Edille-i şer’iyyeye binaen, ülkemizde ki mevcut yapılagelen seçimlerde düstur ittihaz etmemiz gereken bazı kaideleri nazarı mütalaanıza arz ediyoruz.
· Siyasi mes’elelerin; insanların dünyaya gönderiliş gayesi ve kulluk vazifelerine kıyasla ve bunun neticesi olarak ifa edilmeye çalışılan külli hizmetler – bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanı kurtarmak, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmak- yanında, çok tali bir mes’ele –ikinci ve üçüncü dereceden meşgul olunması gereken bir mes’ele- olarak kabul edilmesi elzemdir.
Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun.
Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir.
Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat – Amerika tavukları ne kadardır? gibi- ile vakit geçiriyorsun. gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. (Sözler 272)
Evet, bu seçimlerden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek.
İşte o dava ise imanı kazanmak veya kaybetmek davasıdır. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi? (Asa-yı Musa 20)
· Oy kullanmak, siyasetten kaçınmak düsturuna aykırı bir durum değildir. Aksine Oy verilmemesi demek, zımni –kayıtsız kalmak suretiyle- olarak belki de dinsizliği siyasete alet eden/edecek partilere destek vermek anlamı taşımaktadır.
Böyle saf gibi davranıp, oyu boşa atmak, yakmak veya hiç sandığa gitmemek; bilerek veya bilmeyerek dinsizliğe ve İslamiyet aleyhindeki dinsizlik cereyanlarına taraf olup destek vermek anlamı taşımaktadır.
Mü’min, akıllı ve uyanık olur ve olmalıdır. Beş yılda bir önümüze gelen sandıklara gidip, vatandaşlık görevimizin bir gereği olarak oy kullanmak, süreklilik arz eden, kulluk vazifelerimizin ikmaline bir zarar iras etmemekle birlikte; Allah katındaki mes’uliyetten ayrıca kurtuluşa bir vesile olacaktır.
· Herhangi bir partinin mensubu gibi hareket etmemekle – “tarafgirlik yapmamak” ve “bütün bütün kendini bir partiye endekslememek”- birlikte, hiçbir partinin lehinde veya aleyhinde fikir beyan etmemek ve farklı düşünce ve kanaat sahibi kardeşlerimizi müsamaha ile karşılamak; vatan ve milletin selameti açısından fitnelere meydan vermemek adına, bir zaruret halini almıştır.
Eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler.
Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder.
Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete(çokluğa) bakmaz, keyfiyete(kaliteye) bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Demek Adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür. (Mektubat 445)
Bediüzzaman hazretlerinden Cây-ı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.
(Mektubat 267)
· Fikirce muhalif şahsiyetlerle, siyasi mevzuların münakaşasından –zira iş inada biner- şiddetle içtinab etmek.
Zira siyasetteki, ifratkarane muhabbetten kaynaklanan İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur. Muhalif tarafında eğer meleği görse; libasını değişmiş, onu şeytan zanneder, adavet lanet eder. (Sözler 718)
· Bütün ehl-i iman ile esasta ittifakın, diyanetteki izzetin muhafazası ve Tevfik-i ilahi’nin bir sebebi olması noktasından asıl; farklı siyasi tercihlerin ise buna nisbeten tali’ bir mes’ele olarak kabul edilmesi hususu, İslamiyet davasının haysiyetinin muhafazası cihetinde elzemdir.
Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle bu hakikati şöyle ifade etmiştir; “Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.” (Emirdağ Lahikası-1 180)
Ölçüsüzce yapılan siyaset, insanları “Allah için muhabbet etme ve yine Allah için buğz etme” esaslarına zıt bir yola sevk edebilir.
Üstad hazretleri Uhuvvet Risalesinde “müminlerde şikak ve nifakın, kin ve adavetin” sebebini “tarafgirlik, inat ve hased” olarak beyan eder.
Tarafgirlik, kendi mesleğini, meşrebini veya partisini sevmekte ölçüyü kaçırıp kendi tarafında olmayan kimselere düşmanlık beslemek demektir. Üstad hazretleri bu çok tehlikeli tarafgirliği şöyle dile getiriyor: “Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice ereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin!
‘Elhubbu fillahi velbuğzu fillahi’ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyâzü billah ‘El hubbu fissiyaseti velbuğzu lissiyaseti’ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin.” (Kastamonu Lâhikası)
· Dinimiz; seçimler neticesinde kazanılabilecek veya siyaset yoluyla ulaşılabilecek dünyevi makam ve mertebelere aday olanların sahip olması gereken vasıflardan bazılarını; Liyakat, ehliyet ve salahiyet olarak zikretmiştir.
Dünyevi makam ve vazifeler, liyakat ve ehliyet bakımından müstahak olana tevdi edilir. Tevdi etmek, “geçici olarak, emaneten vermek” demektir. Bulunduğu veya bulunacağı makamda geçici olduğunu bilmesi ve buna göre davranması, her an ölebileceğini hesaba katıp ahirete hazırlıklı olması, liyakat sahibi bir insanın birinci özelliğidir.
İkincisi emin, yani güvenilir olmasıdır. Çünkü emanet ancak emin olana verilebilir. Bir kişinin güvenirliği Allah’a kulluktaki samimiyet ve ciddiyetiyle ölçülür.
Kulluğunu savsaklayıp unutarak Allah’a ihanet edene asla güven olmaz. Zira “Kork Allah’tan korkmayandan!” denilmiştir.
Nitekim Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Eğer o meseleyi Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere havale etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.” (Nisâ Sûresi, 4:83)
Başka bir ayet-i kerime de ise şöyle buyurulmuştur: “Allah size emaneti ehline vermenizi emreder.” (Nisâ Sûresi, 4:58)
· Her zamanın bir hükmü olmak gerektiğine binaen, bu zamanda siyaset gibi umum mukadderat-ı beşeri alakadar eden mes’elelerde; Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir.
Günümüz şartlarında; siyasi parti tercihinde memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış müsbet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olmak; bir insaniyet borcudur.
Bediüzzaman hazretleri, bu meyanda olarak, Mevcut Hükümetlerin hasenatlarının –vatan ve milletin menfaatine yaptıkları hizmetler-, Seyyiatlarına –vatan ve milletin zararına yaptıkları işler- sadece galip gelmesi nokta-i nazarından mes’eleye, Rahmani bir bakış açısı getiriyordu.
Yani hükümetlerin kusursuz veya günahsız olması noktasından bir hesaplamanın içinde olmak, sağlıklı bir düşünce biçimi olmamakla birlikte, istikametsiz bir duruşu da ayrıca gören gözlere göstermektedir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim de şöyle buyurulmuştur; “O gün amellerin tartılması da haktır. Kimlerin sevabı ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (A’raf 8)
Bediüzzaman hazretlerinin, Mevzu ile alakalı bir hatırasında, bir talebesine şöylece tavsiye niteliğinde bir izahat yaptığı nakledilmiştir;
“Üstad, ‘Kardaşım, Halk Parti dine karşıdır. Demokrat da lâkayd. Fakat Halk partisi kolu keser, Demokrat Partisi ise parmağı. Kolun gitmesini önlemek için, parmağın gitmesine razı olacağız’ buyurur.” (Son Şahitler, H.Ömer BİÇER’in Hatıraları, c.II, s.82)
Yani; burada Bediüzzaman, Menderes ailesinin namaz kılmamakla birlikte tesettürsüzlüğüne, şahsi kusurlarına veya birçok dine aykırı ihmallerine bakmıyordu.
Sadece dindar ve Muhafazakârlığına; dinsizliği siyasete alet eden Halk Partisi gibi din düşmanı bir partinin önünde set olmuş bir kitle partisi oluşuna; mevcudiyetimizin hamisi İslamiyete az dahi olsa müsamahakârlığına ve dini özgürlüklere taraftar oluşuna hasr-ı nazar ederek, bizlere de ayrıca ders veriyordu.
Haşiye:“Demokrat parti” manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin partilerinden birisine verilen bir isimdir.
· Belirli bir zümre veya gruba hitap eden, toplumun ekseriyetinde genel bir karşılık bulamayan küçük partilere oy vermemek gerektir.
Zira böyle bir durum, kurulacak hükümetlerin elini zayıflatmak suretiyle, koalisyonlara veya güçsüz iktidarlara sebep olacağı için, ülkeyi dış ve iç şer güçlere peşkeş çekmeye vesile olacağından, bu tür partilere de oy vermek suretiyle asla itibar edilmemelidir.
· Siyaset yoluyla vatana, millete, İslamiyet’e hizmet de elbette ki ihmal edilecek bir mesele değildir.
Dolayısıyla, Milletin re’yiyle iş başına gelen meşrû iktidarları muhafaza etmek ve memlekette asayişi ihlâl etme istidadı taşıyan hareketlerden şiddetle kaçınmak da, tabi olunacak en mühim esaslar ve düsturlardır.
Aksine, Sevad-ı azama tabi olarak, sadece ülkemiz değil, bütün bir İslam coğrafyasının her köşesinde, yapılan hizmetlerle millet olarak kalkınılmasına vesile olup, milletin maddi ve manevi terakkisine vesile olacağına inandığımız partileri de, hiçbir menfaat ve karşılık beklemeden, oy vermek suretiyle desteklemek gerekir.
Yapılan ve yapılagelmekte olan azim eser ve hizmetleri görmezlikten gelmek herhalde hakşinaslık değildir. Zira Cenab-ı Hak bizi geçmişteki o yokluktan, sefaletten kurtardı.
Bu millet Kur’anın ve ezan okumanın yasak olduğu, Kur’ana ve imana hizmet eden kişilerin sürekli takip edilip hapislere atıldığı, ekmeğin karneyle alındığı, köylerde yol, elektrik ve telefonun olmadığı, vefat edenlere kefenin bulunmadığı günleri çok iyi bilir.
O karanlık günlerden bu aydınlık günlere pek kolay gelmedik, bu harika nimetlere kolay nail olmadık. Bunlara şükür lazımdır ki, devam etsin, elimizden çıkmasın. Evet Nimet şükür görmezse elden alınır.
İnşaallah, yakın bir zaman da meydana gelen ve gelmekte olan, zahiren şer gibi görünen üzücü hadiselerin arkasından da büyük hayırlar çıkacaktır. Evet, bizim hoşumuza gitmeyen hadiselerin arkasında büyük hayırlar olabilir.
Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “İhtimal ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki, sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara Suresi 2/216)
Tarihe not düşmek adına, son olarak şunu da ifade edelim ki; hiç merak etmeyiniz her gelen gün, geçen günlerden daha iyi olacaktır. Üstad hazretlerinin “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!…” müjdesi inşallah tahakkuk edecektir.
Elhasıl: Siyaset de diğer meslekler gibi bir meslek olarak düşünülmelidir. Bir ehl-i ticaretin insanların ihtiyaçlarını yerine getirmek için çalıştığı gibi, bir siyasî parti ve mensupları da memleketin yönetimine talip olmuşlardır, o konuda çalışırlar. Herkesin kendi iş yerinde durup müşteri celbetmeye çalışması gibi onlar da partilerini kurmuşlar ve faaliyet göstermektedirler.
Siyaset ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgi ve alakası olmayan insanların, kendilerini alakadar etmeyen başka dünyevî meslekleri icra edenlerin işlerine fazla karışmadıkları gibi, siyasî faaliyetlere de aşırı ilgi göstermekle kendi aslî görevlerini ihmalden hassasiyetle kaçınmalıdırlar. Mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasî olmak zorundadır.
Memleket yönetimiyle ilgili kanaatlerini yahut kendilerince yanlış telakki ettikleri gidişata dair fikirlerini ise yetkililere ya bizzat yahut basın yoluyla, müspet kanallarla iletmekle yetinmelidirler. Bunun ötesine geçtikleri takdirde, yaptıkları hizmetler büyük zarar görebilir. Evet, Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.
Hasan Tayfur