunamadığı için, maddi zevk ve lezzetler de anlık oluyor; kısa süre içinde bitiyor. Eğer tadılan lezzetler meşru ise hayıflanmalara, “ Keşke bitmeseydi ” diye acılı şikâyetlere ve yaralı ruh hallerine yol açıyor. Eğer gayr-ı meşru ise zehirli bir bal gibi oluyor. Anlık zevk verse de sürekli bir acıya yol açıyor…

İnsanın dünya ve maddi hayat ile halka halka şeklinde, farklı süre ve periyodlara dayanan ilişki ve irtibatlarını bu silsilede görebiliyoruz. Burada Bediüzzaman bir nokta koyuyor: Ölüm sonrası bir yolculuğun var. Dünya hayatında inkılablar yaşıyorsun; bebeklikten çocukluğa, oradan gençliğe, oradan olgunluğa, ondan sonra yaşlılığa… İşte bu yolculukta birçok şey ezilip, dağılıp gidiyor. O şey istemese dahi, insan istemese dahi… Fakat insandaki bir yön gitmemelerini istiyor. Berzah âleminde de anne karnındaki bir bebeğin büyüyüp doğması gibi insanın manevi halleri, şekilleri ve oraya has suretleri var. O esnada da birçok şey insandan ayrılıyor. Ayrıca Âhiret hayatında da çok inkılablar olacak. Buradaki birliktelikler orada birbirinden kopacak… Aklını düzgün kullanan ve risklerden çekinen bir kişi için, onu ebediyet Cennetine götürmeyen, bir süre sona ondan ayrılmaya mahkum şeylere gönül bağlaması hakikat noktasında kendine bir zulümdür.

İşte burada Bediüzzaman insanın içinde bulunan bir latifeden yani manevi özellik ve cihazdan bahsediyor ve bize sesleniyor: “ Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez.[4]

Buradaki latife, insan ruhudur. Ruh, ebediyet ister. Her yöneldiği şeyde ebediyeti arar. Ebediyet cilvesi taşıyan işlere odaklanır, onda kendini kaybeder. İlim, hikmet, muhabbet gibi… Fânilere tenezzül etmez, edemez…

İnsan ruhu, diğer insanların rızasını, teveccühünü, takdirini ister görünür. Tâ ki bu sayede kendini sevdirsin, onlardan ona zarar gelmesin… Yani ruh esasında emniyet arar. Dünyevi tazyikler ve korkular ruhu ezer, hayatı ona bir zindana dönüştürür. Bu manada ruhun nefes alacağı nokta her şeyin bir elden idare edilmesi, her şeyin tek bir iradenin kontrolü altında olmasıdır. Bu ise Rene Guenon’un tespit ettiği üzere “ Ebediyet denilen Huzur-u Mutlak ” hakikatiyle mümkündür.[5] Mutlak Huzur ise, Allah’a mahsus bir realitedir. Ruhun ferahı, nefes alması ve memnuniyeti Ebedî Zât olan Allah’a odaklanmasında, Onun rızasını, teveccühünü, takdirini kazanmasındadır.

Evet ruhun muhtaç olduğu “ mutlak emniyet ” i ona verebilmek, her şeyi bizzat ilmiyle yaratan ve idare eden Allah’a mahsustur. Bu noktada ruhun kendini her an Allah’ın huzurunda Onun tarafından kuşatılmış olarak hissetmesi, her şey gibi kendisinin de Onun idaresi ve tedbiri altında olduğunu fark etmesi, her şeyin ipi elinde olan Allah dilemedikçe hiç kimse hiç kimseye zarar veremediğini Tevhid ile görmesi ruha nefes aldıracak tek penceredir.. Bu seviyeyi Muhyiddin-i Arabi “ tevhid-i ehadiyet ” olarak isimlendirir.[6]

Ruhun bu arzusu, arayışı ve tatmini onun fıtratının gereğidir. Ruhun vatanı, Nur âlemidir. Allah’ın nurunu görmeyen bir ruh için dünya karanlık bir gurbettir. Fakat ne zaman bu âlem içinde Allah’ın nurunu görmeye başlar o vakit dünya onun vatanı olur. O zaman herkes ona gurbette görünür.

3.Nota’yı Said Nursi dünyanın fâniliği ve insanın dış dünya ile bağına ayırır. Kıyamet, dünyanın ölümüdür. İnsanın ölümü ise, küçük kıyamettir. Her bir insanın, Bediüzzaman’ın “ hususi âlem ” dediği kişiye özel bir dünyası bulunuyor. İnsan öldüğünde bu hususi âlem yıkılıyor ve çöküyor. Bu da hususi kâinat olduğundan onun ölümü de bir çeşit kıyamettir.

Fakat başka bir açıdan dünyanın ölümü küçük kıyamet sayılabilir. Çünkü dünyanın ölümü veya diriliği insanın Âhireti hakkında kesin bir hüküm vermiyor. Fakat insanın ölümü insanın Âhireti hakkında bir mühür oluyor. Ömür defteri ecel mührüyle damgalanıyor; hayat mektubu mevt ile hâtimeye eriyor. Bu açıdan insanı bire bir ilgilendirdiği için psikolojik manada insanın ölümü asıl ve büyük kıyamettir. Dünya, insan doğmadan da vardı; insanla da var; insan öldükten sonra da var… Biz gelip gidiyoruz… Geniş plandan bakılınca, üstünde yaşadığımız gezegen de bir gün geldi, o da yaşıyor ve bir gün oda gidecek ve bitecek… Daha geniş planda içinde bulunduğumuz kâinat da varlık âlemine geldi; şimdi varlığı devam ediyor; fakat o da her varlığı başlayan gibi bir gün bitecek… Fânilik mührünü ölümü olan kıyametle gösterecek. Bu açılardan “ kıyamet-i Kübra ”, mevtimiz; “ kıyamet-i suğra ” ise, dünya ve kâinatın mevtidir.

Bediüzzaman bu Nota’da insanın ölümünün kolaylığını ve her an gerçekleşebileceğini, insanın hususi âlemi ve kâinatla ilişkilerini ayna misaliyle çok net olarak gösteriyor. Ayna, camdan yapılır. Cam ise, en kırılgan cisimlerden biridir. Kemik kırılsa da kaynar; et, yırtılsa da iyileşir. Fakat cam kırıldı mı bir daha eski ayarına dönmez. İnsanın hâli, elde tutulan aynaya benziyor. Her bir insan İlâhî Kudret Eli’nde tutulan bir ayna gibi… Öyle bir ayna ki, karşısında kâinat var. Kişiler kâinatı evi gibi görür. Bu manada hâne gibi ona yansır. Kendini güvende hisseder. İnsan evinde kendini güvende ve sükunet içinde hissediyor. Bu yönüyle eve, Arapça’da mesken ( sükunet bulma yeri ) denilir. İnsanın dış dünyaya bu şekilde bakışı dinin “ iman boyutu ” yla ilgili…

Daha ileri seviyede kişinin algısına göre kâinat muntazam bir şehir olarak görünür. Kişi o intizama uymakla şehrin düzenine tabi olur; o düzenin nimetlerinden istifade eder. Kişi bencilliği terk ederek kudsiyet elde eder. Kudsiyetin verdiği selamet ile iklimi ile, kavgasız bir hayata tabi olduğunda İslamiyet ona kâinatı bir şehir gibi istifade sahası olarak sunar. Kılınan namazlar, âlemin nizamını ona gösterir. Bu manada kendini kâinat şehrinde bir vatandaş gibi hisseder; ufku büyür. İnsanın dış dünyaya bu ufuktan bakışı dinin “ İslam boyutu ” yla ilgili…

Daha ileri seviyede ise, insan kâinatı bir güzellik bahçesi olarak görür. Kendini o güzellik bahçesinin nadide bir gülü, hakikati şakıyan bülbülü gibi hisseder. Kainatın güzelliğini tamamlayan, onu aşk ile süsleyen bir figür halini alır. İnsanın dış dünyaya bu şekilde bakışı dinin “ ihsan boyutu ” yla ilgili… Bu seviyeye gelen kişiye her şey güzel olarak görünür veya ondaki gizli güzellikler görünür hale gelir.

Kâinat insana bu 3 seviye ve şekilde yansır. İnsanın iç dünyası öfkeliyse vicdan aynasının rengi değişir ve kâinatı öyle görür ve hisseder. Eğer karamsarsa, algıda seçicilikle kâinattaki hüzünlü ve geçici şeyleri görür hale gelir. Eğer tefekkür ehli olarak berrak bir vicdan aynası ile kâinata yönelirse her şeyi olduğu gibi görür ve hisseder. Bu seviyeyi Hz. Peygamber (ASM) “ hakkı hak olarak görme, ona tabi olup rızıklanma; bâtılı batıl olarak görme ve ondan uzak durmakla rızıklanma ”[7] olarak ifade eder ve Rabbinden talep eder. Mal ve mülk, evlat ve eş işin esasında insanın dışındadır; onlar insana yansır. Biz, onların bize yansıyan görüntüsünü ve göreceli sorumluluğunu taşımaktan âciziz, yoruluyoruz. Onları yaratma, yaşatma, bedenlerini idare etme, ihtiyaçlarını giderme, onları koruma ve saklama vazifeleri hakikatiyle bize kalsaydı mahvolurduk. Endişeleri insanın ruhunu ezmeye yetiyor. İnsan âciz ve zayıf beline dünyaları yük yapıyor. Ölümle hayat aynamız kırılınca, her şey geride kalıyor ve onlar dünya hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Mesela bir mahkum kendisi içerideyken ailesi hayatlarına güzelce devam ediyorlar. Aynı durum herhangi bir insan öldüğünde de olacak. Mühim olan nasıl ömür geçirildiği; dış dünyayla irtibatın hakkını verip tehlikelerinden kurtulup kurtulunmadığı, ebediyetin mutlak huzur ve mutluluğuna erişilip erişilmediğidir.

Dış dünya, bir imtihandır. Bu imtihanı verip dış dünyayı kendisi için Allah’a ayna, Allah’tan gelen bir mektup ve bir hediye, Allah’a götüren bir yol ve vesile; Allah’a varan bir araç ve vasıta kılan kişi; Âhirette Cennet’ten o nispette istifade eder. Cennet, Onun için birçok kişiye göre daha farklı görünecektir. İmtihan hakikatinin sırrı, kalite kanununa tabi olarak, kalitenin sonsuz mertebelerinde yol almak ve tekemmül etmektir. Elbetteki dünya hayatında bütün ruhuyla Allah’a odaklanıp kemale eren bir kişi ile madde-mana dengesini tutturamayıp Cennet’e kendini zor atan bir kişinin ebedî hayatlarının standartları aynı olmayacak… Vakıa suresinde anlatıldığı üzere…

Yukarıda izah ve şerhini yapmaya çalıştığım 1. ve 3. Nota’nın asıl metinlerini aşağıya aktarmak istiyorum. Çünkü herkesin istifade ve idrak çapı seviyesine göre ve farklı farklıdır. Bunun için okuyucunun müellifle doğrudan muhataplığı açısından bu aktarım önem arz ediyor:

BİRİNCİ NOTA: 

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki: Şu âlemin fenasından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabiyle senden müfarakat eden ( ayrılan ) bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Husûsan senin asrının inkırâziyle ( çöküp dağılmasıyla ) seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve husûsan seni kabir kapısına kadar teşyi’ etmeyen ( uğurlamayan )… husûsan bir iki sene zarfında ebedî bir firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan… husûsan senin rağmına olarak husûlü ( elde edilmesi ) anında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak, kâr-ı akıl değildir. Eğer aklın varsa; uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvarında ( formlarında ) ve dünyevî inkılâbâtının müsâdematı ( darbeleri ) altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevalinden kederlenme. Sen kendi mâhiyetine bak ki:

Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtîfe var ki, ebedden ve ebedî Zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivasına ( Ondan başkasına ) tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine mutî ( itaatkar ) olan o sultanına itaat et, kurtul!..

ÜÇÜNCÜ NOTA: 

Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his ( his yanılgısı ) nev’inden gâyet muvakkat dünyayı lâyemut ( ölümsüz ) ve dâimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sâbit ve müstemir ( devamlı ) gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sâbit telâkki ettiğinden, yalnız Kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve husûsi dünyan, dâimî zeval ve fena darbesine ma’rûzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan ( yanılgın ) şu misale benzer ki:

Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misalî ( görüntü tarzı ) bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna ( en hafif ) bir hareket ve küçük bir tegayyür ( başkalaşma ) âyinenin başına gelse, o misalî hâne ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakîki hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana fâide vermez. Çünkü senin elindeki âyinedeki hâne ve sana âid şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ( ölçü ) ve mîzan ( tartı ) iledir.

Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hâne ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Mâdem öyledir; sen, bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme!..

[1]Her nefis ölümü tadıcıdır.” ( Âl-i İmrân Sûresi, 3:185 ) Ve “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” ( Zümer Sûresi, 39:30.)

[2] Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 21. Lem’a, 4. Düstur.

[4] Lem’alar, 17. Lem’a, 1. Nota.

[5] Bakınız, Varlığın Mertebeleri…

[6] Bakınız, Tedbirat-ı İlahiye, Ahmed Avni Konuk şerhi…

[7] İmam-ı Gazali, İhya-yı Ulumu’d-Dîn.

Kur’ana Dair Sorular ve Cevaplar-1 ( Yemin Bozmaya Dair )

  1. Soru: Tahrim suresi 2’de “ Allah sizin yeminlerinizi bozabilmenize imkân tanımıştır ” diyor. Yemin bozmadan kasıt nedir? Allah bunda ne demek istemiştir?

Cevap: Aslında âyette “ Kad faradallahu lekum tahillete eymânikum ” diyor. Birebir meali şudur: “ Allah yeminlerinizi bozmayı sizin için farz kıldı. ” Bu meal garib görünüyor. Fakat doğrudur. Burada kasdedilen yemin hangi yemindir ki, Allah bozulmasını farz koşuyor. Bunu önceki âyette görüyoruz: “ Allah’ın helal kıldığını kişi kendine haram etmeye kalkıp bu konuda yemin ederse…

Bir şeyi haram ve helal etmek, Allah’a mahsus bir sıfattır. Efendimiz (ASM), eşlerinin bir tavrı üzerine, aile huzuru kaçmaması için, eşlerinin rızasını gözeterek “ Kendisine bir nimeti haram ediyor ve artık bir daha hayatımda ona yer vermeyeceğim ” diyor. Bunun üzerine bu âyetler geliyor. Önceki âyet mealinin bir kısmı şöyle: “ Ey peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak, Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? ” Rivayetlere göre bu nimet, “ bal şerbeti ” dir. Ki Efendimiz (ASM), bu şerbeti de çok severdi.

Bu âyetler bize, helal haram edecek tarzdaki yeminlerimizin geçersiz olduğunu, Allah’ın helalden istifadeden razı olduğunu, helal nimetleri kendine haram etmeye kalkmanın, bunu da insanların hatırı için yapmanın doğru olmadığını vurguluyor. Sonraki âyetlerde Efendimiz’in (ASM) 2 eşi bu olaya sebep olduğu için onlara da ikaz var. “ Peygamberim size muhtaç değil. Sizden daha hayırlı, her noktada ileri dul ve bâkire kadınlar var ” diye onlara da bir ölçü veriyor.

Bu tarz vakalar, günümüzde de yaşanmaktadır. Bu tarz yeminler eğer fıtrat düzenine aykırı ise, geçersizdir; böyle yeminleri bozmak farzdır. Bu yeminleri devam ettirmek, fıtrata zulümdür, haramdır.

Psikolojik yönü de şu: Helali bu şekilde haram edip fıtratı kendine daraltan ve dengeden sapan kişi, başka bir imtihanla karşılaşırsa haramı da kendine helal etmeye kalkabilir. Bu cihetten Cenab-ı Hakk, fıtrattan sapmaya, kendi başına bu tarz kararlar almaya müsaade etmiyor.

Fakat başka tarzda yeminler, adaklar v.s. sözlerin yerine getirilmesine dair âyetler var. Onlar fıtrata ters değil, bilakis destekleyicidir.

Ruh Hakkında Sorular ve Hakikate Uygun Cevapları-2

Soru 3: Ruhun madde ile ilişkisi nasıl? Kişinin şuur seviyesine göre bu nasıl algılanıyor?

Cevap 3) Ruh, maddi ve gözle görünür bir vücud sahibi değildir. Fakat ruh, maddeyi kuşatıyor, onun her yerine giriyor ve onu çekip çeviriyor. Tıpkı esen bir rüzgârın, bir ağacı ve bütün yapraklarını aynı anda hareket ettirmesi gibi… Ruh ve madde arasındaki bu temas hakikati, insanların şuur ve ilim seviyesine göre farklı farklı yansır.

Sıradan halk kitlesi için beden bir elbise, ruh bir kişidir. Ölüm, elbisesini çıkarmak gibidir. Ruh, ölümle bu maddi ve kalın kış elbisesini çıkarır, Berzah Âleminin manevi ve ince yazlık elbiselerini giyer.

Allah âşığı evliyalar gibi, dünyayı ve maddiyatı sevmeyenler için beden, bir kafestir; ruh ise, bir kuştur. Ölüm, ruh kuşunun yücelere varması, maddenin daraltıcı dünyasından kurtulmasıdır. Ruh, ölümle dünya kafesinden kurtulup Berzah Âleminin bahçelerinde gezinir, meyvelerinden yer.

Sahabeler gibi dünyayı Âhiret tarlası bilip eken, Allah’ın sanat eseri bilip seven, zevk ile temaşa edenler için beden, bir saray; ruh ise, saraydaki sultandır. Ölüm ise, fani saraydan ebedî saltanat ülkesine geçiş ve göçüştür. Ruh, ölümle harabeler diyarından ayrılır, ebedî ihtişamla buluşur. Fakat hiçbir ruhun şuur meşalesi ölmekle söndürülmez.[1] Ruh-madde ilişkisi insanlık dünyasında bu şekilde algılanılmış ve algılanılıyor!

Ruhların dünyadaki yaşantıları gibi ölümleri de farklı manalar ifade ettiği için ölümlerine farklı isimler verilir.

Görüntüsü insanca fakat yaşantısı hayvan gibi olanlar için, ölüm bir gebermedir.[2] Kabir ise, bu hayvan leşlerinin atıldığı bir Cehennem çukurudur.

Bazısına ise ölüm, hayat denen faaliyetin sona ermesidir. Bu, sıradan müminler içindir. Onlar açısından hayat, sürekli akan bir nehir gibidir. Ölüm ise, bir deltadır. Kabir ise, ahbaplar denizine bir dökülüştür.

Bazısı içinse ölüm, bir vefat ve dönüştür; vefâlı Sevgili’ye kavuşmadır. Ehl-i kalb veliler gibi…[3] Kabir ise, Ölümsüz Sevgili’nin köşkünün kapısıdır. Onlara selâm ve selâmet vardır.

Hayatın sırrına vâkıf olan bazıları içinse ölüm, bir rücu’ ve aslına varıştır. Yani Yüce Dost’un huzuruna, şehid bir asker ve bir sabır kahramanı olarak giriştir.[4] Kabir ise, dünya askeriyesinden çıkış yeridir. Böyle kişilere ölüm anında bir rahatlık ve güzel koku ikram edilir ve hürmet gösterilir.[5]

Soru 4: Ruhların dünya yolculuğunda peygamberlerin fonksiyonu nedir?

Cevap 4) Her insan 40 hatta 60 yaşına kadar belirli bir şuur seviyesine kadar gelir. Peygamberlik ve din gelmezse o şuur, kişilerde ve olaylarda boğulur. Çünkü her insan her şeyi birbirinden bağımsız ve kopuk gören bir “akıl ” ile dünyaya geliyor. Hem güzelliklere müptela sayısız kör hisler içeren bir “ kalb ” taşıyor. Hem maddeye âşık nankör ve hırslı bir    “ nefis ” sahibi bulunuyor.

Dinin temeli olan Tevhid eğer o ruh tarafından elde edilmezse pırlanta gibi değerli olan akıl, hayatı ona zehir ediyor. Geçmiş zamanın üzüntülerini ve gelecek zamanın korkularını onun başına birer tokmak gibi vuruyor. Hem insanların derin ve karanlık duygularına, dünyanın ve hadiselerin okyanusuna yüzme bilmeyen dalgıç gibi daldırıyor. Ve  vurgun yediriyor. Birçok psikolojik rahatsızlığın kaynağı, insan aklının kişilerde ve olaylarda takılıp kalmasıdır. Öfke kaynaklı nevrozların, hüzün kaynaklı obsesyonların dayanağı aklın rehbersizliği, tevhid ufkuna yükselememesidir.

İnsanın güzelliğe meftun, sonra’ya karşı kör duygular sahibi kalbi ise, ona hayatı bir Cehennem ve azaba çeviriyor. Sayısız ayrılıkların acılarını ona yaşattırıyor. Diğer insanlar ve canlılara karşı karanlık ve âciz bir merhamet duygusunda onu kavurup duruyor.

İnsanın kör, nankör ve doyumsuz nefsi ise, anlık zevklerin peşinde onun ruhunu hatsa ettiği gibi cismini de harap ediyor. Dehşet verici hırsıyla, hayatta tattığı ve sahip olduğu sayısız güzellik ve nimetleri ona kıymetsiz gösterip her şeyden şikâyet ettiriyor. Bütün bunlar insanda psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor ve kişiyi mutsuz ediyor.

Mesela sebeplere takılma problemi Hz. Musa (AS) gibi dışa dönük, öfkeli ve sosyal bir karakter için kaçınılmazdır. Bu noktada Onun zihni terbiye için Hz. Hızır gibi bir mürşid-i Rabbâni’ye muhtaçtır. Hz. Hızır, Ona 3 vakayı bizzat yaşattırır. Fakat O, duygusal bakışıyla meselelerin hikmetini göremez. Bu imtihanlar iş kazaları, çocuk ölümleri ve kötülüğe karşı yapılan iyiliklerdir.[6] Sonra Hz. Hızır olayların, İlâhî iradeye dayanan hikmet ve manalarını anlatınca Hz. Musa’nın (AS) dalgalanan duyguları yatışır.

Peygamberlerin getirdiği tevhid[7] ve iman, teslimiyet ve islam her bir ruha bu dünyayı bir mutluluk sarayı yapıyor. O gamlı ve bunalımlı akla, kâinatı bir hikmet kitabına dönüştürüyor ve satır satır okutturuyor. Hem o yaralı ve mahzun kalbe, dünyayı İlâhi bir sanat ve rahmet gösterip manevi bir Cennet’e çeviriyor. O nankör nefsi ise, arıtıp terbiye ederek Cennet’e layık şükredici bir hale getiriyor. Kâinatı, hoş kokulu bir Tûba Ağacı kılıyor. Âlemi ona Allah’ın cemal ve kemalini gösteren bir Nûr Âlemine dönüştürüyor; rahmet ve hikmet hakikatlerini keşfettiriyor.

Dinin kutsallık ve nuru, her bir ruh için, bu yönleriyle maddi hayatı iki cihan saadetinin vesilesi kılıyor. Bu noktalara binaen Üstad Bediüzzaman “İman, şiddetli bir zekâ verir” der.[8] Yani dinin itikad ve amel yönleri, her şeyin özünü gösterecek şekilde kişinin şuurunu artırır ve yükseltir.

Peygamberlerin bu hizmetinin temeli, “sıdk” (doğruluk) hakikatidir. Peygamberlerin en büyük vasfı da, doğruluklarıdır.[9] Bu yüzden kendilerine iman edenlere verdikleri ilk ders doğruluktur.

Bunun sırrı şudur: Dinin temeli, imandır. Hakiki iman ise, ilimle olur. İlim ise aklın, delillerle gördüğü hakikati tasdik etmesidir. Yani doğruyu delilleriyle görünce “Doğru, budur” demesidir. İman ise, aklın bildiği hakikati, kalbin kutsallık içinde görmesi ve hissetmesidir. Bu görüş ve hissediş ise, bencillikten kurtulmakla olabilir. Çünkü bencillik, hakikati hissettirmez ve küçük gösterir. Kutsallık ise, hakikatin evrenselliğini ve kuşatıcılığını hissettirir. Bu hissediş ise, kişiye güven verir. Hakikate bağlılık ve ondan feyz almak, doğrulukla devam eder. Yalan ise, bu kutsal bağlantıyı keser.

Evet yalan, habis bir ruh ve şeytan bir İblis’tir. Onun girdiği her yer harap olur. Yalan bir aileye girse, o aile yıkılır. Ticarete girse, bozar. Sosyal hayata girse parça parça eder. Doğruluk ise, bir kutsal ruh ve Cebrail’dir.

Evet, doğruluk üzerine iki cihan kurulur. Din binası yükselir. İnsan ve kâinatın hakikatleri keşfedilir. Kâinatın yaratıcısı ve insanın Sanatkârı akıllara ve kalplere görünür. Doğruluğun bu çok köklü ve elzem yönünden dolayı Kur’an, nebilerden sonra en üstün insan sınıfını, “sıddîklar” (hakikate son derece bağlı doğru kişiler) olarak gösterir.[10] Hem doğruluktan taviz vermemek için dua etmeyi farz kılar: “De ki: ‘ Rabbim! Girdiğim her yere doğrulukla girmeyi, çıkarken de doğrulukla çıkmayı nasip et! İmtihanlarımda doğruluktan ayrılmamak için bana katından güçlü bir delil kıl. [11]

Peygamberler insanları Hakikate uyandırmak ve diriltmek için gönderilirler. Peygamberlerin gelişine “ bi’set ” denilir. Ki Esma-yı Hüsna’dan Bâis isminin eseridir. Ölümden sonra diriliş “ ba’sü ba’del-mevt ” denilmesi gösterir ki, peygamberler dinden uzaklaşmakla ölen toplumları ölümlerinin ardından diriltmek üzere gönderilen İlâhî bir yağmur ve rahmettirler. Dinin nefret ettiği şuursuzluk ve vurdumduymazlık haline, “gaflet” denilir. Gaflet, manevi bir uykudur. Hakikati görmeme ve hayaller dünyasında yaşamadır. İnsanlığın geneli, geçmiş ve geleceği ile, bu gaflet içinde yaşar ve ölürler. Bunu birçok âyet ve şu hadis-i şerif bildiriyor: “İnsanlar uykudadırlar. Ölünce uyanırlar.[12]

Hakikati görmeyi, kabir ve sonrasına erteleyenler ebedî hüsran ve pişmanlık yaşamaya mahkûmdurlar.[13] Evet dünya, hakikati bulma yeridir. Âhiret ise, hakikati ebedî temaşa etme ve hakikatle yaşama yeridir. Hakikat ise, Allah’ı gösteren ve hissettiren en büyük aynadır.

Soru 5: Ruhani bir hayatın göstergesi ve belirtileri nelerdir?

Cevap 5): Bu sorunun cevabı ruh kelimesinin etimolojisinde saklıdır. Sözlükte “gitmek, geçmek; (hava) rüzgârlı olmak; (bir şey) geniş ve ferahlık verici olmak” mânalarındaki revh kökünden isim olan rûh kelimesi terim olarak genellikle “canlılarda hayatı sağlayan unsur” şeklinde tanımlanmaktadır.

Bu etimolojik tahlile göre revh kökünden 3 dal çıkıyor:

  1. a) “ Gitmek, geçmek…” Bu manasıyla kişinin ruhaniliğinin göstergesi yaşanılan olumsuz olayların boğuculuğuna, maddi ve anlık hazların çekiciliğine takılmayıp geçmek… Hakikat ve ebediyet ile arasına giren nesne, mekan ve kişilerin yanından gitmek Yani hayatta yalnızca Allah’ı vazgeçilmez tanımak… Bu manada Hz. Lut (AS) kendisini materyalistçe bir hayata çeken Urfa kültüründen uzaklaşmasını “ İnnî muhâcirun[14] ilâ rabbî ” ( Hakikaten ben, beni maddeye ve fâni hayata çeken güzelliklerin kaynağı olan bu yeri terk ediyor, Rabbime ve Ebediyeti hissedeceğim ruhani yerlere göçüyorum ) der.[15] Aynı hadiseyi yaşayan Hz. İbrahim (AS) ise kendi algı ufkunu yaşadıkları perspektifinden şöyle ifade eder: “ İnnî zâhibun[16] ilâ Rabbî seyehdîn[17] ( Hakikat bu ki, ben Rabbime gidiyorum, yürüyorum; beni fani hayata çağıran bu yerden uzaklaşıyorum. )
  2. b) “ (hava) rüzgârlı olmak… ” Bu manasıyla Kur’an, aynı kökten gelen “ rıyh ” tabirini rüzgar için kullanır. Aynı kökten türeyen ve yapısı itibariyle havada yayılıcı olan, “râyiha ” ( koku ) ve kokulu çiçek manasında “ reyhan ” lafzını kullanır.[18] Hava eksenli olarak ruh hakkında kullanılan birçok âyetteki “ İlâhî nefha ” ( üfürük )[19] lafzı beraber düşünüldüğünde şu tespiti yapabiliyoruz: Hava kürenin toprak küreyi kuşatması gibi, topraktan yapılan bedeni de havaî yapısı olan ruh kuşattığı ve kişi, manevi kokusunu İlâhî bir çiçek gibi içten gülümsemesiyle etrafa yaydığı zaman… rüzgar ve kasırga gibi celalli yapısıyla, insanların ufkunu kaplayan bulutları dağıtıp onlara Hakikati gösterecek kıvama geldiği zaman ruhanileşmiş demektir.
  3. c) “ (bir şey) geniş ve ferahlık verici olmak… ” Ruh, hakikati itibariyle İlâhî bir emir ve kanun olduğundan; aynen kanunlar gibi geniş sahalarda hükmünü icra etmek ister. Manevi hâkimiyetini doğruluk, ihlas, hakikatli ilim ve ciddiyetiyle ifade eden bir ruh, dünyada kendi potansiyellerini aktif hale getirir ve manevi saltanatını kurar. Böyle ulvi ve yüksek bir ruhun manevi saltanatı diğer ruhların Allah ile aralarındaki engelleri kaldıracak bir ferahlı iklim ve manevi atmosferi onlara hissettirir. Onu, dünyanın geçici hadiselerinde ve sosyal hayatın gittikçe yoğunlaşan meşgaleleri altında nefes alamayacak hale gelmiş ruhlar için bir oksijen çadırı… insanların yanlış düşünceleri, kötü niyetleri, karanlık arzuları ve sayısız beklentileri altında ezilmiş ruhlar için bir şefkatli sığınak ve bir paratoner haline getirir. Bu mahiyeti kazanan bir ruh, ruhani hayatın nasıl ve ne surette yaşanılacağını gösterir.

Peygamberlerin hayatlarındaki daimî hicret ve zühd, insanların düşünce ufkunu temizleyen ve Hakikat Güneşini gösteren etkili sohbet ve hikmet, insanları ışık ve hava gibi kuşatıp onlara nefes üfleyen şefkat, ilgi ve muhabbet onların birer ruh insanı olduğunu; fâni hayatlarını Bâki Zât için ve Onun fâni kullarının ebediyeti için adadıklarını gösteren kriterlerdir.[20] Bu manada her bir peygamber ruhani hayatın huzurlu ve mesud iklimine girmek, dalgalı dünya hayatında sükunet ve selameti elde etmek isteyen bir her bir ruh için birer saadet sarayı ve güvenli bir limandır.

[1] Hacc sûresi, 7.

[2] Müddessir sûresi, 18-19; Abese, 17.

[3] En’am sûresi, 61-62.

[4] Bakara sûresi, 156.

[5] Ölüm anında yaşananlar için bakınız Vâkıa sûresi, 83-96. âyetler.

[6] Bakınız Kehf sûresi, 60-82.

[7] Tevhid, iyi-kötü gözüken her şeyin Allah’tan geldiğini ve Onun verdiğini bilme ve hissetmedir. Teslimiyet ise, Allah’ın kullarının iyiliğini istediğini bilme, görme ve hissetmedir. Bu noktada kişinin geçmişte yaşadıkları ve çevresinde gördükleri onun laboratuarıdır.

[8] İşârâtü’l-İ’caz, Bakara sûresi, 9-10. Âyetler.

[9] Meryem sûresi bu yönü özellikle vurgular. Bakınız 41. ve 56. Âyetler.

[10] Nisa sûresi, 69.

[11] İsra sûresi, 80.

[12] Taberânî.

[13] Asr suresi, 1-2.

[14] “Muhâcir” lafzındaki müşareke kalıbı, Hz. Lut’un (AS) bu hicreti yaparken zorlandığını ve bu kararından dolayı yakınları ve sevdikleri ile zıtlaştığını gösterir. Çünkü O onları terk ederken, onlar da onu terk ediyorlardı.

[15] Ankebut suresi, 26.

[16] Âyetteki “zâhib” ( yürüyen, giden ) ifadesi gösterir ki, Hz. İbrahim (AS) bütün ruhuyla oradan uzaklaşmayı istiyordu. Çünkü Urfa ve çevresi Onun hakkında ateşler diyarı hâline gelmişti.

[17] Saffat Sûresi, 99.

[18] Rahman suresi, 12.

[19] Mesela Hicr suresi, 29 ve diğerleri…

[20] Hz. Peygamber’e emredilen şu âyet bu ruhaniliğin delilidir: “ Ey Muhammed! De ki:Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.”  ( En’am suresi, 162)

Ruh Hakkında Sorular ve Hakikate Uygun Cevapları-1

Bütün asırların hakikati arayan, hayatın manasını ve gayesini sorgulayan, ruhun hakikatini keşfetmeye çalışan insanları tarafından sorulan ortak sorular bulunuyor. Bu makalede bu soruları sıralayarak, soruları din ve bilim bütünlüğü, hakikat ve hikmet ışığı, mantık ve felsefe tutarlılığı içinde cevaplamaya çalışacağım. Sorular şu şekilde:

      Soru 1) Dünyaya gelinmese olmaz mıydı? Ruhlar âlemi bir ruh için yeterli değil miydi? Dünyadaki bu çelişkili, çarpışmalı ve sıkıntılı yapı niçin? İmtihan şart mı?

          Soru 2) Deniliyor ki: “ Biz dünyaya Cennet’ten geldik. ” Tekrar kabir, Cennet veya Cehenneme varış şeklimiz nereden ve nasıl?

            Soru 3) Ruhun madde ile ilişkisi nasıl? Kişinin şuur seviyesine göre bu nasıl algılanıyor?

            Soru 4) Ruhların dünya yolculuğunda peygamberlerin fonksiyonu nedir?

            Soru 5) Ruhani bir hayatın göstergesi ve belirtileri nelerdir?

 Soru 1: Dünyaya gelinmese olmaz mıydı? Ruhlar âlemi bir ruh için yeterli değil miydi? Dünyadaki bu çelişkili, çarpışmalı ve sıkıntılı yapı niçin? İmtihan şart mı?

 Cevap 1) Ruhlar dünyaya ve herhangi bir maddi âleme gelmek zorundadırlar. Çünkü bir şey ya potansiyel haldedir; ya aktif… Gözle görüldüğü üzere hayat, hararetli daimî bir faaliyet ve tahakkuktur. O halde hayatın manevi kaynağı olan ruh, bir potansiyeldir. Potansiyel yapılar, aktif hale geçerek kendilerindeki özellikleri gerçekleştirir ve kemal seviyeye yükselirler. O halde, ruhların kendi kemallerine bir yolculuk mahiyetinde madde ile bir ilişki içine girmeleri savaşçı fıtratlarının ispatı, kendilerinin kendilerine gösterilmesi, kendi hakikatlerini keşfetmeleri, kendilerini yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’u bilebilmeleri için en ideal ve mükemmel haldir. Bu manasıyla maddi hayat ruhun madde ve kudret ile imtihan yaşadığı bir süreçtir. Evet ruhlar, potansiyel yeteneklerini açabilecek bir yere muhtaçtırlar. Bu yer ise, maddi dünyadır. Potansiyelleri açmak ise, nerede olursa olsun imtihan hakikatiyle olur. Eğer bir potansiyel birbirine zıd ve birbirini tamamlayan sayısız hakikatlerle örülmüşse imtihan kaçınılmaz olduğu gibi çetrefilli ve çok boyutlu bir hal de kazanır.

Din ve bilimin ortak tespiti şudur ki: İnsan ruhu mükemmelliğe ayna olabilecek, görünen en büyük potansiyeldir. Bu potansiyel yapı maddi ve manevi, geçici ve sürekli her türlü lezzeti tadabilecek özelliktedir. Maddi ve manevi bütün âlemler bu insan denilen hakikatin önünde bir sofra gibi serilmiştir. İnsanın nefsi, madde âlemiyle beslenirken; akıl ve kalbi manevi âlemlerle beslenir ve doyar.[1] İmtihan realitesiyle, elmas ile kömür, altın ile bakır, temiz ve habis ruhlar ayrışırlar. İmtihan, sözlükte, bir madenin ateşe atılarak toprak ile cevher kısmının ayrıştırılması manasına gelir.

Şuur sahibi ruhların dünya imtihanında ayrışması ilk önce “İlim”de olur. Yani doğruyu bulma ve bilme, eğriyi görme ve öğrenme… İlim zorlu bir yolculuktur. Onda çok meşakkat ateşi vardır. Hanefi mezhebi kurucularından İmam Ebu Yusuf şöyle der: “İlim öyle bir şeydir ki, sen ona kendini tamamen vermezsen o sana yarısını bile vermez.”

İmtihanın ikinci aşaması ise, “İlmi yaşama”da olur. Yani doğruyu yapma (sâlih amel) ve eğriyi yapmama (takva)… Amel ve takva ile o ilim, şuur (bilinç) haline gelir. Dinin kutsal pratikleri, ruhsuz birer ritüel değildir. Bilakis her biri birer manevi metabolizmadır. Hem her biri bilgiyi, bilinç haline yükselten birer mekanizmadır. Bu yolculukla kişinin gittikçe yükselen bir şuuru olur. İnsanlık kalitesi ve keyfiyeti yükselir. Öyle ki her şeydeki hikmetler, güzellikler, manalar ve mükemmellikler ona görünür hale gelir. Yüz bin insanın çözemediği meseleleri kibrit yakma kolaylığında çözer. Bu noktada Arthur Schopenhauer’in Peygamber Efendimiz (ASM) için söylediği şu söz peygamberlerin şuur seviyesi için bir şahitliktir: “Problemleri tereyağından kıl çekme kolaylığında çözen Hz. Muhammed’e dünya ne kadar muhtaçtır!

Ayrışmanın üçüncü aşaması ise, “Hakikati kendine âlet etme” veya “Kendini hakikate hizmetkâr bilme” imtihanıdır. Bu aşama, ahlak boyutudur. İhlas anahtarı ile bu zindandan kurtulmak mümkündür. Allah için bir hakikati yaşayan kişide güzel bir ahlak ve iç ferahlatan bir sima oluşur. Fakat maddi menfaatler için yaşayan kişi, hakikati katleder. Halkın takdir ve beğenisi gibi manevi kazançlar için konuşan ve yaşayan kişi, hakikati kendine kurban eder.

Dikkatle düşünülürse çok net olarak görünür ki: İnsanı değerli kılan hakikattir; insanın kendisi değil… Mesela dürüstlük bir hakikattir. Bu hakikat bir insanın dünyasında olmazsa, o vakit bu kişiden bütün insanların nefret edip kaçtığı düzenbaz ve sahtekâr bir karakter ortaya çıkar. Fakat dürüstlük hakikati kişinin bütün benliğini sarıp kuşatsa o vakit o kişi herkesin aşk derecesinde sevdiği ve hayran olduğu bir şahsiyeti sergiler. Sevilen acaba nedir? İnsan mı yoksa dürüstlük hakikati mi? Bu sorunun cevabı çok kesin ve nettir: Elbette ki dürüstlük…

Diğer hakikatleri de aynı şekilde ele alırsak görürüz ki, insan bir kandildir. Hakikat ise, o kandildeki zeytinyağıdır. İnsanın şuuru ise, fitildir. Meşakkat, sıkıntı ve gayretler ise bu kandili yakan kutsal ateşlerdir. Ahlak ise, bu kandilden yayılan İlâhî nurdur.

Bu 3 aşamayı geçen kişilere Kur’an “Muhlâs” (bütün bağlardan kurtarılmış kişi) diyor.[2] Bir ruh için, zirve nokta burasıdır. Allah’ın Resulü (ASM) bir hadisle bu 3 aşamayı bildirir: “İnsanların geneli maddi kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; âlimler hariç… Âlimlerin çoğu da aklî kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; ilmini yaşayanlar hariç… İlmini yaşayanların çoğu da kalbî kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; ihlas sahipleri hariç… Onlar ise her an manevi büyük tehlikeler ile karşı karşıyadırlar.[3]

 Soru 2: Deniliyor ki: “Biz cennetten geldik, dünyaya…” Tekrar kabir, cennet veya cehenneme geliş şeklimiz nereden ve nasıl?

 Cevap 2) Ruhlar âlemi, Cennet değildir. Cennet, ruh ile bedenin birleşik olduğu bir dünyadır. O yüzden ruhlar âlemi, Cennet olamaz. Fakat ruhlar âlemi, Cennet gibi güzel manevi bir âlemdir. Ruhlar âlemi, berzah âlemine verilen isimdir. O âlemle, yaşadığımız âlem arasında misal âlemi bulunuyor. Orası da temiz ruhlar için dünyadan daha güzel bir âlemdir. Misal âlemi ile bu âlem arasında rüya âlemi var. Orası da temiz ruhlar için bu dünyadan daha güzeldir.

İnsan uyuyunca rüya âlemine girer. Rüya içinde rüya görürse misal âlemine girer. Lucid rüyalar gibi… Onun içinde de uyursa, berzah ve ruhlar âlemine girecektir. Uyku, ruhun madde ile bağının incelmesidir. Ölüm ise, bu bağın tamamen kopmasıdır. Uyku derinleştikçe, ruh özgürleşir. Berzah âlemine varan bir uyku, tam bir ölüm konumudur. Uykusunda Cennet’e girmek ise, ruhun bütün bağlardan sıyrılması ve kurtulmasıdır. Meselenin hakikatine vâkıf olan Hz. Peygamber (ASM), “Uyku, ölümün küçük kardeşidir”[4] diyerek bu sırrı açar. Hz. Peygamber’in (ASM) hocası olan Kur’an ise, uykuda ruhun kabzedildiğini, eğer kişi uykusunda ölecekse ruhun geri verilmediğini, eğer ölmesi sonra olacaksa tekrar beden ile bağının kurulduğunu belirtir.[5] Evet, Allah’ın dostları uykuda doğrudan misal âlemine girerler. Seviyeleri daha da yüksek olan peygamberler ise uykusunda misal, berzah ve Âhiret âlemlerine girerler. Birçok hadis-i şerif der ki: “Bu gece cennete girdim.[6]

Elhâsıl imtihan sürecini reddedenler maddi dünyaya odaklanır ve Âhirete karşı kör olurlar. Tek gözlü deccâl gibi… Maddi âleme odaklanan kişi, ruhlar âlemine karşı gaflet hâli sergiler. Fakat imtihan sürecinde kendi hakikatini keşfetmeye başlayanlar, ölümün hakikatini ve uykunun sırrını anlamaya başladığına yüz binlerce peygamber, milyonlarca ârif ve alim müttefiktir. Bunların bir kısmı bu âleme karşı uyuyarak, gözlerini tamamen yumarak ruhlar âlemine uyanırlar. Muhyiddin-i Arabî gibi hep o âlemi görür ve yaşarlar.

Buna mukabil daha ileri seviyeli olan sahabeler ve vârisleri ise, dünyanın ruhlar için bir fırsat olduğunu Kur’an, vahiyler ve hadislerden keşfettiklerini eserlerinden görebiliyoruz.[7] Onlar Kur’anın verdiği mucize hayat tarzıyla hakiki şuura erişerek, her iki âleme karşı da uyanık bir seviye elde ettiler. Onlar akıl ve kalplerini, fikir ve zikir içinde cem eden ruhani bir hususiyet kesbettiler. Maddi ve manevi âlemleri aynı anda görebiliyor ve hissedebiliyorlardı.[8]

[1] Psikoloji ilmi, nefs-kalb-akıl üçlüsünü sırasıyla id-ego ve süperego olarak isimlendiriyor.

[2] Saffat Sûresi 5 defa “İlla ibâdallâhi’l-muhlasîn” (Ancak Allah’ın muhlas kulları hariç…) der.

[3] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:415, İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, 3:414.

[4] Tirmizî, Sünen.

[5] Zümer suresi, 42.

[6] Kütüb-ü Sitte.

[7] Vahdet-i Vücud ehli, aşklarının ateşiyle bütün varlık âlemini yakarlar; “ Hakk’tan gayrı yoktur ” derler. Mevlana Câmi gibi… Vahdet-i Şuhud ehli ise, aşkın verdiği göz ve müşahede ile “ Hakk’tan gayrı görünmüyor ” derler. İmam-ı Rabbani gibi… Ehl-i Tevhid ise “ Görünen her güzellik Ondandır. Her şey Onun ile vardır. Her bir şey Onun cemal ve kemaline bir ayna, Onun varlık ve birliğine şâhid olmak için yaratılmıştır ” derler. Sahabeler gibi…

[8] Âl-i İmran suresi, 190-191.

Sıffın Savaşı ve Âhiret’e Ait Sonuçları…

Sıffın savaşı, İslam tarihindeki 2. iç savaştır. Allah resulünün halifesi Hz. Ali (KV) ile Şam vâlisi ve maktül halife Hz. Osman’ın (RA) akrabası Muaviye ve taraftarları arasında gerçekleşir. Savaşın sonunda Müslümanlar 3 gruba ayrıldılar. Bu ayrılık günümüzde de devam etmekte…

Bu gruplar: Takvalı, hakka birebir uyan Hz. Ali ve taraftarları; biraz daha gevşek, hakiki adaletin uygulanmasını mümkün görmeyip izafi adaleti savunan Muaviye taraftarları ve bunların dışında kalan manasında Hariciler… Hz. Ali tarafında sahabelerin en faziletlilerinden Ammar bin Yasir, Tabiîn’in en kıymetli Veyse’l-Karani de bulunur ve savaşta şehid olurlar. Muaviye tarafında ise, cömertliği ve hayırseverliğiyle meşhur Zü’l-Kela ve Havşeb de savaşır ve öldürülürler.

Savaş sonrasındaki yıllarda o dönemin en faziletli kişilerinden ve Müslüman 2 grubun savaşmasına taraftar olmayan Amr bin Şurahbil bir rüya görür:

 Rüyamda görüyorum ki, sanki ben Cennet’e dahil edilmişim. Bir de ne göreyim! Dikilmiş kubbeler…

  • Bunlar kim içindir? ” dedim. Dediler ki:

– “ Zü’l-Kela ile Havşeb’indir. ” Bu ikisi Muaviye ile beraber iken öldürülmüştü. Dedim ki:

  • Ammar ve arkadaşları nerede? ” Dediler ki:
  • Senin önünde. ” Bunun üzerine:

– “ Bu nasıl olur? Bunlar birbirleriyle savaşmış ve birbirlerini öldürmüştü ” dedim. Denildi ki:

– “ Onlar Allah’a kavuştular. Onlar geniş mağfiret sahibi bir Rabbi buldular. ” Bunun üzerine Hz. Ali ile Nehrüvan’da savaşan Hâricîleri merak ettim.

  • Nehir ahalisi ne yaptı? ” dedim.
  • Şiddetli azapla karşılaştılar ” denildi.[1]

Bu rüyanın sâdık olduğunun 2 alameti var: Birincisi, rüyayı gören kişi, normal hayatında Müslümanlar arası savaşa karşı biridir. Diğer yön ise, rüya içinde yaşadığı şaşkınlıklar ve meseleyi detaylıca anlamak için her şeyi sorması ve Müslümanların bütün grupları hakkında bilgi almaya çalışmasıdır.

Bu rüya Muhammed ibn-i Sa’dın Tabakat-ı Kübra isimli kitabında geçmektedir. Bu rüyanın şahsî hayatım açısından önemi büyüktür. Bu rüya beni irşad etti. Çünkü bu sâdık rüyayı okuyana kadar, gerek Hz. Ali sevgisi, gerekse hakka taraftarlıktan dolayı, Muaviye bin Ebu Süfyan ve taraftarları hakkında olumsuz düşünüyor ve şüphelerim oluşuyordu. Çünkü Sıffın savaşı, İslam dünyasını 3’e bölmüştü. Ayrıca birçok sahabe bu savaşta şehid olmuştu. Bu savaşla Halifelik sona ermeye yüz tuttu. Fakat bu sâdık rüya, bize Allah’ın onları bağışladığını ve Onların ehl-i cennet olduğunu bildiriyor. Allah’ın bağışladığını, elbette kulları da bağışlamalı ve haddini bilmeli!

Îkaz edici yönüyle bu sâdık rüyaya bakılırsa bu rüya Şii-Sünnî kavgasını bitiren bir fonksiyon icra ediyor. Şiilerin asıl kızması gereken kişilerin Sünnîler değil, Hz. Ali’yi (K.V.) şehid eden Hariciler olması gerektiğini bildiriyor. İçlerindeki fıtrî nefret duygusunun akacağı havuzu onlara gösteriyor.

[1] Muhammed ibn-i Sad, Tabakat-ı Kebir, Cild 1, Amr bin Şurahbil Maddesi.