sonyildiz1876 tarafından yazılmış tüm yazılar

Ey Fetö! Sizleri Ebediyyen Din ve Millet Düşmanı Vatan Haini Olarak ilan Ediyoruz!

“Darbe”

“15 Temmuz Millete Darbe” vak’a-i ciğersûz vukua geleli birkaç gün oldu. Lakin öyle anlar geliyor ki, hayat çok alçalıyor. Saatler gün, günler yıl oluyor. İşte böylesi uzun yıllara bedel birkaç gün geçirdik. Menhus ve mülevves eller, vatanımın namusuna el atma cür’etini gösterecek derece de sabır taşını çatlatacak kadar müellim bir hale giriftar etti ümmeti merhumenin mazlum evlatlarını..

Tahribatın en müdhiş zamanında hastalanan insaniyeti, manevî ilâçlarla tedavi etmeye çalışırken; bize musallat olan bu vatan hainlerine mukabele etmek, acaba zavallı bir milletin sürükleneceği uçuruma sed çekmek için çekilecek mezahim ve meşakkat-ı hayatın ind-i İlahîde makbuliyeti için maddi ve manevi bir mücahede içinde olmak üzere sabır ve tevvekkül etmek ve son dereceye kadar tahammül etmeyi vazife-i asliye ve boynumuzun borcu bilmişiz.

Şu günleri, malum üç-beş dinsiz ile bir takım cehennem yolcularının çılgınlığı vesilesi ile vukua getirilen menfur “darbe” hadisesinin, dehşet ve vahşetinden aldığımız kalbi ve ruhi yaralardan çokça düşünceler ve şiddetli elemler içerisinde; sevinci yüzünde lakin hüznü kalbinde olarak geçiriyoruz. Zira âlem-i islama indirilen darbeleri en evvel ruhunda yaşamayı vaktiyle ders almıştık büyük üstad Bediüzzaman hazretlerinden.

Vatan ve memleket sathını aşarak umum bir âlemi insaniyeti alakadar eden dünyadaki bilumum mazlumların umudu ve kurtarıcısı olan/olacak büyük Türkiye’nin mukadderatına kast ederek cinnî şeytandan ders alan insan şeytanları hükmündeki vatan hainlerinin şerrinden beşeriyetin maddi ve manevi hukunu muhafaza etmek ile beraber, bu şerirlerin meydana getirdikleri zararlı olan tahribat ve âfâtın önünü almak için, gece gündüz çalıştık, çalışıyoruz ve çalışacağız.

Allah’ım..! Bu ne çetin bir zaman ve zemin ki, en yakın dostunuz yahut kardeşiniz size çelme takmak suretiyle, asırlardır din-i Mübin’i İslam’a bayraktarlık yapan ve daha da yapacak bir kahraman milletin bahtiyar evlatlarına hizmet etme amaç ve gayesinden alıkoyma alçaklık ve gafletine düşüyor.

Mezardaki emvatı bile ağlatan böyle dehşetli bir süreçte; “münafık, kâfirden eşeddir” kaidesine binaen, münafıklar asrı olan malum asr-ı hazırın münafık ve fasıklarıyla yahut körü körüne bunların kuyruğuna takılan bedbaht cahil ahmaklarla bir parça hasbihal etmeyi zaman ve zemin icab ediyor.

***

 

“İtaat..!”

Şeriatla, Kur’anla, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sabittir ki: Sağlam dindar, hakperest ulü-l emre itaat farzdır. Sizin ulü-l emriniz, üstadınız; mehdiy-i siyasiyyun Recep Tayyip Erdoğan ve mehdi-yi a’zam Bediüzzaman hazretlerinin mutlak vekili olan Hüsnü Bayram ağabey olduğu halde.. Neden kalben ve ruhen severek tabi olup itaat etmiyorsunuz; bu manen vazifeli zevat-ı muhtereme..?

Sizleri itaattan alıkoyan, Avrupa kâfir zalimleri ile Asya münafıklarının menhus fikr-i siyasinize uygun gaddar propaganda, cerbeze, yalan ve iftiraları olabilir mi..?

Yahut türlü enva’daki fasıklar topluluğuna dehaletinizden dolayı, Rabbimizin “şüphesiz ben fasıklar topluluğuna hidayet vermem.” şiddetli emri kur’anisine mukabil olarak yediğiniz zecr tokadının bir neticesi olarak, dünya ve ahirette kalbi ve ruhi azabı netice verecek nasipsizliğiniz olabilir mi acaba..?

Veyahut “Allah için sevmek, Allah için nefret etmek.” emr-i nebevisine binaen, sizleri bu iki kahramanı İslam’ı sevmekten alıkoyan; türlü kılıklardaki münafık, zalim ve fasıklara olan muhabbetiniz olmasın mı..!

“akla kapı açıp, ihtiyarı elden almamak” emr-i üstadı mucibince işte size iki yol; neticesine katlanmak üzere yapacağınız tercih size kalmış.. Zira dinde zorlama yoktur.

Ve illaki zarara rızasıyla girene, merhamet edip acınarak lehinde bakılmaz; bilesiniz..

***

 

“Müsbet Hareket”

İttihad-ı islamın, islamiyeti dünyaya hükümran kılmak suretiyle, 80 yıl sürecek maddi ve manevi bayramının mukaddimelerinin yaşandığı şu günlerde, bizlere “müsbet hareket” dersi verenlere, üstadımızın bir çift lafı olacak, benim değil..

 

“iktiza-i hale mutabık hareket etmek.” demek olan müsbet hareket, cadde-i kübrayı kur’aniye olan istikamet içinde insanlığı her iki cihan saadetine isal edecek bir geniş yoldur, hüdaya tabi olanlara..

Gün gelir birinci cihan harbinde, cihad meydanlarında en ön saflarda düşmana karşı talebeleriyle beraber savaşmakla birlikte, aynı zamanda kur’anın emsalsiz manevi bir tefsiri olan işaret-ül i’caz kitabını yazmaktır müsbet hareket..

Gün gelir, devran döner başka bir gün olur ki, tarihteki meşhur otuz bir mart hadisesinde isyan eden sekiz taburu, itaat ettirmek için müessir bir nutuk vermektir müsbet hareket bediüzzamanca..

Sizlere anlatmaya çalıştığım bu iki tarihi hadise, zihinlerinize uzak geldiyse yakın tarihimize bakalım.. malum her şeyi maddede arayan gözler, maneviyatta kör olurdu zaten..

Birkaç çapulcu ve fasık güruhun kalkışması olarak tarihe geçen “gezi olaylarında” evde oturup dua ve niyazda bulunmaktır yaradana müsbet hareket.. Yani pencerelerden seyredip, içlerine girmemektir.

Ve işte günümüzde yaşamakta berdevam olunan menfur “15 Temmuz” darbesini, topyekun bir milletin maddi ve manevi olarak, ani ve def’i bir mukabele ile def-ü ref eden bu ümmet-i merhumenin saflarına dahil olarak meydanlarda kur’an, cevşen ve risale-i nur okumaktır; istikameti netice veren müsbet hareket..

 

İslamiyetin ikinci bir var oluş yahut yok oluş mücadelesinin bütün bir yeryüzü sathında maddi ve manevi mücahedesinin verildiği şu vaad edilen günlerde, meydanlarda süfyaniyet komitesinin son rüknü olan fetö ve bilumum şer örgütleri ile bunları besleyen üst akıl gizli zındıka komitelerine mukabil olarak; evlerimizde, camilerimizde, medreselerimiz yahut meydanlar da kur’an ve risale-i nur okuyarak; ayrıca cevşen gibi müessir dualarla yüce Rabbimize niyazda bulunmaktır müsbet hareket..

***

“Vatana İhanet..!”

Bir ehemmiyetli konu olan “affetmek” meselesinde evvela bediüzzamanı dinleyelim..

Bu asrın acib bir hâssasıdır. Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.

Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır.

Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.

Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur. (Kastamonu Lahikası 25)

Evet, otuz kırk yıldır memleketimizin maddi ve manevi neredeyse bütün mahsulat ve meyvesine gözünü dikmek ve hırsla talep edip sahip olmaya çalışmak suretiyle; bu amaca hizmet edecek her türlü gayri meşru ve haram yollara başvurarak türlü yalan, iftira ve hilelerle liyakat, ehliyet ve salahiyet gasbı yapan bu menfur münafıkane fetö örgütünü masum görüp, göstermek yahut cürümlerini hafife almakla afüvkarane bir nazara sahip olmanın vebalinin dünya ahiret hesabını veremezsiniz; ey akıl sahipleri mü’min kardeşlerim..!

Varsa kendi hususi ve şahsi hakkını helal edip affedebilirsiniz..

Lakin arş-ı azamı bile titretecek münafıkane maddi ve manevi hukukları payimal ederek bütün bir islam ümmetinin ahını alan, günümüzün en büyük bir cemaat-i menfaat teşekkülü olan fetö’nün cinayet ve cürümlerini küçük gösterip unutturmaya çalışmanız beyhudedir.

Bediüzzaman hazretlerinin gayb aşina nazarıyla, içerisinde bulunduğumuz 2016 senesi içinde, “kıyamete kadar unutulmayacak, semavi tokatlar yiyecekler” diyerek müjdelediği fetö ve diğer şer odaklarının cinayetlerini görmezden gelmiyoruz, istikamet üzere her akıl sahibi gibi..

İbret almak ve üzerimize düşen farz vazifelerimizde tekasül göstermeden bihakkın icray-ı vazife etmek için.. Unutmayacağız ve dahi unutturmayacağız kıyamete dek..

Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi olan “hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi” yahut meydana gelmekte berdevam olan ciğersuz menfur hadiselere karşı, güya sinema filmi seyrediyor gibi lakayd ve laubali bir duruş ile hareket etmeyeceğiz; aklını kullanmayan beyinsizler misali..

Yahut “hakkı batıl, batılı hak suretinde göstermek” demek olan kuvve-i akliyenin ifrat mertebesinin esiri olmakla cerbeze hastalığına mübtela olanlar misali, cereyan etmekte olan kanlı zalimane hadiseleri hafif gösterip “tiyatro” oynanıyor yahut “bu olay bir senaryonun parçasıdır” gibi iftira ve yalanlara müracaat etmeden; ne aldanacağız, ne de aldatacağız hakiki bir imanın gereği olarak..

Beş-on senelik dünya hayatının makam, mevki yahut maddi menfaatinin gayr-ı meşru zevki için memleketimizi ateşe atmakla milyonlarca insanımızın maddi ve manevi hukunu çiğneyen din ve millet düşmanı ey vatan hainleri..!

Dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çekeceğinize iman ettiğimiz ve böylece en acınacak bir hale giriftar olduğunuz ve inşaallah daha da perişan olacağınız halde; اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla hiç acınmaya müstehak değilsiniz.

Zira zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.

Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.

Hem zalimsiniz..

Menfur darbe hadisesinde, onlarca mazlumun katili olan siz fetö münafıklarının; “Zulme ve zalime azıcık dahi meyletmeyin..!” diyen yüce Rabbimizin emrine ittibaen, sizlerle en ufak bir kalbi gönül bağımız olmadığı gibi, zerre meyil dahi yoktur cemaat-i menfaat olan menfur fetö örgütünün en ufak bir faaliyetine..

Hem de hainsiniz..

Asrın süfyaniyet komitesinin birinci rüknüne hitaben, “Hainin hükmü merduttur..!” diye haykıran bediüzzaman hazretlerinin emrine imtisalen, sizleri ebediyyen din ve millet düşmanı vatan haini olarak ilan ediyoruz..

Neyse o.. Kalbe ilka edilen bir nur olan “hidayet” misali..

Hakkı hak bilip imtisal edeceğiz.. Batılı batıl bilip içtinab edeceğiz.

***

  

“Bir Hitabe..!”

Ulu-l emirimiz Recep Tayyip Erdoğan ve mehdiyi ahirzamanın mutlak vekili Hüsnü Bayram ağabeye;

Sizler, aslâ ve kat’â müteessir olmayınız.

Başta siz çok değerli zat-ı alileriniz olmak üzere, memleketimin her bir ferdine azm-u kasd eden bu hainlerin işledikleri cürümler, ne kadar vahşiyane ve zalimane olursa da olsun, dönüp arkanıza bakmayın.

Sizlerin, yatağından fırlayan bir aslan misali ahirzamanın fırtınalarına karşı göğüs gererek gösterdiğiniz azm-ü gayretiniz vesilesi ile açılan maddi ve manevî âlemlerin kapılarına doğru ilerleyin.

 

Yürüyün, yürüyün, tâ nâmütenahî olarak bütün bir ümmet-i muhammed olarak biz de yürüyelim.

Gittiğiniz, ulaştığınız âlemlerde bizim gibi yaralı, âciz, zaîf, pür-kusur, kemter bîçareler için de, müebbed bir istirahat ve saadet yatağını hazırlayın nesl-i atiye..

 

Yaşasın sıdk!

Ölsün yeis!

Muhabbet devam etsin!.

Şûra kuvvet bulsun!.

 

Bütün levm ve itab ve nefret, heva hevese tâbi olanlara olsun.

Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanların üstüne olsun. Âmîn…

İslamiyetin, yeryüzünde 80 yıllık galibane hüküm süreceği günlerin ayak seslerini işittiğimiz şu günlerde; süfyaniyet komitesinin dördüncü bir rüknü olan fetö ile arkasındaki gizli zındıka komitelerinin, hazreti mehdinin maddi ve manevi ordularına yenik düştüğüne şahitlik yapacağız biiznillah..

Yaşamakta olduğumuz elîm acılar, memlektimin tek bir ferdini dahi asla ye’se düşürmemeli..

Bilakis mezkûr hadisat-ı ahirzaman, öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmelidir ki: “Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’ana sarılmaktır.” hakikatını, birbirimize sabır üzere tavsiye etmeliyiz.

 

Gevşemeyin..Üzülmeyin..

Eğer inanıyorsanız, mutlaka üstün gelecek olan sizlersiniz..

 

Me’yus olmayınız.. Hem merak ve telaş etmeyiniz..

İnayet-i Rabbaniye inşallah imdadımıza yetişir..

Medrese-i Nuriye ve Vakıflara Zekât Verilir Mi?

Her yıl ramazan ayı rahmet ve bereketiyle geliyor. Bu sene de Rabbimizin kavuşmayı nasib ettiği bu rahmet ve mağfiret ayında, aynı zamanda malum zekât ve sadaka kapılarının açıldığı yardımlaşma mevsimini de beraberinde getirdi.

Öteden beri cehalet ve meseleye vukufiyetsizlik ile beraber maddi menfaatin beraberinde getirdiği menfi hissiyatların da te’siratıyla, Zekât ve sadaka mevzusunda maalesef bazı ihtilaflar ve dayanaksız itirazlar ile birlikte ulema-us sü’ kılıklı hocaların yorum denilen arzi içtihadları beşerin hayat-ı içtimaiyesinde hemen hemen her yerde konuşulur hale geliyor ve nihayetinde meseleyi mezheblerin esasa değil de teferruata ait ihtilaflarına havale edilerek mesele bir çözüme kavuşamadan kapatılıyor.

Ama diğer taraftan da kitabi olarak meseleye vakıf olup doğru İslamiyet’i öğrenmek ve öğretmek adına yapılmak istenen araştırmalarda görülüyor ki, maalesef ayet, hadis ve risale-i nurları mezc ettiren matbu kaynak bulmak pek te mümkün olmuyor.

Hal durum böyle olunca Cenab-ı Hakkın inayetiyle mezkûr mesail üzerine yaptığımız hususi çalışmayı, yakında müstakil bir eser olarak neşredeceğimiz “adab-ı muaşeret ve islam ilmihali” adlı eserimizde matbu olarak sizlerin istifade ve istifazalarına sunacağız yine yüce Rabbimizin avn ve inayetiyle..

Zekât ve sadaka mevzusu çok geniş olmakla birlikte, başta kur’an ve sünnette olmak üzere mesele tavazzuh etmiş olmakla birlikte, müçtehit İslam âlimleri ve mezheb imamlarımız tarafından bu mezkûr meseleye dair medar-ı ihtilaf olmuş ve olabilecek tüm mesail izah ve isbat edilmiştir.

Bununla birlikte asrımızın son müceddidi ve mehdi-yi azam hazret-i Bediüüzaman da 130 parçalık Kur’anın manevi tefsiri olan nurlu külliyatında “Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. İşarat-ül İ’caz 43” şeklinde tarif ettiği zekât meselesine hususi bir ehemmiyet vermekle birlikte, zekât ve sadaka mevzusunun günümüze bakan yansımalarını da asrın idrakına uygun bitamamiha hall, şerh, izah ve isbat etmekle, şüpheye medar yahut ihtilaf-ı ümmet haline gelebilecek hiçbir mevzu bırakmayarak meseleye son noktayı koymuştur.

Zekât kimlere verilir?

Zekâtın kimlere verileceğini yüce Rabbimiz(c.c) Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan bu­yurmaktadır: “Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kal­mış yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/60)

Şüphesiz bu âyet-i kerîme sarihan zekâtın sekiz sınıfa dağıtılmasının gerekliliğine delâlet etmektedir. Hem zekâtın, hem de fıtır sadakasının bu sekiz sınıfa verilmesi gerekir. Zekât ve fıtır sadakası bu sekiz tabakadaki insanların hakkıdır; hepsi bu­na ortaktırlar.

Zekât ve sadakalarla ilgili verdiğimiz bu kısa açıklamadan sonra, beşerin hayat-ı içtimaiyesin de çokça medar-ı bahs olmakla birlikte lüzumsuz ve faydasız tartışmaların müsebbibi, zekât verilecek sekiz sınıftan birisi olan ve kur’anda “fisabilillah” şeklinde tarif edilen “Allah yolunda olanlar” sınıfını kur’an, sünnet ve risale-i nur başta olmak üzere diğer müçtehid ve islam âlimlerinin şerh, izah ve tarifleriyle isbat etmeye gayret edeceğiz.

Allah yolunda “Fi Sebilillah” : “Fî sebîlillâh  / Allah yolunda” manasına gelmektedir. En meşhur anlamları “Allah yolunda (harcamaya), Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, Allah yoluna, Allah uğruna girişilebilecek her türlü çaba, hac, ilim taleb etmek ve Allah’ın emrettiği her türlü hayır, hidayet yolu, Allah’a yaklaştırıcı her şey ve taat yahut salih amel” anlamlarına gelmektedir.(İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi’l-Hadîs ve’l-Eser, Beyrut, ts., II, 338, 339; el-Kâmûsü’l-Fıkhiyye, Dımaşk 1982, s. 209)

Âyette zekât verilecek yedinci grup için “fî sebîlillâh” terimi zikredilmektedir. Kelime anlamı “Allah yolunda” demek olan fî sebîlillâh tabirinin -biri dar diğeri geniş- olmak üzere iki anlamı vardır:

a.Geniş anlamda, Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun ve O’na yaklaşmak amacıyla yapılan her türlü hayırlı işte çalışan.

b.Dar anlamda ise, İslâm’ı yüceltmek uğruna bilfiil cihadda (sıcak harp) bulunan.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in bazı ehadis-i şerifelerin de “fî sebîlillah” kavramı yer almıştır. Yalın bir anlam ile Allah yolu diyebileceğimiz bu ifadeye, hadis şarihleri ve müfessirlerce daha geniş bir anlam içeriği kazandırılmıştır.

Tirmizî’de geçen bir hadiste: “Bir kimse ilim elde etmek için yola çıkarsa, dönünceye kadar Allah yolundadır.” denmektedir. Bu ifadeye göre Allah için samimi niyetlerle ilim elde etme ve insanlara faydalı olma düşüncesiyle yapılan ilim tahsili “fî sebîlillâh” ifadesinin kapsamı içerisindedir.

Resûlullâh (s.a.v),“Allah yolunda her kimin ayakları tozlanırsa, o ayaklar cehennem ateşine haramdır!” buyurmuştur. Hadisin şârihi Mübârekfûrî, “fî sebîlillâh”ı Allah’ın rızasının talep edileceği yol şeklinde açıklamıştır. (Tirmizî, İlim, 2, Fadâilü’l-Cihad, 7; Mübârekfûrî, V, 259)

Tirmizî’de aynı babda geçen başka hadiste de Allah Resûlü’nden şu rivayet nakledilmektedir: “İki göz vardır ki cehennem ateşi onlara dokunmaz; biri Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri ise Allah yolunda nöbet bekleyen gözdür.”

Hadisteki Allah yolunu şârih; mücahitlerin ibadetteki mertebeleri, hac, ilim talebi, cihad veya ibadet anlamlarıyla açıklamıştır.

Tirmizî’de bir başka hadisin şerhinde ise “fî sebîlillah” kavramı, yol kesenlerle mücadele etmek, iyiliklerin emredilmesi ve kötülüklerin yasaklanması anlamlarına da kullanıldığı ifade edilmektedir. (Tirmizî, Fadâilü’l-Cihad, 12; Mübârekfûrî, V, 269, 298.)

“Allah yolunda” tabirinin, zekât gelirinden Allah yolunda cihad için de bir fon ayrılması gerektiğini bildirdiği açıktır. Ancak cihad kavramının İslâm kültüründe geniş bir anlam yelpazesine sahip olması sebebiyle, âyetin bu ifadesinin kimleri ve ne tür faaliyetleri kapsadığı hususu İslâm bilginleri arasında geniş mütalaalara konu olmuştur.

“Allah yolunda” tabirinin ilk planda “Allah yolunda savaşanlar (gaziler)” şeklinde anlaşılmış olması, âyetin ifade tarzından ziyade İslâm’ın yayılış dönemindeki sosyo-politik şartlarla ve uluslararası ilişkilerle ilgili olmalıdır. O dönemde cihadın en yaygın ve etkili yolu akınlar ve sıcak savaşlar olduğundan fakihler de din ve vatan yolunda savaşanlara zekât gelirinden fon ayrılmasını elzem görmüşler, bu yorum o dönemde âdeta bütün fakihlerce benimsenmiştir.

Bununla beraber bazı fakihler bu fondan hac ve umre yapanlara, ilim tahsil edenlere zekât verilebileceğini, hatta cami, okul, hastahane yapımı gibi işleri üstlenmiş her türlü hayır kurumuna da bu fondan ödenek ayrılabileceğini söylerler.

Çağımızda bazı âlimler “Allah yolunda” tabirine geniş bir anlam yükleyerek müslümanların yararına olan her türlü faaliyeti bu kapsamda görmektedir. Onlara göre günümüzde bütçe gelirlerinden büyük bir kısmın ülkelerin savunma giderlerine ayrılmakta olduğu bilinmektedir.

İslâm dini tebliği, yani kendisini duyurmayı ve tanıtmayı hem kendisine inananlara bir borç olarak yüklemiş, hem de bunu toplumun başta gelen görevlerinden saymıştır.

Ayrıca müslümanların dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması da devletin görevlerindendir. Öyle ise zekât gelirlerinden bir fonun İslâm’ın tebliğine ve ülke savunma giderlerine ayrılması yerindedir.  (Zekât, Diyanet İlmihali s:487)

Hanefî fakihlerinden Kâsânî “Allah yolunda” sınıfı için, “Bu ifade Allah’a yaklaştıran her şeydir. Eğer ihtiyaç hâsıl olursa bu manaya Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün hayır yolları girer.” demiştir.

“Fî sebîlillâh” ifadesi hakkında İbnü’l-Esîr; “Farzları, nafileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allah’a yaklaşma, O’nun rızasına erme maksadı güden her ihlaslı amel Allah yolundadır. Ancak bu ifade kayıtsız, şartsız söylenince çok kere cihad anlaşılır. Bu anlamda çok kullanıldığı için cihada ait özel bir ifade halini almıştır.” demektedir.

İlim Tahsil Edenler ile Kamu Yararı Kurumları ve Diğer Yerler

Zekâtın sarf yerlerinden biri olarak ifade edilen “fî sebîlillah” kavramına bazı fıkıhçılar ilim tahsil edenler, bu uğurda emek harcayanlar anlamını vermişlerdir. İlme hizmet eden insanlara Allah yolunda çaba harcayanlar ve dinin ihyâsı için çalışanlar gözüyle bakılarak, her dönemde bu sınıf zekât kapsamına alınmıştır.

İnsanoğlunun her dönemde ihtiyaçları artmakta ve değişmektedir. Kamu yararına ait olan işlere toplumda daima hayır ve hasenat gözüyle bakılmış ve bunlar kişilerin genel menfaatlerini ilgilendirdikleri için sürekli teşvik edilmiştir.

İslâm toplumunda “sadaka-i câriye” yani devamlı olarak insana sevap kazandıracak olan iyilikler Allah yolunda yapılmış hayırlar olarak değerlendirilmiştir. İslâm toplumunun geçmiş ve günümüzdeki ihtiyaçları göz önüne alınıp karşılaştırılınca aradaki farkın günümüz itibariyle oldukça büyük ve çeşitli olduğu bir gerçektir. Fukahanın bazıları, içerisinde bulundukları zaman ve şartlar altında kamu yararına hizmet veren müesseselerin ihtiyaçlarının giderilmesinde zekât fonundan yararlanılabileceği görüşünü benimsemişlerdir.

Çünkü İslâm toplumu içerisinde zekâttan istifade edecek kişi ve gruplar o toplumun bir realitesidir. Hem kişilerin mali ibadetlerini yerine getirmedeki sorumlulukları hem de toplumdaki istikrarın korunması ve devamlılığı açısından yapılan yardımların karşılığı yine o topluma dönmektedir.

Hanefi mezhebinin en önemli imamlarından Ebu Yusuf, “fî sebîlillâh” kavramının içinde zekât verilecek yerlerden bahsederken, yolların yapımı ve tamir edilmesinin de dâhil olduğunu söyleyerek, bu yerlere zekât fonundan harcama yapılabileceği görüşündedir. (Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc, Kahire 1396, s.81)

Hanefî fakihlerinden Kâsânî ise “Allah yolunda” sınıfı için daha önce de zikredildiği gibi, bu ifadenin Allah’a yaklaştıran her şey olduğunu ve hatta ihtiyaç hâsıl olursa bu manaya Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün hayır yollarının gireceğini ifade etmiştir. Kâsânî’nin bu görüşü daha önce zikrettiğimiz gibi Hanefi hukukçularından İmam Muhammed’in görüşüne de muvafık düşmektedir. (Kâsânî,, II, 45)

Fakat bunu yaparken çok dikkatli olmak lazım. Zira bu kavramın kapsamının çok geniş tutulup her şeye teşmil edilmesi birçok suistimal kapısının açılmasına sebebiyet verebileceği gibi zekâtın verildiği diğer fonları da içine alacağından onların ayrıca zikredilmesini anlamsız kılabilir. Binaenaleyh, Allah yolunda yapılan eğitim ve öğretim faaliyetleri bu kavram çerçevesinde değerlendirilebilir.

Günümüzde Allah yolunda yapılan hizmetlerin çerçevesi çok genişlemiştir ve bu işin yapıldığı en önemli alan da İslâm’ı anlatan, İslâmî değerlerle donatılmış bir nesil yetiştirmek için yapılan eğitim faaliyetleri olsa gerektir. Ayrıca cihad, Allah ile kulları arasındaki engelleri bertaraf edip, insanlarla Allah’ı buluşturma ameliyesidir.

Kur’ân’ın zekât verilecek sekiz sınıfı bildirmesi, zekâtın sadece fakir ve yoksullara tahsis edilemeyeceğini, bunun dışında da mükellefler için değişik alternatifler olduğunu ifade etmesi önemlidir. Zira zekât farziyyetinin yerine getirilmesinde kişilerin bulundukları çevre ve şartlar itibariyle her zaman fakir insanlara ulaşma imkânları olmayabilir. Bu durum, sorumluluk duygusuyla hareket eden insanlar için problem haline getirilmemelidir.

İşte bu noktada, zekâtın verileceği sınıflar mükellefler için bu görevin yerine getirilmesinde değişik alternatifler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle “fî sebîlillah” kavramına girebilecek her anlam zekâtın verilebileceği yer olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Muasır ilim ehli, bu kavramın genelde tek bir anlama hasredilemeyip her türlü hayır işlerini kapsayacağını ifade ederek, özelde de Kur’ân ilimleri ve toplumun faydasına olan diğer ilimlerle iştigal eden kişilerin maişetleri, dul kadınlar ve yetimler lehine yapılan hayır işleri, ilim talebelerine, okullara, hastanelere yapılan harcamalar, İslâm’ın esaslarına davet etmek için medrese ve vakıf gibi merkezlerin kurulması, her dilde yayın yapabilecek dini yayın neşriyat kuruluşları tesis etmek gibi pek çok hayır hizmetlerinin de dâhil olduğunu ve bu gibi yerlere de zekât fonundan harcamanın yapılabileceğini ifade etmektedirler. (Şerbâsî, I, 149, 150; Seyyid Sâbık, I, 334; Muhammed Mahluf, Feteva-ı Şeriyye, Kahire, 1971, 296; Hâzin, II, 240; Râzî, XVI, 113; Muhammed Mahluf, Feteva-ı Şeriyye, Kahire, 1971, 296; Hâzin, II, 240; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (çev. Salih Tuğ), II, 978; Kardâvî, Fıkhu’z-Zekât, II, 635-669.)

Özellikle asrımızda inanan insanlara düşen sorumluluk açısından “fî sebîlillah” kavramı kişilere birçok alternatifler sunabilmektedir. Allah Resulü’nün (s.a.s.) Asr-ı saadette bu konudaki ufuk açıcı uygulamaları 21. yüzyıl ve hatta daha sonraki dönemlerde mesuliyet sahibi insanlar için ayrı bir önem arz etmektedir. Kanaatimizce zekât ve diğer maddi fonlarla yapılan eğitim faaliyetleri sayesinde insanlık yeniden İslâm’ın hayat veren soluklarını tanıma imkânı bulacak ve gönüller Allah’la buluşabilecektir. Bu yolda yapılacak infaklar da “fî sebîlillah” çerçevesinde olacaktır.

Zekât musluğu daha çok nerelere akıtılması gerekir?

Zekât musluğunun daha çok nerelere akıtılması gerektiği hususunu Bediüzzaman Hazretleri veciz bir şekilde anlatır. Üstad Bediüzzaman, kendisine tevcih edilen bir sual vesilesiyle zayıflamaya yüz tutan, İslâmî hissiyatın canlanması ve Müslümanların güç kazanması için zekâtı mühim bir çeşme olarak gösterir.

“Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû’-i istimal ile şûristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv ü nema verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.” (Münazarat 62)

Üstad hazretlerinin bu husustaki yukarıda tesbit ettiği fevkalade isabetli görüşlerini şöyle özetlemek mümkündür: “Büyük bir çeşme var. Şimdiye kadar yanlış yerde kullanılarak verimsiz topraklara akıtılıp bazı dilenci ve acezenin gelişip yeşermesine sebep oldu. Bu çeşmeye güzel bir kanal yapınız. İslâmî hizmetlerinizle şu havuza dökünüz. Sonra da kemâlat bostanınıza su veriniz. Bu hiç tükenmez ve bitmez bir kaynaktır.”

Devam eden ifadelerde de İslam’ın yayılması ve milletin ilerlemesi ve diğer gelişmiş milletlerin seviyesine ulaşılabilmesi için zekâtın millet menfaatine harcanmasını istemektedir: “Eğer ezkiya (zeki insanlar) zekâvetlerinin (zekâlarının) zekâtını ve ağniya (zenginler) velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir.” (Said Nursî, Münazarat, Sözler Yayınevi, 1977, s.52)

Osmanlı Devletinin son devrinde işlemez ve kendisinden arzu edilen hizmeti veremeyecek şekilde bozulmaya yüz tutan medreselerin maddi ihtiyaçlarının temininde zekâtı en büyük bir kaynak olarak gören Bediüzzaman Said Nursî, bu müesseselerin gelişmesi için zenginlerin zekâtlarının zekâtını buralara aktarmalarının kâfi geleceğini belirtmektedir. (bk. age. s, 74)

Evet, zekât gibi İslâmın en güçlü mâlî yardım müessesesini dinî hizmetlerin mesafe almasına harcamak bu zamanda âdeta vaz geçilmez bir vecibe haline gelmiştir.

Zekâtı bazı fakir ve yoksullara münhasır kılarak o geniş daireyi daraltmak, güç şartlarla dinî hizmette bulunan kişi ve kuruluşların hareket imkânını kısıtlamaz mı?

İslâmın kurduğu ve ihyasına çalıştığı bir müesseseyi yine onun gelişmesi için harcamak kadar tabiî ne olabilir?

Bunun için, Müslüman gençliğin eğitim hizmetlerine yardımcı olan, çeşitli faaliyetleriyle İslâmın sesini geniş kitlelere duyurmaya, İslâmî meselelerin müdafaa ve korunmasına gayret gösteren kuruluş ve vakıfları zekâtla güçlendirmeye çalışmak en güzelidir ve en isabetlisidir.

Medrese, vakıf, dernek vb. hayır kurumlarına zekât verilir mi?

Allah yolunda (fî sebîlillah): Zekâtın verildiği yerlerden biri olarak Kur”an’ da zikredilen “fî sebîlillah” terkibini İbn Esîr şöyle açıklamıştır: Farzları, nâfileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allaha yaklaşma, O’nun rızasına erme maksadı güdülen her ihlâslı amel Allah yolundadır.”

Fahraddin Razî, mezkûr âyetin tefsirinde el-Kaffâl’den, bu mefhumu daha da genişleten ve bütün hayır müesseselerini buna dâhil eden bir görüş nakletmiştir. (Mısır, 1938, c. XVI. s. 113)

Bu görüşü Sıddık Hasen, (er-Ravzatü”n-nediyye, s. 206), Kâsimî, (Mehâsinu”t-te”vil, c. VII, s. 3181), Şeltût, (el-İslâm akideh ve şeri”ah, s. 97) gibi zâtlar da benimsemişlerdir.

Kardâvî, Kur’ân-ı Kerîm’de “fî sebîlillah” terkibinin kullanıldığı yerleri incelemiş ve haklı olarak cihâd mânâsını tercih etmiş, ancak cihadın yalnızca askerî savaşa mahsus bulunmadığını, fikrî, terbiyevî, içtimâî, siyasî çeşitleri bulunduğunu hadîslere dayanarak izah etmiştir. Nitekim hadîslerde zâlim sultanın karşısında hakkı söylemeye cihad denmiştir. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 18; Nesâî, Bey”at, 38).

Yine “Müşriklere karşı mal, can ve lisânınızla cihad edin” buyurulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 13, 16; Ebû Dâvûd, Cihâd, 5, 38. Fiten, 13; Nesâî, Zekât, 49, Cihâd, 7)

Buna göre hedefi İslâm’ın yaşaması, yayılması ve korunması, İslâm yurdunun muhâfazası ve kurtarılması, İslâm’a yönelen her nevi tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî, mücâdele ve faaliyetler Allah yolundadır; bu faaliyetlerin zekât bütçesinde payı vardır. (Kardâvî, age., s. 655-669)

Muhtelif İslami Hizmetler:  Kur’ân’da zekât verilecek sekiz sınıftan özellikle bir tanesi, konusu itibariyle doğrudan İslâm’ın yayılması, imanın tebliği ve Kur’ân hizmetleri ile ilgili alanları kapsar. Bu sınıf Kur’ân’da sekiz sınıfın içinde “fîsebîlillâh” terimiyle ifade edilir.

Fîsebîlillâh, ‘Allah yolunda’ demektir: İ’lây-ı kelimetullah için, yani Allah’ın adını yükseltmek ve tanıtmak için, Allah’ın dinini tebliğ etmek için, Allah’ın kitabını öğretmek için, Allah’ın kitabında öğretilen iman hakikatlerini anlatmak için cihâd edenler sınıfını kapsar. Bu beyanla Kur’ân, Allah yolunda çalışan ve Allah’ın adını yükseltmek için cihad eden tüm hizmet birimlerinin zekâtla desteklenmesini emrediyor.

Binaenaleyh, Allah’ın adını âlemlere tebliğ etmek, tevhid kelimesini asrın anladığı dilde ispat ve ilân etmek, iman hakikatlerini yaymak ve neşretmek, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu hikmet diliyle cihana duyurmak, iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak gibi alanlardan birini veya bir kaçını yürütmeyi vazife addetmiş hizmet birimlerinin arsa, bina, araç-gereç vs. ayırt etmeden zekât bütçesinden destek almaya hakları vardır.

Nitekim dört mezhebe göre, Allah yolunda cihad edenlere, ihtiyaçları olan silah, at, yiyecek, içecek ve yol masrafları zekât fonundan karşılanabilir. Şafiî mezhebine göre Allah yolunda cihad edenler zengin bile olsalar; yol, ikamet ve diğer masrafları bu fondan karşılanır. Giyim, silah, eşya ve diğer malzemelerini taşımak için gerekli vasıta bu fondan temin edilir. Mücâhede süresi içinde bakmakla yükümlü oldukları çoluk çocukları, ailesi ve yakınlarının nafakaları da zekât fonundan ödenir.

Ayet-i kerimede geçen ve “Allah yolunda harcanma” olarak tercüme edilen “fi sebilillah” ifadesi, mutlak ve umumi olarak zikredilmiştir. Bu tabir bazı fıkıh kitaplarımızda her ne kadar silahla cihada katılan gazilere ve yolda kalan hacılara tahsis edilmişse de, cumhur-u ulema ve diğer tefsirler ile güvenilir fıkıh kitaplarımızın ekserisinde mesele daha geniş olarak ele alınmıştır.

Mesela: Hanefi mezhebi âlimlerinden İmam Kasani, Bedaiu’s-Sanai isimli meşhur eserinde mevzu ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Allah yolunda olanlardan maksat, Allah’a yaklaştıran her şeydir. Eğer ihtiyaç varsa bu manaya, Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün hayır yolları girer.”

“Fi sebilillah tabiri umumidir” diyen Fahreddin Razi ise, bu tabiri şöyle açıklar: “Fi sebilillah tabiri sadece gazilere mahsus değildir. Zekât bütün hayır yollarına verilebilir. Ölülerin teçhiz ve tekfini, kale ve cami yapımı da bu tabirin içine girer.” ( Tefsir-i Kebir, 16:113 )

Zaman değişir, araç ve gereç değişir; ama gâye değişmez. Öyle ki, dün cihad malzemesi kılıç ve kalkan iken; günümüzde bunların yerini kitap, kalem, teknolojik araçlar ve değişik hizmet donanımları almıştır.

Eskiden cihadın kılıçla, kalkanla, silahla, atla yapıldığını; günümüzde ise medenî milletlere ve insanlara karşı maddî cihad yerine manevî cihadın ön plana çıktığını, bunun da kitapla, kalemle, yayınla, neşriyatla ve muhtelif beşerî ve sosyal faaliyetlerle yapıldığını nazara alan islam âlimleri, Müslümanlar yararına yapılan her türlü hayırlı faaliyetlerin zekât bütçesinden desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ederler.

Yusuf El-Kardavî cihadın sadece silahla ve kılıçla yapılmadığını; Peygamber Efendimiz’in (asm) “Sultana karşı hakkı konuşmayı” “en efdal cihad” olarak nitelediğini ve “dil ile cihadı” tavsiye buyurduğunu kaynakları ile gösterdikten sonra, yeryüzünde Allah’ın adını yükseltmeyi amaçlayan, gençleri ve toplumu zararlı ve yıkıcı yayınlara karşı korumak, İslâm’ı, imanı ve iyi ahlâkı öğretmek ve teşvik etmek için kurulan her türlü İslâmî ve Îmânî tebliğ merkezlerinin yaptıkları çalışmaların “cihad” manasından ayrı düşünülemeyeceğini; binaenaleyh böyle hizmet merkezlerinin Müslümanların zekâtlarından payının öncelikle bulunduğunu kaydeder. (Kardavî, Ç.M. Fetvâlar, 1/388)

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri ise, zekât çeşmesinin çorak topraklar hükmünde bulunan ve zarûrî derecede ihtiyaçlı olmadığı halde, sürekli âcizliğini ve fakîrliğini ileri sürerek hep dünyevî ihtiyaçlarını gündemde tutan “seele” (dilenci) grubunun tekelinden kurtarılmasını, bu çeşmeye güzel bir mecrâ ve havuz yapılmasını ve bu havuz ile milletin “kemâlât bahçesinin” sulanmasını önemle tavsiye etmiştir. (Münâzarât, S. 64; Münâzarât, s. 81)

Bedîüzzaman Hazretleri İslâm’ın gelişmesi ve Müslümanların gelişmiş milletler seviyesine yükselmesi için zekât gelirlerinin “millet menfaatine” harcanmasını tavsiye ediyor; “Medresetü’z-Zehra”nın, yani Risâle-i Nur hizmetlerinin İslâmiyet’e ve insanlığa gösterdiği yüksek yararlılıkla, inananların zekâtları ile desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ediyor. (Münâzarât, S.64 ve s.81)

İslâm’ın gelişmesi, iman hakikatlerinin genişleyerek doğru biçimde benimsenmesi ve İslâm ahlâkının içtimai hayatta yaşanması, Müslüman toplumların ve nihayet insanlığın topluca “menfaatine” bir cihad alanı olduğundan; bu maksatları güden hizmet birimlerinin her bir ihtiyacı için doğrudan ve aracı kullanmadan zekât verilebilir. Burada, zekâtın direkt olarak cihad alanına ve hizmet yerine sarf edilmesiyle temlik şartı yerine gelmiş oluyor. Mülk sahibi millettir. Bunun için bir talebenin veya kişinin şekilden ibaret bir tezgâhla aracılık etmesine hiç gerek yoktur.

Hadis-i şerifte “İlim öğrenmekte olanın 40 yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek caizdir” buyuruldu. Din bilgilerini öğrenmekte ve öğretmekte olanlar yani işi, mesleği bu olanlar, zengin olsalar da, çalışıp kazanmaya vakitleri olmadığı için zekât alabilirler.

Sonuç olarak, zekât İslam’ın gönüllerde yayılması ve din düşmanlarının tahribatını önlemek için Allah yolunda faaliyet gösteren hizmet kuruluşlarına da verilir. Günümüzde böyle hizmet kuruluşlarına zekât vermek daha da ehemmiyet kesbetmiştir.

Kaldı ki bu zamanda en tesirli bir cihad çeşididir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde “Müşriklere karşı malınızla, canınızla ve dilinizle cihat edin” ( Müsned, 3:13,16: Ebu Davud, Chad 5,38 ) buyurmuşlardır. Zira bugün din düşmanlarıyla yapılan umumi olmakla birlikte en tesirli cihad gazete, dergi, web, kitap, radyo ve televizyon vb. sosyal medya yoluyla yapılabildiği herkesin malumudur.

Gayesi İslama hizmet olmayan yahut böyle bir görüntü veren münafıkane kurum ve kuruluşlara yardımın her türlüsü yasaklanmış olmakla birlikte ayrıca zekât da verilemeyeceği gerçeğini hatırdan uzak tutmamak gerektir.

Bediüzzaman hazretleri mezkûr mevzu ile alakadar, nur külliyatının münazarat eserinde yaptığı bir açıklamaya binaen sorulan bir suale, nurun ilk talebesi Hulusi Yahyagil ağabeyin yaptığı şerh ve izahı aynen neşrediyoruz.

Sual: Münazarat’ın 88. Sahifesinde “İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şafiîyiz. Bir zamandan sonra o Medreset-üz Zehra İslâmiyete ve insaniyete göstereceği hizmetle, şübhesiz bir kısım zekâtı bil’istihkak kendine münhasır edecektir. Bahusus zekâtın zekâtı da olsa kâfidir.” denilmektedir.

a)“Biz hem Hanefî, hem Şafiîyiz.” demekle; her iki mezhebin hükümlerini tatbik edebiliriz mi, demektedir?

b)Bu duruma göre açılmış bulunan vakıf, medrese ve dershanelere zekât verebilir miyiz? Bu dershanelerde hali vakti yerinde olanlar olduğu gibi, fakir olanlar da vardır. Cevap: Suallerinizin cevabı metindeki sarahatte zikredilmiştir.

a)İki mezheb Ehli Sünnet vel cemaatindir. Mezheplerdeki ihtilaf, zekât gibi esas rükünlerde değil, belki teferruattadır.

Mesela: Mezheb-i Hanefi, zekâtı münhasıran fakir-i müslime verir; Şafii, ilim tahsili ile uğraşanlara tahsis eder. Hanefi de, ilim tahsili ile meşgul olanlara bu yardımı caiz görür. Buradan da anlaşılıyor ki, zekâtta ehliyet bakımından fakir-i müslim ile ilimle iştigal edenler iki mezhebce zekâta ehil olarak gösteriliyorlar.

b)İlim ikidir. Birisi bilinen dünyevi işlere medar ulum ve fünundur. Diğeri de, tefekkür-ü imaniye dayanan, her saati en az bir sene ibadet hükmüne getiren tefekkür-ü imaniye dersleridir. Bu derslerin yapıldığı yerlere de aramızda dershane/medrese diyoruz. Öyle ise dershanelerin devamına, inşasına, onarımına bu sadaka, zekât ve nüzur(nezirler, adaklar) gibi şeylerin verilmesinde hiçbir zarar yoktur. Hulusi Yahyagil (Rahmetullahi Aleyh) Haşiye: Bu mektup, 1995 yılında Merhum Bayram Yüksel Ağabeyin Adapazarını ziyaretinde kendisine sorulan suale (Medreseye zekât verilir mi?) mukabil, hususi defterinden açıp okuduğu bir mektubun bir parçasıdır.

Adab-ı Muaşeret ve İslam İlmihali, Hasan TAYFUR
17 Ramazan 1437

Sadaka-i Fıtır (Fitre Sadakası)

 

Sadaka-i Fıtır (Fitre Sadakası)

Fıtır kelimesinin fıtrat (yaratılış) kökünden türediği görüşünü benimseyen âlimlere göre sadaka-i fıtır, bedenin zekâtıdır. Bu görüşten esinlenen bazı kimseler buna “baş sadakası” da demişlerdir.

Bazı âlimlerse fıtır kelimesinin ramazan iftarı ile alâkalı olduğunu ve fıtır sadakasının ramazan orucunu tutup bayrama kavuşmanın bir şükran ifadesi olduğunu söylemişlerdir.

Sadaka-i fıtır, fakirlerin daha iyi şartlarda bayrama girmelerine vesile oldu­ğu için, sosyal yardımlaşma ve dayanışma yönü ağır basan dinî bir vecibedir. Buna yalnız “Fitre”de denir. Fıtrat sadakası, sevab için verilen yaratılış ikramı demektir.

Fitre sadakasının vacib olması, zekâtın farz kılınmasından öncedir. Orucun farz kılındığı yıla rastlar. Bu bir yardımlaşmadır, orucun kabulüne ve can çekişme ile kabir azabından kurtuluşa bir yoldur. Yoksulların ihtiyaçlarını gidermeye, bayram gününün sevincine katılmalarına bir yardımdır. Bu yönü ile fitre sadakası, insanlık için bir hayır ve bir görevdir.

Sadaka-i fıtır, ramazan orucunun farz kılındığı hicretin 2. yılının Şaban ayında vacip kılınmıştır. Bu sadakanın vacip olduğu­na dair delil ise şöyle: Abdullah b. Ömer’den (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: “Resûlullah (s.a.v), sadaka-i fıtri müslümanlardan hür köle, büyük küçük, kadın erkek her şahıs üzerine farz kıldı.” (Buhârî, Zekât, 70, 71, 73; Müslim, Zekât. 13.)

Sadaka-i Fıtır Vermekle Yükümlü Olanlar:

Fıtır sadakası, her müslümana vaciptir. Bu sadakanın verilmesinin vacip olması için, kişinin ayrıca hem kendisinin, hem de çoluk çocuğunun bayram günü ve gecesine yetecek miktardaki azıklarını ve âdete göre bayram yemeği olarak yapılan yemekleri temin etmeye mukte­dir olması şarttır.

Hanefî mezhebine göre ise hür ve müslüman olup kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin aslî ihtiyaçlarından fazla olarak nisab miktarı ma­la sahip olan kişi fıtır sadakası vermekle mükelleftir.

Bir müslüman borçlu da olsa, hem kendi adına hem de bu sadakanın verilmesinin vacip olduğu anda geçimlerinden sorumlu oldu­ğu kimseler adına fıtır sadakası vermekle yükümlüdür.

Geçimlerinden sorum­lu olduğu kimseler dört sınıfta toplanırlar:

a.Zengin de olsa, ric’î talâkla boşanmış da olsa, bâin talâkla boşanmış bir hamile de olsa, kocasına itaatsizlik etmeyen kadının, kendisi için kocası ta­rafından verilmek üzere takdir edilmiş bir nafakası yoksa fitresinin kocası ta­rafından verilmesi vacip olur. Ama nafakası varsa, fitresinin kocası tarafından verilmesi vacip olmaz. Hizmetçiler de bu hükme tabidirler.

b.Ne kadar geriye doğru gitse de kişinin baba ve dede gibi asılları.

c.Ne kadar ileriye doğru gitse de kişinin oğul ve torun gibi zürriyeti.

Baba veya dedelerinin bu kimselerin fitrelerini vermesi vacip olmaz. Bun­ların erkek veya kadın, büyük veya küçük olmaları bu hükmü değiştirmez. An­cak ilimle meşgul olma sebebiyle de olsa fakir veya miskin durumuna düşmüş iseler, baba veya dedelerinin bunların fitrelerini vermeleri gerekir. İlimle meşgul olmayan büyük yaştaki evlâdın yerine baba veya dedesinin fitre vermesinin va­cip olması için, evlâdın kazanç sağlama gücünden yoksun olması şarttır.

d.Efendisinin yanından kaçmış veya kaçarken yakalanmış olan köle.

Fıtır Sadakasını Vermenin Vacip Oluş Vakti:

a.Fitre sadakası, Ramazan Bayramının birinci günü fecrin doğuşundan itibaren vacib olursa da, bundan önce ve bundan daha sonra da verilebilir. Önceden verilmesiyle fakirler bayramlık ihtiyaçlarını gidermiş olurlar.

Üç İmama göre, fitre sadakası Ramazanın son akşamında güneşin batmasından itibaren vacib olur. Bayramdan sonraya bırakılması ile bu sadaka düşmez, kaza edilmesi gerekir. Fıtır sadakasının verilmesi, ramazan ayının son ânı ile şevval ayının ilk ânında vacip olur. Şu halde bu sadaka, ramazan bayramının birinci günü fec­rin doğuşu ânında vacip olmaktadır.

b.Fitreyi bayramın birinci günü sabah namazı ile bayram namazı arasında vermek sünnettir.

Bayram namazından sonra aynı gün güneşin batışına ka­dar, fakir olan yakın bir akrabanın gelmesini beklemek gibi bir mazeret olma­dıkça, fitreyi fakirlere vermeyip bekletmek mekruhtur. Fitreyi hak edenlerin hazırda bulunmaması gibi bir mazeret olmadan bay­ramın birinci günü güneşin batışından sonraya bırakmak haramdır. Konuyla ilgili bir hadis-i şeriflerinde sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Yoksul­ları bugün (bayramın birinci günü) zengin edin; onları dilenmeye muhtaç et­meyin.” (Dârekutnî, Sünen, 2/152.)

c.Fitreyi ramazanın ilk günlerinden herhangi birinde vermek caizdir. Bir ki­şi fitreyi daha önce ramazanın ilk günlerinde kendi bölgesinde vermemiş ise, ramazanın son günü gurup vaktinde bulunduğu yerde vermesi vacip olur.

Fitrenin Miktarı:

a.Hadisler de sadaka-i fıtrin miktarı, buğday, arpa, hurma veya üzümden 1 sâ’ (2,166 kg.) olarak belirlenmiştir. Sadaka-i fıtrin bu sayılan maddelerden be­lirlenmesi, o günkü toplumun ekonomik şartları ve beslenme alışkanlıkların­dan kaynaklanmaktadır.

Hz. Peygamber ve sahabe dönemindeki uygulamalar dikkate alındığında, sadaka-i fıtır miktarı ile bir fakirin, içinde yaşadığı top­lumdaki orta halli bir ailenin hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin kar­şılanmasının hedeflendiği anlaşılmaktadır.

Sayılan bu mezkûr gıda maddelerinin aynen verilmesi caiz olmakla birlikte, bu maddelerin kıymetlerinin para olarak karşılığı nakdi olarak verilebilir.

4 gıda maddesi (buğday ya da buğday unu, arpa ya da arpa unu, kuru üzüm, kuru hurma) üzerinden hesaplanan fitre miktarı kişinin mali durumuna göre değişebilir.

Zengin kişilerin hurma üzerinden fitre vermesi münasipken, daha az malı bulunan kimseler buğday üzerinden fitre hesaplayabilir.

Bu miktarlar para olarak da ödenebilir ki bu daha güzel bir ödeme olarak değerlendirilmiştir. Her Ramazan’da fitre miktarı diyanet işleri başkanlığımız tarafından bu 4 gıda maddesine düşen fitre bedelleri belirlenerek ilan edilir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nca her yıl belirlenen fitre miktarı 2016 Ramazan için 15 TL olarak belirlendi.

b.Birkaç kişinin fitresini vermesi gereken kişi bunları ödeyecek mala sahip değilse, önce kendi şahsının fitresini verir. Sonra malî durumu nisbetinde eşi­nin, hizmetçisinin, küçük çocuğunun, babasının, annesinin ve büyük çocuğu­nun fitresini verir.

Fitresini vermesi gerekenlerden aynı derecede birden fazla kişi bulunur ve hepsinin fitresini verecek kadar malı bulunmazsa, bunlardan dilediğinin fit­resini verir.

Bununla ilgili bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v) şöy­le buyurmuştur: “Önce nefsinden başla, ona tasaddukta bulun. Bir şey artar­sa ailene ver. Ailenden bir şey artarsa yakınlarına ver.” (Müslim, Zekât, 14.)

Sadaka-i Fıtrin Verileceği Yerler:

a.Sadaka-i fıtrin verileceği yerlerle zekâtın verileceği yerlerin aynı olduğu hususunda fakihler görüş birliği içindedirler. Sadaka-i fıtır bu bakımdan zekât hükmünde olup zekâtın verileceği yerlere verilir ve Tevbe sûresinin 60. âyeti­nin kapsamına girer.

Kendilerine zekât verilmesi caiz olmayanlara sadaka-i fıtrin da verilmesi caiz olmaz. Bu sadakanın gayri müslimlere, müslüman ül­kelerde yaşayan zimmîlere verilmesi caiz değildir.

b.Fıtır sadakası vermesi vacip olan bir kişi bu sadakayı vermeden ölürse, mirasçılarının bu sadakayı onun terekesinden vermeleri gerekir. Çünkü bu sadakada hem Allah’ın hem de kulların hakkı vardır. Mükellefin ölümüyle bu vecibe ortadan kalkmaz.

Hanefi mezhebine göre fıtır sadakası vermekle mükellef olan bir kişi fıtır sadakasını vermeden ölürse, mükellefiyeti sona erer. Mirasçıları onun bu sa­dakasını gönüllü olarak verirlerse ve kendileri de teberruda bulunma ehliyeti­ne sahip iseler terekesinden verilir. Vermek istemezlerse zorlanamazlar. Ama ölünün bu konuda vasiyeti varsa, fitresinin, malının üçte birinden çıkarılıp ve­rilmesi uygun olur. (Zühaylî, el-Fıkhü’l İslâmî, 3/2040)

Zekât veya Fıtır Sadakası Olarak Verilecek Malın Kalitesi:

Zekât olarak verilecek mal işe yarar, kaliteli ve değerli bir mal olmalıdır. İşe yaramayan, eski püskü, şayet başkası tarafından kendisine verilecek olsa kabulde tereddüt edeceği malları kişi zekât veya sadaka-i fıtır olarak verme­melidir.

Nitekim bununla ilgili bir âyet-i kerîmede yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çı­kardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan (gönül rahatlığı ile) alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bi­lin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır.” (Bakara 2/267.)

Sadaka-i Fıtır ile ilgili diğer bazı hususlar:

1)Ramazanda bir özür sebebiyle oruç tutamayan kimseye de fitre sadakasını vermek vacibdir. Hasta, yolcu ve takatsiz kalmış ihtiyar gibi…

2)Fitre sadakası, zekât gibi niyet edilerek fakirlere temlik şekli ile verilir. Yemek ikramı şeklinde verilemez. Bu niyet, malı ayırırken yapılabileceği gibi, fakire verirken de yapılabilir. Ancak fakire bunu verirken fitre olduğunu söylemek gerekmez.

3)Bir kimse fıtresini bir fakire verebileceği gibi, birkaç fakire de dağıtabilir. Birçok kimseler de, fitrelerini birkaç fakire verebilecekleri gibi, bir fakire de verebilirler.

4)Birkaç fitre, gerek aynen ve gerek kıymet olarak sahiplerinin izni ile karıştırılmış bir halde fakirlere verilebilir. Her fitreyi diğerinden ayırmaya gerek yoktur.

5)Fitre sadakası, yükümlünün bulunduğu yerde varsa buradaki fakirlere verilmelidir. Aksi halde başka yerlere gönderilmesi mekruhtur.

18 Ramazan 1437
Hasan TAYFUR
Adab-ı Muaşeret ve İslam İlmihali

Değerli ama Sahipsiz bir Kavmin Sosyal Medya İle İmtihanı

Dünya geneli, ülkemiz yahut memleketimizde meydana gelen geçici fırtınalar nev’inden bazı siyasi yahut gündelik hadiselerin sosyal medya aracılığıyla takip edilmesiyle birlikte, bu hadiselerin hayatın her alanında evde, işde, okulda, camide vb. konuşulmak suretiyle çokça mevzubahis edilmesi; dünyaya ibadet ve kulluk ile vazifeli olarak ahiretini kazanmaya gelen her kulun, ebedi hayatını kaybettirmeye müsait mesaildendir.

Zira asrın sahibi Bediüzzaman hazretlerinin tarifiyle; Küre-i Arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır.

Ta’dili ve tamiri, büyük bir himmete muhtaçtır.

Ve keza şu günahkâr medeniyet, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler ve pencereler açmıştır.

Bunların kapatılması ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.

Ebedi dünyada kalacakmış gibi afaki, kendisini hiç ilgilendirmeyen veya ikinci, üçüncü dereceden dolaylı olarak ilgilendiren malayani boş meselelerle ilgilenmeyi de çağdaşlık, sosyallik veyahut medeniyetin bir gereği olarak tasavvur etmekte bir beis görülmemektedir maalesef.

Diğer taraftan Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık(günahkâr) bir göz takmakla; medeniyet namı altındaki kısmen dalalet ve sapkınlık, kısmen malayaniyat mes’eleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmıştır.

Hal böyle iken, beşerin akıl, kalb ve ruhuyla birlikte evini, işyerini temizlemek suretiyle, onu şeytan ve nefsin şerrinden kurtaracak olan ikaz ve tavsiyelere; cazibedar bir fitne içinde bulunan ve henüz aklını kaybetmeyen her insanın her zamandan ziyade ihtiyaç hissetmesi gerekmez mi?

İşte bizde başlıyoruz.

Artık kör gözlere ve sağır kulaklara da malum olmuş Menfi cereyanların yayın organlarının televizyonlarını seyretmemek, haber sitelerini takip etmemek ve gazetelerini alıp okumamak suretiyle evvela şahsi âlemimizi, ardından evimizi ve işyerlerimizi temizlemeye gayret göstermek, aklı başında her kişinin farz bir vazifesi olmalıdır.

İnsanların, ev ve işyerlerinin kapılarına bir sürü kilit vurmakla, kendilerini yahut kıymettar mallarını yağmalama ve hırsızlık gibi şerlerden güvenceye almaları gerektiği konusunda hem fikir olduğunu bilfiil müşahede ediyoruz.

Pekâlâ, yine bu insanların açıp seyrettikleri o menfi televizyon kanalları yahut gezindikleri menfi sosyal internet ortamlarının; bizlerin, çocuklarımızın, sevdiklerimizin zamanını, imanını, namusunu, ahlakını, aklını, kalbini, ruhunu vb. türlü duygu ve düşüncelerini hırsızlamakla kirletip yaraladığını ve bir kısmını öldürdüğünü düşünüp idrak etmeyi, kendisine akıllı diyen her insanoğlunun farz bir vazifesidir.

Solculuk ve dinsizlik cereyanlarının naşiri ve dellalı olan bir televizyon kanalından beslenen bir ev ahalisinde; ahlaksızlık ve dinsizlik gibi menfi duygu ve düşüncelerin hâkim olacağı muhakkaktır.

Diğer taraftan anarşistlik ruhuyla yayın yapan bir diğer medya kanalından beslenen bir ev ahalisinden; isyankâr ve anarşist ruhlu yahut bizatihi anarşistlerin türeyeceği ise herkesin malumudur.

İşte bu misallerden anlaşılacağı üzere “üzüm üzüme baka baka kararır.” atasözü tahakkuk edecektir.

Bu zamanda siyasî diplomatlar maddî ve manevî şerlerini, beşerin kafasına sihirbaz gibi zehirli üflemelerinde ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmelerinde televizyon ve internet gibi iletişim araçlarını çoklukla kullanmaktadırlar.

İşte bundan dolayıdır ki bizim bunların her türdeki sosyal medya araçlarını takip etmemiz; bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyane mahveden türlü kılıklardaki münafıkane çalışan zındıka komitelerinin vücuda gelmeye hazırlanmalarına yardım etmek, devamiyetlerine zımnen taraftar olmak ve maddi/manevi destek olmak anlamına gelmekle birlikte, böylesi şuursuz sosyal medya takipçilerinin şuurlu bir iman ve islamiyetten istifade ve hissesi olmadığına da ayrıca delildir.

Siyaset ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgi ve alakası olmayan insanların, kendilerini alakadar etmeyen başka dünyevî meslekleri icra edenlerin işlerine fazla karışmadıkları gibi, siyasî faaliyetlere de aşırı ilgi göstermekle kendi aslî görevlerini ihmalden hassasiyetle kaçınmalıdırlar. Mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasî olmak zorundadır.

Memleket yönetimiyle ilgili kanaatlerini yahut kendilerince yanlış telakki ettikleri gidişata dair fikirlerini ise yetkililere ya bizzat yahut basın yoluyla, müspet kanallarla iletmekle yetinmelidirler. Bunun ötesine geçtikleri takdirde,  yaptıkları hizmetler büyük zarar görebilir. Evet, Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.

“Zararın neresinden dönülse kardır.” kaidesince henüz geç değil ey büyüklerim..

Hiç olmazsa gelecek yeni nesilleri kurtaralım yaşamadıklarımızı anlatmayıp susmakla..

Hiç olmazsa evde seyrettiğiniz televizyon kanallarının sayısını azaltmak suretiyle bir temizlik yapın ki daha az televizyon seyredilmekle karanlıklar bertaraf olsun şahsi ve aile hayatımızda..

Bunun mukabili olarak evlerinizde kütüphaneler yaparak muhabbet sofraları kurmak suretiyle cehaleti evlerinizden uzaklaştırıp marifet nurlarını celbedin..

Unutmayın ki çocuklarınız, sizlerin konuştuklarınızı yahut nasihatlarınızı değil, ayak izlerinizi takip ediyorlar.

Yani yaşadıklarınızı önemseyin zira “nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez.”

Evet, arpa eken, buğday biçmeyecekti ey milletim.

Bu değerli ama sahipsiz vatan evlatlarının ayağına batan dikenler ya ektiklerimizdi yahut sökmediklerimizdi.

Yıllarca dinsizliğe hizmet eden solculuk cereyanlarının televizyon kanallarını, “kürt kanalları” kılıfıyla evlerinizde sabah akşam çocuklarınıza seyrettirip ezberlettiniz.

“Kürtçülük” maskesiyle, solculuk ve dolayısıyla dinsizlik cereyanlarının propagandasını yapan bu güya bu Kürt kanalları, dindar Kürt milletinin din, namus ve şerefi adına ne varsa hepsini ayaklar altına alıp çiğnetti.

“Siyaset” ve “particilik” adıyla her biri dinsizliğin naşiri olan bu yayın organları; safi kalb Kürt milletinin kalbini, ruhunu, aklını ve bilumum duygu ve düşünce dünyasını zehirlendiren yayınlarla geçmiş ve gelecek adına bizlere ait hiçbir miras bırakmadılar.

Şimdide çıkıp benim çocuğum serseri, anarşist olmuş yahut benim çocuğum niye kitap okumuyor, okula gitmek istemiyor, doktor/mühendis olmuyor diye dizini dövüyorsun.

Kendi düşen ağlamaz.

Zira “zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.”

Ey iki ayaklı cenaze hükmündeki bedbaht büyüklerim..

Yaptığınız siyasetler iflas etti.

Eseriniz olan şu yetiştirmiş olduğunuz isyankar, dinsiz, ahlaksız, anarşist gençlikten memnun musunuz..

Öldüğünüzde arkanızdan kaç tane fatiha yahut yasin gelir acaba diye hiç düşündünüz mü kullanmadığınız akıl ve fikrinizce..

Nasıl da çok kısa bir sürede, öyle büyük bir iştahla ve bitmek bilmeyen gençlik enerjisiyle memleketimin maddi/manevi kaç yıllık birikim ve mahsulatını yakıp yıkarak zir-ü zeber ettiler.

Avrupa kafir zalimlerinin, küfür ve zulümlerine taşeronluk yapmakla “hasired-dünya vel ahire” kaidesine masadak olmakla birlikte memleketimin hangi sorununu çözdünüz yahut hangi bir yarasına merhem oldunuz acaba..

İslamiyetin ebedi düşmanı olan İngilizlerin üst aklıyla harekete amade olan sizler, kara propaganda ile tahrip etmekten fırsat bulup zerre bir tamiratınıza şahit olamadık..

Kelime-i şehadeti bilmeyen masum çocuklara, kürtçülük marşları ezberlettiniz.

Peygamberinin(a.s.v) hayatını bir defa dahi okuyup bilemeyen körpe dimağlara, solculuk ve komünistlik dinsizliğinin sembol isimlerinin –mao, stalin, lenin, Che Guevara gibi- kitaplarındaki zehirleri aşıladınız.

“kürtçülük siyaseti” maskesi altındaki solculuk ve dinsizlik cereyanlarıyla, dünya ve ahiret hayatlarını perişan ettiğiniz çocuklarımızdan televizyon ve diğer sosyal medyalarınızı uzak tutun..

Zira bugüne kadar ki yaptığınız ve daha da yapmak istediğiniz siyasetlerinizden bu gençler zarardan başka bir menfaat görmediler.

Şimdi hal böyle iken, geleceğin büyükleri ve sahipleri olacak kahraman Kürt gençliğinin yakasından elinizi çekin artık..

Dindar kürtlerin vatanı olan ve her daim olacak olan kürdistan, Yahudi memleketi değildir.

Dinsizliğinizi, ahlaksızlığınızı ve komünistliğinizi kime satıyorsunuz..

Ağzınızı kapatın..

Ve illa ki mezar sizi bekliyor..

Ey Kürt gençliği bu sözlerim de size gelsin..

Bugüne kadar en ufak bir menfaat vermemekle birlikte, bizlere hem dünyamıza hem de ahiretimize zarardan başka bir şey kazandırmayan bu siyasetlerden uzak durun.

Kürtçülük adına ne kadar televizyon kanalı varsa listelerinizden silerek seyretmeyin..

Kürtçülük adına ne kadar şarkı/türküleri varsa dinlemeyin..

İnternet ve diğer sosyal ortamlarından şeytandan kaçtığınız gibi kaçın..

Tümüyle küfür ve dinsizlik temelli kara propaganda ve yalan haber üreten Facebook gibi sanal ortamlarda ki çukur ve kanalizasyon medyalarından bihaber bir duruşla takip etmeyin, okumayın, dinlemeyin ve seyretmeyin..

Zira beğenip paylaştığınız yahut nefret edip küfrettiğiniz her bir amelinizle yüzleşip hesaplaşacağınız bir günü ve neticesinde ki bir yeri düşünün ki; yakıtı insanlar ve taşlardır.

Unutmayın ki “kişi sevdiğiyle beraberdir.” diyen efendimizin(s.a.v) sözlerine kulak verme zamanı geldi de geçiyor..

Elinizde kalem ve kitaptan başka bir şey olmasın.

Yüce Rabbimizin kitabını okuyarak ilahi fermanı anlamaya ve onun habibinin(s.a.v) hayatını okuyarak da sünnetini yaşamaya çalışın..

Bu asrın anlayışına uygun imani ve kur’ani hakikatları izah ve isbat eden, asrımızın imamı bediüzzaman hazretlerinin risale-i nur eserlerini okuyun..

Yerli ve Milli olmayan bilumum topçulardan, popçulardan yahut dinsiz siyasetçilerin yolundan değil, selahaddin Eyyubiler, Ahmed-i Haniler ve Bediüzzamanların ayak izlerini takip edin..

Dünyanız için sol elinizde kalem olacaksa, sağ elinizde de kur’anınız olsun ki; her iki cihan saadetinin kapıları açılsın..

Demek madem dünyamız ağlıyor, bari ahiretimiz ağlamasın.

“Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.”

Evet, mehdi-i azam Bediüzzaman hazretlerinin bu ifadesiyle ahirzamanın çok ehemmiyetli bir hususiyeti vardır ki, böylesi zamanlarda şerden uzak durmak, hayra yakın durmaktan daha ziyade menfaatli istikametli bir duruştur.

Yani bu zamanda ki öncelikli farz vazifemiz; siyasetin yahut malayani boş muhabbetlerin konuşulduğu, bizlere Allah’ı unutturan gafletli ortamlardan uzak durmakla birlikte türlü şekillerde oluşmuş menfi arkadaşlık, dostluk, komşuluk gibi isimlerle anılan fasıklar topluluklarında bulunmamaktır. Zira Allah Fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.

Bir diğer ifadeyle bu zamanda esas vazifemiz, Allah’ı hatırlatmayan şerli arkadaşlardan uzak durmak, şerli ortamlarda bulunmamak, uhrevi hayatımıza zarar verecek türden şerli işlerle mümkün mertebe meşgul olmamaktır. Zira şerden uzak durmak, hayrı yapmak gibidir.

Cenab-ı Hakkın teknoloji nimetlerinden olan televizyon ve internet gibi sosyal iletişim araçlarını rızası dairesinde kullanma ve istikamet üzere istifade etme adına, ahiret hayatımızın manen zarar görmemesi için;  menfi hadisata medar olabilecek paylaşım, söz, yorum ve sanal davranışlardan şiddetle içtinab etmek; zaman, zemin ve gelişen hadisatın ehemmiyetine binaen lüzum kesbetmiştir.

Menfi cereyanlarla fazlaca meşgul olmak, çokça seyredip nazar etmek ve lüzumsuz konuşmalarda bulunmak suretiyle; zalimlere meyletmek, sempati duymak, zımni taraftar olmak gibi hissiyatların galebesiyle “Küfre rıza küfürdür. Zulme rıza zulümdür.” İlahi kanunu esasine kendini masadak ediyor.

Şimdi de Milli şairimiz Mehmed Akif Ersoy’a kulak verelim..

Artık ey milleti merhume, sabah oldu uyan!

Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?

Ne Kürtlük, ne de Türklük kalacak aç gözünü! 

Dinle Peygamber-i Zişanın İlahi sözünü.

Son sözümüz Bediüzzamanca olsun..

Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.

Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevkeden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz…

Ey Nurcular! Çalışınız, çalışınız, çalışınız..!

1.Bölüm: Mukaddime

Büyük üstada talebe olmayı lütuf buyuran Rab Teâlâ’ya bir şükür nev’inden; üstadımızın nurlu yüz otuz parça eserlerindeki umum beyanatlarını bir emr-i manevi telakki ederek bu gelen yazıları kaleme alma ihtiyacı hissediyoruz. Zira gecelerimiz çok karardı.

Yeryüzünün mazlum, hususan müslüman her bir coğrafyası kan gölüne döndüğü ve bunun neticesi olarak asr-ı hazırın mukimleri olarak herkesin derecesine göre maddi/manevi buhranlar geçirdiği sancılı bir devrin fırtınaları içinde, hakikatbin bir nazar ile iman ve küfür mücadelesinin her şekildeki çeşitlerine me’yusane şahitlik etmekteyiz.

Şüphesiz insanoğlunun maddi ve manevi her alanda mücahade ve imtihan halinde olduğu bu ahirzaman fırtınalarında; cenab-ı hak bizlere küfür cereyanlarına karşı, iman cephesinde mücahade etmeyi nasib etmiştir. Böylelikle yüce rabbimiz(c.c) bize nur ve nuranî vazife vermekle manen rızıklandırmış; onlara da, zulümlü ve zulümatlı oyunları vermekle cehennemvari manevi azaplarla kahr-u perişan etmiştir.

Âdem(a.s) zamanından beri başlayan ve kıyamete dek berdevam olacak iman ve küfür mücadelesinde, helaket ve felaket asrının mukimleri olarak bizlere düşen bir ikram ve ihsan-ı ilahi olarak omuzlarımıza konulan bu nurlu vazifeyi icra etmekte dikkat edilmesi gereken hususları; üstadımız ve onun nurlu eserleri olan risale-i nurları okumak suretiyle gelecek mezkûr mesaili aşikâre ihtar edip ders vermekte olduğunu görüyoruz.

Evet, “nur talebesi” namzetleri olan/olacak her bir beşer; sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeler olmak iktiza eder.

Ve icra-i faaliyette bu mukaddes vazifeyi ifa ederken, keyfiyeti esas almakla birlikte; fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzım olacağından, kaleme alınıp gelecek manalarda terakki etmeliyiz.

Biz nur talebeleri olarak günümüz hadiselerine risale-i nurun gözüyle bir nazar etmeyi kendimize bir borç ve vazife telakki ediyoruz. Zira yaptığımız veyahut yapacaklarımızın ziyade ehemmiyet kesbettiği bir sürecin sakinleri olarak; her zamankinden çok içtimai ve hususi bir nefis muhasebesine ihtiyacımız olmuştur.

 

Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu bu kara günlerde gecelerimiz çok karardı.

Dehşetli küfr-ü mutlak yangınının mahallemizi sardığı ve kızıl kıvılcımlarının saçaklarımıza sıçramak üzere olduğu bir hengâmda; Asr-ı hazırın şer ve nifak şebekeleri, doğu ve batı arasındaki mesafeyi korumak adına çukurlar kazdığı bu kara günlere müteessifane şahitlik yapmaktayız.

Bu acib ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, hususan ehl-i imanın çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve küfr-ü mutlak ateşinin mahallemizi sardığı bu zamanda; asr-ı hazırın zındıka komiteleri, iki ezeli kardeş olan kürt ve türkün ittifakına engel olmak adına aralarına hendekler kazdığı bu kara günlerde, en kara bir halet hissetmekteyiz.

Üstadımızın gayb aşina beyanatıyla vazıh olmuş ki hal-i hazır yaşıyoruz; “Kızıl Rusya’dan çıkarak, kızıl ateşler ve kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve oraları yakıp kavuran, bazı yerlerde de nifak ve şikak ateşleri saçarak, kardeşine “Kardeşini öldür” diye bağıran ve en nihayette âlem-i hristiyaniyeti yakıp, kavurup, harman gibi savurduktan sonra âlem-i İslâm mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir bela olan komünizm ateşinin söndürülmesinde bizler manen vazifedar sayılırız.

Demek, biz nur talebeleri bu azîm yangında itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur’a çoklukla ve doğrudan doğruya müracaat etmeye ve en büyük tahassüngâh ve en büyük melce olan risale-i nurun şahs-ı manevîsine dâhil olmaya her zamankinden ziyade ihtiyaç hâsıl olmuştur.

Gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.” (Emirdağ Lahikası-1 78)

 

Üstadımızın bu müjdesinin tahakkuk etmeye başladığı karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu bu tehlikeli günlerde; yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle manevi cihad meydanlarına atılmanın zaman ve zemini gelmedi mi daha..

Yahut ne zaman “neme lazım, başkası düşünsün” demeyi bırakıp bu gaflet uykusundan uyanacağız?

Maddi manevi bütün rahat ve huzurumuzu borçlu olduğumuz bu mukaddes dava uğruna; bir parça rahatımızı terk edip feda etmekle hizmetlerimizin başına geçmenin zamanı geldi de geçiyor.

Ve işte bütün bu mezkûr tefekkürat, beyanat ve hikmetlere mebnidir ki; “biz nur cemaatinin her bir ferdi olarak neler yapabiliriz?” sualine cevap olmak kaydıyla; gelecek her bir sözümüz bir dilim lâv, her bir fikrimiz bir ateş parçası olmakta; düştüğü gönülleri yakmakla gaflet-alud hisleri ve fikirleri alevlendirmeye vesile olmasını Rabb-ı Rahimden niyaz ediyoruz.

***

 

2.Bölüm: Neler Yapılabilir?

  1. Müfritane İrtibat..!

Müfritane İrtibat üstadımızın beyanatıyla şöylece izah edilmiştir:

“Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.” (Kastamonu Lahikası 89)

İşte bu mezkûr mananın tahakkuk etmesi için çeşitli vesilelerle(Cuma tebriği, ailecek yapılacak ev ziyaretleri ve telefon gibi.) mümkün olan tüm iletişim araçlarının kullanılarak, cemaatin tüm fertleri arasında ki irtibat ve diyalogların devamiyetini sağlamak suretiyle, cemaatin şahs-ı manevisini ihya edip kesretli cesedler ve bir tek ruh hükmünde şirket-i maneviyemizin düsturlarıyla hizmet-i imaniye ve kur’aniye de çalışmalarımızı ziyadeleştirmek.

Cemaatimizin tüm fertleri arasında, müfritane irtibatın ihya edilmesi için yapılabilecek hüsn-ü misal nev’inden bazı uygulamalar;

Medrese-i Nuriyelerimiz de yapılmakta olan haftalık sohbetlere iştiraki çeşitlendirmek suretiyle, daha fazla ağabey ve kardeşle hemhal olup muhabbet etmek, manevi kuvvet alıp vermek.

Medrese-i Nuriyelerimiz de yapılan sohbet ve nurani faaliyetlerin cazibesini ve keyfiyetini arttırmak adına, maddi külfetinden dolayı sık olmamak üzere çiğköfte ve künefe gibi ikramlara bir parça yer verilebilir. Zira “mü’minin şe’ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana müsahhar olur. (Mektubat 265)” üstadımızın bizlere verdiği ehemmiyetli bir ameli derstir.

Esnaf dersi gibi bazı hususi sohbetlere ehemmiyet vermekle birlikte mümkün olan vakitlerde müsait olan ağabeylerin evlerinde mütalaalı hususi sohbetlerin yapılmak suretiyle, cemaatteki ağabeyler arasındaki muhabbet ve uhuvvetin ziyadeleştirilmeye çalışılması.

Bütün bu keyfiyeti tahakkuk etmiş hizmetlerin yanı sıra, hal-i hazır memleketimizde yaşanan malum hadisat-ı elimeler vesilesiyle, güneydoğu bölgelerinde ki hizmetlerin tevakkufa uğradığı şu mevsim-i şitada, batıdaki tüm nur talebelerine farz bir vazife olmuştur ki; doğu bölgelerindeki nurcu kardeşlerini arayıp hal hatır sorsunlar, yaralarına bir parça merhem olmak adına muavenet noktasında yapılabilecek maddi/manevi hizmetleri müzakere ve mütalaa ederek nurlu hizmetlerimizin dertleriyle hemhal olsunlar.

Zira mezkûr mesail o kadar çok ehemmiyetli ki, muazzez üstadımız “batıdaki kardeşlerimizden ne istediğimize dair hislerimize” tercüman olmuştur. Aynen dercediyoruz;

“S- Ne istersin?

C- Sözünüzü fiiliniz tasdik etmek, başkasının kusurunu kendinize özür göstermemek, işi birbirine atmamak, üzerinize vâcib olan hizmetimizde tekâsül etmemek, vasıtanızla zayi’ olan mâfâtı telafi etmek, ahvalimizi dinlemek, hacatımızla istişare etmek, bir parça keyfinizi terketmek ve keyfimizi sormak istiyoruz!

Elhasıl: Vilayat-ı Şarkıye ve ülemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki manasındaki hissemizi isteriz. Üzerinize hafif, yanımızda çok azîm birşey isteriz.” Münazarat 83

  1. Kuvve-i Akliyenin istikamet üzere kullanılması..

Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki; hakkı hak bilir imtisal eder, bâtılı bâtıl bilir içtinab eder. (İşarat-ül İ’caz 23)

Buraya kadar ki efkârınıza arz edilen mezkûr mesailden de anlaşılacağı üzere; hadisatın da tazyikine binaen hal-i hazır yaşamakta olduğumuz asr-ı hazırın fırtınaları hükmündeki ahir zamanın dehşetli imtihanlarının farkında olmayı, zaman ve zemin şiddetle ihtar ediyor.

Bunun için risale-i nurlardan, asr-ı hazıra müteallik hususi bazı mevzuların mütalaasının yapılarak; cemaatin her bir ferdinin günümüz hadiselerinin menfi te’siratına maruz kalmasına fırsat vermeden, hikmetle ve istikamet üzere hareket etmesine gayret göstermek icab ediyor.

Zira Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor.

Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.

Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” Şualar 179

İşte buna binaen Mesela; bitarafane muhakeme, propaganda, sıdk/kizb, mühürlenen kalpler, ilahi adalet, milliyetçilik/ırkçılık, siyaset ve partiler gibi mevzular hakkında Risale-i Nurdan her müsait olan zemin ve zamanlarda mütalaa ve müzakere yapılabilir.

 

  1. Yaşadığımız hadisat ile alakadar hususi Meşveretler yapmak..

Memleketimizin her bölgesinin, yaşadığımız hadiselerin farkında olmak kaydıyla; kendi hizmet mahellerinde yapacakları hususi yahut umumi meşveretlerle; cemaatin her bir ferdine düşen vazife ve sorumlulukların hatırlatılması ve maddi/manevi imkânları nisbetinde yapacakları hizmetleri gözden geçirmeleri noktasında çok büyük ehemmiyeti haizdir.

Böylece ihtiyaç nisbetinde yapılacak bu tür hususi meşveretler neticesinde oluşturulacak heyetler sayesinde, istikamet üzere nurlu hizmetler icra edilmiş olmakla birlikte; maddi/manevi mes’uliyetten de bütün bir cemaaat azade olmuş olur.

 

  1. Zekât ve sadaka havuzlarının oluşturulması ve maddi yaraların sarılması.

Üstadımızın bu meseledeki beyanatları gayet açıktır; “İslâmiyet hakaikı hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.

Maddeten İslâmiyet’in terakkisinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki: İslâmiyet, maddeten dahi istikbale hükmedecek.” (Tarihçe-i Hayat 90,92)

Bunun içinde her bölgenin cemaati kendi hususi bünyesinde ve aidat havuzundan ayrı olmak kaydıyla; oluşturacakları zekât ve sadaka havuzlarından elde edilen maddi yekûnu; son zamanlardaki savaşların te’siriyle sayıları artan muhacirler başta olmak üzere, aynı zamanda cemaatimiz bünyesinde ki ihtiyaç sahibi kardeşlerimizin de yardımına koşmayı, üzerimize bir borç olarak farz bir vazife telakki etmeyi zaman ve zemin icbar ediyor.

 

  1. Mevcudiyet, haysiyet ve şerefimizi ve mefahir-i tarihiyemizi; Risale-i Nurların ibrazıyla göstermek.

Günlük hayatımızın her anını bir fırsat telakki etmekle, bir nevi okuma seferberliği başlatmak suretiyle; her hangi bir zaman ve zemine kayıtlı olmaksızın, müsait olan her şart ve ortamda, sadırdan değil –yani bana göre böyle gibi şahsi yorumlarımızı bir tarafa koyup- satırdan kitabi olmak kaydıyla Risale-i Nurların mütalaa yapılarak okunmasını bilfiil yaygınlaştırmakla, hal-i hazır hadisat ile alakalı malayani muhabbetleri bir parça terk etmek zarureti hâsıl olmuştur.

Hususan, batıda “Uhuvvet risalesi” gibi eserlerin okunması gereken şu hassasiyet kesb etmiş günlerde; doğuda “Münazarat” gibi eserlerin ziyadesiyle mütalaa edilerek okunması icab ediyor.

 

  1. İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak adına, günümüzün çocukları olmakla birlikte istikbalin nur talebelerine sahip çıkmak.

Yani hal-i hazırın büyükleri ağabeyler olarak bizlere hitaben “Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman; yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahud silmek için istikbalin büyükleri olan çocuklarımıza sahip çıkmak suretiyle, talebelerimizle alakalı olacak her nevi hizmete ziyade kuvvet vermek gerekiyor.

Mesela; “okuma programları” veyahut “gezi” gibi vesilelik cihetiyle, doğu-batı arasında mütekabiliyet esasına binaen karşılıklı ziyaretlerin gerçekleştirilmesi gibi.

Burada önemli olan bir husus ise; doğudaki malum karışıklıkların da tazyikiyle gençlerimizin maddi manevi bir istikametsizliğe düçar olması hasebiyle; batıdaki ağabeylerimizin maddi-manevi imkânlarını da seferber etmek suretiyle gerçekleştireceği “okuma programı” gibi makbul hizmetlerle mezkûr gençlere sahip çıkılması noktasında bir gayret ve faaliyetin içine girmeleri aciliyet ve ehemmiyeti zarureti hâsıl olmuştur.

Bunun için özellikle bu yaz yapılacak okuma programlarına; doğudaki talebelerin batıdaki hizmet mahallerine gönderilmesi ve batıdaki talebelerinde mutlak surette doğudaki müsait olan hizmet mekânlarına dâhil edilmek suretiyle bu bölgelere manen kuvvet vermeye azami gayret göstermek ehl-i hamiyetin şe’nidir.

  1. Üniversite talebe hizmetleri..

Doğu bölgelerinde üniversiteye hazırlanan kursiyer talebelerimizin, batıdaki hizmet merkezlerini tercih etmelerini ve medrese de ikamet etmelerini teşvik etmek gerekiyor. Aynı şekilde batıdaki talebelerin de doğu üniversitelerini tercih etmeleri konusunda hususi gayret göstermek icab ediyor.

Bunun içinde her bölge üniversite tercihleri konusunda kursiyer talebelerine şuurlu bir rehberlik yapmakla birlikte; aynı zamanda her bölge kendi maddi imkânlarının elverişliliği nispetinde; tercih yapıp medresede kalmak kaydıyla, gelen her talebeye yapılabilecek muavenet kalemleri noktasında çalışmalar yapılması da ayrıca ehemmiyeti haiz bir diğer husustur.

 

  1. Muallim ve memur hizmetleri..

“İslâm, bugün öyle mücahidler ister ki; dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.” (Asa-yı Musa 260)

Üstadımızın mezkur beyanatına binaen; Doğudaki zor şartları nazara alarak batıdan gelen muallim yahut memur kardeşlerimiz; şuurlu bir düşünce ile hareket etmediklerinden maalesef ciddi bir hizmete vesile olamamakla birlikte, ilk fırsatta memleketlerine göç ettiklerini çoklukla müşahede ediyoruz.

Hâlbuki doğudaki malum hadiselerden dolayı, buralara ciddiyetle, birer dava adamı ruhuyla hareket eden gayyur ve cevval nur talebesi muallim kardeşlere çok ciddi ihtiyaç hâsıl olmaktadır.

En azından batıda ikamet eden bir muallimin, “zorunlu doğu hizmeti” görevini, gerçek doğu memleketlerinde yapmak suretiyle çok keyfiyetli hizmetlere medar olmakla; aynı zamanda istikbalde batıda geçireceği -doğunun şartlarına nisbeten- saadetli hayatının bir nevi zekâtı mesabesindeki üç-beş yılını Allah rızası yolunda tasadduk etmiş olacaktır.

Batıda hizmetin başındaki saff-ı evvel ağabeylerin, doğudaki ilgili ehl-i hizmet kardeşlerle iletişime geçmek suretiyle, muallimlerin yapacakları tercihler konusundaki rehberlik noktasında, hassaten bir mesai harcamaları icab ettiğini de ayrıca ifade etmek gerekiyor.

 

  1. Artık kör gözlere ve sağır kulaklara da malum olmuş Menfi cereyanların yayın organlarından – televizyonlarını seyretmemek, haber sitelerini takip etmemek, gazetelerini alıp okumamak – evvela şahsi âlemimizi, ardından evimizi ve işyerlerimizi temizlemeye gayret göstermek, her nur talebesinin farz bir vazifesi olmuştur.

Zira üstadımızın beyanatıyla; maddî ve manevî şerlerini, siyasî diplomatların televizyon ve internet gibi iletişim araçlarıyla herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle, bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyane mahveden türlü kılıklardaki münafıkane çalışan zındıka komitelerinin vücuda gelmeye hazırlanmalarına yardım etmek, devamiyetlerine zımnen taraftar olmak ve maddi/manevi destek olmak; o nur talebesinin şuurlu bir iman ve islamiyetten istifade ve hissesi az yahut olmadığına delildir.

Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş. (Tarihçe-i Hayat 303)

 

  1. Meydana gelen hadiselere kader veçhinden ve risale-i nur’un gözüyle bakmak lüzumu, hizmetlerimizin istikameti gereği her zamankinden daha fazla ihtiyaç kesbetmiştir.

Her meselede olduğu gibi bu mevzu da yine imdadımıza yetişiyor üstadımız; “Ezelî Güneş’in manevî hidayet nurlarını temsil eden Kur’an-ı Kerim, akıl ve kalb gözüyle hak ve hakikatı görmeyi temin eder. Onun nurundan uzakta kalanlar zulmette kalırlar. Zira her şey nur ile görünür, anlaşılır ve bilinir. İşte şu hakikatın manevî ve sermedî güneşi olan Kur’an-ı Kerim’in nur tecellisine bu asrımızda Nur ismiyle müsemma olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi mazhar olmuştur.

O nurlar ki; zulmetten ayrılmak istemeyen yarasa tabiatlı, gaflet uykusuyla gündüzünü gece yapan, sefahetperest, aklı gözüne inmiş, zulmette kalarak gözü görmez olanlara ve yolunu şaşıranlara karşı projeksiyon gibi nurlarını iman hakikatlarına tevcih ederek sırat-ı müstakimi büsbütün kör olmayanlara gösteriyor. Nur topuzunu ehl-i küfür ve münkirlerin başına vurup: “Ya aklını başından çıkar at, hayvan ol. Yahutta aklını başına al, insan ol.” diyor.” (Asa-yı Musa 246)

 

  1. Helaket ve felaket asrının sakinleri; Menfi cereyanlarla fazlaca meşgul olmak, çokça seyredip nazar etmek ve lüzumsuz konuşmalarda bulunmak suretiyle; zalimlere meyletmek, sempati duymak, zımni taraftar olmak gibi hissiyatların galebesiyle “Küfre rıza küfürdür. Zulme rıza zulümdür.” İlahi kanunu esasine kendini masadak ediyor.

Zira şimdi ehl-i imandan bir kısım Müslümanlar, ismi ne olursa olsun bazı menfi parti ve cereyanların, asya münafıkları ve Avrupa kâfir zalimlerinden aldıkları güce dayanarak, hem şeair-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptıkları vakit, fikr-i siyasilerine muhalefetten dolayı, o vaziyetin hoşlarına gittiğine maalesef çokça şahitlik ediyoruz.

Hâlbuki üstadımız bizleri nasıl da uyarmıştı; “küfre rıza küfür olduğu gibi; dalalete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalalettir. Bu acib halin sırrını gördüm ki; kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mazur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar.

İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir sû’-i kasd hükmündedir.” (Tarihçe-i Hayat 622)

***

3.Bölüm: Elhasıl

Helaket ve felaket Asrının imamı mehdi-i A’zam Bediüzzaman hazretlerine son sözü bırakalım..

“Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me’yus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz?

Ve yeis ve ümidsizlikle zannediyorsunuz ki, dünya herkese ve ecnebîlere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.

Madem meyl-ül istikmal (tekemmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm’da nev’-i beşerin eski hatiatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviye de gösterecek inşâallah…

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir.

Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev’-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz.” (Tarihçe-i Hayat 94)

Ey Nurcular! Allah’ın sizlere ihsan ettiği ezelî lütfuna karşı secde-i şükrandan başlarınızı kaldırmayınız. Gecenin soğuğuna aldırmayınız. Sizlere lütfu hiç bir hususta esirgemeyen Rabb-ı Rahîm’e, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz.

Ve bazıların düştüğü, istikbali düşünmek derdiyle maişeti sarsan hâdiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız; Nur’un kudsî keramat ve imdadını müşahede ediniz.

Dünya fânidir, binler sene yaşamak olsa, bâki olan hayat-ı uhreviyenin yanında, hiç-ender-hiç mesabesindedir. Fakat fâni olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini verecek bir mezraasıdır.

Fırtınaların şiddeti, havanın dehşeti sizleri sarsmasın, korkutmasın. Bu mübarek mezraaya en mübarek ve nuranî ve verimli ve bereketli olan Nur tohumlarını ekiniz. Zira “Eken biçer”, atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.

Ey Nurcular! Din düşmanlarının hücumlarından kat’iyyen sarsılmayınız, fütur getirmeyiniz. Çalışınız, çalışınız, çalışınız ve kat’iyyen inanınız ki; Nur’un şefaatı, Nur’un duası, Nur’un himmeti sizleri kurtaracaktır!.. Tarihçe-i Hayat ( 498 )