Kategori arşivi: Soru – Cevap

Hikmetü’l-İstiâze Risalesi, 13. Lem’a’nın 6. İşâretinin Şerhi

 

Soru: Şeytan’dan İstiaze Risalesi olan 13. Lem’anın 6. İşaretini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad bu işarette şöyle diyor:

ALTINCI İŞÂRET: Şeytanın en tehlikeli bir desîsesi şudur ki: Ba’zı hassas ve sâfikalb insanlara tahayyül-ü küfrîyi tasdîk-ı küfürle iltibas ettiriyor. Tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdîkı sûretinde gösteriyor. Ve mukaddes zâtlar ve münezzeh şeyler hakkında gâyet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtîyi, imkân-ı aklî şeklinde gösterip îmandaki yakînine münâfi bir şek tarzını veriyor. Ve o vakit o biçâre hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip îmandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye’se düşer, o yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, hem o zaîf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir, ya divâne olur yahud “her-çibad-âbad” der, dalâlete gider.

Şeytanın bu desîsesinin mâhiyeti ne kadar esassız olduğunu, ba’zı Risâlelerde beyân ettiğimiz gibi, burada icmâlen bahsedeceğiz. Şöyle ki: 

Nasılki âyinede yılanın sûreti ısırmaz ve ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi, telvis etmez. Öyle de: Hayal veya fikir âyinesinde küfriyatın ve şirkin akisleri ve dalâletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri, i’tikâdı bozmaz, îmanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz. Çünkü meşhur kaidedir ki: 

Tahayyül-ü şetm ( sövmeyi hayal etmek ), şetm (sövme) olmadığı gibi, tahayyül-ü küfür (kafirliği hayaline canlandırma) dahi, küfür değil ve tasavvur-u dalâlet (sapkınlık durumunda neler olabileceğini hayal etmek) de dalâlet değil.

[ Sözlerin sonundaki Lemeat Risalesinde Üstad, ilmin mertebelerini tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad şeklinde 7 mertebe olarak sıralar. Vesvese Risalesinde ise bunlardan insanı sorumlu ve mükellef kılanlarının tasdik ve sonrasındaki mertebeler olduğunu ifade eder. Bu manada insan hayal gücüne, tasavvur gücüne hâkim olamadığı, mantıklı mantıksız şeyler tasavvur edebildiği, insanın hayal gücü hafıza arşiviyle bağlantılı olduğu, hafıza arşivi zıt şeyleri bir biriyle bağlayarak arşivlediği, en ufak bir ilgili söz ve hatıra o arşivi harekete geçirdiği için insanın hayaline mukaddes şeylerle beraber en çirkin manzaralar da gelir. İnsan bu sistematiği bilmediği için şeytanın oyununa gelebilir. Üstad bu kısımda insanın bilgi seviyelerinden insanın kontrolü altında olanlar ve olmayanları ayırıyor. İnsanın iradesi altında olan latifeleri de ayrıştırıyor. Ta ki insan aldanmasın. Sorumlu olduğunu bilen kişi daha rahat hareket eder. Şeytan insanı cehaletinden avlıyor. Kendi ilkaatlarına kalbimizin malıymış havası vererek bizi risk altına sokuyor. İmanımızla, yakinimizle oynuyor. ]

 Îmandaki şek mes’elesi ise, imkân-ı zâtîden gelen ihtimaller, o yakîne münâfî değil ve o yakîni bozmaz.

[ Şekk, bir konuda kesin kanaat olan “yakîn” in zıddıdır ve bir konuda %50 ye %50 kanaat sahibi olmadır. Yani o şey olabilir de olmayabilir de… Bu durum ise iman etmeyi engeller. İman, kesin bilgiye dayanan yakîn halidir. İmkân-ı zâtî, bir şeyin zâtı itibariyle mümkün olması, gerçekleşebilir bir yapıda olması, uygun zaman ve zeminde Zât-ı Vâcib olan tarafından icad edilebilmesi anlamındadır. Mesela bir çekirdeğin ağaç olabilmesi hadd-i zâtında mümkündür. Çünkü olabilecek potansiyeli var. Fakat bir çekirdeğin tahtadan bir güneşe dönüşebilmesi hadd-i zâtında mümkün değil. Çünkü güneş, alevden bir toptur. Alev ise, tahtayı yakar. Bu noktada imkân-ı zâtîde bulunan her şey dış dünyada gerçekleşemiyor. Dış dünya söz konusu olduğunda imkân-ı aklî devreye giriyor. Bu sebepler planında o şey gerçekleşebilir mi? diye soruyor ve net bir şekilde “Asla!” cevabını alıyor. Mesela peygamberlerin göz göre göre yalan söylemeleri zâtında mümkündür. Fakat imkan-ı aklî noktasında mümkün değildir. Böyle yalan söyleyebilen ve söyleyen birini Allah peygamber yapmadığını ve yapmayacağını Meryem suresindeki birçok âyette vurguluyor. Bu manada insanın aklına şeytan bu tarz mümkün durumlar getirerek imanını zedelemeye çalışır. Fakat aklî mukayeselerle meseleyi halledebiliriz.  ]

İlm-i usûl-i dinde kavâid-i mukarreredendir ki: 

Meselâ: Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki zâtında mümkündür ki: O deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinattandır. Bu imkân-ı zâtî, mâdem bir emâreden neş’et etmiyor, zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun.

[ İlm-i usûlü’d-din, din metodolojisi demektir. Yani dinin dayandığı aklî ve hissî temelleri tespit eder. Sonra onlar üzerine dinin kurduğu düzeni izah eder. Üstad’ın Barla Denizi dediği Eğridir gölüdür. Zihnî imkan, imkan-ı aklî demektir. İmkan-ı aklî belirli sebeplerle meselelerin mümkün olup olmadığında dayanır. Mesela bir göl veya deniz gibi büyük bir su birikintisinin bir anda batması dünya tarihinde çok olmuştur. Bir çöküntü depremiyle, veya büyük yarıklara yol açan tektonik depremlerle veya o yerde volkan patlaması olup gölün buharlaşmasıyla göl bir anda yok olabilir. Akıl burada sorar: Şu an bir deprem oldu mu, volkan patladı mı? Eğer deprem olmadı, volkan patlamadıysa o zaman göl var olmaya devam ediyordur, şeklinde kesin kanaatini ifade eder. Burada aklın bir şeye ihtimal verebilmesi için belirtiler, emareler gerekir. Herhangi bir emare yoksa, akıl ve kalb bu ihtimallere itibar etmemelidir ve etmezler. ]

Çünkü: Yine ilm-i usul-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki:

Yâni: “Bir emâreden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şübhe verip, ehemmiyeti olsun.”

[Şüphe, hakikate benzeyen fikir demektir. Bu benzerliğinden dolayı aldatır. Fakat hakikatin derinlerinde nur varken, şüphenin derinlerinde karanlık ve ateş vardır. İmkân ve ihtimal farkını şöyle açabiliriz: İmkân, mekanda yer tutabilecek bir gizli güce sahip olmak demektir. İhtimal ise, mekan boyutuna geçerek bir manayı yüklenebilecek ve taşıyabilecek bir karakterde olmak demektir. İmkân biraz daha kudret ile ilgili bir durumdur. İhtimal ise, ilim ve irade ile ilgili bir durum gibi görünüyor.]

İşte bu desîse-i şeytaniyeye ma’rûz olan biçâre adam, hakâik-ı îmaniyeye yakînini, böyle zâtî imkânlar ile kaybediyor zanneder. Meselâ: Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında beşeriyet i’tibâriyle çok imkân-ı zâtiyye hatırına geliyor ki, îmanın cezm ve yakînine zarar vermez. Fakat o, zarar verdi zanneder, zarara düşer.

[ Şeytanın gayreti kişiyi, zarara uğradığı algısına kaptırarak zarara uğratmaktır. Bu açıdan böyle durumlara itibar etmeyen kişi zarar etmez. Düşünmekte hürüz, düşünceye taraftar olmamak kaydıyla… Akıl bir düşünceyi onayladığı zaman sorumlu olmaya başlıyoruz. Tabir caize, insanın aklı, gökyüzü gibidir. Hayaller, gökyüzündeki bulutlar gibidir. Bulutların oluşması elimizde değil fakat bulutları kendi üzerimize çekmek, onları şekillendirerek kendimiz bir yağmur veya dolu bulutu yapmak elimizde olan bir husus. Bu noktada hür olduğumuz saha var, sorumlu olduğumuz saha var. Bunları ayırt edebildiğimiz durumda fikrî boyutta tam bir hürriyeti elde ederiz. ]

Hem ba’zan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde Cenâb-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki; onun kalbi bozulmuş ki, böyle söylüyor. Titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki: O sözler, kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.

[ İnsanda lümme-i şeytaniye ve lümme-i melekiye bulunuyor. Bunlar kalbin üzerinde iki merkezdir. Bu iki merkez, birer kulak gibi… Lümme-i şeytaniyeye, şeytan üflüyor; diğerine ise melek… Onlar üflediğinde içimizde sesler yankılanıyor. Bu sözlerin sahibi biz değiliz. Sahibi olmadığımız için mes’ul değiliz. Ne zaman mes’ul oluruz? O sözü kabul eder, ona göre hareket edersek… Bu manada kendi mahiyetini iyi tanımak insana hürriyet kazandırır. Kendini tanımayan şeytanın oyuncağı haline gelir. Şeytanın sözlerini kendi kalbinin sözleri zanneder, maskara olur. Burada kriter, Cenab-ı Hakk hakkındaki o sözlerden kalbin razı olmamasıdır.

Dikkat edilirse Üstad önce Hz. Peygamber’e (ASM) dair ihtimaller, imkan boyutunda menfi durumlara dair saldırılarıların olduğunu söyledi. Şimdi ise yapılan saldırıların Cenab-ı Hakk hakkında ithamlara vardığını ifade ediyor. Yani şeytan işi daha derinlere vardırıyor. O da tutmazsa, bu sefer saçmalamalarda bulunacak… ]

Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki latife var ki, ihtiyar ve irâdeyi dinlemezler; belki de mes’uliyet altına da giremezler. Ba’zan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin isti’dâdın hakka ve îmana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekavete mahkûm etmiştir.” O biçâre adam, ye’se düşüp, helâkete gider.

[ Burada dikkat edilecek husus, o latifeler hükmettiği zaman kişinin yaptığı fiillerden sorumlu olmamasıdır. Cezbeye kapıldığı ve iradesi devre dışı kaldığı zaman bir kişi yanlış bir fiil yapsa beşerî hukuk onu mes’ul tutmadığı gibi semavi hukuk da mes’ul tutmaz. Bu latifeler o derece baskın ki akıl ve kalbi susturuyor. İşte bu noktada şeytan insana saldırı zemini buluyor: “ Senin istidadın bozuk. Sen hayır yapabilecek biri değilsin. Allah seni böyle yaratmış. Sen kötülük yapmaya mahkumsun. ” İstisna fıtratları Cenab-ı Hakk bu şekilde irade kontrolü tam olmayan bir surette yaratıyor. Bu tarz kişilerin şuuru yerindeyken ve hür iradesiyle tercih yaptıkları fiillerden sorumlu olurlar. Fakat iradesi devre dışı kaldığında sorumluluk ondan kalkar. Bu konuda hadisler bulunuyor. Yani şeytanın vesvevesini yine ilim ve hakikat nuru def ediyor.  ]

İşte şeytanın evvelki desîselerine karşı mü’minin tahassungâhı: Muhakkikîn-i Asfiyanın düstûrlariyle hudutları taayyün eden hakâik-i îmaniye ve muhkemat-ı Kur’âniyedir.

[ Asfiya, evliya âlim demektir. Asfiyalar da iki sınıflar: Muhakkikler ve Müdakkikler… Muhakkik asfiyalar, meselelerin hakikatlerini tespit eder. Sınırlarını çizer. Müdakkik asfiyalar ise, hakikatlerin dayandığı sırları tespit eder, işin hikmetini beyan eder. Fakat her iki grubun da “sıddıkıyet makamı” na çıkmaları şarttır. Külliyattaki genel bir okuma bunu bildiriyor. Nefis ve enaniyet, bu tarz evliya âlimleri engelleyemez. Bu yüzden Kur’anın hakikat ve sırlarını Allah onlara açar. Bu şekilde şeytanın, nefislerin, şeytanlaşan kişilerin iman esasları konusundaki iddialarına cevap verebilecek şekilde bütün imânî konuların hudutlarını tayin edebilirler. Nereye kadar insan hürdür, nereden sonra insan mes’uldür sınırlarını çizerler. Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an ve iltizamın farklarını, belirtilerini tespit etmek gibi… İnsanın mes’ul olduğu ve olmadığı konuların da hudutlarını çizerler. Bazı şer’î konuları kabul etmek, zaruridir, bazıları zaruri değildir fakat itiraz edilmez şeklinde sınıflandırma yaparlar. Mesela Allah’ın varlığı ve birliği, peygamberlerin sıdkı zaruriyattır. Fakat Mehdi, Deccal meselelerini kabul edip etmemek bağlayıcı değildir. Bu konuda hadisler çok olduğu için susmak ve işi ehline havale etmek esastır. Muhalefet o sahih hadisleri inkar ve tekzibe varır. Bu ise dine zarar verir. Fitneye yol açar. ]

Ve âhirdeki desîselerine karşı:

İstiaze ile, ehemmiyet vermemektir. Çünkü: Ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celbettirip büyür, şişer. Mü’minin böyle ma’nevî yaralarına tiryak ve merhem: Sünnet-i Seniyyedir.

[ Lümme-i şeytaniye gibi merkezlerden gelen seslere, Allah ve Resulü hakkındaki ithamlara ve suçlamalara dair durumlarda ilaç, merhem ve şifa sünnettir. Çünkü sahabelerde de benzer durumlar olmuş. Çok korkmuşlar. Abdullah ibn-i Mesud (RA) bu konuyu şöyle anlatır. Sahabelerden bazıları dediler ki:

-“ Ey Allah’ın Resulü, bazılarımız içinden öyle sesler işitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercih eder. (Bu vesveseler bize zarar verir mi?)” Hz. Peygamber (sav):

-“Hayır, bu (korkunuz) gerçek imanın ifadesidir.”[1] diyerek meselenin bir manevi yolculuk kanunu olduğunu bildirmiş, sahabeleri teskin etmiştir. Hz. Peygamber’in (ASM) günah ve sevabın vicdandaki etkilerinden yola çıkarak onun tanımlamasını yapması gibi birçok hadis dinî meseleleri sağlam zeminlere oturtuyor. Sünnetin her konuda rehber olduğunu bildiriyor. Köklü bir çare ise, istiaze ederek şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır. İstiaze, acz içinde Allah’a yalvarmaktır. Bu âcizlik hissi insana ilimlerin ve hakikatlerini kapılarını açan anahtar olur.]

[1] Sahih-i Müslim.

Hikmetü’l-İstiâze Risalesi, 13. Lem’a’nın 5. İşâretinin Şerhi

Soru 12: Şeytan’dan İstiaze Risalesi olan 13. Lem’anın 5. İşaretini açıklayabilir misiniz?

Cevap 12: Üstad bu işarette şöyle diyor:

BEŞİNCİ İŞÂRET: Cenâb-ı Hak, Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, îkaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i îman, bu kadar esbab-ı hidâyet ve istikamet varken hizbü’ş-şeytanın mükâfatsız çirkin zaîf desîselerine karşı mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba îman varken, Cenâb-ı Hakk’ın o kadar şiddetli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl îman gitmiyor? Sırriyle: Şeytanın gâyet zaîf desîselerine kapılıp Allah’a isyan ediyor. Hatta benim arkadaşlarımdan ba’zıları, yüz hakîkat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. FESÜBHANALLAH dedim, İnsanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakîkatsız bir insan idi, diye o biçâreyi gıybet ettim, günaha girdim.

Sonra sâbık işâretlerdeki hakîkat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile LİLLAHİ’L-HAMD,

  • hem Kur’ân-ı Hakîm’in azim tergîbat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu,
  • hem ehl-i îmanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları, îmansızlıktan ve îmanın zaîfliğinden olmadığını,
  • hem günah-ı kebâiri (büyük günahları) işleyen küfre girmediğini,
  • hem Mu’tezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi: “Günah-ı kebâiri irtikâb eden, kâfir olur veya îman ve küfür ortasında kalır.” diye hükümlerinde hata ettiklerini,
  • hem benim o biçâre arkadaşım da yüz ders-i hakîkatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenâb-ı Hakk’a şükrettim, o vartadan kurtuldum.

Çünkü: Sâbıkan dediğimiz gibi şeytan, cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar.

[ Emr-i ademî, dış dünyada bir varlığı olmayan fakat kişinin fiil ve hareketlerinde etkisi olan olumsuz şey anlamına geldiği gibi, bazen de bir fiili yapmama, bir vazifeyi ihmal ile erteleme gibi durumlar manasına da gelir. Mesela bir kişiyi zenginleştirmek, onun varlığına varlık katmaktır. Bu bir çeşit “emr-i icadî” olur. Fakat hırsızlık bir “emr-i ademî” dir. Varlığı yok ediyor. Veya bir kişinin malının yıldırımla yanıp küle dönmesi tam bir emr-i ademîdir. Bu ilk kısma misal… İkinci kısma misal ise bir kişinin korkudan dolayı cihada gitmediği için ülkesi işgale uğraması, tembellikten dolayı namazı kılmaması, nefsine acıdığı için oruç tutmaması da bir emr-i ademîdir. Namaz ve oruçla meydana gelecek güzellikler doğamıyor. Bir bahçenin sulama kanalını zamanında açmayarak onun kurumasına yol açmak gibi… Âyetlerde var: “ Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur.[1] Bu korku sadaka ve zekât vermeyi engeller. Veya insanın tembellik damarından girer ta ki hayır yapmasın, ertelesin. Hadis var: “ Heleke’l-müsevvifûn ” ( erteleyenler helak oldular.)[2]]

Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler.

[ İnsanın nefsi, tezkiye edilmediği sürece kulakları daima şeytanın sinyallerine alıcı ve verici hükmündedir. Sinyali alır ve doğrudan bir emir telakki ederek uygulamaya geçer. Uygulama safhası ise, şehvet ve öfke boyutuyla kendini gösterir. Nefis, şeytanın fısıltılarını âyetin tabiriyle bir vahiy gibi algılar ve asla sorgulamaz. Harfiyyen uygular. Kendi aleyhine sonuçlarını göremez. Eğer bir tezkiyeye uğrar da gözündeki katarakt kalkarsa o zaman şeytanın onun da düşmanı olduğunu fark edebilir.]

Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desîselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.

[Kâbile, alıcı, kabul edici ve yansıtacak şekilde kabullenen demek. Nâkile, nakledici, aktarıcı demektir. Mesela birisi bize zarar vermeye kalksa ve çok ciddi hakaret etse, şeytan hemen nefse fısıldar: “ Ona haddini bildir. Sen de ona küfret. Karşılık verirse ağzına bir yumruk indir.” Biz burada mağdur olduğumuz için nefs-i emmare hemen cevap vermeyi bize süsler. Biz de o kişiye hakaret eder, söveriz. Hatta hızımızı alamayıp bir yumruk vururuz. Bu sefer şeytan öbür tarafa: “ Sen adama hakaret ettin. Adam sana yumruk attı. Sen de ona vur ” diye ortalığı iyice alevlendirir. Mesele kavgaya, daha ileride yaralamaya, belki cinayete kadar gidebilir. Öfkeler, şeytanın emri ile idare edilince insanlar mağdur ve zâlim konumuna düşerler. Şehvet için de aynı durum geçerlidir. Bir anlık bir bakış, bir tokalaşma, kişiyi zinaya kadar götürür. Detaya girmeye gerek yoktur. Şehvetin bu etkisi altına girildiğinde şeytanın kumandasına girildiği için hadiste Hz. Peygamber “ Mahrem kadınlarla sohbet etmeyin. Onlara sahip olmayı arzu edersiniz ”[3] ve “ Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.”[4] hadisi meseleyi sınırlarıyla çizer. ]

İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk’ın “Gafûr”, “Rahîm” gibi iki ismi, tecelli-i âzamla ehl-i îmana teveccüh ediyor.

[ Ehl-i iman demek, günahsız ve günah işlemez melek demek değildir. Şeytan kâfirlerden daha çok onlarla uğraşır. Çünkü diğerlerini kendi tarafında çekmiştir. Fakat müminler ve özellikle dine hizmet eden, insanları kötülükten men eden müminler şeytanın can düşmanıdırlar. Meşhur rivayette Hz. Peygamber (ASM) şeytana sorar:

  • “ Senin en büyük düşmanın kimdir? ” Şeytan der ki:
  • “Sensin ey Muhammed. ”[5]

Evet, şeytanın en büyük düşmanı Odur. Onun bütün tuzaklarını deşifre eden, oyunlarından kurtulma çarelerini öğreten Hz. Peygamber (ASM) ve Kur’andır. Bütün bunlara rağmen şeytan, müminleri yine de avlar. Hücumat-ı Sitte’deki 6 sebep gibi, İhlas Risalesindeki 2 sebep gibi sebeplerle şeytan ehl-i imanı avlıyor. Fakat kişi sonradan hatasını anladığında Cenab-ı Hakka Gafur ve Rahîm isimleriyle onu kabul eder. Yaşanan hal de acı bir tecrübeye dönüşür. Tecelli-i azamla teveccüh etmesi, bu isimlerin ism-i a’zam şeklinde müminlerde göründüğünü, en muazzam günahları dahi işleseler bağışlanmaya müstehak olduklarını ifade eder. Hadisteki ifadeyle “ Günahtan tam dönen ve tövbe eden kişi, o günahı hiç işlememiş gibidir.”[6] ]

Ve Kur’ân-ı Hakîmde Peygamberlere en mühim ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfar etmeye da’vet ediyor.

[ Bu cümle gösterir ki dindar olmak zordur. Dindar kalmak bir savaştır. İnsanın nefsi, bazen ailesi, kötü arkadaşları, mahallesi, akrabaları, aldığı eğitim, yaşadığı sosyal çevre, toplum, bazen gelenekler ve kültür insanın dindar olmasının veya kalmasının önünde engellerdir. Bütün bunları aşarak bir insanın Hakka göre yaşaması ciddi bir savaştır. Elbette savaş meydanının tozu-toprağı insana bulaşır. Mermi yer, darbe alır. Bunlar savaşın kanunları… İşte bu tarz durumlar dindarlık açısından en büyük seviyenin mağfirete ermek olduğunu gösterir. Ayrıca insan hayır yapsa onu sahiplenme hakkı yoktur. Yaratan sahip olabilir. Biz isteriz, O yaratır. Bu manada hayra vesile olsa, o hayra tamamen sahip olmayı isteyen bir nefsi ve benliği var. Onlara takılsa amelinde ihlası bozulur. Nasr suresi son inen sure olarak bu konuyu işliyor ve dine hizmet edenleri, dini sahiplenmelerinden dolayı istiğfara davet ediyor. Din de, güzellikleri de, hayırlı sonuçları da tamamen Allah’ındır. “Sen bir hizmetkârsın, hizmetinin güzellikleri değil hizmetteki kusurlar ve eksikler senin malındır. Sen Allah’ın malını değil, kendi malını sahiplen! Kusurlu hizmet ettim diye tövbe istiğfar et” diye uyarıyor. Evet, kusurluyuz, kusurluyum. İhlasımız zayıf. ]

kelime-i kudsiyesini her sûre başında tekrar ile ve her mübârek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihâta eden rahmet-i vâsiasını melce ve tahassüngâh gösteriyor

[ Melce, sığınak, sığınılan yer ve merci demek. Mültecinin sığındığı yer demektir. Nefsine ve enaniyetine karşı âcizliğini hisseden kişinin sığınacağı makam Allah’ın rahmetidir. Tahassüngâh, kale gibi sağlam sığınma yeri demektir. Melce, ülke manasında; tahassüngâh, o ülkedeki kale gibi… Demek Besmele bazılarına melce, bazılarına ise tahassüngâh oluyor. Besmeleyi zikir olarak da günde 114 defa çekebiliriz. Zaman zaman günlük zikir olarak çekmeye çalışıyorum.]

ve  emriyle kelimesini siper yapıyor.

[ Festeız, öyleyse hemen Allah’a sığın demektir. Euzübillahi mine’ş-şeytani’r-racîm ise taşlanmış, kovulmuş, rahmetten uzak kılınmış şeytandan ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım demektir. Bu cümle insanın siperidir. ]

Beşinci işaret ile Altıncı işaretin bağı şu şekildedir: İnsan, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyeden meydana geliyor. Bu 3 yönün ifrat-vasat-tefrit halleri var. Vasat ve dengeli halleri hayırdır, diğer iki hali şerre yol açar. Şeytan önce insana insanın en zayıf olduğu kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye yönlerinden gelerek saldırır. Bu noktada onu şerre sokmaya çalışır. Daha önceki işaretler bu hususu işliyor. Eğer burada başarısız olursa kuvve-i akliye cihetinden saldırıya geçer. Onu vesveseler, şüpheler, muhtemel durumlar gibi çeşitli şeylerle aldatmaya, kandırmaya, zihnini belli noktalarda kilitlemeye çalışır. Ta ki dalalete sapsın, sonra da şer işlesin. Altıncı işaret hemen bu konuya giriyor. Böyle bir bağları bulunuyor. Külliyatta Üstad’ın konu işlediği her yerde bir gelişme seyri vardır. Bölümler bağlantılıdır. Bu bağları görerek okunduğunda Risaleler daha zevk verici ve aydınlatıcı olur

[1] Bakara suresi, 286.

[2] Müsned, I/139.

[3] İbn-i Hacer el-Askalanî, el-İsabe Tercümesi, Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi.

[4] Buhârî,  Nikâh 111, Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim Hacc 424, (1341).

[5] Muhyiddin-i Arabi, Şeceretü’l-Kevn.

[6] İbn Mace, Zühd, 30.

Sünnet-i Seniyyenin Önemi-2

İkinci Mes’ele: Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’de:   ferman eder. Rivayât-ı sahiha ile Hazret-i Âişe-i Sıddîka (R.A.) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu’l-Kur’ân” diye tarif ediyorlardı. Yâni: “Kur’ân’ın beyân ettiği mehâsin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Ve o mehâsini en ziyâde imtisal eden ve fıtraten o mehâsin üstünde yaratılan odur.”

İşte böyle bir zâtın ef’al, ahvâl, akvâl ve harekâtının herbirisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona îman eden ve ümmetinden olan gafillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divâneler de anlar.

Kalem suresindeki âyeti birkaç şekilde ele alabiliriz:

“ İnneke ” ifadesi gözle göründüğü üzere sen sabit bir ahlak üzeresin, anlamına gelir. İnne, işin hakikatli olduğunu bildirir. Yani Hz. Peygamber (ASM) ahlakın hakikatine ermiş, ahlak nasıl elde edilir bilen, buna göre ömür boyut köklü bir ahlak üzere yaşayan ve ilerleyen biri olarak göze görünüyor. Ahlkı, gözle görüldüğü için dost ve düşman herkes kabul etmek zorunda kalıyor.

“ Hulukin azîm” tabiri ahlakının kemikleşmiş, kırılmaz ve değişmez bir hal aldığına işaret ediyor. Azîm kelimesi, kemikli yapı anlamına da geliyor. Yani Hz. Peygamber (ASM) hem büyük, hem sınırları görülemeyen, hem kemikleşmiş bir ahlak sahibiydi.

“ Alâ ” tabiri Onun, ahlakı üzerinde hâkim olduğunu, ahlakının oturup seciye (karakter) haline geldiğini ifade eder. İnsan sayısız duyguların mahzenidir. Kalbin kendine has duyguları bulunuyor; ruhun kendine has duyguları mevcuttur. Kalbin duyguları fakr, sevgi ve merhamet merkezlidir. Buna mukabil ruhun duyguları acz, korku ve şefkat odaklıdır. Kalbin duygularının terbiye edilmesi, “ ahlak ” a yol açar. Ruhun duygularının terbiyesi ise “edeb”e… Ahlak, kalbin Esma-yı Hüsna’ya mazhar olmasıdır. Edeb ise, ruhun Esma-yı Hüsna’ya aynalık seviyesidir.

Kur’an, kâinattaki sünnetullahın tercümesidir. Yani fıtrat kanunlarının… Sünnet-i Seniyye bu manada kâinattaki sünnetullah kanunlarının yaşanılmış halidir. Yaşanan Kur’andır. Bu açıdan Hz. Peygamber (ASM) fıtrat düzeniyle barışık bir din getirdi; insanı fıtrat âlemiyle bütünleştirdi. Bu şekilde müminlerin hayatı, fıtrat âlemindeki İlâhî ahlakın tecellilerini, hilkatin güzelliklerini kendinde gösterecek bir şekle büründü. Ahsen-i Takvim meselesi bu noktayı anlatır. Kur’anın bildirdiği bütün hilkat ve ahlak güzelliklerini Hz. Peygamber (ASM) bizzat yaşadığı için Hz. Aişe-i Sıddîka (RA)“ Onun ahlakı Kur’andı ” diye meseleyi özetler.

Bu noktada İlâhî İradenin iki eseri olan Kâinât ve Kur’anın bütünlüğünü, Sünnet-i Seniyye ile Kur’an ilişkisinin kopmaz bağını anladığı halde sünneti değiştirmeye kalkan kişi, karşısında fıtrat kanunlarını ve Allah’ı bulur. Allah’ın dini bellidir. Fıtratta yeri olmayan bir şeyin dinde de yeri yoktur. O halde dini tağyir etmek, sünneti tağyir etmek, fıtrat düzenini bozmaya, Allah ile savaşmaya kalkışmaktır. Bu savaşın galibinin kim olacağını helak olmuş kavimler acı halleriyle bize gösteriyorlar.

Üçüncü Mes’ele: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hilkaten en mu’tedil bir vaziyette ve en mükemmel bir sûrette halkedildiğinden, harekât ve sekenatı, i’tidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i Seniyyesi, kat’i bir sûrette gösterir ki: Her hareketinde istikamet ve i’tidal üzerine gitmiş, ifrat ve tefritten içtinab etmiştir. Evet, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, emrini tamamıyla imtisal ettiği için, bütün ef’al ve akval ve ahvalinde istikamet, kat’i bir sûrette görünüyor. Meselâ: Kuvve-i akliyenin fesad ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabavet ve cerbezeden müberra olarak, hadd-i vasat ve medâr-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi dâima hareket ettiği gibi; kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gazabiyenin medâr-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-ı kudsiye ile kuvve-i gazabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humûd ve fücurdan musaffa olarak, o kuvvenin medâr-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi dâima iffeti, âzamî ma’sûmiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir. Ve hâkezâ… Bütün Sünen-i Seniyyesinde, ahval-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyyesinde, hadd-i istikameti ihtiyar edip zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinab etmiştir. Hatta tekellümünde ve ekl ü şürbünde, iktisadı rehber ve israftan kat’iyyen içtinab etmiştir. Bu hakîkatın tafsilâtına dâir binler cild kitab te’lif edilmiştir.   sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifa edip, kıssayı kısa keseriz.

Bu kısmın izahı mahiyetinde ve Üstad’ın Eski Said eserlerinden Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi isimli eserinde yazdığı ahlaka dair nüktelerin şerhini de yapan “Evrensel Ahlak ve İnsan” isimli okuyuculara tavsiye edebilirim. https://www.academia.edu/38095325/Evrensel_Ahlak_ve_%C4%B0nsan

Sünnet-i Seniyyenin Önemi-1

Soru: Sünnet-i Seniyye Risalesi olan 11. Lem’anın 11. Nüktesini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad bu Nükte’yi 3 Mesele olarak incelemiş:

BİRİNCİ MESELE: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: akvâli, ef’âli, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir.

[ Hadis kitapları sünneti 4 sınıf olarak ele alırlar. Burada Üstad 4. Kısmı zikretmemiş. Ona takrîrî sünnet deniliyor. Yani Hz. Peygamber’in (ASM) yanında veya döneminde bir sahabenin yaptığı fiili, Hz. Peygamber’in (ASM) sükutla karşılaması veya beğenmesi durumunda hadis uleması o fiili de sünnetten saymışlar. Fakat Hz. Peygamber’in (ASM) bizzat uygulaması olmadığı, Hz. Peygamber (ASM) bazen örfe göre hareket ettiği dolayısıyla çeşitli yönlerden o fiili sükutla karşılayabilir. Fakat kendisinin uygulamaması gösterir ki, caizdir, meşrudur ama fıtrat düzeninde o fiilin yeri yoktur. Veya model alınacak bir tavır değildir. Mesela Hz. Peygamber (ASM) eşlerini asla dövmemiştir. Fakat sahabeler dövmüşlerdir. Sünneti baz alacaksak, elimizden geldiğince her sahada ona uyarız ve eşine karşı ne olursa olsun şiddet uygulama kısmına varmayız. Sünnette olduğu gibi 1 ay hiç konuşmama gibi bir ceza verebiliriz. Bu sünnettir, ama şiddet sünnette yoktur. Bu açılardan Sünnet-i Seniyye bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) uyguladığı ve yaşadığı Kur’andır. Akvali (sözleri), ef’ali (fiilleri) ve ahvâlidir (sergilediği hal)… Su içerken 3 yudumda içmek, oturarak içmek, “fiile dayalı” bir sünnettir. Konuşurken doğru ve doğruyu konuşmak, açık ve anlaşılır konuşmak, az ve öz konuşmak da “söze dair” sünnetlerdir. Hak namına öfkelenmek, iffetli olmak, güler yüzlü olmak gibi “hallere dair” sünnetlerdir.

Sünnet-i Seniyye, yaşanan Kur’an olduğu, Kur’anda birçok emir ve yasak bulunduğu gibi, tavsiye edilen ek durumlar, bazen de güzelliğine işaret edilen meseleler var. Açıktan emir olan hususları yapmak farz, yasak olan hususlardan kaçmak ise vâcibdir. Sünnetin bir kısmı bu emir ve nehiylerle ilgili… Bunlara uymak farz ve vâcibdir.

İkinci kısmı ise tavsiye edilen işlerdir. Gece teheccüd kılmak, o saatte Kur’an okumak, tefekkür etmek gibi işler… Bunları uygulamak sünnetin nafileler kısmına ait.

Üçüncü kısım ise Allah’ın müminlerde görmeyi istediğine işaret ettiği haller ve tavırlardır. Eşlerin bir birlerine gülümselemeleri, namazda huşu içinde olmak, tevekkülü hayatına bir kanun gibi yerleştirmek gibi… Üstad burada Sünnet-i Seniyyenin bu kısımlarının hükümlerini sıralıyor: ]

Farz ve vâcip kısmında ittibâa mecburiyet var; terkinde azap ve ikab vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir.

[ Kur’anın işaret ettiği üzere Sünnet-i Seniyyeye göre bir hayat yaşamaya “ittiba” deniliyor. Âl-i İmran suresi, 31… İttiba, tabi olmanın kişinin karakteri haline gelmesidir. Fakat taklidden farkı şudur, bilerek ve isteyerek Hz. Peygamber’in (ASM) yolundan gitmektir. Taklidde bilmek yok. Sadece harfiyyen uygulamak var. Risale-i Nur mesleği ittiba-ı Sünnet’tir. ]

Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile, yine ehl-i iman mükelleftir; fakat terkinde azap ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibâında azîm sevaplar var. Ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalâlettir ve büyük hatadır.

[ Emr-i istihbâbî, sevdirecek tarzda ifade edilen işler demektir. Bunları yapmak müstehabdır. Kişi, Allah’ın sevgisini kazanmak için bunları yapar. Farz ve vacip kısmında, kişi rıza-yı İlahiye erer. Hayatında Allah’ı merkeze almaya başlar. Kur’anın etrafında dönme yoluna girer. Emr-i istihbâbî kısmında ise din binasını, İlâhî muhabbete erdirecek şekilde süslemeye başlar. Kur’an Âl-i İmran suresinde bu kısma vurgu yapıyor. Her müminin Sünnet-i Seniyye’ye tabi olmakla Hak katında sevgili bir kul konumuna gelmesini hedefliyor. ]

Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev’iye ve içtimaiye itibarıyla onu taklit ve ittibâ etmek gayet müstahsendir. Çünkü herbir hareket-i âdiyesinde çok menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi, mütâbaat etmekle, o âdâb ve âdetler ibadet hükmüne geçer.

[ Âdât-ı Seniyye, Efendimiz’in (ASM) her gün yaptığı olağan fiillerdir. Fakat her fiili, o sahadaki hakikate ve hikmete uygundur. Su içmeye, yemeye, uykuya dair sünnetlerde gördüğümüz üzere… Harekât-ı müstahsene, Efendimiz’in (ASM) sergilediği herkesçe beğenilen hareketlerdir. Her hareketi bir güzelliği gösteriyor. Mesela beslediği kuş ölen bir çocuğu taziye için ziyaret etmesi, su testisini kıran küçük hizmetçi kızı Efendisine kızmaması için götürmesi, çocuklarla oyun oynaması gibi… Bu hareketler, kişisel hayat için model olduğu gibi, çocuklarla şakalaşması ve oynaması, insan türünün devamı ve nesillerin sağlamlığı konusunda önemli yeri olan hakikatlerdir. Mahmud ibn-i Rebi’ isminde bir sahabe der ki               “ Resulullah (ASM) ben 5 yaşındayken yüzüme su serpti, benimle şakalaştı. Bunu hiç unutamıyorum. ”[1] Düşünce ve duygu dünyası sağlıklı nesiller sevgi, merhamet, ilgi ve şefkatle büyürler. Sosyal hayat açısından da Hz. Peygamber’in (ASM) uzlaşmacı yapısı, insanlarla iyi geçinmesi, problemleri çözücü tavrı çok önemlidir. Bu sahalardaki Sünnetlerin her hikmetini herkes bilemeyeceği için Üstad burada taklide cevaz veriyor: “ onu taklit ve ittibâ etmek gayet müstahsendir. ” Hareket-i âdiye, sıradan ve basit hareket şeklinde anlaşılmamalı! Âdet, her gün bir prensip olarak yapılan fiil demektir. Yani kişisel hayat kanunu gibi… Bu manada İlahi kanunlara da “âdetullah” denilir.

İnsanın her gün ala külli hal yaptığı yeme-içme, uyuma, susma ve benzeri hal ve hareketler Sünnet-i Seniyye’ye tabi kılındığında, Sünnet-i Seniyye İlahi rızaya uygun olduğu göz önüne alınarak ve bu şuurla yapılırsa… Kişi, “ Ben şu an Allah’ın istediği ve Kur’anda işaret ettiği bir davranışı sergiliyorum ” niyetiyle o fiili yaşarsa her hal ve hareketi bir ibadet haline gelir. Bütün ömrünü Ahirete malzemeye dönüştürebilir. ]

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır.

[ Kur’anı ve Efendimiz’in (ASM) hayatını tarafsız bir gözle inceleyen herkes Onun güzel ahlakına hayran kalmaması mümkün değildir. Ki kaldıklarına dair sayısız şahitler bulunuyor. Dostların taraftarlığı bir delildir ama düşmanın aynı konuda şahitliği ise bir mucize hükmündedir. ]

Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.

[ İnsanlık dünyasında Hz. Peygamber (ASM) kadar gündem olan bir şahsiyet hiç olmadı. Bu da Onun mümtaz birisi olduğu, eşsiz bir şahsiyeti bulunduğuna delildir. Bir kişi ne kadar meşhur olursa o kadar merak uyandırdığı için daha dikkatle incelenir. Onun hayatını detaylıca inceleyenlerin çoğu ya Müslüman oluyor veyahut takdir edip beğeniyor. ]

 Ve madem, binler mucizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemâlâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’ân-ı Hakîmin hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir.

[ İslamiyet, Kitap ve Sünnetin gösterdiği hayat tarzıdır. Hz. Peygamber (ASM) hayatıyla bu manada kişisel ve sosyal ve siyasi hayata yön veren bir din ve düzen getirdi. İlâhî kanunlara dayanan mesud ferdler, bu mutlu fertlerden muntazam bir toplum ve bu itaatkâr toplumdan semavi kanunlarla idare edilen, hakka dayanan, hakkı savunan ve hakkın savaşını veren bir devlet kurdu. Bu şekilde fıtrat dünyasıyla barışık ferdler, toplum ve devlet kurmak mükemmel bir icraattır. Ona hastır. Yetiştirdiği sahabelerde gözüken kemal, kurduğu toplumda zuhur eden mükemmellik, teşkil ettiği devletin mükemmel icraatları Onun insan-ı kâmil ve mürşid-i ekmel olduğuna delildir.]

Ve madem semere-i ittibâıyla milyonlar ehl-i kemal, merâtib-i kemâlâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır.

[ Her insanın ruhunun aradığı “ebedî saadet” e kendisi yetiştiği gibi Ona tabi olanların da kemale ererek bu saadeti dünyada elde etmesi gösteriyor ki, peygamberlik sistemi ile mutluluk ayrı düşünülemezler. Peygamberler insanların kalplerini inkişaf, ruhlarını inbisat ettirmekle insanlığa saadeti kazandırmak için gelen elçilerdir. Bu saadetin her iki cihan hakkında da geçerli olması gösterir ki, din, sebeb-i saadettir. İnsanı madde ve mana âlemlerinde yükseltir, yüceltir, aziz ve âli kılar.]

Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktidâ edilecek en güzel nümunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı Sünnette hissesi ziyade ola.

[ İktida, imam kabul etmek demektir. İmamın yaptığı hareketi cemaati taklid ettiği gibi, Sünnet-i Seniyyeye uyanlar da aynı şekilde Hz. Peygamber’in (ASM) hareketlerini taklid ediyorlar. Model şahsiyet O’dur. İnsanı kemalata erdirecek şekilde takip edilmesi gereken rehber O ve Onun sünnetidir. Fıtrat düzeniyle barışık, itidal üzere bir hayatı insana kazandırdığı için anayasa hükmünde kişisel hayatımıza yerleşmesi gereken kriterler yine Onun uygulamalarıdır.]

Sünnete ittibâ etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme, tekzibini işmam eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir.

[ Sünnet-i Seniyyeye uymamanın 3 gerekçesi var: Tembellik, Ehemmiyetsiz görme ve Yalanlama… Her birinin kendince sonuçları var. Sünneti önemsiz görmek, bir cinayettir; dini ve kendi ruhunu katletmek hükmündedir. Çünkü Kur’anın gelmesinden gaye, yaşayan Kur’an olmaktır. Yaşayan Kur’an olmanın üsve-i hasenesi ( en güzel modeli ) bizzat Hz. Peygamber’in hayatıdır. Ki İlâhî kontrol ve sevk altındadır. Sünnete önem vermemek, kendince bir Kur’an algısıyla Kur’anı yaşamaya çalışmaktır. Sünneti tekzib (yalanlama) ise, dalalettir. Çünkü Sünnet, fıtrat kanunlarına tabi bir hayattır. Bu hayata tabi olmayan, dünya ve Ahiretin çarkları arasında ezilir, gider. Sünnete karşı tembellik ise, sünnete tâbi bir hayatın kazandıracağı dünyevi ve uhrevi saadet ve güzellikleri kaybetmeye yol açar. Kazancı büyük olduğu için tâbi olmamanız kaybı da o nibette büyük olduğu için Üstad hasaret-i azîme diyor. ]

Devam edecek…

[1] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, c. 4, Mahmud bin Rebi maddesi.

İktisad, Hırs, Kanaat ve İhlas-2 (İktisad Risalesi 7. Nükte’nin Şerhi)

Üçüncü Netice: Hırs İhlâsı kırar… Amel-i Uhreviyeyi zedeler. Çünkü: Bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccühü nâsı ister. Teveccühü nâsı müraat eden, İhlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir.

[ Hırsın, 3. Zararı ihlası kırmasıdır. İsraf, hırsa yol açar. Hırs ise, ihlası zedeler. Nasıl? Çünkü hır, Hücumat-ı Sitte’ye göre kişiyi tamahkârlıkla avlanacak bir konuma düşürür. İhlası ayakta tutan 2 unsur bulunuyor: Sırr-ı Ehadiyet ve Sırr-ı Samediyet

Sırr-ı Samediyet, istiğna ve itminandır. Sırr-ı Ehadiyet, rıza ve Hakkın teveccühüdür. Bu noktada hırs, sırr-ı ihlas olan kudsiyeti, menfaatsiz ve nefissiz iş yapmayı engeller. Maddi bir karşılık bekler hale getirir. Eğer kişi ehl-i takva ise, halkın teveccühünü arattırır. İltifat ve takdir bekletir. Halkın teveccühünün arkasında derinlerde şöhret ve hubb-u cah arzusu, neticede de dünyevi itibar, servet ve şeref bulunur. Bu manada hırs, maddiyata girerse orasını, maneviyata girerse orasını berbad eden bir beladır. İnsanın içine hırs girdi mi bir şeylerin vazgeçilmezleşmesi, olmazsa olmaz olması ve putlaştırılmaması kaçınılmazdır. Hakka sonsuz iştiyak için verilmiş olan hırs duygusu, insanı halkın esiri, azad kabul etmez kölesi haline getirir. İhlas ise insanı bütün maddi ve manevi bağ ve beklentilerden kurtaran iksir ve ilaç oluyor.

Üstad hırsın manevi neticesi için uyarıyor: Bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccühü nâsı ister. Teveccühü nâsı müraat eden, İhlâs-ı tâmmı bulamaz… Maddi beklentiyi aşmak kişiyi “halis”, manevi beklentiyi aşmak ise “muhlis” yapıyor. İlki sırr-ı Samediyete; ikincisi sırr-ı Ehadiyete aynalık kazandırıyor. Peygamberlerin halklarından bir ücret talep etmemelerine dair âyetler bu konuya vurgu yapıyor. ]

Elhâsıl: İsraf, kanaatsızlığı intac eder. Kanaatsızlık ise çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar; hayatından şekva kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir.

(Hâşiye): Evet, hangi müsrif ile görüşsen şekvâlar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da, yine dili şekva edecektir. En fakîr, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen; şükür işiteceksin.

[ İsraf, şikâyetin ve söylenmenin de kaynağıdır. Çünkü israf eden kişi, elindeki imkânların ve meşru kazancın ona yetmediği algısına kapılır. Kanaatsizlik doğar. Bu ise o işi yapmaya dair şevki kırar. İnsana daha kazançlı ve kolay yollar aratır. Kumar gibi… Kişi kendini tembelliğe atar. Tembellik ise, kişiye işe yaramazlık hissi ve algısı verdiği, insan kendi özünde kendini değersiz hissettiği için hayatından şikâyet etmeye başlar. Faraza kazanç elde etse de bedava ve haksız şekilde elde ettiği için o kazancın kıymetini bilemez; bilemediği için de israf eder. Sonra elinden çıkan o bol ama gayr-ı meşru parayı da dikkatsiz kullandı diye kendi kendini yer bitirir. Bu manada israf, şikâyetin anasıdır. İsrafa yakasını kaptıran kişiler, ne kadar zengin de olsa “yetmiyor, yetmiyor” diye şikâyet ederler. Çünkü hırstan dolayı gözü daha yukarılarda olduğu için bütün dünya ona verilse o kişi şikâyetten vazgeçemez. Şikâyetten kurtulmanın tek çaresi hırs ateşini söndürmek ve kendinden kötü haldekileri ona gösterip haline şükrettirmektir. ]

Hem İhlâsı kırar, riya kapısını açar.

[Hırs, Hakkın rızasını aramayı bıraktırır; halkın rıza ve teveccühünü arattırır. Bu ise kendini halka sevdirmeye; bu ise onlara kendini sevdirecek şekilde görünmeye ve davranmaya yol açar. Bunun adı ise ‘riya’ dır (gösteriş). İhlas, sonsuz itibar ve ebedî şahsiyettir. Buna mukabil israf hırsa, hırs ise riyaya yol açıyor. Kişi riyakârlıkla maddi ve manevi itibarını, haysiyetini, şerefini, izzetini kaybediyor.]

Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.

[Hırs, dilenciliktir. Maddi ve manevi açıdan… Maddisiyle insanların ekindeki meşru kazançlarına göz diker. Onlara ulaşmak için her türlü kılığa girer. Bir dilenci gibi… Manevi açıdan ise hırs takdir, iltifat ve yöneliş dilenciliğidir. İnsanların onu sevmesini ister. Bunun da temelinde şefkat arayışı… Onun da temelinde adını koyamadığı sayısız korku ve çaresizliği yatar. Hırs ve dilencilik arasında zaruri bir ilişki bulunuyor. Hırs ırmağı, dilencilik denizine dökülüyor.]

İktisad ise, kanaatı intac eder.

Hadîsin sırriyle; kanaat, izzeti intac eder.

[ İktisad, elindeki imkânları en zaruriden en gereksize doğru şuurluca kullanmaktır. En önce zaruri ihtiyaçlarına harcadığı için başka insanlara muhtaç duruma düşmez. Onu da karşılayacak durumu yoksa zaten Cenab-ı Hakk, zenginlerin malında ona bir hak tayin etmiş. Bu dilencilik değil, fakirliktir. İmkânları zaruri ihtiyaçlarına yeten kişi, sefalete düşmez. Yaşamak için başkasına muhtaç olmadığından dolayı bir izzeti ve sosyal hayatta bir itibarı oluşur. Zillete (gölge gibi silik bir şahsiyete) düşmez. İzzet, kudreti olanda olur. Kudret ise, zaruri ihtiyaçlarını gideren kişide görünür. Kendini ve aile efradını beslemek ve korumak gibi… Yani yaşamının devamında kimseye muhtaç olmamak bir kudret ve izzettir. Kanaat, elindeki imkânlarla susuzluğunu gidermektir. Susuzluğu giden başka suya ihtiyaç hissetmez. Bu manada iktisad kanaate yol açar. Kanaat ise, izzete yol açar. Tamahkârlık ise, zillete ve sefalete kapı aralar. Kanaat ve izzet arasında da bir geçiş var. Kanaatkâr olanın izzetsiz olması mümkün değil. En azından manevi izzet ve iktidarı oluşur. Fakat burada bir nokta var: İktisad lüks bir hayatın garantisi değildir. Şu anki medeniyet, insanlığı lüks hayata alıştırıyor. Onlara müptela ve tiryaki ediyor. Onlarsız yaşayamayacağı algısına onu kaptırıyor. Bu akıntıya kapılan kişi, ne kadar uğraşırsa uğraşsın lüks ihtiyaçlarını asla tatmin edemez. Çünkü lüksün ve kalitenin sınırı yoktur.]

Hem sa’ye ve çalışmaya teşci eder. Şevkini ziyâdeleştirir, çalıştırır. Çünkü: Meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırriyle, ikinci gün yine çalışır.

[ İktisad ve kanaatle, elde ettiği cüz’î ücretin ona kâfi geldiğini gören kişi, işine devam etmek ve onu kaybetmemek ister. Mühim olan hayatını devam ettirmektir, mantığına erdiği için keyfini erteleyip şevk ile zaruri ihtiyaçlarını temin için çabalar.]

Müsrif ise; kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.

[ İsraf öyle bir ateştir ki hırsla her şeyi yer bitirir. Hazıra dağ dayanmaz meselesi… Bu çukura düşen kişinin akıbeti ya tembellik ya hırsızlık ya kumardır. ]

Hem iktisaddan gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında dâima şâkir olur.

[ İnsan elindeki imkânların zaruri ihtiyaçlarına yettiğini ve hayatını devama vesile olduğunu gördüğü an, mutlu olur. Haline şükreder. Aç değiliz, açıkta değiliz, kimseye muhtaç değiliz mantığıyla şükrü yaşar. Onun bu şükrü, onun daha ileri nimetlere mazhar olmasına vesile olur. “Le in şekertüm le ezîdenneküm[1] ( Eğer verdiğim nimetlere şükrerdeseniz elbette nimetimi artırırım) âyetinin bildirdiği üzere… Şükür bir kapı, şekva bir kapı… Şükür kapısının anahtarı, kanaat; şekva kapısının anahtarı, tama’dır. ]

Hem kanaat vâsıtasiyle insanlardan istiğna etmek cihetinde teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riya kapısı kapanır.

[ Kanaat doyma, susuzluğunu giderme olduğu için insan diğer insanlara ve ellerindeki mala gözünü dikmez. Elindekiyle mutmain olur. Bu ise, halka karşı istiğna hissine yol açar. Halka muhtaç olmayan, elindeki imkânlara da muhtaç olmaz. Bu ise, onun halkla ilişkilerinde daha dik durmasına, ihlasına yol açar. Nefsi ve arzuları amelini, hizmetini bulandırmaz. Bu manada her peygamberin bir meslek ve gelir sahibi olması önemli bir hakikattır. Halka muhtaç değil ki peygamberliği bir gelir kapısı yapsın, insanların malına-mülküne muhtaç olsun. Şahsen peygamberlerin bu sünnetine tabi olarak hizmet etmeye çalışıyorum. Rabbim ihlastan ayırmasın, kimseye muhtaç kalmayacak bir rızık ve gelir kapısı da bizlere versin. Kazancımıza da bereket ihsan eylesin. Âmin. ‘Fakirlik küfür olayazdı’[2] hadisi, çok ciddi bir hakikati bildiriyor. Fakirlik şiddetlendikçe, insanın Allah’ın rahmetine karşı güveni sarsılıyor. O halde iş bu raddelere varıyorsa ihtiyacın derecesine göre insanın iç dünyasında korku ve hüzün şeklinde ateşler, ihtiyaca göre, yanmaya başlıyor demektir. Onda küfür olur, bizde ise hırs ve tamah olur. İnsan maddi ve manevi bir yapı sahibi olduğu için her iki tarafı da beslemek, korumak gerekiyor. Yoksa sıkıntılar ortaya çıkıyor. ]

İktisadsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dâirede müşahede ettim. Şöyle ki: Ben, dokuz sene evvel mübârek bir şehre geldim. Kış münâsebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin oranın müftüsü birkaç def’a bana dedi: “Ahalimiz fakîrdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar dâima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. FESÜBHANALLAH dedim, bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkındedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzımgelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakîkatların derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakîkatla anladım. İktisadsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber o merhum müftü “Ahalimiz fakîrdir” diyordu.

Evet zekât vermek ve iktisad etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıât vardır…

[ İsraf hırsı körükler; hırs ise zekât vermeyi engelleyecek bir ruh halini insanda uyandırır. Malım bitecek korkusuyla insan zekât veremez hale gelir. İktisada riayet, berekete, imkânlarını en verimli şekilde kullanmaya yol açar. Buna mukabil israf, harcamada öncelik-sonralık sırasını bozar. 3000 TL maaş alıp 5000 TL’Lik cep telefonu alan adam gibi… Bu durumda kazancı insanın işe yaramaz hale gelir. Zekât, insanın kalbindeki mal sevgisi gibi duyguları temizler. Nefsin, cimrilik gibi kötü duygularını arındırır. İnsanların hayır duasını kazandırır. Eğer tüccar ise, fakir halkın ve zenginlerin arasında bir itibar, meşru bir şöhret kazanır, kendisi hakkında bir güven halkası oluşturur. Zekâtını veren kişi, helal-harama dikkat edeceği, sözünde ve ahdinde sâdık olduğu için sosyal çevresini kendisi inşa eder. Bu durum onun ticaretini çoğaltır. Verdiklerinin kat kat fazlası ona geri gelir. En azından malına bereket inecek şekilde fakir fukaranın hayır duasını alır. İsraf, zekât vermemek gibi büyük günahların anası olur. Oysa hadis var: “ Zekât vermeyen kişinin namazını Allah kabul etmez. Kur’anda Allah namaz ile zekâtı beraber tutmuş, siz de beraber tutun.[3] Zekatın bir çeşidi olan fitre hakkında da Peygamberimiz (ASM) şöyle der: “ Kişi fitre vermediği sürece orucu sema ile arz arasında muallak kalır. Fitre verince semaya yükselir [4] diyor. İnsan, nefis ve malından ibaret olduğu için Allah bu ikisinin ibadetlerini bir birinden ayrı görmüyor ve tutmuyor. Namazı, zekat ile; orucu, fitre ile; haccı, kurban ile bağlamış. Bu şekilde nefsini ve malını Allah’a satmak ifadesi tam yerini buluyor.

Bütün israfların kaynağı insanın iç dünyasında başladığı, bedenini idare edemeyen kişi başkalarını da idare edemeyeceği için, bedendeki israf ise yeme-içmede olduğu ve başladığından Üstad meseleyi tekrar bu konuya getiriyor. İnsanın dengesiz beslenmesi, nefsini azdırır. Bütün kontrolü öfke ve şehvet merkezli olarak nefs-i emmâre ele geçirir. Öfke ve şehvet hırsı ile, insana her şeyi yaptırır. O hırs peşinde elindeki imkânları da israf ettirir. Bu noktada oruç, bir yeme-içme terbiyesi olmasıyla içteki bütün hararet ve ateş çeşitlerini söndürür, hırsı da dindirir. Bu noktada oruç dengeli bir beslenme modelini insanlara öğretir. İki öğün… Sabah akşam… İyice acıkınca yedirir… ]

İslâm Hükemâsının Eflâtunu ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sinâ, yalnız tıb noktasında

Âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

Yâni: “İlm-i Tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yâni, kolayca hazmedeceğin mikdarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.”[5] (Hâşiye)

Cây-ı hayret ve medâr-ı ibret bir tevâfuk: İktisad Risâlesini, üçü acemî olarak beşaltı ayrı ayrı müstensih, ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshadan yazıp birbirinden uzak, hatları birbirinden ayrı, hiç elifleri düşünmeyerek yazdıkları her bir nüshânın elifleri; duâsız elli bir, duâ ile beraber elli üçte tevâfuk etmekle beraber; İktisad Risâlesinin tarih-i te’lif ve istinsahı olan Rûmîce elli bir ve Arabî elli üç tarihinde tevâfuku ise, şübhesiz tesadüf olamaz. İktisattaki bereketin kerâmet derecesine çıktığına bir işârettir. Ve bu seneye, “Sene-i İktisad” tesmiyesi lâyıktır.

Evet, zaman iki sene sonra bu kerâmet-i iktisâdiyeyi, İkinci Harb-i Umûmîyede her taraftaki açlık ve tahribat ve isrâfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbûr olmasiyle isbat etti…

[1] İbrahim suresi, 7.

[2] Beyhakî Şuab; Taberânî, el-Evsat.

[3] Taberani.

[4] Ebu Hafs.

[5] Yâni vücûda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır…