sonyildiz1876 tarafından yazılmış tüm yazılar

Elveda Nusaybin..

Elveda Nusaybin..

Yine hicret var nasibeyn..

Gözlerimizde yaş, kalbimizde hüzün..

Bizler ki seni çok sevmiştik güllerin şehri..

Sen ki peygamber güllerinden Zeynel abidin ve selman-ı farisileri bağrına basarak misafir etmiştin..

Lakin dikenlerin, güllerinden bizleri fersah fersah uzaklaştırdı..

Beslediler dikenleri, artık kokmuyor güllerin, soldu çiçeklerin..

Ansızın çöktüler maddi\manevi cennetimize, huzurumuza..

Kast ettiler muhabbetimize, kardeşliğimize..

 

Risale-i Nur gözlüğü takıp, Bediüzzamanca düşünme vakti gelmişti..

Zira kaderce bir nefis muhasebesi yapmanın tam da arefesiydi aklını kullanacaklar için..

Evet “beşer zulmeder, kader adalet eder” hükmü ilahisi her daim yürürlükteydi..

İçimizdeki zalimlere karşı Susuşlarımızın bir karşılığı olmalıydı..

Zulme meyletmekle zalimleri kalbi, ruhi ve fiili destekleyip beslemenin; buna karşılık hakk ve hakikate karşı “tarafsızlığımızın” bir bedeli olmalıydı..

Uğruna dinimizi, Mukaddesatımızı, namusumuzu, malımızı ve nihayetinde canımızı feda ettiğimiz “yalancı siyaset” ve “ırkçılık” hastalığımızın bir tezahürü olarak hak ettiğimizi bulma zamanı gelip çatmıştı..

 

Ve böylece Nusaybinin afakında kara bulutlar dolaşmaya başlamıştı..

Yağmur yağmazdı amma velakin herkes hak ettiğini bulacaktı ki “zarara rızasıyla girene merhamet edilmez, layık değildir” kaidesince “eden, bulacaktı.”

Herkes ektiğini biçecekti..

Arpa eken, buğday biçmeyecekti elbet “rüzgar eken fırtına biçer” misali..

Uğruna varını yoğunu feda ettiği “sahte kahramanlar” ile yüzleşecekti “değerli ama sahipsiz” bir milletin bedbahtları..

Bir bardak su, bir tas çorba, bir parça kuru ekmek ve hepsinden önemlisi başını sokabileceği bir ev-barka ihtiyacı olacaktı; lakin etrafında koşulsuz şartsız her zaman destek olup büyük makamlara getirdiği “büyüklerini” “modern ağalarını” ve “efendilerini” maalesef bulamayacaktı..

Bu da dünyalık menfaat üzere olan “sahte dava” ve hayatların olmazsa olmaz bir kuralı değilmiydi ki, “düşenin dostu olmazdı.” kaidesini hayatları pahasına yaşayacaklardı..

 

İşte ektiklerini biçme mevsimi gelip çatmıştı..

“ben kulumun zannı üzereyim” diyen Allah, sırtını dayadıkları bu modern ağaların olmayan vicdanlarına bırakıyordu bu bahtı kara cahil ve perişan milleti..

Amma velakin bozulmuş bir vicdanın “gözleri olur ama görmezdi; kulakları olur ama duymazdı” hakikatıyla yüzleşiyorlardı..

Evet Allah, Bediüzzaman gibi nice nasihlerin nasihatlarıyla uyandırmaya çalıştığı bir milletin, gafletten uyanmamakta inat etmesine karşılık bu zulüm ve musibetlerle uyandırmaya çalışıyordu şüphesiz..

Öyle ya “bir musibet, bin nasihata yeğdir..”

 

Her gecenin bir sabahı olurdu elbet..

Her kışın bir baharı olduğu gibi..

Bugünler de geçer “ya hu” budanırdı dikenler; yeniden açardı gülü, nergisi memleketimin..

Zira “Allah imhal(erteler) eder ama ihmal etmez” ilahi kanunu kıyamete dek yürürlükteydi, bizler cehaletimizden bilemesekte..

“zulüm devam etmez, küfür devam eder” kur’anın bir kanunu esasisi olmak kaydıyla, elbet içimizdeki zalimlerin de belasını bulacağı günler gelecekti; tıpkı şimdi yaşadığımız bu “temizlik günleri” gibi..

“bizden görünüp, bizden olmayan” bu bedbaht serseriler taifesi, öylesine bir zulüm irtikab ettiler ki; her seferinde “en ufak bir hizmet ve menfaat görmeyip” yine ve yeniden “maddi-manevi” zarar içinde zarar gören hep bizlerdik..

İnancımıza, kültürümüze, milli ve manevi değerlerimize ait ne varsa hepsine yabani bir bakışla nazar edip, bizleri asıl amaç ve gayeleri olan ki “mukaddesatımıza yabancılaştırdılar”

Esasen bunlar başı bozuk kişilikleri icabı hep maskeyle dolaşan bir avuç “kalbi hastalıklı” şeytanın eriydi..

 

Evet, bizler maalesef İslamiyet’in öz cevherine inemedik, ruhunu kavrayamadık, gaflet uykusuna daldık.

Hasis ihtirasların peşine düşmekle; Sefahat ve eğlencelerin kucağına atıldık.

Tarihimizden, mazimizden koparıldık, milleti millet yapan değerleri kapı dışarı attık.

Her şeyi menfi ırkçılık üzerine bina etmeye çalıştık; bu bakımdan millet fertleri arasında nifak ve şikak yer aldı.

 

Neticede işte bugünkü felaketlerle pek tabii olarak karşı karşıya geldik.

Yıllardan beri bu milletin üzerine çöken cehalet bulutları gün geçtikçe kesafetini artırarak terör ve anarşi gibi böyle korkunç bir neticeyi tevlit etti.

 

Ve nihayet her sonun bir başlangıcı olmalıydı değil mi?

“Irkçılık ve pis siyaset” gibi türlü maskeler altında bu millete yüz yıldır rahat yüzü göstermeyen bu “küfür davası” ve onların küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini hayatımızın her alanında gördüğümüz bu “zalimler güruhu” için de çanlar çalmaya başladı..

Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüb ederdi zaten..

Ama diğer taraftan da bu Musibet; cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesi değil miydi gafletten uyanmış ehl-i iman için..

 

Öyle de oldu ya..

Yıllardır canıyla, malıyla bedel ödeyen bu Millet; İslâm ile uyandı ve uyanıyor.

Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler.

“Hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olan” şeytan ve ondan ders alan insi şakirdlerinin maskelerini indirmekle, sureten medeni ve dinde lakayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları manen kör gözlerimize göstermiştir hadisat-ı alem..

En büyük hidayet değil mi ki, gözlerdeki perdenin kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görmektir.

Elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zayiat-ı maliye ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz.

 

Demek sevinmek senin de hakkın ey milletim..

Değerli ama sahipsiz bu milletin de kış mevsimi bitmek üzere; baharın kokusunu duyar gibiyiz Allah’ın izni ve iradesiyle..

Dostumuzu dost olarak görüp vefa göstermekle birlikte, kanımıza susamış cehalet ayılarını da düşman olarak görüp onlardan nefret etmekle onları evimizden, mahallemizden ve nihayetinde memleketimizden kapı dışarı etmenin mevsimini yaşıyoruz..

Daha artık yalan ve propagandalarınızla bu kahraman milleti kandıramazsınız ey cinni şeytanın insi avaneleri..

Son sözüm o ki..

Gidişimiz suskun ama dönüşümüz muhteşem olacak ey memleketim..

Geri dönüp yılmadan, yorulmadan, yeniden ve daha çok nurlu gül yetiştireceğiz nasibeyne, dikenlere inat..

Zira iman etmişiz ki; İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak.

Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.

Azmettikten sonra, Allaha tevekkül et..

Hasan Tayfur
nusaybinim.com

Konuşan Yalnız Hakikattır

Peygamber efendimizin(s.a.v) bizlere miras bıraktığı asırları aşan şu parlak altun ve elmas kıymetindeki sözleri ki; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” rehberimizdir.

Ahirzamanın zulüm ve zulümatını Kur’anın nuruyla yaran, ehl-i İslâma nurlu ve beşaretli ufuklar gösteren, insanlığı fıtratına münasib yüksek ve ebedî saadete davet eden büyük mücahid Bediüzzaman hazretlerinin İnsanlığa, bahusus bu vatan evlâdlarına yaptığı büyük hizmetlerine layık olmaya çalışıp şükrünü eda etmek hedefimiz ve gayemizdir.

Madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuştur.

Elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle evvela kendi imanımızı kurtarmak ve bununla birlikte başkalarının imanına kuvvet vermeye çalışmaya mecbur ve mükellefiz ve Allah’ın rızasından başka hiçbir şeyi gaye ve amaç edinmemek demek olan ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa şiddetli mes’ul oluruz.

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var.

Hâlbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer biz de zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğumuz yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Yoksa Allah’a çağıran o az yardımcıları susturup, çoklara yardım etsek maazallah şeytana arkadaş oluruz.

Bizler gayet az, aciz ve zayıf olmakla birlikte; dünyanın maddi ve manevi buhranlar geçirdiği şu karanlık günlerde; Kur’anın ilâçlarından ve onun bu asırdaki imanî ve kudsî hakikatlarından olan Risale-i Nur’dan dertlerimize tam derman olarak bulduğumuz zaman, bu millete ve bu vatan evlâdlarına dahi tam bir ilâç olacağına kanaat getirdiğimiz için o kıymetdar hakikatları kaleme alıp yeniden terkip ve tanzim etmekle birlikte; konuşarak sohbet ve muhabbet etmek suretiyle müsait olan tüm sosyal ortamlarda neşretmeyi niyet ettik.

Gecelerimiz çok karardı.

Yeryüzünün mazlum, hususan müslüman her bir coğrafyası kan gölüne döndüğü ve bunun neticesi olarak asr-ı hazırın mukimleri olarak herkesin derecesine göre maddi/manevi buhranlar geçirdiği sancılı bir devrin fırtınaları içinde, hakikatbin bir nazar ile iman ve küfür mücadelesinin her şekildeki çeşitlerine me’yusane şahitlik etmekteyiz.

Şüphesiz insanoğlunun maddi ve manevi her alanda mücahade ve imtihan halinde olduğu bu ahirzaman fırtınalarında; cenab-ı hak bizlere küfür cereyanlarına karşı, iman cephesinde mücahade etmeyi nasib etmiştir.

Yüce rabbimiz(c.c) bize nur ve nuranî vazife vermiş; onlara da, zulümlü ve zulümatlı oyunları vermiş.

Üstadımızın bu nurlu açıklamalarına nazar ettiğimizde; Âdem(a.s) zamanından beri başlayan ve kıyamete dek berdevam olacak iman ve küfür mücadelesinde, asr-ı hazırın ahir zaman mukimleri olarak bizlere düşen bir vazife ve ihsan-ı ilahi olarak omuzlarımıza konulan bu nurlu vazifeyi icra etmekte dikkat edilmesi gereken hususları aşikâre bizlere ders vermekte olduğunu görüyoruz.

Demek bizler; sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.

Mezkûr mukaddimeye binaen, nur talebeleri olarak günümüz hadiselerine risale-i nurun gözüyle bir nazar etmeyi kendimize bir borç ve vazife telakki ediyoruz.

Zira yaptığımız veyahut yapacaklarımızın ziyade ehemmiyet kesbettiği bir sürecin sakinleri olarak; her zamankinden çok bir nefis muhasebesine ihtiyacımız olmuştur.

Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu bu kara günlerde gecelerimiz çok karardı.

Dehşetli küfr-ü mutlak yangınının mahallemizi sardığı ve kızıl kıvılcımlarının saçaklarımıza sıçramak üzere olduğu bir hengâmda; Asr-ı hazırın şer ve nifak şebekeleri, doğu ve batı arasındaki mesafeyi korumak adına çukurlar kazdığı bu kara günlere müteessifane şahitlik yapmaktayız.

Bu acib ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, hususan ehl-i imanın çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve küfr-ü mutlak ateşinin mahallemizi sardığı bu zamanda; asr-ı hazırın zındıka komiteleri, iki ezeli kardeş olan kürt ve türkün ittifakına engel olmak adına aralarına hendekler kazdığı bu kara günlerde, en kara bir halet hissetmekteyiz.

Kızıl Rusya’dan çıkarak, kızıl ateşler ve kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve oraları yakıp kavuran, bazı yerlerde de nifak ve şikak ateşleri saçarak, kardeşine “Kardeşini öldür” diye bağıran ve en nihayette âlem-i hristiyaniyeti yakıp, kavurup, harman gibi savurduktan sonra âlem-i İslâm mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir bela olan komünizm ateşinin söndürülmesinde bizler manen vazifedar sayılırız.

Evet, biz nur talebeleri bu azîm yangında itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur’a çoklukla ve doğrudan doğruya müracaat etmeye ve en büyük tahassüngâh ve en büyük melce olan risale-i nurun şahs-ı manevîsine dâhil olmaya her zamankinden ziyade ihtiyaç hâsıl olmuştur.

Bediüzzaman hazretlerinin müjdesi ile gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.

Üstadımızın bu müjdesinin tahakkuk etmeye başladığı karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu bu tehlikeli günlerde; yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle manevi cihad meydanlarına atılmanın zaman ve zemini gelmedi mi daha yahut ne zaman bu gaflet uykusundan uyanacağız?

Maddi manevi bütün rahat ve huzurumuzu borçlu olduğumuz bu mukaddes dava uğruna; bir parça rahatımızı terk edip feda etmekle hizmetlerimizin başına geçmenin zamanı geldi de geçiyor.

Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır.

Kat’iyyen size beyan ediyorum ki benim maksadım, bu mübarek milleti ve vatanı manevî ve maddî anarşilikten muhafaza etmek ve asayiş ve inzibata manevî yardım etmek ve anarşiliği uyandıran haricî bir cereyanın istilâsına manevî sed çekmek ve âlem-i İslâm’ın bize karşı itiraz ve ittihamını izaleye ve eski muhabbet ve uhuvvetini celbetmeye çalışmaktır.

Aslâ ve kellâ, kat’â ve aslâ susmayacağız ve hem susturamıyacaklardır.

Durmayacağız ve hem durduramıyacaklardır.

Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesedden ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar; Risale-i Nur’u okuyacağız, neşredeceğiz.

Kâinat kitabındaki yaşadığımız hadiseleri, “bana göre böyle” “sana göre öyle” gibi kişisel yorumları bir tarafa bırakıp; kâinat sahibinin kader programına göre okumak ve anlamak için satır satır kitabi olup son nefesimize kadar okuyacağız…

Konuşan yalnız hakikattır ve bizlere de hakikati konuşmak boynumuzun borcu olsun..

Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez.

Zira hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.

İşte bütün bu mezkûr tefekkürat, izahat ve hikmetlere mebnidir ki; “bu vatan ve memleketin her bir ferdi olarak neler yapabiliriz?” sualine cevap olmak kaydıyla; bundan sonra söylenecek her bir sözümüz bir dilim lâv, her bir fikrimiz bir ateş parçası olmakta; düştüğü gönülleri yakmakla gaflet-alud hisleri ve fikirleri alevlendirmeye ve gaflet uykusunda olanları uyandırmaya vesile olmasını

Rabb-ı Rahimden niyaz ediyoruz.

Bitarafane Muhakeme Denilen “tarafsızlık” Mümkün Müdür?

Bitarafane muhakeme denilen tarafsızlık mümkün müdür?

“ben ortada duruyorum” veyahut “tarafsız bir bakış açısı ile bakıyorum” gibi söylemlerin gerçekliği ve günlük hayatımızda ki karşılığı nedir acaba?

Bugün hayatımızın her anında önümüze çıkan iki yoldan birini tercih etme mecburiyeti bulunan insanoğlunun, elbette bu “tarafsızlık” meselesini gerçekler ışığında en çıplak haliyle sorgulamaya; dünden daha çok ihtiyaç hâsıl olmuştur.

Kendimizi ciddi bir muhasebeye çekelim ki, hangi tarafta durduğumuzun bir anlamı olsun..

Zira böylece zarar veya menfaat, sevab veya günah, iyi veya kötü gibi ortası mümkün olmayan zıtların, kâinatın her tarafını kuşattığı bir dünyada; bir tarafa dâhil olmak ile tarafsız olmak gibi düşüncelerin gerçek anlamını bulmasının zamanı geldi de geçti..

 

İşte biz de başlıyoruz..

Bediüzzaman hazretleri, hususan yaşadığımız bu asra bakan şeytanın bu dehşetli desisesini gündemimize getirip ifşa etmek suretiyle, bu müthiş desiseye karşı uyanık olmaya davet ediyor.

 

Bîtarafane muhakeme içinde şeytanın müdhiş bir desisesini kat’î bir surette reddeden bir vakıada; Bediüzzaman hazretleri kendi ifadesiyle, Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid câmi-i şerifinde hâfızları dinlediği esnada birden şahsını görmediği, fakat manevî âlemde sesini işitmek suretiyle şeytan ile yaptığı bir münazarayı; Risale-i Nur’un Sözler kitabında Onbeşinci Söz’ün zeylinde gayet beliğane mukni bir izahta bulunuyor. Arzu eden oraya müracaat edebilir.

 

“Bîtarafane muhakeme” yani “tarafsızlık”; iki taraf ortasında bir vaziyettir.

Hâlbuki şeytan ve şeytanın insanlar içindeki şakirdlerinin dedikleri bîtarafane muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizamdır.

Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir.

Zira tarafsız bir nazar ile meselelere bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafane muhakeme değildir. Belki, bâtıla tarafgirliktir.

Çünkü; ortada durup güya tarafsızlık ilkesiyle hareket etmekle; maalesef haklı tarafa destek olmadığı için, haksız tarafın güç kazanmasına dolaylı olarak sebep oluyor..

Terazinin iki kefesi gibi..

Bir tarafında hayırlar, iyilikler, menfaatler; diğer tarafında da şerler, kötülükler ve zararlar olduğunu hayal edersek..

Görülecek ki ortada durmakla; sözgelimi iyilikler tarafını yalnız bırakmak suretiyle, kötülükler tarafına dolaylı olarak destek olduğumuz anlamı çıkacaktır.

 

Her bir zamanın bir hükmü vardır.

Ahirzaman, bazı ihtiyarlanmış örf ve adetlerin ölümüne ve iptal edilmesine hükmediyor.

Bu zamanda “tarafsızlık” diye bir davanın hükmü kalmamıştır.

Mazarratlarının menfaatlarına olan tereccuhu(menfaatlerin zararlara tercihi), böylesi bir düşüncenin i’damına fetva veriyor.

Bundan dolayıdır ki; Asr-ı hazırın hususiyeti ve ehemmiyetine binaen, bitarafane muhakemeye cevaz vermemekle birlikte, ikab-ı ilahi ve manevi mes’uliyeti icab ettirmiştir.

Yani “tarafsız kalalım veya olalım” gibi bir sözü, zaman nesh etmekle hükmünü iptal etmiştir.

 

Delil mi istersin..

İşte bak.. Küfür ile iman ortası yoktur.

Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünistlik mücadelesinin ortası olamaz.

Sağ ve sol, ortası üç meslek îcab ettirir.

Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var.

Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet(Hristiyanlık) diyebilirler.

 

Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezheb olamaz.

Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir.

Çünki hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor.

Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.

 

Sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak.

Öyle ise yol ikidir, üç değildir.

Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

Evet, her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil.

Bazan zarar verse sükût etmek..

Yoksa yalana hiç fetva yok.

 

Hem Mesela; İman ve İslamiyetin ortası yoktur.

Yani tabiri diğerle iman ve İslamiyeti birbirinden ayrı tevehhüm edip, birini tutup diğerini bırakanlara; dolayısıyla iman ve İslamiyet arasında orta bir yol bulmak çabasında olanlara deriz ki; Cennet ve cehennemin arasında orta bir yol yoktur.

Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil.

Cennet adam istediği gibi, cehennem dahi adam ister.

 

En zor şartlarda bile, İslamiyet “ehven-üş şerre taraf” olmayı bize tavsiye ve emir vermiştir.

Yani kötünün iyisine taraf olunuz ki, en kötünün şerrinden emin olasınız.

Mesela, bir tarafın parmak kestiği, diğer tarafın kol kestiği bir ortam veyahut zamanda; elbette parmak kesene taraf olmak; akıl ve mantık icabıdır.

Hiçbir zaman ve zeminde, kesinlikle ortada durmaya İslamiyet cevaz vermemiştir.

Demek taraf-ı hak ve hakikattır bizim tarafımız, dolayısıyla tarafı ilahidir.

 

“Her iki tarafta haksız” veyahut “iki tarafta haklı” gibi safsatalarla kendimizi ve de bu milleti kandırmaya gerek yok..

Her hadisenin mutlak “bir iyi” ve “bir kötü” olmak üzere iki tarafı vardır..

Eğer ki taraflar fiilleriyle birbirine çok benziyorsa, o vakit delil ve akibete bakmak gerekir.

Evet, birbirine benzeyen iki ağacın arasında hüküm vermek için, meyvelerine bakmak yeterlidir.

 

Bir meselenin mutlak iki tarafı olur.

Ve bu iki tarafında sevabı ve günahı olacaktır.

Büsbütün günahsız bir taraf mümkün değildir.

Bir tarafı tamamen günahsız görenlere, biz anarşist diyoruz.

İki tarafında günahıyla, sevabıyla meydanda olduğu bir durumda; hüküm Adalet-i İlahiye noktasında olmalıdır.

Yani bir teraziye her iki tarafın ayrı ayrı, günah ve sevabını teraziye koyup tartacak; neticede hangi tarafın sevabları günahlarına velev zerre dahi olsa ağır basarsa, işte o taraf bizim tarafımızdır.

 

Bir taraf düşünün ki; sözde kendisini bu milletin tek temsilcisi gösterip, diğer taraftan bu millete en ufak bir menfaati olmamış; dahası yaptıkları kirli siyaset ve yalan propagandalarla bu perişan ve cahil millete hep canı pahasına zarardan başka hiçbir katkıları olmamış zalim, bedbaht tahribatçı bir grup..

Diğer tarafta ise, yaptıkları sessiz sedasız devrimlerle mukaddesat başta olmak üzere maddi-manevi alanlardaki sayısız hizmetleri ve yüzyıllardır gasb edilerek görmezden gelinen bir milletin insani en temel hak ve hürriyetleri noktasında yaptıkları çetin mücadelelerle elde ettikleri kazanımları bu milletin ayağına götüren mazlumların koruyucusu, bahtiyar tamirci bir grup..

 

Şimdi manzaranın hiç olmadığı kadar net olduğu bir dönemde; bu tarafların mahiyetlerinin anlaşılması ile eserleriyle en şeffaf bir surette meydan da durdukları halde; hala tarafsızlıktan dem vuranlar veyahut bahtiyar gruba destek olmamakla bedbaht gruba iltihak edenlerin aklına şaşarım..

Acaba ne zamana kadar; hangi mazeret veyahut bahanenin arkasına saklanmakla, deve kuşu misali gündüzü kendinize gece yapmaya devam edeceksiniz..

Beşyüz senedir yattığınız yeter..

Kur’anın sabahında uyanınız..

Artık zarar ve menfaatinizi; dost ve düşmanınızı tanıma vakti daha gelmedi mi?.  

 

İslamiyet’te, görünene bakarak hüküm ve karar verilir.

Bir tarafta tahribatlarıyla memleketi yıkıp yakarak, hak-hukuk tanımayıp fitne ve bozgunculuk yapan zalim bir topluluk;

diğer tarafta asayişi te’min etmeye çalışmakla tamircilik yapan ve mazlumların maddi-manevi hukukunu bu çapulculardan muhafaza etmeye çalışan bir yapı..

Şimdi böyle bir ortamda hala tarafını netleştirmeyen, hangi safta duracağını bilmeyen veyahut “tarafsız bir gözle bakarak, iki tarafa da acıyoruz” gibi safsata ve yalanlarla propaganda yapanlara bir çift sözümüz var..

Yıllardır canıyla, malıyla bedel ödeyen bu Millet; uyandı ve uyanıyor.

Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler.

Daha artık yalan ve propagandalarınızla bu kahraman milleti kandıramazsınız..

 

Hak ve Batılın ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz.

En büyük hidayet, gözlerdeki perdenin kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görmektir.

Bir tarafta hiç bir şeyden haberi olmayan yabani ahmaklar; diğer tarafta aldatıcı zekâlarıyla; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösteren nefis ve şeytanın yol arkadaşları..

En doğrusu ise şudur ki; hakkı hak bilir tabi olup taraftar olur; bâtılı bâtıl bilerek uzak durur.

Demek hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez.

Zira hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.

Demek artık dünyevi hayatımızın, hiçbir hadise ve meselesin de “Bîtarafane muhakeme et, öyle bak..!” diyemezsiniz ve diyemezdiniz ve diyemeyeceksiniz.

 

Malum yaşamakta olduğumuz elim hadiselere binaen; ortada durmak suretiyle sağını solundan fark edemeyen nadanlara ve henüz mevcut taraflar arasında “hak-batıl” “yapan-bozan” “menfaat-zarar” ayrımını yapamamış ahmaklara son olarak diyoruz ki; doktora gidip gözünüzü tamir ettiriniz..

Ve illaki su testisi, su yolunda kırılır..

Uğruna, mukaddesatınız dahil olmak üzere neyiniz varsa feda ettiğiniz bu yol, çıkmaz sokaktır..

Beyhude yoruldunuz ve emekleriniz heba oldu..

Netice de müstehak olduğunuz feci akıbet –dünyada hüsran, ahirette azab- sizi bekliyor..

Gelen neslin kapısında durmayın, ey iki ayaklı yaşayan ölüler..!

İstikbal yalnız ve yalnız İslam’ın olacaktır..

48

Neden Düştük Bu Hallere Ey Milletim..!

Dün cihan devletlerini hayrette bırakarak hak ve adalet terazisinde muazzam medeniyetler kuran, başka iklimlere ilim irfan götüren, kardeşlik ve muhabbetin sembolü olan bu milletin evlatları; bugün neden bu cehalete ve zulümlere maruz kaldı?

Aynı Adem(a.s) Babanın çocukları olduğumuz halde, neden bu felaketlere maruz kaldık?

Hangi fiil ve düşüncelerle kadere fetva verdik ki; her biri sadece dünyamızı değil, aynı zamanda ahiretimizi de bize kaybettirecek bir derecede olan musibetlere giriftar olduk?

Yüce Rabbimizin “Doğunun da, Batının da ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbi O’dur. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” diye hitap ettiği biz kulları; daha ne zamana kadar deve kuşu misali, cehalet ve tembelliğimizi bir özür kabul ederek; irade ve aklımızı kullanmayarak birilerinin oyunlarına alet edeceğiz…

Bütün bu soru ve sorunların kaynağını, tek bir yerde ve uzaklarda aramamak gerek..

Bir kahraman ya da suçlu arıyorsak, evvela aynaya bakmak lazım.

Zamanında ekilen müfsid tohumlar, şimdi mahsulat verdi.. bu şikayet niye..

Zamanında nemelazımcılık ve tembelliğimizden ekilmeyen tohumlar için ise.. bu isyan niye..

Aynen öylede, şimdiki tohumların mahsulü dahi ıslah olmazsa, elbette tokatları çok daha dehşetli olacak..

İşte bizde geçmiş ve gelecek arasında bir köprü vazifesi görmek adına, gidip geleceğiz..

Evvela nefis muhasebesiyle başlayacağız ki; nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez..

Yapmadıklarımızla kimseyi sorguya çekmeye hakkımız yok..

Ayrıca yapmadıklarımızın muhasebesini, dünya hayatının yaşam aynasında yapmak suretiyle; memleketimiz adına yapmamız gerekenlerin de bir nevi plan ve programını yapmış olacağız..

Zira geçmiş, geleceğin aynasıdır; Evvela bizde, bizden başlıyoruz..

Taki Hakk adına hakkıyla vazifemizi yaparak; değerli ama sahipsiz bir kavmin evlatlarına olan vefa borcumuzu ödeyebilelim..

En temel ve hayati olan sorun ki; İslam Dinine karşı olan lakaydlık ve ihanete varan ihmalkarlığımızla başlayalım..

Sahte kahramanlar peşinde koşuşturmaktan ve evimizi bir nevi manevi cehenneme çeviren haram eğlencelerin kaynağı günahvizyona olan bağımlılığımızdan; beş vakit farz namazı kılmak aklımıza gelmez oldu..

Allah(c.c), Peygamber(s.a.v) ve kutsallar adına ne varsa artık tanımaz olduk..

Che Guevara’yı, Mao ve Lenin’i tanıdığımız kadar; peygamberimiz(s.a.v) başta olmak üzere insanları dünya ve ahiret saadetine davet eden İslam elçilerini tanımaz, bilmez olduk..

Kitapsızlık ve Mezhepsizlik bir veba, bir taun gibi dört bir yanımızı sarmış; bedenlerimiz ruhsuz ve nursuz olarak birer iki ayaklı cenazeye dönüşmüş..

Din adına ne varsa cami ve medreselerde mahsur kalmış; evimize ve işimize uğramaz oldu..

Bir futbol takımının oyuncuları kadar bilinmeye ve hatırlanmaya değer değil; İman’ın ve İslam’ın şartları..

Kıymetsiz ve de hatırlanmaz oldu; hatırlanmaya ve değer verilmeye adanmış ne varsa..

Gündüzleri aş/iş derdiyle, akşamları da zalimlerin satranç oyunları hükmündeki siyaset cereyanlarıyla ya da bir futbol maçı ya da oyun, eğlence misali faydasız malayaniyat ile meşgul olarak günümüzü bad-i heva zayi ettik..

Günlük hayatımızda; ne dünyamıza, nede ahiretimize menfaati olmayan ne kadar şey varsa; yer verdik bu şeytani oyun ve eğlencelere hayatımızda cömertçe..

Dünyaya geliş gayemizden bizi saptıracak spor/siyaset/kahve/cafe sohbet kültürlerine talip olmakta cömert davrandık; Rahmani sofraların kurulduğu medrese ve camilere müşteri olmakta çokta gönüllü değildik..

Öyle ya ne de olsa ahiret hayatı burada kazanılacaktı; bizde öyle yaptık cümbür cemaat cehenneme ehil olmak adına ne yapılması gerekiyorsa geri durmadık..

Helal/Haram hassasiyetimize ne oldu; yeter ki gelsin dünyevi kazanç adına ne varsa para, mal, mülk..

Büyük/Küçük günah kaygımız nerede; -Haşa- Allah(c.c) ne de olsa her günahımızı affedecek Ğafur-ur Rahim değil miydi..

Nefis, şeytan ve kötü arkadaşlar üçlüsü bütün bu hakikatları bizlere hatırlatmazdı elbet..

Ama Allahı hatırlatan o azlar vazife başındaydı her daim..

Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir; hakikatını haykırıyordu nefis ve şeytanımıza…

Cennet adam istediği gibi, cehennem dahi adam ister; gerçeğini fısıldıyordu bizleri yoldan çıkarmakla meşgul kötü arkadaşlarımıza..

Nerede kaldı Selahaddin Eyyubiler, Ahmedi Haniler, Bediüzzamanlar…

Onlar ki bu toprakların medar-ı iftiharları olan birer İslam kahramanıydılar..

Milliyetleri için değil, İslamiyet bayrağını dünyanın dört bir yanında dalgalandırmak adına, fani hayatlarını ibka ettiler..

Darağaçları, hapisler, sürgünler derken hep İslam ümmetinin maddi ve manevi kurtuluşu için dünya lezzetleri namına bir şey bilmediler..

Aynen öylede bizlerde bilemedik Allah’ın seçkin kullarını; karnı tok ruhu aç bir vaziyette bilemezdik zaten..

Bizler maalesef bu din-i mübine karşı, kahraman ecdadımızın gösterdiği fedakârlık ve hassasiyeti göstermeyerek, miraslarına sahip çıkmadık..

İslam kültür ve medeniyetinden uzak olmakla birlikte, bizden olmayan nice sahte kahramanlar türettik ve gözü kapalı bir şekilde arkalarından gitmek suretiyle dünyamızı da ahiretimizi de böylece kaybedip, hayatımızı yaşanılır olmaktan çıkarıp azap bir hale getirdik..

Çok uzaklara değil, yakın tarihimizde Kürdistanın sarp kayalıklarından kopup çıkarak; eserleriyle tüm dünyaya meydan okuyarak İman, Kur’an ve İslamiyet nurlarını yaymak suretiyle; tüm bir insanlığı küfür zulümatından aydınlıklara çıkaran Bediüzzaman hazretlerine sahip çıkamadık..

Kürtlerin bağrından çıkmış bu zatın, Tüm dünyada Kur’andan sonra en fazla okunan Risale-i Nur eserleri; kürtçe dahil 60’a yakın dile tercüme edilmesine karşın; diğer milliyetlerden insanlarla karşılaştırıldığında ne derece bu nurlu eserleri okuyarak sahip çıktığımızı elbette sorgulamak gerekmez mi..

Nedense hayatımızda Bediüzzamanla buluşmaya sıra gelmiyordu; İslam adına ne kadar kahraman varsa bütününe ilgisiz kalıp istifade etmediğimiz gibi..

Zira bizler Can damarımızı koparan, kanımızı içen en büyük düşmanımızı dost zannedecek kadar; ilim, fazilet ve ahlaktan uzaklaşarak cehalet bataklığında perişan olmuştuk…

İslamiyetin görüntüden ibaret olan kabuk hükmündeki kışrına vakf-ı nazar ederek; yaşanabilir doğru İslamiyet hükmündeki lübbü olan özünden fersah fersah uzaklaştık..

Ferdî ve içtimaî hayatımızda ona layık olduğu mevkii veremedik.

Anne-Babadan gelen taklid-i bir imanı yeterli görerek; hakiki kurtuluş ve dünyevi saadet reçetelerini bizlere sunan Kur’an ve onun bu zamandaki en kuvvetli tefsirleri olan risale-i nurlara kulağımızı kapatarak, bu nurlu hakikatleri okumayarak görmemezlikten geldik..

Ecdadımızın tetkik ve tahkik ile yaşadığı İslâmiyet’i bizler taklit etmekle yetindik. Yaratılışımızın ulvi gaye ve vazifelerini unuttuk.

Onlar ise bu dini hakkıyla anlayıp kavrayarak; ferdî ve içtimaî hayatlarına tatbik etmişlerdir.

Onun getirdiği nur-u hakikati kabul ederek sırat-ı müstakimde yürümüşlerdir.

Kendilerini zulmetlere, felaketlere doğru sürükleyen ihtilafların, menfi milliyet gibi hurafelerin kapılarını kapatarak Kuran’ın getirdiği uhuvvet, muhabbet, şefkat gibi meziyetleri neşvü nemalandırıp yaşattılar.

Evet, onlar kendilerini ittifaka, saadete, refaha, huzura, şefkat ve izzete yükselten bu meziyetlerin aşığı idiler.

Biz ise, İslamiyet’in getirdiği bu meziyetlerin bu hakikatlerin ehemmiyet ve kıymetini takdir edemedik, belki de tahkir ettik, önlerine set çekerek; günlük hayatımızda İslam adına ne varsa kapı dışarı ettik..

Evet, bizler maalesef İslamiyet’in öz cevherine inemedik, ruhunu kavrayamadık, gaflet uykusuna daldık.

Hasis ihtirasların peşine düşmekle; Sefahat ve eğlencelerin kucağına atıldık.

Tarihimizden, mazimizden koparıldık, milleti millet yapan değerleri kapı dışarı attık.

Her şeyi menfi ırkçılık üzerine bina etmeye çalıştık; bu bakımdan millet fertleri arasında nifak ve şikak yer aldı.

Neticede işte bugünkü felaketlerle pek tabii olarak karşı karşıya geldik.

Yıllardan beri bu milletin üzerine çöken cehalet bulutları gün geçtikçe kesafetini artırarak terör ve anarşi gibi böyle korkunç bir neticeyi tevlit etti.

Bir milletin mevcudiyetini kemiren, bünyesini sarsan yegâne sebep cehalettir.

Bütün fenalıkların menbaı, hastalıkların sebebi, bütün felaketlerin amili cehalettir.

Zulüm ve istibdadın en metin istinatgâhı cehalettir.

İnsaniyetin en korkunç düşmanı cehalettir.

Cehalet, bütün rezalet ve ıstırapların menbaı ve madenidir.

Mevhibe-i İlahiyye’nin en hayırlısı ilim ve irfan olduğu gibi; musibetlerin en şerlisi de cehalettir.

Siz eğer bunları işittiyseniz, işte biliniz bizim yegâne çaremiz şudur ki:

Birincisi; adalet, maarif ve okumaktır.

İkincisi; ittifak ve milli muhabbettir.

Üçüncüsü, herkes kendi işini bizzat kendisi yapsın, sefiller gibi başkasının kudretinden ümit beklemesin ve sırtını hiçbir vasiye dayamasın. 

Son olarak da:

Okumak, okumak, okumak!..

El ele vermek, el ele vermek, el ele vermek!..

Hasan Tayfur / nusaybinim.com

Sen Neymişsin Ahirzaman..!

Zamanın sahibi olan Yüce Allah’ın buyruğu ile bu zaman, dünyanın sonu Ahirzamandır..
Ahirzaman peygamberinin(s.a.v) ihbaratıyla, Kıyamet kopmadan önceki dünyanın son günleridir Ahirzaman..
Son asrın imamı Bediüzzamanın tarifiyle, “Helaket ve Felaket Asrı” olan bu zaman Ahirzamandır..

Nasıl bir zamanda yaşadığını bilmeyenler, cahiliye ölümüyle bu zamana veda ederler şüphesiz..
Yaşadığı zamanın mana ve ehemmiyetini sorgulamayanların, ebedi dünyada kalacak gibi her iki cihanda da kendisine hiç menfaati olmayacak afaki malayaniyat ile meşgul olup, boşu boşuna gam ve hüzün veya sarhoşlukla nasıl bir yaşam sürdükleri şahitlik göstermektedir..

İşte bizde başlıyoruz..
Evvela Ahirzamanı bir parça tanıyarak anlamaya çalışmak gerek..
Ahirzaman imamı Bediüzzamanın tabiriyle, Mümkinattan olan ahirzaman ve hadisatının da “Müsbet” ve “Menfi” olmak üzere iki veçhi vardır..
“Menfi” yönüyle ahirzaman ve hadisatına nazar edecek olursak görüyoruz ki;
Savaşlar, yıkılışlar, maddi ve manevi buhranların, zulüm ve isyanların çoklukla ortaya çıkış zamanı..
Dehşetli küfr-ü mutlak yangınlarının “anarşi” suretinde; sadece can ve mala münhasır kalmayıp, kalb ve ruhumuza telafisi mümkün olmayan ahiretimizin kaybına mal olacak ölümcül yaralar açtığı bir zaman..
Efendimizin(s.a.v) on dört asır sonra yaşadığımız/yaşayacağımız hadisatı anlattığı vakit, sahabelerin korku ve dehşete kapılarak “biz acaba o günleri görecek miyiz..!” diye ağladıkları bir zaman..
Büyük zatların, beş vakit namazda fitne ve şerrinden Allaha sığındıkları bir zaman..
İnsanların, bilerek ve severek dünyalarını, din ve ahiret hayatlarına tercih edecekleri bir zaman..
İnsanların akşam “Mü’min” Olarak yatıp, sabah “kafir” olarak kalkacağı bir zaman..
Bir şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiği; böylece âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebildiği bir zaman..
İmanın bir “kor” halinde muhafazasının müşkül bir duruma düştüğü bir dehşetli zamandır “Ahirzaman”..
Küfre razı olmanın küfür olduğu gibi, zulme razı olmanın zulüm olduğu bir zaman..
Ehl-i İslâm’ın fevkalâde saflık ve cehaletinden kaynaklı, dehşetli cânileri âlîcenabane affetmek suretiyle zulmüne taraf olduğu, böylece evinde oturduğu yerde zulmüne şerik olduğu bir dehşetli zaman..
Bir erkeğin, kırk bedbaht kadına çobanlık yapmakla, nikahsızlığa rağbette olduğu ve açık saçıklık yüzünden insanların ekseriyetle nefsine hakim olamadığı; ahlaksızlığın tavan yaptığı bir zaman..
Öyle günler yaşanıyor ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyeceği bir dehşetli zamandır Ahirzaman..

Ama aynı zamanda “Müsbet” bir bakış açısı ile Ahirzaman ve hadisatını tefekkür edecek bir akıl ve görecek bir göz ile nazar edip mütalaa yaptığımız vakit, çok farklı nurani manzaralar müşahade etmekte olduğumuzu görüyoruz..
Farzları yapıp, kebireleri işlemeyenlerin kurtuluşa ereceği bir zamandır “Ahirzaman”..
Efendimizin(s.a.v) “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.” buyruğuyla müjdelediği bir zaman..
Binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amel ile, yüzer günahın terkiyle, yüzer vâcibin işlenmiş hükmünde olacağı manen kazancı bol bir zaman..
Tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için; kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek az olduğu; buna binaen az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmünde olduğu bir zaman..
Eski zamandan beri hiçbir ümmet, ümmet-i muhammed(s.a.v) kadar hak ve hakikat mesleğinde pek çok iş görmekle beraber, pek az zahmetle kurtulamamış oldukları bir zaman..
Bir saat tefekkürle, bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imanîyi elde etmenin mümkün olduğu manen çok karlı bir zaman..
Son Peygamberin(s.a.v) “Benden sonra beni görmedikleri halde bana inanan bir topluluk gelecektir. Ah keşke bana doğru, havuza gelen bu kardeşlerimi bir görsem de, içlerinde şerbetler olan kâselerle onları karşılasam. Cennet’e girmeden önce, onlara (Kevser) havuzumdan içirsem.” deyip müjdelediği bir zamandır Ahirzaman..

Zihinleri uyanık kılmakla, gözlerdeki perdeyi bir nebze olsun kaldırmaya çalıştığımız “Ahirzaman” ve hadisatına dair izahat ve tarifler; şüphesiz üzerinde yaşamakta olduğumuz dünyevi olayları doğru bir şekilde anlamaya ve yorumlamaya yardımcı olacaktır.
Ezelî Güneş’in manevî hidayet nurlarını temsil eden Kur’an-ı Kerim, akıl ve kalb gözüyle hak ve hakikatı görmeyi temin eder.
Onun nurundan uzakta kalanlar zulmette kalırlar.
Zira her şey nur ile görünür, anlaşılır ve bilinir.

Beşeriyet âleminde her ferd;
Yaradılışındaki maksatlar ve fıtratındaki arzular ve istikametindeki gayesini,
O hidayet güneşinin nuru ile görür ve bilir.

O hidayet nurunun tecellisine mazhar olanlar;
kalb kabiliyeti nisbetinde ona âyinedarlık ederek yakınlık kesbeder.
Eşya ve hayatın mahiyeti;
O nur ile tezahür ederek ancak o nur ile görünür, anlaşılır ve bilinir.

Memleketimizin her tarafı kan ve gözyaşı coğrafyasına dönüştüğü şu Yaşadığımız süreç, lisan-ı kal’den kulaklarını tıkayarak, az şükredip çok isyan eden bizlere lisan-ı haliyle ne anlatmak istiyor..

Dünyada herkesin bir hesap kitap peşinde olduğu bu mazlum ve sahipsiz müslüman coğrafyanın sahib-i hakikisi olan Yüce Allah’ın, Ezeli hesabı hükmünde olan “Kader Programı”nda -bizim mukadderatımıza ne takdir edilmiş- veya –acaba böylesi bir zamanda yapılması gereken vazife ve sorumluluklarımız nelerdir- diye merak edip bakmak, sorgulamak, kendisine “Müslümanım” diyen herkesin en evvel vazifesi olsa gerektir.
Kısacası Ahirzamanın sahibi olan Allah, bu yaşadığımız hadiseler için ne diyor?
Onu dinlemeliyiz.
Zamanın hakiki sahibi söz söylerken; başkalarının ne haddi var ki, fuzuliyane karışsın…