Etiket arşivi: eymen akça

İhlas Risalesi Okuma Notları-10

Ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat, Kur’an-ı Hakîm’in “Küllü nefsin zâikatü’l-mevt” ve ” İnneke meyyitün ve innehum meyyitun”  gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tul-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevaidi pek çoktur. Hadîste “Eksirü zikra hâdimü’l-lezzât ” -ev kema kal- yani “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu rabıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikata uygun gelmiyor. Belki akibeti düşünmek suretinde, müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlas-ı etemme yol açar.

 İkinci Sebeb: İman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemaat ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîm’in hazır nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmek ile o riyadan kurtulup ihlası kazanır. Her ne ise.. bunda çok derecat, meratib var. Herkes kendi hissesine göre ne kadar istifade edebilse, o kadar kârdır. Risale-i Nur’da riyadan kurtaracak, ihlası kazandıracak çok hakaik zikredildiğinden ona havale edip, burada kısa kesiyoruz.

 * Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne…: Yani bu tarz tefekkür “ Öldüğünü hayal et! Kabre konulduğunu farz et ” tarzındadır. Bu tarz bir tefekkür ilim mertebelerinden ilk 2’sine kadar oluyor. Bunlar “ tahayyül ” ve “ tasavvur ” dur. Diğerleri ise, “ taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad ” dır. Risale-i Nur’un göstereceği hakiki rabıta-yı mevt, bütün ilim mertebelerini içerir.[1] 

* nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup, uzun emellerinden bir derece vazgeçer: Rabıta-yı mevt, nefs-i emmâreyi tezkiye etmek içindir. Nefsin kirlerine Kur’an, “ necaset ” der. Tevhid-i hakiki, her şeyi Allah’tan görme ve kabullenme ise, ene’nin kirlerini temizlemek içindir. Ene’nin kirlerine, “ habaset ” denilir. Nefs-i emmareye uyan bir kalp, “ necis ” olur. Ene’ye uyan bir ruh, “ habis ” olur. Nefsin maddiyata düşkünlüğünü kırmanın, onu maddeden koparmanın, kirlerinden arındırmanın tefekküre dayalı tek yolu onun lezzetlerini acılaştıracak, bizzat kendisinin yaşayacağı ve çevresindekilerin de yaşadıkları “ Ölüm ” meselesidir. Her insan ölümün alametlerini kendinde görebilir. Bebeklik öldü, çocukluk dirildi; çocukluk öldü, gençlik dirildi; gençlik öldü-ölüyor, orta yaş diriliyor; orta yaş da ölecek, yaşlılık ve kabir gelecek… Bu hayat nehri, o havuza doğru akıyor…

* Bu rabıtanın fevâidi pek çoktur: Râbıta, bir meselenin ruhu ile bağ kurmak demektir. Bir şeyin ruhu ise, onun hakikati, değişmez özü ve kanunu demektir. Öyleyse rabıta-yı mevt, ölümün ile bağ kurmadır; ölümün hakikatini bilmek ve ölüm meselesini çözmeye çalışmaktır. Üstad, kendi yaptığı tarzdaki rabıta-yı mevt tefekkürü ile, ölümün hakikatini çözdüğünü söylüyor.[2] Fevaid, faideler, zihnin elde ettiği ilim, hikmet ve sırlar tarzında kazançlar demektir. Kalbin ve hissin kazançlarına ise, feyz ve füyuzât denilir.

 * “ Eksirü zikra hâdimü’l-lezzât ”[3]: Kelime meali “ Lezzetleri kökünden kesen, kişiyi lezzet alamaz hale getireni çokça düşünün, hatırlayın ve anın ” demek. Fakat Üstad daha da ötesi bir meal veriyor Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz. ” Ölüm sadece kişinin maddî hayatını bitirmekle lezzetleri bitirmiyor, aynı zamanda dünyada tadılan lezzetlerin kabirde kişiye acılara dönmesine de yol açıyor. Eğer ki lezzetler Allah’ın rahmetinin sonsuz hazinesinden gelen bir hediye diye bakılıp şükürle hissedilmezse kabirde kalp için acılara ve hüzünlere analık ederler. Kabir azabının bir sebebi olurlar. İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam yukarıdaki âyetlerden rabıta-yı mevt dersini almış ve Suffa Ashabı’na ders vermiş. Ümmetine de ders veriyor. Bu rabıtanın hikmetlerine de işaret ediyor: “ Ebedî acılardan kurtulmak istiyorsan, nefsani maddi lezzetlerden kurtul. Seni kurtaracak mürşid, ölümünü düşünmendir ” diyor. “ Nasihat istersen ölüm yeter ” sırrı… Mürşidler, nasihat verir; Üstadlar, ders verirler.

  * mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz: Mecburiyet yok. Mecburiyet, hakk ve hakikate uygun olanda olur. Yani birisi hakka ve hakikate uygun ve özellikle sebepler dünyası açısından hakka uygun olan bir hükmü Kur’an’dan çıkarmışsa, hakka uygun hareket etmek ve şerre yol açmamak isteyen kişiler, o tesbite uymak mecburiyetindedirler. Fakat yapılan tesbit hakikati arayan birisininse, ona uyulmayabilir. Ehl-i tarikat da, ehl-i hakikat da ölümle ilgili âyetleri düşünmüşler. Tarikat ehlinin âlimleri, rabıta-yı mevt hakkında böyle bir tesbit yapmışlar, Üstad ve ehl-i hakikat da bir tesbit yapmışlar. Gerçeğe en uygun ve yakın olanı Üstad’ın gösterdiği tarzdır. Rabıta-yı mevtin hakikate en uygun olanını yapmak isteyen kişi Üstad’a uymak mecburiyetindedir. Üstad bu noktada tasavvuf noktasında bir müceddidlik yapmış. Yeni ve doğru bir usul bulmuş. Risale-i Nur, hakikat mesleğidir. Yani bir mesele hakkında sabit ve net bir hüküm bulmadan fikir beyan etmez; izafiliklerle kişilerin zihnini uğraştırmaz.

* Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır: Burada çok şifre var. Bir kişi bulunulan anda ya diridir, ya ölüdür. Ölüyse zaten ölümü düşünemez. Diri ise, ölümünü düşünebilir. Ölümü düşünmek iki tarzda olur. Ya istikbalde olan ama ne zaman olduğu meçhul bir ölümü şimdiye getirmektir. Bu, tarikat ehlinin yoludur. Çok çok az bir insan ölümünü düşünürken ölmüştür. O yüzden bu tarz tefekkür tatmin etmez. Gerçek tarz ise, istikbalde olacağı %100 olan ölümünü zihnen görmektir. Bu andan istikbale gitmek ve mezar taşına bakmak… Burada formül: Ölümün bir hakikat ve bütün canlılara, kendisine canlılık verilmiş olanlara has bir kanun olduğunu bulmak, bilmek ve âlemdeki ölen ve öldürülen canlılar üzerinde bunu gözüyle görmek ve kendisinde de şu an ölümün alametlerini temaşa etmektir. Bu zihnî yolculuğa Üstad şöyle işaret eder: “ Fikren gitmek, nazaran bakmak… ” Fikir ve nazar, her ikisi de zihinle alakalı şeyler. Farkına Üstad şöyle işaret etmiş: “ Nakkaş-ı Ezelînin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl.[4] Fikir, hakikati arar. Nazar ise, hikmeti ve hakkı yani hakikatin bu dünyada sebepler dairesi içinde görünüşünü yakalamaya çalışır. Yani gerçek rabıta-yı mevt, ölüm hakikatini tefekkürle idrak etmek, kabullenmek; sonra da kendi bedenindeki ölüm alametlerini hikmet nazarıyla okumaktır. Hz. Azrail (AS), Hz. İbrahim’e (AS) demiş:  “ Hastalıklar, benim habercilerimdir.

  * hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir: Bir ağaç çok uzun olsa, bir tek meyvesi olsa, belki o meyve gözle zor görünür. Fakat ömür ağacı, 60 sene kadar kısa; tek meyvesi de cenazemiz… Nasıl ki o ağaç, bir çekirdekten çıktı; o ağacın bütün ecdadının geçmişi o çekirdekte vardı. Sonra ağaç bütün o geçmişi ve kendi yaşadıklarını, meyvesindeki çekirdeğe kodladı. Aynen öyle de, bizim kalbimiz de bir çekirdektir. Bütün geçmiş o çekirdekte yazıldığı gibi, ömrümüzün sonuna kadar yaşadıklarımız da o kalbe yazılıyor, bizimle beraber kabre gidiyor.

  * Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi…: Tefekkürde ilk aşama, kendi şahsının ölümünü görmek… Yani önce enfüsî tefekkür ve rabıta-yı mevt lazım; sonra âfâkîsi… İlk tefekkürde, ömrümüzü bir ağaç gibi okumak gerektiğine Üstad değiniyor.

* bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür: İnsanı ön planda dünyaya bağlayan, nefs-i emmaresidir. İkinci planda ise, dünyaya ve maddiyata ülfet ve ünsiyet eden, dünyayla hissî bağlar kuran kalptir. Bu bağları da ikinci cümle kopartıyor: “ Asrın da ölecek! İnsanlardan hem-asır olduğun; sevdiklerin, alıştıkların da ölecek, arkandan kabre girecekler. Tıpkı senden önce kabre giren sevdiklerin ve dostların gibi… ”

* daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder: Rabıta-yı mevt, istikbali kanunlarla okumak, kanunların istikbalde nasıl ferdler ve nesneler üstünde tecelli ettiğini akılla görmektir. Allah, aklı bize bunun için vermiş. Hadiste var: “ Akıllı adam o kimsedir ki nefsini (Allah’a karşı) köleleştirir ve ölümden sonraki (hayat) için (iyi) amel işler. Âciz adam da o kimsedir ki nefsini arzusuna uydurur (yani nefsini haramdan alıkoymaz). Sonra Allah’tan (mağfiret) temenni eder. [5] Veya bu manada… Ölen insan için, şu dünya mâzidir. Ölüm, insanı müstakbele taşıyor. Mazi, dünya ve içindeki maddiyata dayalı her şey… O halde bir insanın kabirde rahat etmesi, maziden kurtulması nisbetindedir. Bunun da yolu maddiyata bağlanan bütün cihetleri temizlemek… Ten sevdasını, şahsî ölümüyle; ahbab ve akraba sevdasını, asrının ölümüyle; madde ve maddiyat sevdasını ise, dünyanın tamamen ölümüyle bitirmek… Yani gözünü arkadan al, geleceğe çevir… Bu tarz tefekkür yapan kişinin kalb gözü açılır ve kâinatın ölümünü “ müşahede eder. ”

* Asrının ölümünü kabullenen ve gören bir kişinin diğer insanların nefisleriyle bir derdi kalmaz. Onlarla madde ve menfaat için rekabete ve yarışa girmez. Onlarla sırr-ı ihlası ve îsarı rahatça yaşayabilir.

* ihlâs-ı etemme yol açar: Demek, rabıta-yı mevtin 3 aşaması kişiyi ihlasa sokup ilerletiyor. Şahsî ölümünü düşünen ve kabullenen, “ hâlis ” olur. Asrının ölümünü kabullenen, ihlas-ı tâmma erişir, “ muhlis ” olur. Bütün kâinatın ölümünü kabullenen ise ihlas-ı etemme erişir “ muhlas ” olur. Peki, nefsin rabıta-yı mevtle bağı ne? Neden ölümü görünce terk ediyor? Üstad bunu da tesbit etmiş: “ İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefs-i natıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hatta vehmî bir devamla kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. ”[6] Nefis, bir şeyin faniliğini hissettiği an, ondan yüzünü çevirir. Teninin fâniliğini görse, “bâki ten” ister. Dost ve ahbabın fâniliğini görse ve hissetse “bâki dost ve ahbab” ister. Dünyanın ve kâinatın fâniliğini görse ve hissetse, “bâki âlem ve kâinat” ister. Bu 3 aşama, “ maddeden tecerrüd ” seviyeleridir. Yani soyutlaşma, kabuğundan sıyrılma… Bunu yaşamayan, Allah’ın da maddeden mücerred oluşunu, külliliğini, her yerde hâzır ve nâzır oluşunu anlayamaz ve hissedemez.

  * İkinci sebep, iman-ı tahkikînin kuvvetiyle: Tahkik mesleğinde nur ve kuvvet vardır. Yani nur-u iman ve kuvvet-i iman gibi… Her hakikat, akla ve ruha, nur verir, kalbe ve hisse, kuvvet verir… ( İhlastaki nur ve kuvvetler için baş kısma bakılabilir. ) Nur ve kuvvet birleşmesi lazım ki, iş yerini bulsun. Fikir hislere işlerse, o vakit tesirli olur. Tesir sahibi olmak, kuvvet ile olur. İman kuvvetli ise, kişi üzerinde etkisini gösterir. Yoksa kişinin sözleri ile fiilleri uyuşmaz. Asıl iş, hislere o imanı işlettirmektir. Bunun da yolu, kalbi çevreleyen ve kuşatan nefis kabuğunu kırmaktır. Bu da rabıta-yı mevt ile, riyazetle ( rabıta-yı mevt gibidir ), oruçla, teheccüd v.s. ile oluyor.

 * marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemeât: Lemeat, parıltılar demektir. Arapça’da güneşin ışığının ayna üzerinden bize yansıyan kırılmış haline, lem’a denilir. Lemeat ise, lem’anın çoğul halidir. Tahkikî iman, tefekkürle olur. Bu da Sâni-san’at-masnû üçlüsüyle zihnî bir sistem kurmakla olur. Kur’an diyor “ Allah’ın san’atı, hakikaten her şeyi çok kıymetli ve ehemmiyetli yapmakla tanınır.[7] Bu 3’lü bakış, mana-yı harfî ve tevhid bakışıdır. Yani sanatlı yapılmış her şey sanatkârının manevi cemal ve kemalini gösteren bir aynadır. Buna misal olarak şöyle deriz: “ Selimiye Câmii’ne gözünle bak, Sinan’ın cemal ve kemalini gör; Sinan’a fikir ve nazarınla bak, Allah’ın cemal ve kemalini gör! ” Bu şekilde yapılan bir tefekkür, insan kalbini Allah’ın tecellilerini alıcı kılar. Bu kalpteki tecelli, akla ve ruha nur verir. Güneşin ışığına, ziya; ay denilen aynadan gelen ışığa ise, nur denilir. Nur, lem’a gibidir. Bu noktada Allahu Teala, bir manevi güneş olarak görünür. Onun ziyası olan isimlerinin tecellileri, iman ile kalbin içine girer. Kalb, Allah’a ayna olur. Sonra bu kalpteki cilveden, şuur-üstüne ve zihne, nur gider… Nura kavuşulunca ne olur? Sahabeler sordular:

-“ İnsanın sadrı açılır mı, inşirah-ı sadr mümkün mü? ” Resulullah Aleyhissalatu Vesselam cevap verdi:

-“ Evet. ” Sordular:

– “ Nasıl ve ne ile açılır? ” Cevap verdi:

– “ Nur ile.Peki açıldığını, nura kavuştuğumuzu nereden bileceğiz? Nura kavuşanda neler olur? ” Cevap verdi Nur Nebi (AS):

-“ Baki diyarı, fâni diyara tercih eder.[8]

Hem diğer bir hadisinde aynı konuda Hz. Ömer’e (Radıyallahu Anh) Hz. Peygamber (ASM) der ki:

-“ Bırak ya Ömer! Dünya onların olsun, ahret bizlerin.[9]  

 * lemeât ile bir nevi huzur kazanıp: Gaye, huzur kazanmak… Yani sebepleri aşıp, her şeyi Allah’tan görebilecek seviyeye yükselmek… Padişahları görebilmek, onunla görüşebilmek için sarayında iç içe perdeler, kademeler vardı. Aynı şekilde Ezel-Ebed Sultanı Allah ile görüşebilmek, her şeyi ve her işi Ondan görebilecek seviyeye çıkabilmek nefsaniyet ve enâniyetin ördükleri duvarları ve çetin kaleleri aşmakla olabilir. Allah’ı madde ve manadan ve her türlü kayıddan mücerred olarak görebilmek asıl hedeftir. Maddiyattaki engel, menfaatçi nefis; maneviyattaki engel, meziyetçi şahsiyet ve faziletfuruş ene’dir. Üçü de, Allah’ı hakkıyla tanımaya engeldir. O yüzden tefekkür lazımdır. Geniş çaplı ve devamlı tefekkür… Allah’ın sanat eserleri galaksilerden, yıldız kümelerinden, güneşlere-gezegenlere-aylara, yeryüzünden canlılara-hücrelere-zerrelere, maddi dünyadan meleklere-ruhanilere-cinlere-ifritlere, dünyadan berzaha-mahşere-sırata-cennete ve cehenneme kadar… Bütün bu âlemler ve içlerindeki her nesne Onun bir sanat eseridir. O halde Allah’ı ya cemaliyle, ya celaliyle, ya kemaliyle veyahut kibriyasıyla tanıttırıyor demektir. Bu şekilde geniş-külli ve derin tefekkür edilse, Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve hikmeti o sanat içinde görülse âlemler çapında bir nur ve emniyet kişiye yansır ve hissedilir.

 * Hâlık-ı Rahîmin hazır, nâzır olduğunu düşünüp…: Bu cümle tefekkürden gayeyi özetliyor. Halık der ki, “ Her şeyin hilkatini oku! Yani nasıl bir kudretle yapılmış; nasıl bir ilim o kudreti şekillendirmiş; nasıl bir hikmet onu meyvedar, gayeli ve faydalı yapmış; nasıl bir rahmet onu size hizmetçi kılmış onu gör. ” Bunda da ilk aşama kendini okumak… Rabıta-yı mevtteki tarz üzere düşünülebilir. Önce kendimiz, sonra dış dünya, sonra geçmiş ve geleceğiyle bu âlem… Allah’ın nurunu, mazi-müstakbel ve hazır anda görüp kendini bütün zamanlar ve mekanlarda, bütün âlemler ve cihetlerde nurlar içinde görmektir.“ Allah, kâfirleri kuşatmıştır ”[10] ve “ Hakikat bu ki Cehennem kâfirleri kuşatmıştır ”[11] âyetleri, Allah’ın kâfirleri maddi ve manevi ateşlerle kuşattığını bildirdiği gibi müminler açısından da “ Allah bizi nuruyla her yönden kuşatmıştır ” manasını da verir. Hâzır, manen bulunan ve bilen demektir. Bir kişinin karşısında olanı bilmesi gibi… Nâzır, bakan ve gören demektir.

* Ondan başkasının teveccühünü aramayarak huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmekle: İhlas, Allah’ın rızasını, takdir ve teveccühünü aramak ve kazanmaya çalışmak demektir. Tahkik ile, her yerde ve her şeydeki tasarruflarının, sanatının, yaptığı icraatlarının gösterdiği üzere Allah’ın her yerde ve her şeyde ilim-irade-kudretiyle hazır ve nazır olduğunu, bizi bildiğini ve gördüğünü çok iyi anlayıp gözle gördükten sonra başkasının teveccühü aranılmaz. Çünkü bu şekildeki bir tevhid, başkalarının takdir ve teveccühlerinin Allah uğruna mı, nefisler uğruna mı olduğunu gösterir. Allah içinse, bunu sağlamanın yolu Allah’ın takdirine ermektir. Yavuz Sultan Selim’in huzuruna kabul edilmiş bir kişi, Yavuz:

-“ Meramın nedir? Bütün askerlerimle ve hazinemle senin arzunu yapacağız ” dediği halde, gitse Yavuz’a sırtını dönüp Yavuz’un huzurunda titreyen bir kölesinden veyahut sadrazamından medet dilese değil yardım almak veya huzurdan kovulmak “ Yavuz’un saltanatında ortak koşuyor ” diye kelleyi bile kaybedebilir.

  * o riyâdan kurtulup ihlâsı kazanır: Tevhid, halka kendini beğendirmek ve sevdirmek hastalığından kişiyi kurtarır. İnsandaki kendini başkasına sevdirme hissinin doğru tarzını Üstad şöyle anlatır: “ Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile Onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini Ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın?[12]

* Tahkiki imanın 3 mertebesi var, her mertebenin ihlasla bağı var: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn… Bunlar sırasıyla kişiyi hâlis, muhlis ve muhlas seviyesine yükselten merdivendirler. İzahları için Üstad şöyle der: “ Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur. Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. [13]

[1] İlmin mertebelerini izahı konusunda Prof. Dr. Şener DİLEK’in Marifet İklimi kitabını tavsiye edebiliriz. O ilim mertebeleri kitapta detaylıca izah edilmiş.

[2] Şualar, 12. Şua.

[3] Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

[4] Nokta Risalesi, 2. Bürhan.

[5] Ebu Hureyre (r.a.)’ın hadisini Tirmizi, Nesai. Taberani, el-Evsat’ta ve İbni Hibban da rivayet etmişlerdir.

[6] Mesnevi-i Nuriye, Zerre.

[7] Neml Suresi, 88.

[8] Taberi Tefsiri.

[9] Müsned-i İbn-i Hanbel, II, 298.

[10] Bakara suresi, 19.

[11] Tevbe suresi, 49.

[12] Sözler, 10. Söz, 3. Hakikat.

[13] Emirdağ Lahikası-1.

İHLAS RİSALESİ OKUMA NOTLARI-9

Ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat, Kur’an-ı Hakîm’in ” Küllü nefsin zâikatü’l-mevt ” ” İnne meyyitun ve innehum meyyitûn gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tul-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler.

* Ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım!: Burada muhatap Risale-i Nur şakirdleri değil; Kur’anın hizmetkarlarıdır. Risale-i Nur şakirdleri, Kur’anın kudsiyet dairesine girmeye çalışan “ kardeş ” ve “ yoldaşlar ” dır. Daire içinde olanlar ise, “ arkadaşlar ” ve “ dostlar ” dır. Sırr-ı ihlas ile ve îsar ile, kudsiyet dairesine girilir ama bir anda da oradan çıkılabilir. Maddeci ve menfaatçi nefs, daire içine girenlerde de var. Üstad 3 yol ile bu kudsiyet dairesinde kalma çarelerini anlatacak: Rabıta-yı Mevt, İman-ı Tahkikî, Tefânî

* İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi rabıta-i mevttir: İhlası kazanan, “ muhlis ” olur. Hadiste “ Heleke’l-âmilûne ille’l-muhlisûn, ve’l-muhlisûne alâ hatarin azîm ” der.[1] Yani “ Amel edenler de helak olur, muhlisler hariç. Muhlislerse azametli tehlikeler içindedirler. ” 2 metre yerden aşağı düşüş, kemik kırarsa; muhlisler 200 metreden düşerler. İhlası muhafaza etmeleri gerekir. Muhafaza, saldırılar karşısında elindeki cevheri ve hayatı korumak ve saklamak demek. O halde saldıracak düşmanlara karşı güçlü silahlar lazım. Nefsani ve maddi arzulara ve ahlaksızlıklara karşı, Rabıta-yı mevt; enâniyetten gelen hırslara ve edebsizliklere karşı ise, tahkiki iman ve tevhid… Silahın tesiri, kuvvetine göre olur.

* Evet ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu…: İhlasın zıddı, “ riyâ ” dır. Aslında ihlasın zıddı, nifaktır. Nifak ise, 2 şekilde gözükür: Riya ve sum’a… En çok yapılan riya olduğu için ihlasın zıddı riya diye yerleşmiş. İhlası kaybetmenin aşamaları şöyle: Önce tûl-i emel yani “ uzun umutlar… ” Az sonra onun kaynağını da “ tevehhüm-ü ebediyet ” ( Ebedilik kuruntusu ) olarak söyleyecek… Yani önce dünyada ebedilik vehmi, sonra uzun umutlar, sonra ihlasın zedelenmesi, sonra riya, sonra dünya… Yani maddeye mahkum olma… İhlas, ruh kuşu için, maddiyat kafesinden ve hapsinden kurtulmaktır. Riya ise maddiyat kafesine girmek ve ayaklarından bağlanmaktır.

* …riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir: Rabıta, ruhun bir meselede fani olması ve o meselede ihlaslı olmasıdır. Yani mevt rabıtası (kendi ölümünü düşünmek), ölümün hakikatine inmeye çalışmak, maddi bedenimizin ve dünyanın faniliğini ilme’l-yakin görmeye çalışmaktır. Rabıta, konsantrasyon ile olur. Yani tam teveccühle… Zihninden bütün her şeyi silip tam manasıyla odaklanmakla… Rabıta-yı mevt ne demektir?

* Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır: Kendi ölümünü düşünmek… Yani ölüm hakkında ve kendi ölümümüz hakkında tefekkür etmek… Tefekkür, hakikati bulmak içindir. Yani “ Ölüm nedir? Ölen kim ve ne? Ölen nereye gider? Ölümden sonrası var mı? Varsa nasıl? ” İşte bu sorular bu tefekkür ile gündeme girmeye başlar. Bu hakikatler zihne açılmaya başlayınca da nefsin oyunları bir bir hem görünür, hem çareleri de bilinir. Tefekkür, zihindeki gaflet perdelerini açar. Bu tefekkür, kişiye kendi fâniliğini gösterir. İlk aşama bu… Dünyanın faniliğini de bildirir ve gösterir, bu da ikinci aşama… Burada “ mülahaza ” kelimesi anahtardır. Anlamak diye çevriliyor ama manasını Üstad, Ta’likat adlı mantık kitabında şöyle diyor: “ Fetanet denilen peygamber seviyesi bir üstün zeka ile, var olan ve yaşanan bir hedef ve mesele hakkında derinlemesine düşüneceksin! Parçaları cem edip küllü göreceksin. Meselenin hakikatini bulacaksın. Sonra bu derin düşünmeyi bir daha ve daha derin yapacaksın. O meselenin hakikatinin bu dünyada nasıl bir sebep-sonuç bağlantısı içinde gerçekleştiğini bulacak ve göreceksin. İşte o zaman meseleyi anladım, diyebilirsin.

* Evet ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat: Dindarlar 4 sınıftır: a) Ehl-i zâhir: Bu grup, emir neyse yapar, yasak neyse terk eder. Meselenin ilmine vakıf olmadan yaşar. b) Ehl-i tarikat: Bu grup da emir ve nehye göre hareket eder. Fakat meselenin ilmine vakıf olmak için bir manevi yolculuğa kalkışır. Hakka kavuşmak ve gerçek insan olmak ister. c) Ehl-i hakikat: Önceki grupların yaptıklarını harfiyen yapar. Ayrıca meselelerin hakikatine, kendi hakikatine, her şeyin hakikatine ve hakikat ile Allah’ın bağlantısına karşı vakıf olur. Allah rızasına erer. d) Ehl-i hakk: Önceki grupların yaptıklarını harfiyen yapar. Ayrıca artık bir emir niçin verilmiş ve bir nehiy niçin yapılmış onu bilir; sebepler dünyasında nasıl ve ne şekilde o meseleler yaşanılır bilen ve yaşayan kişidir. Allah’ın rızasından ötede, Allah’ın muhabbet ve memnuniyetine de mazhardır… Her mevzuda, ister ölüm ister hayat, ister iman ister amel ister takva, her hangi bir mevzuda herkes bu 4 sınıftan birisine dâhildir. O yüzden mevt mevzusundan bahsedeceği zaman Üstad hemen 2 sınıfı ele alıyor. Bunlar mevtin hakikatini araştıran ve bulan kişiler. Mevte göre yaşayan veyahut dünyada mevti yaşayanlarsa, dünyayı dünya cihetiyle terk edenler… Üstad Mesnevi-i Nuriye ile ölümü çözünce, Yeni Said oluyor ve dünyada yaşayan bir ölü gibi oluyor. Yani dünyada dünyaya ölmüş; dünyanın Âhiret’e ve Allah’a bakan yüzlerine dirilmiş…

* Kur’an-ı Hakîm’in: Neden Hakîm? Çünkü bir gaye için ölümle alakalı âyetler söyleniyor. Hem bir gerçek sebep-sonuç bağıyla açıklanıyor.

* “ Küllü nefsin zâikatü’l-mevt ”:[2] Kur’andaki bütün “ küll ” içeren ifadeler, bir hakikati bildirirler. Burada da öyle “ Bütün nefsler, ölümü tadar, tadıcıdır. ” Âyet “ her şey ” demiyor. Çünkü her şey, nefs sahibi değildir. Nefs, nefes alıp veren canlı maddi yapı demektir. Canlılar dahi bir “ şey ” dir, yani nesnedir. Ama nefs sahibi olanlar bitkiler, özellikle hayvanlar ve insanlardır. Fakat Kur’an “ Küllü şey’in hâlik ”[3] der. Yani “ Bütün nesneler, tükenirler; bütün nesnelerin gücü tükenir ve buz gibi erirler. Fakat canlılar dışarıdan güç emerler; sonra harcarlar ” diyor. Bu küll içine bizim cismimizdeki hayat ve arzuları da giriyor. Rabıta-yı mevt, ölecek olan nefsimize bakıyor. Âyet nefs, ölür diyor. Fakat ruh ölür demiyor. Vakıa suresi, ruhların baki olduğunu söylüyor. Yani maddi hayat bitiyor, manevi hayat başlıyor. Manevi hayatta nefs olmasa da oluyor. Maddi hayat ise, nefissiz olmuyor.  

* “ İnneke meyyitun ve innehum meyyitûne ”:[4] Kur’andaki bütün “ inne ” ler dış dünyada ve bedenimizde maddeten gerçekleşen şeylerden yani haktan bahseder. Önceki âyet hakikati kanun olarak anlattı. Burada ise Peygamber Efendimiz’e Aleyhissalatu Vesselam’a hitaben diyor ki “ Senin ve onlar için de bir haktır ki, sen de öleceksin, onlar da ölecekler. ” Yani burada rabıta-yı mevtin enfüsî ve âfâkî tarzları ders veriliyor. “ Kendi ölümünü yaşlanman, hastalıkların ve ömrünün dönemlerinin art arda ölümü ile gör ve gözlemle! Hem aynı zaman diliminde yaşadıklarında bu gerçeği seyret ve izle! ” diyor. Ama önce, iç tefekkür! Bu âyetten şu ders çıkar ki “ Önce iç temizlik ve iç inşa; sonra dış temizlik ve dış inşa! İç temizlikle rabıta gözlüğünü kafasına geçirmeyen, dış dünyaya gafletle bakar! ” Burada bir işaret daha var ki, Peygamber Efendimiz (ASM) ve muhatapları da ölecekler ama aynı tarzda ölmeyecekler. Çünkü Kur’an bir cümlede benzer kelimeleri farklı gruplara ayırarak kullandığı zaman hitap ve mana değişir. Eğer burada “ innehum ” dan kasıt eğer kâfir, münafık ve müşriklerse, “ Sen saadet ve huzur içinde öleceksin; onlar azap ve mutsuzluk içinde ölecekler ” manası çıkar. Eğer sahabelerse “ Sen peygamberlerin dönüşü ve vefatı nasılsa öyle öleceksin; onlar ise en fazla sıddık olarak ölecekler. ” Âyet Peygamber Efendimiz’i Aleyhissalatu Vesselam ayrı bir kefeye, muhataplarını ayrı bir kefeye koyuyor. “ Sen ve senin ölümün; onlar ve onların ölümleri ” diyor.

* âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar: Demek ayeti okumak ile âyeti anlamak farklı farklı oluyor. Az sonra ehl-i tarikatin âyetlerden rabıta-yı mevti ders alış tarzlarını anlatacak. Sonra da ehl-i hakikatin ve Risale-i Nur yolunun anlayışını ve ders alış tarzını anlatacak. Ehl-i zâhir, bu âyetten kendi ölümlerini düşünme dersini alamamışlar. Dersi alanlar, bakmışlar ki, nefs terbiyesinde birebir bir ilaç ve manevi yolculuklarında işin temeli olarak bunu görmüşler.

*  tul-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler: Menşe, bir şeyin içinden çıktığı yer… Bulutun, su buharından yapılışını Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam “ inşa ” olarak gösterir. Yani su buharı, bulutun menşeidir. “ Ya Münşie’s-sehab… ”[5] O halde, ebedîlik kurgulaması bir tarladır; o tarlada umut tohumları var. Bu tohumlar nefse meyletmekle uyanıyorlar, başlarını dışarı çıkarıyorlar. Emeller dünyada gerçekleşsinler diye bize ekilmemişler. Emeller, sermedîlikte ancak gerçekleşirler.

[1] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:415; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 3:414.

[2] Âl-i İmran, 185.

[3] Kasas suresi, 88.

[4] Zümer suresi, 30.

[5] Cevşenü’l-Kebir, 99. Bab, 6. Ukde.

İhlas Risalesi Okuma Notları-8

DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fiş şeyh, fena fir resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fil ihvan” suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz “Haliliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssül esası, samimî ihlastır. Samimî ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.

Evet yol iki görünüyor. Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşâallah Risale-i Nur yoluyla Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın daire-i kudsiyesine girenler; daima nura, ihlasa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.

 

* Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder: İhlas denen manevi yangın kulesi, 4 katlı: En üst kat, “ dostluk ”; 3. kat, “ arkadaşlık ”; 2. kat, “ yoldaşlık ”, ilk kat ise, “ kardeşlik ” ten oluşuyor. Nur’a hizmet edenler bu 4 sınıftır. Bunlar Nur dairesinde hizmet etmeye çalışanların Üstad’a ve birbirlerine karşı konumlarıdır. Bu kuleye giren kişi, önce kendinin sonra başkalarının manevi ateşlerini söndürmeye başlar.

  1. Kardeş, civanmert (erkek yaradılışlı, yüce gönüllü) oldukça terfi eder. Civanmertlikte ilerledikçe, “ yoldaşlık ” seviyesine yükselir.
  2. Yoldaşlık (refakat), hakiki kardeşlik demektir. Hakiki kardeşin alameti, birbirini takdir etmek… Tenkid eden, bu seviyeye gelemez. Takdirde ilerleyen, en güzel takdir edici bir hal kazanan kişi, “arkadaşlık” seviyesine ulaşabilir. Bu seviye, artık “ Talebe ” kategorisidir.
  3. Arkadaşlığın Arapçası, “ sohbet ” tir. Sohbet, ruhî bir bağdır. İlk 2 seviye, kalbî bağlar olan muhabbet ve alaka ile kurulur ve yükselir. Takdir etme, muhatabı anlamaya yol açar. Bu anlayış zaten ruhî kaynaşmanın başlangıcıdır. Kardeşler anlaşamazlar ama arkadaşlar, nisbeten anlaşırlar. Dostlar ise, tam anlaşırlar. Arkadaşlıkta muhabbet şiddeti “fenâ” seviyesine kadar çıkar. Yani mahviyet… Fenânın alameti, fedakârlık… Fedakârlık yapan ve bunda en ileri olmaya çalışan kişi, “dostluk” seviyesine doğru ilerler. Fedakârlık içinde ruhî kaynaşmayı sağlayan kısım, manevi fedakârlıktır. Yani kendi anlayışını ve fikrini eleştirme, arkadaşına hak verme…
  4. Dostluk, fikir bazında kaynaşma ile başlar; his bazında kaynaşma olursa dostlar artık birbirinde yaşarlar. Tıpkı suyun yüne işlemesi gibi… Bu seviyeye, hıllet denilir. Yani bu seviyede dostların benlikleri birbirlerinde dağılır ve çözülür. Dostluğun Arapça’da 2 seviyesi var: Velî ve HalîlVelî, anlaşan ve birbirlerine uygun hareket edenler; Halîl ise, birbirlerinde yaşayanlar… Hıllette en üst seviye iki tarafın birbirinde yansıması… Bir insan için en üst hıllet, Allah’a karşıdır. Kul, Allah’ı kendine halîl kabul eder ama Allah kabul eder mi? İşte Kur’an diyor: “ Vettehazallâhu İbrâhîme halîlen[1] Yani “ Allah, İbrâhîm’i Kendine halîl edindi. ” Nur mesleğindeki hıllet, önce Allah’a karşıdır; sonra kullara karşı… Allah’a karşı yapıldıktan sonra kullara karşı yapılması yine uzun bir yol olduğu için Üstad, doğrudan doğruya mana-yı harfî noktasında, dava kardeşlerinin ruhlarından fışkıran bu İlâhî hılleti tatmak için “fena fi’l-ihvan” ı düstur edinmiş… “ Dost istersen Allah yeter. Eğer O dost ise, her şey dosttur ” sırrı…

 * 1111 meselesindeki, ilişkiyi Üstad, Uhuvvet Risalesi’nde, 1000 bağ, iman ve Esma-yı Hüsna; 100 bağ, İslam ve amel-i salih bağı; 10 bağ, memleket ve vatan bağı olarak ele alıyor. Yani her Nur talebesinin Üstad ile, ister fark etsin ister etmesin, 1111 bağı var. 1111 meselesi bu bağları yaşamakla tam gerçekleşir.

* mesleğimizin esası uhuvvettir… Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır: Risale-i Nur mesleği, Haliliyedir [ Hz. İbrahim’in (AS) yolu ]. Bu yol “ şefkat ve tefekkür ” e dayanır. Şefkat, uhuvvetin temelidir. Uhuvvet, Haliliye yolunun esası yani üstünde durduğu temeldir. Uhuvvetin esası da, samimi ihlastır. Yani sevgi dolu bir özlülüktür. Samimiyet, sevmekle olur. İhlas, Allah rızası için görüşmekle olur. Birbirlerini Allah için sevenler, birbirlerinde kalben ve ruhen kaynaşabilirler. Bu kaynaşma ise, Nur mesleğinin yoludur.

  * Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz: İhlas, yüksek kuledir; nifak ise, derin bir çukurdur. Bu çukur, manevi ateş doludur. Hıllet, gayet yüksek kuledir. Zıddı ise, husumet çukurudur. Husumet ise, kişiyi tanıyan ve yakın olan birisinin yaptığı düşmanlıktır. Ebu Leheb, Peygamberimiz’in (ASM) en büyük düşmanı ve hasmı olmuş. Efendimiz (ASM) şöyle demiş: “ Mekke’de iken ben iki şerli komşunun arasında oturuyordum. Ebu Leheb ile Ukbe bin Ebi Muayt. ”[2]

* Bu dava açısından da hıllet yolunu terk eden ve samimi ihlası kıran kişi, nifakın en koyusunu yapar; husumetin en zehirlisini sergiler. Ortada başka yer yok… Bir kişi hem halis, hem münafık olamaz; hem halil hem hasım olamaz; hem seven hem nefret eden olamaz. Âyet var: “ Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır. ”[3] Her kalp bir hisle tamamen dolar. Diğer his başka şekle döner. Seven kişi sevdiğinin kusurlarına karşı nefret değil acıma hisseder. ( Uhuvvet Risalesi )

* Evet, yol iki görünüyor: Yol iki ise, mutlaka orada mana-yı harfî ve mana-yı ismî meselesi vardır. Burada da var: Allah rızası ve muhabbeti için birbirleriyle bağ kuranlar; kendi memnuniyetleri için birbirleriyle bağ kuranlar… Kur’an der: “ O gün halîller birbirine düşman kesilir ancak takvâ sahibi halîller müstesna…[4] Bir insan bütün benliğiyle bir insana bağlanabilir fakat bu kendi menfaati ve fazileti içinse, mahşerde ayrılırlar. Fakat Nur dairesindeki gibi takva esası üzerine ve Allah rızası için bir hıllet, ebedîdir.

* Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var: Cadde, en geniş yoldur. Manevi açıdan, Hakikat yoluna “ cadde ”, Hakk yoluna ise, kısa ise “ tarik ”, uzunsa “ sebil ” denilir. Eğer bir yol, etrafı kapalı, girenin kolay kolay çıkamayacağı şekilde bir yolsa, yani otobansa ona Kur’anda “ sırat ” denilir.[5] Nur mesleği, Kur’anın en büyük caddesi olan tefekkür ve uhuvvet mesleğidir. Bu meslekle, Nur, İhlas ve İman’a hizmet edilir. Bu yolda hizmet eden bir kişinin yoldan ayrılması demek, karşı tarafa zaten destek olmak demektir. Çünkü yapılan hizmet sekteye uğrar. Hele bir de karşı tarafa fiilen destekçi olursa; işte o zaman şefkat tokatı değil zecr (kovma, def’ etme) tokadı yer. Nefs-i emmare içinse, Geylani Hz.leri (KS); ene içinse, Aliyyü’l-Murtaza Hz.leri (RA) tokadı aşk ettirir.

* İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir: Burada Üstad, Kur’anın hizmetkârlarının özelliklerini anlatıyor:

     a. Kudsî daireye girmenin yolu, kudsiyet kazanmakla olur. Bu da sırr-ı ihlasla, maddi menfaatleri terk etmekledir. Yani nefsaniyetten sıyrılmakla…

        b. Kur’anın hakkı anlatışındaki mucizeliği anlamak… Yani zihin, akıldan ötede zeka ve fetanet ile çalışacak…

    c. Nura, ihlasa, imana kuvvet verecek… Demek kişinin kendisi nura erecek ki nur versin; hem ihlası kazanacak ki kazandırsın; hem imanı kuvvetlenecek ki başkasına kuvvet versin… Hiç kimse kendinde olmayan maneviyatı başkasına veremez. Kuvvet-i iman, Allah’a muhabbet ve aşkla olur. Kendisi Hz. İlyas (AS) gibi aşkla yanan, başkasının kalbini de yakar. Ona iman kuvveti aktarabilir. Kuvvet-i ihlas, kudsiyetle olur. Nefsinden sıyrılma nisbetinde bir kişi başkalarını nefsinden sıyırabilir. Kuvvet-i nur ise, Allah’a şevk ile olur. Coşan kişi, coşturabilir; özleyen kişi özletebilir; hisseden hissettirebilir.

* Burada bir şifre var: “ daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ” ve öyle çukurlara sukut etmeyecekler… Yani bir kişi hizmette zikzak çizebilir, bazen nur, bazen ihlas bazen de iman hizmeti yapabilir. Fakat istikrar ve devamlılığı onu düşüşten korur. Fakat hizmet etmeyi bırakırsa o zaman feci düşer. Hizmette sebat ve devam, sigorta gibidir.

[1] Nisa suresi, 125.

[2] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 1, s. 201, Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, c. 1, s. 1 31, Taberî, Târîh, c. 2, s. 229, Ebu’l-Ferec İbnCevzî, el-Vefâ, c. 1, s. 182, Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 6, s. 21.

[3] Ahzab Suresi, 4.

[4] Zuhruf Sûresi, 67.

[5] İşârâtü’l-İ’caz, Fatiha Suresi Tefsiri, Sırat-ı Müstakim Bahsi.

İhlas risalesi okuma notları-7

Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (R.A.) o mu’cizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A’zam (K.S.), o hârika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlasa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet hiç şübhe etmeyiniz ki, bu teveccühleri, ihlasa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlası kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz. Böyle manevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz[1] sırrıyla ihlas-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ en latif ve güzel bir hakikat-ı imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki; en masumane, zararsız bir menfaattir. Mümkün ise, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer “Ben sevab kazanayım, bu güzel mes’eleyi ben söyleyeyim” arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur. Fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlasa zarar gelebilir.

 * hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir: Kişinin ruh kalitesi, ihlas derecesine göredir. İhlas, ruhlaşmaktır. Ne kadar ihlas, o kadar ruhaniyet… Ruhlar âlemindeki veli, sahabe ve nebilerin ruhları, bu hayatta bulunan kişilere ihlaslarına göre ilgi ve takdir gösterirler. Maddi dünyada ihlasa göre yaşayan, bu dünya içinde âlem-i ervahtaki ruhlara has ruhî bir hayatı yaşar. Yani cesede bürünmüş bir ruh görünümü sergiler. O yüzden takdire layık oluyor. Sahabe, ruh adamı demek… Velilerden de, sahabeler gibi, “ rıza makamına ” eren Ferid ve Gavs’lar da birer ruh adamıdırlar. İhlasta ilerleyen kişi, rıza makamına doğru yol aldığı için desteğe ihtiyacı olur. Maddi dünyada bu desteği Ferid ve Gavs olan kâmil bir mürşid yapar. Eğer o devirde böyle bir mürşid yoksa, o vakit mazide yaşamış Ferid ve Gavs veliler ve sahabelerden meşreben o kişiye yakın olan kişi veya kişiler ona destek çıkarlar. Kalb seviyesinde kalan veliler, hizmet edenlerden samimiyet taşıyanlara destek olurlar. Kalbi dirilten, samimiyet; ruhu dirilten, ihlastır.

 * Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz: Kutublarda ayırıcı özellikler Allah’a karşı aşk, kullara karşı re’fet (acıma), rahmet ve merhamet iken; Gavslarda ayırıcı özellikler Allah’a karşı şevk, kullara karşı şefkat ve himayedir. O yüzden, inayete mazhariyet sebebi olan ihlası kasden kıran kişi, Onların “ şefkat tokadını ” yiyor. Bu tokatlar, onların, Allah’ın izni ile olan tasarruflarıyla olur. İçine nefsaniyet girenleri Abdülkadir Geylani Hz.leri (KS); enâniyet girenleri ise, Hz. Ali (R.A.) tokatlıyor. Mesela, Hafız Tevfik Ağabey’in “ Kur’anı yazmak benim işim deyip ” bir anlık ene’sine aldanması üzerine yediği tokat Hz. Ali’nin (RA); Hulusi Ağabey’in dünyaya bir anlık meyletmesi üzerine yediği tokat Abdülkadir Geylani Hz.lerinin (KS) tokadıdır. 10. Lem’a bu tarz üzere yazılmış…

 * Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz: Arka, sırt demek. Tevekkül bahsindeki baş ve sırt meselesi… Baş, akıl; sırt, kalb demek. Nur-u iman, akıl ve ruha; kuvvet-i iman, kalbe baktığı gibi; nur-u ihlas, akıl ve ruha; kuvvet-i ihlas kalbe bakıyor. İlerleyen bir Nur talebesine önce Abdülkadir-i Geylani (KS), kuvvet-i ihlas noktasında destekçi ve yardımcı oluyor; sonra Hz. Ali (RA), nur-u ihlas noktasında ona Üstad oluyor. Üstad, kelime olarak, ilimde usta ve pir olan demek… İlim noktasında Hz. Ali (RA), pirdir. Hadiste “ Ben ilim şehriyim. Ali de onun kapısıdır. İlim isteyen kapıya gelsin ”[2] denilmiş. Hz. Peygamber’i (ASM) anlamak için önce Hz. Ali’ye (RA) tilmiz olmak gerekiyor. Bunun da yolu, nur-u ihlasa yükselmek… Üstad, Mesnevi-i Nuriye’yi yazarken ihlasta, muhlas derecesine yükselmiş. Badıllı Mesnevisi’nin sonunda Farsça şiirinde “ Men tilmîzi Aliyem ” (Ben, Ali’nin tilmiziyim) diyor. Demek Üstad, önce Geylani Hz.lerinden (KS) sonra Hz. Ali’den (RA), sonra da Peygamber Efendimiz’den (ASM) ders almış. Risaleler, bu ilmin eseridir. Nur hizmetindeki, Üveysî-meşrebliğin şifreleri ve izahları burada verilmiş. Bu seviyeye girişin başlangıcı “ sırr-ı ihlas ” tır. O yüzden Üstad diyecek:

 * “ We yu’sirûne alâ enfüsihim ” ( Onları kendi nefislerine tercih ederler. ) sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız: Âyetteki “ alâ ” (üzerine, üstüne) demektir. Üstad İşâratü’l-İ’caz’da “ alâ ” kelimesi “ zorlamayı ifade eder ” diyor. Yani nefis diyecek “ İhtiyacım var, mecburum, yapamam-edemem ” fakat sırr-ı ihlas için, nefse karşı zorlama, acımama, savaş açma gerekiyor. Hem yine “ alâ ” kelime kökü olarak ulviyet ve yücelik manasını verir. Bu da işâret eder ki “ Manevi yükseliş, ulvileşme, nefse karşı savaş ve zorluk çıkarmakla olur. ” Hem âyetteki geniş zaman kipi olan “ Yu’sirûne ” ifadesi, îsar denilen özelliğin, yani başkasını kendine tercih etme vasfının 1 defa yapılıp biten bir şey olmadığını bildirir. Yani her ne zaman böyle bir hal vaki olursa orada sırr-ı ihlasa erenler veya ermek isteyenler, îsarı yaşarlar. Bu devamlılık, işin karakter haline gelmesini sağlar hem çapını da büyütür. Bu büyüme, maddi îsardan manevi îsara da geçer. Bu geçiş, sırr-ı uhuvvete kadar götürür. Zaten ayette hem menfaat düşkünü nefs-i emmâre manasında hem de kişinin meziyet ve fazilet düşkünü ene’si manasında olarak “ nefs ” kelimesi kullanılmış. Üstad bu iki ciheti de ele alacak. Şöyle bir tasnif yapabiliriz: Sırr-ı ihlasa eren, nefsaniyeti aşan Abdülkadir-i Geylani Hz.leri (KS) ile; sırr-ı uhuvvete eren, şahsiyetini aşan, Hz. Ali (RA) ile ve sırr-ı hakikata eren, enâniyeti aşan kişi de Hz. Peygamber (ASM) ile görüşebilir, sohbetine erer. İhlas büyüdükçe muhatabiyet çapı da büyüyor. Kapılar açılıyor.

 * Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz: Şeref, makam ve teveccüh, manevi ödüller; menfaatler ise, maddi ödüller. İlk gruptakiler, ene’ye hoş geliyor; maddi menfaat ise, nefs-i emmareye hoş geliyor. Bunların hepsi maddi dünyanın cazip ve aldatıcı şeyleri… Maddi dünya, nefis ve ene’yi avlayacak maddi ve manevi özellikler sahibi… İnsan şeref istiyor ama hakikisi manevi olanı… Manevi şeref, manevi makam, manevi teveccüh… Şeref, zenginlerde, gına sahiplerinde olur. Muhtaç olan rezildir, çünkü el açar; zengin olan şeriftir, çünkü el açmaz. İşte “ istiğna ”, kişi için hakiki şereftir. Makam, üst konum demek… Üst konum, güçle veya ilimle olur. Hakikisi, ilimle olanıdır. Manevi makam, Allah’ı tanıyan ve bilenlerde olur. İlim sahibi ve özellikle, ilmiyle amel eden ihlaslı bir kişi en yüce makamdadır. Dine hizmetteki istiğna, ilim ve ihlas, rıza-yı İlahiyi bilen ve bunların kıymetini idrak eden kişi, yavaş yavaş nefsinden sıyrılıp başkasını kendine tercih eder. Bu tercih ediş ona manevi yolları açar.

 * Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin: Üstad îsardaki son noktayı söylüyor. Yani îsar, manevi olarak da yaşanabilir. Hatta en masumu, tebliğdir. Bu noktaya misal: Hz. Musa’nın (AS) konuşması tam düzgün değilmiş. O yüzden Tur Dağı’nda Allah’a yalvarırken, “ Dilimdeki düğümü çöz ki, konuşmam daha anlaşılır olsun. ”[3] Bu duası kabul edilmezse diye düşünüp “ Ailemden birini bana vezir ve yardımcı kıl! Kardeşim Hârunu… Onunla beni kuvvetlendir ”[4] diye dua ediyor. Hz. Hârun (AS) çok güzel, açık ve akıcı konuşurmuş. Hz. Musa (AS), peygamberlikle ilk görevlendirildiğinde Hz. Hârun (AS) peygamber değildi. Hz. Musa’nın (AS) isteği üzerine Hz. Hârun (AS) peygamber yapılıyor. Hz. Musa (AS) “ Peygamberlik vazifesini madem ben hakkıyla yapamıyorum. Birisi daha iyi yapsın da kim yaparsa yapsın ” diyor. Daha iyi ifade edecek olanın peygamberliğini istiyor. Manevi îsarı yaşıyor. Peki manevi îsar yaşanılmazsa ne olur: Nefis uyanmaya başlar. Hodgâmlık hortlar. Yani kendi menfaatini düşünme, kendi Âhiretini kurtarmaya çalışma hissi başlar. Bu da aradaki sırr-ı ihlasa zarar verir. Çünkü manevi îsarı terk eden, yarın bir imtihan olur maddi îsarı da terk eder. Çünkü nefse tabi olunmaya başlanmış oluyor.  Bu düstur, 1. Düsturun, uygulama faslı… Yani Allah’ın “ rıza ” ve “ kabul ” ünü hedeflemek… Rıza, teveccüh demek… Kabul, manevi kazançlar kısmı… Makam ve şeref gibi… Üstad yukarıda şöyle demişti: “ Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte… ” Ruhî boyut, “ teveccüh ” le yani rıza ile başlar; “ makam ” dan geçer, “ şeref ” le en üst noktasına çıkar… 4. Düstur da, 2. Düsturun hayata geçirilmesinin yollarını gösteriyor.

 DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fiş şeyh, fena fir resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fil ihvan” suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz “Haliliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssül esası, samimî ihlastır. Samimî ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.

 * DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir: Demek şerefle, iftihar edilir. Şeref, manevi en yüksek derecedir. Burada şifreler meziyet, fazilet, şahsiyet, enâniyet (benlik ve kendilik), başkasıyla iftihar, tasavvur kelimeleridir.  Meziyet, ilimle kişide meydana gelen, o kişiye değer kazandıran ve onu diğer kişilerden üstte gösteren ayırıcı manevi özellik demektir. Meziyet, insanın şahsiyetinde görünür. Bir insanın cisminde gözüken, kendisiyle alakalı kimlik boyutuna şahsiyet; sosyal bir vazife cihetiyle onda görünen kimliğe ise, haysiyet denilir. İnsan, toplumda haysiyeti ile bilinir, tanınır ve görünür. Şahsiyet ve haysiyetin toplamından ise, ferdiyet doğar.

 * Fazilet, manevi üstünlük sağlayan özellik demektir. Fazilet, insanın enâniyetinde (benliğinde, kendisinde) olur. İnsanın ene’si, ruhunu ve öz zatını çevreleyen ve saran bir perdedir. İnsanın öz zâtı ise, Allah’ın hüviyetine ayna olacak şekilde programlanmıştır. İnsanın ene’si, ilmi, başkalarından üstünlük aracı olarak alıp kullanır. Tıpkı çiçeklerin güneşin ışığındaki renkleri kendisinin süsü yapması gibi… Hakikat noktasında ise ilim, süs değil yüktür. Hem üstünlük sağlamayı değil, kişide var olan meziyet ve faziletlerin kişinin irade ve şuuruyla bağını kopartmayı sağlar. Bunların İlâhî bir emanet veya hediye veya hibe olduğunu bildirir; kişiye kişinin aslî malı olan cehâletini, gafletini, körlüğünü gösterir. Bu yüzden gerçek ilim, ziya (güneş ışığı) gibidir, nur (ay ışığı) gibi değildir. Bütün buzlar, ay ışığı altında olur; oysa dağ gibi buzulların erimeleri güneş ışığı altında olur. Gerçek ilim, hem ısı hem ışık verir. Yani onda, haşyet vardır. Buz dağı gibi benlikler, o haşyet ile önce huşu’ haline girerler. Sonra da parça parça olurlar. ( Haşir Suresi, 21 ) Huşu, rehbet (şiddetli  korku) ve rağbet (şiddetli bir taleb ve aşk) tan meydana gelir. Rehbet, azameti idraktan doğan histir; rağbet, kemali idrak etmekten doğan histir. Azamet ve kemal ise, Kibriya sıfatını teşkil ederler. Gerçek ilim, Allâhu Ekber dedirtir. Allah’ın büyüklüğü bilinince ve hissedilince de kul küçülür, silinir.

 * Bu bahiste, kardeşiyle veya kendisinden başka birisiyle bir kişinin gerçek manada iftihar edebilme seviyesinin kazanılmasından bahsedilecek… Buna, iftihar-ı mukaddes denilir. Bu, Allah’ın bir ahlakıdır. İnsanın ne nefsaniyeti, ne şahsiyeti ne de enâniyeti bunlara müsaade eder! İnsanın maddi dünyaya bakan bütün cihetlerinin silinmesi lazım… Nefs, dünyanın maddi güzelliklerine ve menfaatlerine âşık… Ene ise, dünyanın makam, şeref, takdir, teveccüh gibi manevi güzelliklerine âşık… Bir insanın nefs ve ene’den kurtulmadan bu iftihar noktasına çıkması mümkün değildir. Bu iftiharı kazanmanın yolları: Fenâ, Râbıta ve   TevhidFenâ, nefisten; râbıta, şahsiyetten; tevhid ise, enâniyetten kurtaracak… Fenâ, sönme, vücuddan gitme, kaybolma demektir. Fenâ, muhabbette olur. Seven, fâni olur. Sevenin sevgisinin isbatı ise, fedakârlığıdır. En büyük fedakârlık, kişinin iradesinden geçmesidir. Fenâda en büyük esas, kendini sevmekten kurtulup kendinden daha mükemmel olan ve kendisinin hayrını ondan daha çok isteyen birini sevmedir. Bu sevilene, “ mürşid ” denilir. Yani bizi hayra, hakka, selamete eriştirecek kişi… Râbıta, hakikate odaklanma, hakikati gözetleme, ruhuyla Hakikatle bağ kurmaya çalışmadır. Fakat özel manada ölüm hakikatine odaklanmadır. Tevhid ise, Allah’tan görme, Allah’a ait bilme, kendindeki ve dış dünyadaki her güzel, iyi, mükemmel şeyi Allah’a ait olarak hissetme demektir.  

 * Fenâ 3 adım: 1) Fenâ fi’ş-şeyh: Şeyhinde yani mürşidinde fani olma, Onun iradesi karşısında kendi iradesini eritme, Ona karşı nefsini unutma demektir. 2) Fenâ fi’r-resûl: Resûlde fâni olma… Neden resûl? Çünkü peygamberler, nebilik noktasında üstad ve hocadırlar; resulluk noktasında mürşiddirler. Nebilik noktasında imanı ders verirler; fakat resulluk noktasında islamiyeti ve nefis tezkiyesini uygularlar. O yüzden resulde fâni olunur. Hucurat 7. Âyet bu meseleyi böyle anlatır. Mürşidin yetiştirdiğine, “ râşid ” denilir. O âyette de yine resul kelimesi geçiyor. 3) Fenâ fillah: Allah’ta fani olma… Gerçek Mürşid, Allah’tır. Allah, mürşidliğini, hem kâmil şeyhlerle, hem resullerle, hem sebepler şeklinde gösteriyor. Fakat asıl irşadı, kendisi yapıyor. İlham alan kişilerde olduğu gibi… Allah’ı aşk derecesinde seven, kendi iradesini Onda eriten, Onun iradesine teslim olanlar ilhama mazhar olmuşlar. Cevşen’de şöyle bir ifade var: “ Yâ Mürşide men isterşedeh ” (Ey irşad edilmek isteyenleri devamlı irşad eden; onları hayra, hakka, selamete sevk eden Zât-ı Akdes)… Bu aşamadan sonra, kâinatı Allah namına okuyacak hale gelmişler. Bu kişiler, insan dâhil kâinattan gelen olumsuz ve olumlu her şey tevhid gereği Allah’ın eseri ve yaratmasıdır; fakat mesuliyet noktasında, hoşa gitmeyen şeylerin gelme sebebi biziz demişler. Bu şekilde hakikati anlamış ve görmüşler. Bu seviye, sebepler dünyasının terbiye amaçlı kurulduğunu anlama noktasıdır. Bunu görenler “ Allah, sebepler eliyle, nefis ve ene’yi terbiye ediyor ” demiş ve kabullenmişler. Bu seviyeye gelenler, her şeyle kendini bir kardeş gibi hissetmişler. Üstad bu kardeşlik seviyesini Nur hizmetindeki fenâ yolculuğunun başlangıcı kabul ediyor: “ Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir.

* Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır: Fenânın tanımı, kendi nefsânî hislerini unut… Onları hiç gündeme getirme ve kullanma… Nefsâni hisler, maddeci ve cüz’îdirler. Hırs, hased, öfke, kin, nefret, açgözlülük gibi… Kalbe ve ruha ait hisleri devamlı gündemde tutmak ve hep onları yaşamak burada anahtardır. Kalbe ait bazı hisler: “ Re’fet (acıma), rahmet, merhamet, hilim (sabırlı, akılcı yumuşaklık), samimiyet, muhabbet v.s. ”… Ruha ait bazı hisler: “ Şefkat, sabır, ihlas, uhuvvet, rıfk, (beraberlik sağlayan yumuşaklık), şevk v.s. ”… Bu seviye, külli bir bakış ve görüşü gerektirir. O yüzden “ fikren yaşanılır… ” Akılla bu külli meseleleri göremeyen ve çözemeyen bu boyutları yaşayamaz. Yani “ Kimde meziyet varsa o benim şahsiyetimdedir; kimde fazilet varsa o benim benliğimdedir. Biz tek bir ruhuz, tek bir hakikatiz ” şeklinde bir tasavvur, bir tefekkürle bu mümkündür. Yani kardeşlerinde manen yaşamak ve bu yaşayışı hissetmekle olur… Bu da kardeşlerinde fâni olma çapıyla ilgili… Aslında dert, davadakileri öz kardeşi gibi hissedememekten kaynaklanıyor. Yani uhuvvete dair âyete iman etmemekten kaynaklanıyor. İnsan öz kardeşine karşı ne hased eder, ne kıskanır, ne rekabeti olur. Onun meziyet ve fazileti ile iftihar eder. Aynen öyle de dava ve hakikat kardeşimiz olan kişilere karşı biz gerçek kardeşliğimizi hissedemediğimiz için, buna iman etmediğimiz için sıkıntı çıkıyor. Bunun tek yolu davada fani olup kendini unutmaktır.

 * Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir: Risale-i Nur mesleği, Haliliye’dir. Yani Hz. İbrahim’in (AS) yolu… Onun yolu şefkat ve tefekkürdür. Risale-i Nur mesleği, tefekkür mesleğidir. Bu yol, Hz. İbrahim’in (AS) mesleğidir. Hem Risale-i Nur meşrebi, şefkat meşrebidir. Bu meşreb de, Hz. İbrahim’in (AS) meşrebidir. Hz. İbrahim (AS) bu şefkat ve hılleti, Hz. Lût’a (AS) karşı yaşamış… Hz. Lût (AS), Onun yeğeni… Tıpkı Hz. Ali (RA) ve Peygamber Efendimiz’in (ASM) halleri gibi… Hz. Lût’un (AS) kavmine gidecek azap melekleri Hz. İbrahim’e (AS) geldiğinde O: “ Orada Lût ve ailesi var. Nasıl azap edersiniz? ”[5] diye şefkatini ilan etmiş. Kur’an “ O çok içli ve ah edici, çok hilim sahibiydi ”[6] der.

 * Meslek, aklın gittiği ve ilerleyip ustalaştığı manevi yol demektir. Meşreb ise, kalb ve ruhun feyiz yudumladığı manevi yol, usul ve tarz demektir. Nur mesleği, tefekkürdür; Nur meşrebi, hıllettir yani içli-dışlı dostluk… Bu seviyedeki dostluğun temeli ise kardeşliktir. Bunu sağlayan anahtar ise, şefkattir. Şefkat = Muhabbet + Re’fet (Acıma)… Muhabbet = Şevk + İstihsan (Güzel bulma, beğenme)… Şefkat = Şevk + İstihsan + Re’fet… Yani şefkat, dış dünyayı ve insanları hem Allah’a aynalıkları cihetiyle hem de kendi zâtî cihetleriyle görme ve öyle muhatap olmadır. İnsanlardaki İlâhî nur parıltılarını görür, şevk duyar; İlâhî hüsün cilvelerini görür, istihsan duyar; hem onların acz ve fakrını görür, acıma hisseder.

[1] Haşir suresi, 9.

[2] Ukaylî, Taberânî, İbn Adî ve Hâkim.

[3] Taha suresi, 27-28.

[4] Taha suresi, 29-31.

[5] Ankebut Suresi, 32.

[6] Hud suresi, 74-75.

İhlas Risalesi Okuma Notları-6

Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikîsamimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihadhadsiz menfaatmedar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhiretmüteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve “O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum” der, rahatla yatar.

* Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir: İttifak, yek-vücud yapıyor… İttihad, yek-ruh yapıyor… İttifak kuvvet kazandırıyor; ittihad ise, ilmî ve manevi özelliklerle kıymet kazandırıyor.

* Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır: İttifakta, görme ve işitme var. Fakat 10 adam donanımıyla düşünme ve icraat yapma, ittihadda oluyor. İttifakta, kuvvetler, birleşiyorlar; ittihadda, fikirler… İttifak, ihlasın kuvvetini gösteriyor; ittihad, ihlasın nurunu… İttifak, nefsaniyeti aşmak, kudsiyete erişmekle oluyor; ittihad, şahsiyet ve enâniyeti aşmak, ( Ben bilirim, değil Biz biliriz veya Allah bilir, demek ), rıza ve kabule ermekle oluyor. O vakit, gruptaki her ferd, grubun bütün kuvvetine ve kıymetine ayna halini alıyor. Bütün bu kuvvet ve kıymeti yaşıyor. Bunları bir kısım veliler yaşıyorlarmış. 

* sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad: Burası, 4 tane birin 1111 haline gelmesidir. Aradan nefislerin çekilmesi, şahsî maddi menfaatin terk edilmesi ve “ Baş olma ” sevdasından vazgeçilmesiyle olur. Nefis ile ilgili olduğu için hemen “ hadsiz menfaate medar olduğu gibi ” diyor. 3 hastalık var: Menfaat-perestlik, meziyet-perestlik, fazilet-perestlik… Sırasıyla nefsaniyet, şahsiyet, enâniyetin neticesi bunlar… İlaçları ise sırr-ı ihlas, sırr-ı uhuvvet, sırr-ı hakikat

* korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır: Sırr-ı ihlas, manevi kuvvet kazandırıyor. O yüzden bahis, kuvvet bahsi… Korku, düşman karşısında zayıflıktan doğar. Zayıflığını gören asker, sipere sığınmak ister. Ölüm kanunu karşısında ise, her canlı âcizdir. Aczini gören ise, dayanak noktası arar. Sırr-ı ihlas, Allah’ın kudret ve kuvvetini hissedecek latifeleri insanda açar. O yüzden âciz insanlardan meydana gelen âciz gruba dayanılmıyor. Bilakis bu âciz kişiler, nefsaniliği aştıkları için Allah’ın kuvvetinin tecellileri cemaatleri üstünde görünür. Ve bu kuvvet tecellilerini sırr-ı ihlas ile uyanan latifeleriyle o kişiler hissederler. O zaman ölüm ve korkular sırr-ı ihlas derecesine göre silinmeye başlar. Bu latifeler uyandıkça, cemaat ferdleri birbirlerine ayna haline gelirler. Sırr-ı ihlas, kişiyi, aynalaştırır.

* Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır: İnsan vücudunu bir bilgisayar, insan kalbini CD gibi düşürsek; ruh, o CD’deki dosya ve programdır. 10 CD’deki programlar, 10 farklı bilgisayarda iş görürler. Eğer aynı ağa bağlı farklı bilgisayarlarda çalıştırılsalar, o bilgisayarlar arasındaki elektrik kuvveti, o dosyaların birbirine nakline vesile olur. Aynen öyle de sırr-ı ihlas, ruh bilgisayarları arasındaki manevi kuvvet ağına bağlanmaktır. Birbirlerine fikren ve manen ihtiyaç hissedenler kendi öz ruhlarını birbirlerine aktarırlar. Bu da kardeşine karşı meziyet ve fazilet-furuşluk yapmamakla olur. Yani uhuvvet ve hakikat-perestlikle… O vakit her ruh diğer ruh için, onu içine alan ve saklayan ev ve sığınak olur. Bu noktada fikir ve his birliği çok önemli…

* Fikirler, konuşmakla paylaşılır. İki taraf birbirinin fikrini beğendiğinde ve “samimi ” liğini de hissetmişse, kalpler birbirlerine ayna ve alıcı olur. Eğer fikirler kaynaşsa, birbirlerini anlasalar ve bunda da “ihlaslı” olsalar, o vakit ruhlar, birbirlerine ayna ve alıcı olurlar. Birinin kalbi, başkasına ayna ise, o kalb sevdiği kişi ve ahbabına “hasret” duyar, onu görmek ister. Bir ruh diğer ruha ayna ise, o arkadaşına karşı “şevk” duyar. Bu sevme ve şevk duyma, fikir manasında birleşme ve kaynaşma, tamamen konuşmaya dayanır. O yüzden bir hadis şöyle der: “ Bir mümin bir müminle 3 günden fazla küsmeyecek, birbiriyle konuşmayı kesmeyecek… [1] Hadiste, mükâleme demiş. Yani iki kişi arasındaki sıcak, samimi ve sevgi uyandıran konuşma demek…

* Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan…: Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye, tefaninin hakiki ve gerçek halidir. Sadece kendi cemaati içindekilere değil Hakikate tabi ve değer veren her kişide fani olmadır. Yani aslında her kimden gelirse gelsin Hakikate dair beyanda fani olmaktır. O yüzden hakiki sırr-ı ihlas, sırr-ı uhuvvete kapı açtığı gibi; hakiki sırr-ı uhuvvet de, sırr-ı hakikate yol açar. Yani enâniyetten sıyrılma ve kurtulma… Kurtulan kişi, rızaya erer. O yüzden hemen “ rıza-yı İlâhî yolunda ” diyor. Bu noktada insanın dünya ve maddiyata bakan hiçbir cephesi kalmaz. Sadece uhrevi meseleler noktasında hayattaki kişilerle bağlıdır. Bu ruhî irtibat, o kişi için manevi bir hayatı sağlıyor. Yani ruhî bir hayat tabakasını… O cihetten böyle bir kişi şehid sayılır; manevi hayatı devam eder.

* “ Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum ” diyerek, ölümü gülerek karşılar: Hayat, ilim ve kuvvetin birleşmesiyle olur. İşte şevk ve şefkat hakikatlerini bilen ve bunu Allah’a ve kullarına karşı yaşayan bir Gavs, o şevk ve şefkat ruhunda faal olduğu sürece ölmez. Allah’ın cemal ve kemalinin nurlarını âlemde seyreder ve muztar kullara Allah’ın izniyle yardım eder. Abdülkadir-i Geylani (RA) gibi… Aşkı ve merhameti hakikatleriyle bilen ve Allah’a ve kullarına karşı yaşayan bir Kutub, o aşk ve merhamet kalbinde faal olduğu sürece ölmez. Allah’ın cemal ve kemalinin kudsi tecellilerini bu âlemde seyreder ve muhtaç insanlara Allah’ın izniyle tasarrufta bulunur. Maruf-u Kerhî (KS) gibi…

* O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum: Yani böyle ağabeyler ve ablalar, nur hizmetine devam ederler. Hizmet edenlere yardım ederek yine hizmet yapmış olurlar. Nefisleri ölür; kalp ve ruhları diridir. Bu halleriyle melekleri andırırlar. Günahı olmayan ama sevab kazanan; ilim ve sohbet meclislerini dinleyen ve seyreden melekler gibi…

ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ

Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.

Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü, yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul‘da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul‘da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmîinsafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyen şüphem kalmadı.

Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsmuvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.

Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsbinaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar.

* ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ:  Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz: Bu cümle şu cümleyi çağrıştırıyor: “ DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Bütün nurunuzu ihlasta ve hakikatta bilmelisiniz. ” Üstad, bu düsturla ihlasın kuvvet cephesinin nasıl elde edileceğini anlatacak. İhlasın nur cephesi ise, kişide meziyet ve faziletin kaynağı olan ilimle alakalıdır.  

 * Maddi dünyada kuvvetli olmanın yolu, “ haklı ” olmaktan geçer. Böyle olduğu için Nur Talebeleri 1980’e kadar 1000 defa mahkemeye verilmişler. Yalnızca 1 defa ceza verilmiş; o da haksız bir surette veriliyor. Manevi dünyada güçlü olmanın yolu, “ ihlas ” tan geçer. Bu cihetten Nur hizmetinin ve dinin temeli ihlastır. İnsanları fikirle ve hakikatle kendine çekebilirsin ama onu ihlasla devamlı bir surette tarafında tutabilirsin. Hakikatin güzelliğini ihlas hissettirtiyor. İhlastaki, istiğna ve Hakikate odaklılık, diğer kişilere Hakikatle yetinen bir insan imajı veriyor. Bütün vicdanlar böyle birisine hürmet ve takdir ile programlanmışlar. İster istemez boyun eğiyorlar.  

 * Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır: Hakta, maddi ve manevi kuvvet var. Fakat ihlasta sadece manevi kuvvet var. O yüzden cümle, büyükten küçüğe sıralanıyor. Önceki cümlede tam tersi var. Çünkü haktaki kuvvete ermenin yolu ihlastaki kuvvete ermekten geçiyor. İhlas, kişiyi hakikate eriştiriyor. Hakikat ile, fikirler sağlam, köklü ve güçlü olurlar. Hakikati hayata geçirmeyi, Kur’an öğretiyor. Hakikate göre yaşamak, nefsin ve ene’nin oyunlarından sıyrılmakla olabilir. “ İnsanlar ne der; ya görürlerse; ya karşı gelirlerse ” gibi iddialar hakikati hayata geçirmeyi engeller. Bu cihetten dindar ve dinsiz herkes bir davaya gönül ve ruhunu verip hakikate erebilir. Ama hayat içinde o hakikati yaşayıp haklı olmak dindarlara mahsustur. Faraza bir dinsiz bir hakikati devamlı uygulasa o hakikat Onun vicdanını diri tutar ve Allah’a imanı aşılar. O noktada o dindardır; isterse dili ve aklı reddetsin. Bu noktadan Üstad ihlas ve hakikatin umumiliği fakat hakkın hususiliği noktasında diyecek:

 * Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar: İhlas, ruhun özelliğidir; samimiyet, kalbin özelliğidir. Samimiyet, ağırlık, yoğunluk ve içi doluluk demektir. Hatta sağırlık manasında “ summun ” kelimesi samimiyetle aynı kökten… Yani “ Dışarıya karşı sağır olan kişi, dolu dolu ve kaliteli iş yapar. Onda sum’a olmaz ” demektir. İhlas, özleştirmek, kabuktan kurtarmak, hakikatine erdirmek demektir. İhlas, odaklanmayı gerektirir. Odaklanan kişi, derinleşir, öze iner ve indirir. Bu yüzden gözü sadece bir şeyi görür; başka şeylere karşı kör olur. Yani ihlas, kişiyi riyadan kurtarır. İşte haksız birçok kişi, doğru bildiği mesele için bütün halkı, geleneklerini karşısına alabiliyor. Ne diyecekleri, ne düşüneceklerine önem vermiyor. Demek haklılıktan kaynaklanan bir kuvvete değil ihlas ve samimiyete dayanan bir kuvvetleri var. O kuvvete dayanarak rahatça konuşuyor. Yani onlar doğruya tabiler, fakat gerçeğe tabi olamıyorlar. Gerçek ve doğru, dini yaşayanlarda olur.

 * Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur: Bu hizmet, hak ve hakikate dayanır. Hakka tabi olduğu için, müsbet hareket eder. Müsbet hareket ettiği için yıkmaz; şeytandan ve şeytanlaşanlardan başka kimse bu hizmete düşman olamaz. Aleyhinde dava açılsa, davanın haksız olduğu baştan bellidir. Mahkeme âdilse netice beraat olur. İhlas ve hakikate dayandığı için, davayı insanların kalb ve ruhlarına yerleştirir. Günah bataklığına batan binlerce kişi bataktan çıkar, din elbiselerini temizler, sonra da güzel bir hayata başar. Elbisesi temiz olanların yüzleri, özleri ve gözleri parlayacak hale gelir; dava adamı kesilirler… Bu iddia, 124.000 peygamberin tecrübesi 124.000.000 evliyanın yaşama teşebbüsleri ile test edilmiş ve isbat edilmiş sabit bir kanundur. O yüzden herkes deneyebilir. Kendi kendine delil olma, güneşin, ısısı-ışığı-cilvesi ile kendi varlığına ve birliğine delilliği gibidir.

 * yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi: Bir hizmet sadece fikirlere hitap ediyorsa, ona ilim hizmeti denilir. Eğer hem fikre hem hislere hitap ediyorsa, ona din hizmeti denilir. Allah’ın varlığını ve birliğini fikirle ispat etmek, ilim hizmeti; Allah’ın varlığını ve birliğini hissettirip insanlarda emniyet, huzur, sükunet, mutluluk gibi hisleri uyandırmak ise din hizmetidir. Fikirleri hislerle birleştiren sırlı formül ihlastır. İhlas arttıkça, dine hizmet de büyür. Halis bir kişi, 40 yılda bir adamı kemale erdirirse, muhlis birisi, 4 yılda; muhlas birisi, belki de 4 ayda onu kemale erdirir. Bu zaman farkı, ihlasın tesirindendir. O yüzden 20 senede edilen hizmetin 100 katı hizmet 7-8 senede yapılıyor. Yani 20 x 100 = 2000/8 = 250… Demek ihlas, süreci 250 kat hızlandırmış; hizmetin tesirini 250 kat artırmış.

 * Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında,…: Kaliteli hizmet için sayı çokluğu lazım değil demek ki… Belki de kaliteli hizmeti engelleyicidir. Hizmet etmenin şartları:

  1. Kendini yalnız hissedeceksin;
  2.  Kimsesiz hissedeceksin;
  3. Garib hissedeceksin;
  4. Yarım ümmî hissedeceksin…

      Kendini yalnız hisseden, Allah’a yönelir, Onun ünsiyetini kalbinde hisseder. Kendini kimsesiz hisseden Allah’a sığınır, Onun sahibiyetini ruhunda hisseder. Kendini garib, yani gurbette hisseden, Allah’a sığınır, Onun kurbet denilen yakınlığını hissetmeye çalışır. Kendini yarım ümmî gören, yani ilim noktasında yetersiz gören Allah’a sığınır, Allah ona meselelerin özünü açar. Gözetlemeler ve sıkıştırmalar ve bunun insafsızca yapılmaları da ihlasın, din için her şeyi göze almanın göstergesi ve süzgecidirler. Feda edemeyenler, hizmete veda ettiler.

 * yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyen şüphem kalmadı: Hizmette muvaffak olmanın sırrı, “manevi kuvvet” tir. Çünkü kimde kuvvet varsa onda başkalarına tesir edebilme özelliği oluşuyor. Maddi gücü olan başkalarının maddi vücuduna etki edebilir. Manevi gücü olan da onların manevi vücuduna etki edebilir. Güç ne kadar büyükse tesir de o kadar büyür. Hizmet 100 kat büyümüşse o halde 100 kat manevi kuvvet kazanılmıştır. Manevi kuvveti kazandıran ise, ihlastır.

 * samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız: Samimi ihlas, içi dolu, güçlü ihlas demektir. Bu ihlas, tesir ediyor. Riya, nefsi okşar. Sum’a da öyle… Riya, şan ve şeref ile kendini gösterir. Şan, ün demek… Yani kişinin faziletlerinin dalga dalga etrafa yayılması… Şan, sum’ayla ilgili… Şeref, maddi dünyada, elindeki maddi imkânlar dolayısıyla üst konumda görünmektir. Camilerin şerefeleri gibi… Halis bir kişi, insanları bir derece riyadan kurtarır. Muhlis birisi tam manasıyla kurtarır. O yüzden Üstad devamında “ İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız. ” diyor. İhlas-ı tamme’de, riya ve sum’a bitiyor, demektir. O vakit insan sırr-ı ihlas ve kudsiyete erişiyor. Yani maddi menfaat ve beklentiler bitiyor, nefsin dünyası ölüyor.

 * Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar: Demek kerâmetlerin kendi içinde dereceleri var: Mucizevari ve harika tarzda… Hz. Ali’deki (RA) kerâmet artık en üst sınırda bir kerâmet… Ondaki kerâmet, ilim şeklinde görünüyor. Bu hizmetten Celcelûtiye ve Ercûze kasidelerinde çok net bahsediyor. Geylânî Hz.leri (KS) de bahsediyor ama o derece değil. Fakat yine de başka velilerden üstte bir seviyede… Demek mazi-müstakbel, kişiye, derecesine göre açılıyor ve görünüyor. Hz. Ali (RA), yazılan Risalelerin içeriğinden bile bahsedecek derecede istikbali görmüş; Geylani Hz.leri (KS) ise Üstad ve Ağabeyleri görüp haber vermiş… Bu ilginin ve dikkate ermenin sebebi nedir? Sırr-ı ihlas… Yani kudsiyet… Yani cemaat halinde nefsânilikten sıyrılmak… Ferd bazında sıyrılan tarihte çok olmuş, fakat cemaat halinde bu zor işi yapan olmamış. Sadece sahabeler bunu yapmışlar; sonra bu sır kaybolmuş. Nur hizmeti sahabe yolu olduğu için istikbal kendisine açılan velilerin nazarı en başta onu görmüş ki haber vermişler. Hz. Ali (RA), iltifat etmiş, yani manevi bir yönelişle bu hizmete odaklanmış; Geylani Hz.leri (KS) ise, Üstad’ı ve talebelerini himayesine alıp teselli vermiş. 8. Lem’a ) ile 18. ve 28. Lem’alar ile 8. Şualar okunabilir.

[1] Buharî, Edeb: 57, 62; İsti’zân: 9; Müslim, Birr: 23, 25, 26; Ebu Davud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 21, 24; İbni Mâce, Mukaddime: 7; Müsned, 1:176, 183; 3:110, 165, 199, 209, 225; 4:20, 327, 328; 5:416, 421, 422.