Etiket arşivi: eymen akça

4 Hatve Notları-4 (Bediüzzaman’ın Manevi Tariki)

Dördüncü Hatvede: ” Küllü şey’in hâlikün illâ vechehu ” (Kasas suresi, 88)

dersini verdiği gibi: Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcûd bilir. Ondan bir nevi rubûbiyyet dâva eder. Mâbuduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı derketmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Herşey nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mânâ-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelâl’in Esmâsına âyinedârlık cihetiyle ve vazifedârlık itibariyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcûddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücûdunda adem, ademinde vücûdu vardır. Yâni, kendini bilse, vücûd verse; kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yâni, vücûd-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî’den gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-yı vücûdu; nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyyeti bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcûdâtı ve nihayetsiz bir vücûdu kazanır. Zira bütün mevcûdât, Esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücûd’u bulan herşeyi bulur..

* 4. Hatve: Âyet diyor ki: Sen, cisim ve ruhtan ibaretsin. Cismine yapışır ve dayanırsan, kendini cisimle özdeşleştirirsen yok olursun ve yok olacağını düşünmeye mahkumsun. Çünkü Kahhar ismi, canlılarda “ mevt ” ( ölüş ); cansızlarda “ helâk ” ( tükeniş ) kanunu olarak hükmünü icra eder. Her nesne Rahmân isminin eseri olan rahmet ile, bu âleme gelir. Cansızsa, “ icad ” edilir; canlıysa “ ihya ” edilir. Geliş, Rahman ismi ile; gidiş ise, Kahhâr ismi ile… Şuurlularda imtihan başlıyor: Aslî cihetin ne? Cisim mi, ruh mu? Cisim, cilve-i kudret; ruh, cilve-i hakikat; şuur, cilve-i Zât…  Eğer “ Ben cisimden ibaretim ” dersen “ Vücuda yapışırsın. ” Bu maddi ve zahiri vücud, tükenen ve eriyen bir kudrete dayanıyor. O zaman sen de tükenirsin ve yok olursun. Yokluğa düşersin… Fakat “ Ben, bir cilve-i hakikat ve Zât’tan ibaretim. Aynadaki cilve, bir vech-i zât tecellisidir. Benim ruhum da bir vech-i Zât’tır ” deyip Ona yönelirsen tükenişten kurtulursun. Bunu yapan, bekaya erişir. Bu tavra, “ ihlas ” denilir. Buna, Kur’an-ı Hakîm’de       “ livechillah ” iş görme, Allah rızasını hedefleyerek yaşama denilir.[1] İşte Allah rızasını arayan, tükeniş ve helâktan kurtulmak isteyen nefse, “ nefs-i râdıyye ” denilir. Âyetlere göre nefs ölecek, kalb ve ruh değil…[2] Ölen bir şeyin, mutlaka ruhu vardır. Bu Hatve, nefsin ruhuyla ilgili… Yani eğer nefis, kendine odaklanırsa, Allah rızası için çalışmazsa ölüm onun için yok olmaktır. Eğer Allah rızası için çalışırsa o vakit helâktan kurtulur, bekaya erer. O zaman ölüm nefs için de, bir tebdil-i mekan olur. Yoksa sonsuz acı ve üzüntüler nefsi boğar. Allah rızası için çalışan nefs, bu noktada samimiyetini gösterirse Allah’ın rızasını kazanır. O vakit ona, nefs-i mardiyye, yani Allah’ın rızasına, akrebiyetine ermiş nefis denilir. Böyle bir nefis, erkekte, Cemil ismine, kadında ise, Celîl ismine mazhar olur. Onun bütün şer yönleri, hayra dönüşür.

* Bu âyet de ders veriyor. Yani meselenin sırrına kadar zihne açık yollar sunuyor. Verdiği dersler: Nefis kendini bizzat mevcud bilir; bunun için müstakil bilir, yani istiklaliyet ( bağımsızlık ) sahibi ve binnetice serbest… Bu cihetten Rububiyet iddia eder. Yani canının istediği gibi hareket eder. İstediğini yapar, istemediğini yapmaz. Onun keyfine ve serbestiyetine emir ve yasaklarıyla karışan Allah’a karşı düşmanlık besler. Ona isyan eder. Çünkü isyanı, kendi varlık iddiasının ve neticelerini ilanıdır. İtaat ise, kulluk alâmetidir. Bizzat var olan,  müstakil olan ve serbestiyet sahibi olan kişi, istediği tarzda davranır. Böyle olana İlah denilir. Nefs, kendini ilah olarak görüyor. Bunun alameti de kimsenin ona karışmasını istememesidir. Bu yüzden dolayı kolay kolay “ teslim olmak ” istemez. Mutmainne olsa da, kendini Allah’a satmaz; “ Müminim ama Müslim olmam; hele hele Allah’a asker hiç olmam ” der. Allah’a asker olsa, radıyye ve mardıyyeye erişecek… Nefsin kendini Allah’a satması ve adaması, Onun Allah’a tahkikî imanıdır. Bunu yapınca kendi hakikatini öğrenir. Âyet der ki: “ Ey mutmaine olmuş mümine nefis! Rabbine ve Onun huzuruna, radıyye ve mardıyye olarak rücu et! O vakit hemen has kullarım arasına ve has cennetime girersin. ”[3] Bu Kasas suresinin sonundaki âyette de yine bir rücu var. Yani “ Kendini satsan da satmasan da, hükm-ü İlahi kendini icra edecek ve Sen, huzura rücu edeceksin. ” Bu rücu, pişmanlıkla da olur; sevinçle de… Fecr suresindeki âyet, satan bir nefsin, kazanacağı şeyleri söylüyor.

* Bir kanun var: “ Küll-ü şey, helak olur. ” Yani sen mi bu helaktan kaçacaksın?! Cismine dayanan, maddeleşir. Bu cihetten âyet, “ küllü nefs ” dememekle çok mu’cize bir tercih yapıyor. Kendini cisminden ibaret gören gören kişi, kâinattaki nesnelerden birisi olur. Fakat kendini nefs gören bir kişi, ruha ve manaya inanır. Nefis, helak olmaz; o, mevta olur, ölür. Her mevta, ihya edilir. Fakat kendini “ şey ” ( maddi nesne ) gören ve madde gören birisi için bu vaad yoktur. O, yok olur. Kendine odaklanan kişi, maddeci olur. Allah’a odaklanan kişi, kendine ruh ve nefs sahibi olarak bakar, manacı olur.

* Hakikat bâkidir; vücud, fânidir. Hakikat daimidir, vücud, zâildir. Hakikat ve şuur, külli ve sermedîdir; vücud ve cisim, ânî ve cüz’dür.

* Kendine ve her şeye, mana-yı harfî ile bakış 2 kola ayrılıyor: Vazifedarlık ve âyinedarlık… Vazifedarlık, vücud hakikatine bakıyor; âyinedarlık, şuhud hakikatine… Niçin varsın? Çünkü vazifeliyim… Vazifem, Allah’ı bulmak ve buldurmak… Tefekkürle Allah’ı bulurum, yine tefekkürle Allah’ı insanlara buldururum. Akıl gözü ile Allah’ı bulursam, “ Vâcid ” ismini alırım; buldurursam “ Mevcud ” ismini alırım. Sen nesin? “ Ben, âyineyim ”… Hizmetim, Allah’ı görmek ve göstermek… Buna, âyinelik denilir… Hizmetim, Allah’a yönelmek, Onun rızasını aramak; Onu aşk ile sevmekledir. Ona teveccüh edene ( nefs-i radıyye ) O da teveccüh eder ( nefs-i mardıyye ). Nefsini Allah’a satan kişi, bu halde yaşadığı sürece Allah’a ayna olur. Çünkü Ondan cilveyi, mardıyye ile alır. Sonra da, “ nefs-i makbule ” ( sevilen bir nefis ) olarak aldığı cilveyi gösterir. Bu halde kalb gözü açılır, Allah’ı görür. Bir nefis, Allah’ı hakk olarak görürse “ Şâhid ” ismini alır; gördürürse “ Meşhûd ” ismini alır. İşte Vâcid ve Şâhid isimleri, Allah’ı cilveleri ile enfüs ve âfakta bulmak ve görmekle meydana gelir. Burada bahis ise, enfüste bulmak ve görmektir. Bu şekilde bulan ve gören kişi, eğer şeffaf bir ayna olur ve Allah rızası için işler yaparak başkalarına da kendindeki cilveyi gösterirse o zaman Mevcud ve Meşhud isimlerini alır. O, varlığı ile Allah’ın varlığına; hakikati ve zatiyeti ile Allah’ın hakikat ve zâtına aynadır. Bu şekilde 4 isimle Allah’a bağını kuran bir kişi, tam tevhid ehli olur. Varlığının, cilve-i kudret; hakikatinin, cilve-i ilim; zâtının, cilve-i irade olduğunu idrak eder. “ Her şey, Allah iledir. Allah ile var olunur, Allah ile var kalınır; hem maddeten hem manen… Onsuz varlık, helaktır. Ebedî yokluğa yuvarlanıştır ” der. Tevhid bakışı, kul şuurunu ve iradesini yok etmez. Sadece kudret ve ilme dayanan vücud ve hakikati, Allah’a verdirir. Bu da, bu 4 ismin çizdiği paketle olur. Vazife, Tevhid-i Vücud; âyine, Tevhid-i Şuhud’dan sorumlu…

* Allah’a iman edenin 3 ciheti var: Vücud, hakikat ve zâtiyet… Allah’a inanmayanın ise, vücud… Allah’a iman eden külli bakar; diğeri cüz’î… İlki ölüm sonrasını görür, bilir; ikincisi ölüm sonrasını göremez, kabullenemez.

* Mana-yı ismi bakışı da 4 şeyden ibaret: Fâni ve Mefkûd; Hâdis ve MâdumFâni, fenayı görüp fenaya giden demek. Oysa Şâhid, bekayı görür ve bekaya gider. Mefkûd, kaybedilmiş, görünmez kılınmış demek… Çünkü madde bir süre sonra görünmez olur. 3 asır evvelin insanları görünmüyorlar. Kur’anın “ gayb ve şehadet ” ayrımı bunun için… Oysa Meşhûd, bekayı gösterir ve bekada görünür… Şehadet tabiri insan içindir; Allah için her yer şuhud âlemi… Hatta insanların hafızaları, kişilerin meşhud oluşlarını bakileştiren birer mahaldir. Bu cihetten her nesne diğerinin hakikat ve zatiyetine beka âlemi olur. O nesne külli yerlerde arşivlenir, bakileşir. Hâdis, sonradan meydana gelmiş, vücud bulmuş demektir. Hâdis olduğu için, yani kadîm olmadığından bir gün vücuddan gider. Fakat Vâcid, hakiki vücud bulmanın manevi olduğunu bilir. Maddi vücuda getirilme sebebini idrak eder. Fakat O, hakiki vücud bulmanın manasını bilince, bu fani cisme üzülmez. Çünkü ikinci ve baki cisme kavuşacağını görür. Burada vazifesinin Hakiki Vücud sahibini bildirmek olduğunu idrak eder. Mâdum, yok edilen demek… Çünkü ölüm, maddi bir şahıs için, yok edilmektir. O, ruh ve hakikate iman etmez. Oysa Mevcûd, Allah’ı buldurur ve bildirir; bu cihetten hafızalarda bâkileşir. Hem Hakiki Vücud sahibi tarafından ikinci vücuda kavuşturulur. Çünkü O, vazifesinin kendini göstermek ve bildirmek değil Hakiki Vücud sahibini bildirmek ve göstermek olduğunu fark eder ve yaşar.

* Hakikati derk etmekle: İdrak, hakiki manada bilmek yani anlamaktır. Akıldan kalbe indirmektir; iz’an ve imandır. İnsan, bildiğini hissedince, yanlışını terk eder. Tasdik-i aklî vazgeçirmez; hissetmek lazım.

* İnsan, Allah’ın sanatına, sanat cihetiyle esmasının cilvelerine aynalık edecek… Ahsen-i takvim sırrı… Çünkü insan bir sanat eseridir; sanat eserleri içinde en mükemmelidir.

* Şu makamda tezkiyesi ve tathiri: Bu noktada hem kalbin kiri var; saflaşması lazım. Bunun için, tathir-i kalb gerekiyor. Hem de nefsin kiri ve pisliği var. Bunun temizlenmesi lazım. Bu da, tezkiye-i nefs istiyor.[4]

* Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır: “ Ben varım diyen ”, “ Ben cismen varım ” demek ister. “ Ben manen varım ” diyen kişi, tevhid gereği başkalarının varlığını, manevi âlemlerin varlığını ve Allah’ın varlığını kabullenir. Çünkü “ Ben demede” bir sır var. “ Ben ” diyen, bir tayin yapar. Başkalarını kendine çevirir. Kendisinin varlığı olarak da cismini gösterir. Vücudu ne kadarsa o da, o kadardır. Başkaları da aynı şeyi yaptıklarında aynen öyle olurlar. Hiç kimse kalkıp “ Onun şuuru benim şuurumdur; O aslında benim ” demez. Dese zaten kavga etmez. Bunu tevhid ehli biri diyebilir. “ Ben ” diyen, bencildir; alıcıdır; menfaatçidir. Ben deyip, bencil olup da başkalarını kendine tercih eden hiç olmamış. Çünkü vericilik, “ Biz ” demekle olabilir. Veyahut “ O ” demekle olabilir. İşte insan “ Ben ” dediğinde, kendini cismine indirir. Ben’de ilerledikçe cismiyle aynîleşir. O vakit ayetteki “ helâk ” ( cismin tükenişi ) kanununa dahil olur. Aklının soyutu göstermesi ona bir şey ifade edemez. Çünkü akıldaki ilim, kudsileşmeden kalbe inmez. Kudsileşmek ise, bencillikten çıkmak demektir. Kalbe inmeyen bir bilme de bir şeyi değiştirmez. O kişi, yokluğa ve boşluğa düşer. Akıl, kalb ve nefse inanan bir kişi zaten imanlıdır. O, cismin esas varlık olmadığını bilir. “ Ben, yok; O, var ” diyen kişi O’nun varlığıyla var olur. Çünkü 3. Hatve, bir hasene olan vücudun, Mutlak Vücud sahibi olandan bir cilve olduğunu gösterdi, ilan etti… Bu Hatve ise, kendini silende bu Mutlak Vücud ile bağın zahir hale geleceğini bildiriyor. Yani “ Yoku yok ederek Allah’ın varlığını izhar ediyoruz. ”        “ Ben ”, diyen, “ Ben varım ” der. “ Ben varım ” diyen, “ Ben mutlak varım ” der. “ Ben mutlak varım ” diyen “ Gayr yok ” der. Bu cihetten, “ Ben ” diyen ve benliğini hissedenin, Allah’ın varlığına ve birliğine imanı dildedir.

“ Var olmak Onun işi; ben’de yokluk halkası

   Var olmak ona mahsus, ben hiçlikler ülkesi ”

şeklinde söyleyen ve bunu hakikaten hisseden kişi Onun “ vücud-u mukaddes ” ine ayna olur.

* Kendini bilse, vücut verse: Yani şuurunu fark etse, şuurun manevi varlık olduğunu anlamayıp kendine maddi vücud verse, o zaman zifiri karanlık içinde kalır. Bu manevi bir karanlıktır. Oysa “ Ben manen varım. Manevi ve maddi varlığım, Allah’tandır; Onunla vardır. Ben, bizzat yani kendi başıma yokum, yokluktan ibaretim. Ben hiç-ender-hiçim ” dese, Hakikat Güneşi doğar. O vakit bütün âlemi nurlanmış, çiçeklerle kaplı bahar gibi görür. Âlem, kudsiyet âlemidir. Kudsiyete ermeyen, bu âlemin hakiki güzelliğini göremez.

* Zulümat-ı adem: Demek, varlık nurdur; nurdan meydana gelir. Evet kudret nuru, ilim nuru ile bu âlem kurulmuştur.

* Vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse: Kur’andan bir düstur: Bir şeyin başlangıcı varsa, onun sonu vardır. Başlangıcı ve sonu olana, kul ve mahluk denilir. Bu cihetten maddi vücudu ve şuuru bir yerde başlayan insanoğlunun, bunların son bulacağını görmemesi; bunların var edildiğini ve verildiğini görememesi yalnızca ve yalnızca “ gaflet ” tir. Gaflet, manevi körlüktür. Yakaza, manevi göz açıklığıdır. Vâcid ( varlık sahibi, bulan ) kim ise, Mûcid ( icad eden, vücud veren, var eden, bulduran, bulunur kılan ) odur.

* Yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu: Burada tabiatçılıkla nesnelerin varlık ve vücudunu kendinden bilmek, kişinin dünyasını manen karartır. Buna Üstad “ Tabiat Gecesi ” der. Fakat her şeyin tevhid ile Allah’ın ilim-irade-kudret vasıflarına dayandığını görmek kişinin dünyasını ışıklandırır. Buna Üstad “ Hakikat Gündüzü ” der. Çünkü O vakit, Kudretli, İlimli, İradeli Hakikat Güneşi o kişinin dünyasına doğar. Güneşin de ışığı var; yıldız böceğinin de… Fakat biri kendini ve âlemi ışıtır, diğeri ancak kendini… Kendine odaklanan yıldız böceği gibi olur; Allah’a güvenen ve teslim olan arı gibi olur.[5]

* Enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu: Bencilliği, ben demeyi, kendine odaklanmayı, menfaatini düşünmeyi bırakmadan kurtuluş olamaz. Çünkü bencil kişi cismini beslemek ister. Çünkü bütün varlığı odur. Neden besler? Çünkü cisminin kuvveti bitiyor. Bunu takviye için yer, içer. Sonra yine kuvveti biter. Ömür boyu uğraşır, durur. Bir mideyi doyuramaz. Sonunda tükenir, ölür. Mal biriktirir, ta ki cismi bâkileşsin. Mal çokluğunun onu genç tutacağına inanır.[6] Genç kadınlarla beraber olur; onlarla genç kalacağını düşünür. Bilakis onlar onun cismini daha çabuk tüketir. Yani bu kişi anlar; gidişat kötü… Kurtuluş yolunu göremez. Helaktan, felaha çıkamaz. Bunun tek yolu nefs-i emmaresine göre değil, ruhuna göre yaşamaktır.

* Bizzat var olana, İlah denilir. İlah olanın varlığı tükenmez. İnsanın cismi yiyeceklerden meydana gelen bir vücuddur. Oysa hakiki varlık yemez; yemeye muhtaç değildir. Cevşen der ki: “ Yâ Sameden lâyut’am[7] ( Ey varlığı ve varlığının bekası için yemek yemeye muhtaç olmayan, asla yemek yemeyecek olan Zât-ı Samed ) İlah, bir şeye muhtaç değildir; helak eden Odur; O helak edilemez. Edilse, İlah olamaz. Nefis, bizzat hiçtir. Bu nefs-i emmâre için de böyledir; nefs-i zâtî için de… Yani mutlak âciz bir program… Kudret sahibi ancak ona vücud verebilir. O kudret sahibi ona vücud verdiğinde O, onun Mucidi olur. Bu nefis, Onun vücud ve kudretin tecellisini gösteren bir ayna olur. Bunu kalbiyle görse, kendisinin kudret nurundan meydana gelen bir cisimle meydanda olduğunu görse, bütün icad edilenlerin vücudlarının özünün kudret nuru olduğunu da görebilir.

* Bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır: Mevcud, icad edilmiş, vücud verilmiş olan demektir. Kendisini Mucidi ile bağlayan, diğer nesneleri de bağlar. Mucidinin rızasına göre hareket eden kişi, o vakit Mucidinin emir ve yasaklarına göre hareket eden her nesne ile beraber dönen bir çark olur. O vakit bütün vücud âlemini lehine çevirir. Bu da onun bütün alemi kazanması anlamına gelir. Hem Allah’ın icadı, sonsuz olduğu için bu şekilde Onun marziyatı dairesinde yaşadığı sürece yeni icad edilenleri de kazanır. Artık Allah’ın icadı Onun içindir. Böyle birisi Allah’ın sevdiği bir nefis sahibi olur.

* Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan, herşeyi bulur: Vâcibü’l-Vücud, varlığı hakiki, zâtî ve zaruri olan demek… Diğer nesnelerin varlığı ve varlıklarının devamı Onun tercih ve takdirine bağlıdır. Bu isim, Samed isminin bir cephesini anlatır. Bütün nesneler, Zât-ı Samed’in, esmasının ve sanatının cilvelerinin zahir olduğu yerdir. Bu cihetten bütün nesneleri var etmiş, ta ki ayna olsunlar. Nesneler, vücudları     ( bulunmaları ve var olmaları ) ile, kudret sıfatına mazhardırlar; hem bütün nesneler aynalıkları ile, ilim sıfatına meşheddirler ( şuhud ve görünme yeri ). Neden Onu bulan her şeyi bulur? Çünkü maddeten var olana, şey denilir. Manevi olarak var olana, şe’n denilir.

[1] İnsan suresi, 9 ve diğerleri…

[2] Ruhun ölümsüzlüğüne dair, Mümtehinne suresi, 13; nefsin ölümlülüğüne dair Âl-i İmran, 185 ve diğerleri…

[3] Fecir suresi, 27-30.

[4] Tevbe suresi, 103.

[5] Sözler, 17. Söz, 2. makam, Farisi Münacat.

[6] Hümeze suresi, 2-3.

[7] Cevşenü’l-Kebîr, 32. Bâb, 9. Ukde.

4 Hatve Notları-3 ( Bediüzzaman’ın Manevi Tariki)

Üçüncü Hatvede:  

dersini verdiği gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer.

Bu hatvede: Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş ni’metler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi:

sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.

* 3. Hatve: Âyet bir ders veriyor, yani bir külli ve sabit hakikati tafsilatıyla bildiriyor, olayın özünü açıyor. Hadise şu: Kulun başına 2 tarz iş gelir: Ya hoşlanılan veyahut nefret edilen… İlkine hasene, ikincisine seyyie denilir. Bu noktada hasenenin sahibi kim, seyyienin sahibi kim… Ayet burada tayin yapıyor: Hasene mutlak manada ve hakikatiyle kimde ise, hasene ondan gelir. Mutlak manada hasene sahibine başkasından hasene gelmez; gelse bu onun mutlak ve hakiki hüsün sahibi olmadığını gösterir. Nefsin, haseneyi sahiplenmesinin anlamı yok. Çünkü eğer mutlak manada hüsünlüysen, senin ona ihtiyacın yok. Hatta o senden dışarı aksediyordur. Çünkü menba-ı hüsün sensin. Bir nefis hüsnü sahipleniyor ve bununla seviniyorsa, o halde o hüsünlü değildir, kabihtir, kabahatlidir, nakıstır. İşte âyet açıyor ve diyor: Mutlak Hasen olanın bir şeye ihtiyacı yok. Bütün sınırlı hüsünler Onun hüsnünün cilveleridir. Sınırlı hüsünler, sınırsız kabahate yakın oldukları için çirkindirler. Onlardaki o hüsün parıltısından dolayı sevilirler. İşte Mutlak Hüsün, Mutlak Vücud sahibi olanda olur. Mutlak Kabahat, Mutlak Adem’de olur. Bir kişi Allah’a yüzünü ve özünü dönmesi ve Ona yaklaşması nisbetinde güzellik kazanır, güzelliği artar.

* İnsan gibi misli olan nesnelerin hüsnü, nisbîdir, görecelidir. Hakiki Mevcud’un misli olmaz, Onun hüsnünün de misli olmaz. O hakiki hüsün sahibidir. Cevşen 72. Bâbı’nda der ki: “ Ya Mevcûden bilâ misl. ” ( Ey misli ve ikincisi olmayan Mevcûd )

* Hasen ( hüsün sahibi ), hüsnüne ayna olsun diye kullar var eder. Sonra onları hüsünlendirir. Bu noktada, ihsan ( hüsünlendirme ) yapar. O vakit, Muhsin ( hüsünlendiren ) ismi tecelli eder. Her güzel şey, Onun hüsnüne aynadır. Her seyyie ise, Onun hüsnünün cilvesini bozan yapıdadır. Bir fakîr, zenginleşse; sonra bu zenginliği gayr-ı meşru şeylerde israf etse ve iflas etse bu âyete tam mazhar olur. Çünkü onu zengin kılacak kaynakları, piyasayı, imkanları ve fırsatları, bunların değerlendirecek bir zeka ve aklı veren Allah; bunları hayra ve zenginleşmeye kullanmasını ilham eden Allah; bu doğru yoldaki çalışmasında Ona zevk, lezzet ve şevk ile destek çıkan Allah’tır. Fakat bütün bu zenginliği israf eden, haram yolda yaşattıran akıl-kalb-ruh-vicdan değildir. Sadece ve sadece, “ nefs-i emmâre ” dir. İşte hasene olan zenginliğin menbaı, Allah’tır, Allah’tan gelen vasıflardır; oysa seyyienin kaynağı insanın nefs-i emmâresi ve nefs-i emmâresine tabi olan nefs-i zâtîsidir.

* Fahr: İyiliği kendinin bilip kendinden bilip sahiplenmek ve kendisiyle övünmektir.

* Ucub: Yaptığı veya vesile olduğu iyilikleri beğenmek; sonra iyiliklerin kaynağı gördüğü kendini beğenmek…

* Ucub sahibi birisi, Allah’a hamd edemez. Dilde etse de, ruhunda edemez. Çünkü kendini iyiliklerin kaynağı görüyor; kendini kudret ve ilim sahibi görüyor. Bu cihetten ucub sahibi biri kendisiyle övünür. Ucub, “ fahr ” ı doğurur. Kendisiyle övünen, Allah’a şükredemez. Çünkü Ona minnet hissedemez.

* Ucub vasfının zıddı “ hamd ” dir. Fahr vasfının zıddı, “ şükür ” dür.

* Buradan kurtulmanın tek çaresi şu: “ Ben, bu güzellikleri ilimle yaptım; kudretimle yaptım. Ben de, ilmi elde ettiğim zihin de, kudreti elde ettiğim cisim de tamamıyla Allah’tandır, Allah’ındır. Bunların hepsi, güzel ve mükemmel şeylerdir. Bunlar bu muhteşem fıtrat ile beni açan ve yapan Zât-ı Akdes’e aittir, Onun ihsanıdır ” diye bilmek, görmek, hissetmektir. Bunun haricinde bir yol yok. Eğer bu hissediş olursa, kuldaki kula ait cephe ile Allah’a ait cephe ayrışır. Kul kendinin aslî malının acz, fakr, kusur, naks, zillet, hakaret vs. olduğunu görür ve anlar. Veyse’l-Karanî Hz.lerinin münâcâtı aynen böyledir. O vakit, iftihar değil hacâlet ( utanma ), nedâmet gibi hisler uyanır. Allah’ı görür, Onu bilir, Onu medheder, Ona minnet duyar, Onunla iftihar eder.

* İlah, kusursuzdur. Kulda her şeyi bilememe, görememe, işitememe, hayat verememe, yorulma gibi menfi ve sınırsız vasıflar var; bir de bilme, görme, işitme, sevme gibi cüz’î vasıflar var. Hangisi kula ait? Bir vasıf bir kişide hakikaten varsa o vasıf onda sınırsız ve sonsuzdur; mutlaktır. İnsanın bildikleri ile bilmedikleri kıyaslanınca bilmediklerinin mutlak olduğu anlaşılır ve görülüyor. O halde insanın aslî malı, cehaletidir. Bunun gibi aczidir, fakrıdır, naksıdır, kusurudur. İnsandaki cüz’îler ilim, irade, kudret, cemal, hüsün ve kemal nereden? Onlar da bütün vasıfları mutlak, hakiki ve zâtî olandan birer cilvedir. Yani ya hep ya hiç… Ya mutlak var, ya mutlak yok… O halde Kemal-i Mutlak, Hüsn-ü Mutlak sahibinden birer cilve ve parıltı insanda görünüyor. Bu Onun ihsanıdır. İsterse alabiliyor, binler şahidi var ki alıyor. İşte hamd şu: “ Beni ve her şeyi böyle güzel ve mükemmel yapan Allah’a hamd olsun. O böyle yapmasaydı ben ve her şey nasıl var olurduk, nasıl güzel olurduk. Allah’ım, bütün bunlar Sen’dendir ve Senindir. Benim vazifem, bu nimetlerin Senin malın olduğunu ilan etmekten ibârettir. Yani Sana, Senin cemal ve kemaline ayna olmaktır ” demek…

* Binlerce tecrübe var. Herhangi bir konuda “ Ben oldum ” diyen o konuda bir adım bile ilerleyememiştir. Fakat “ Ben bu konunun câhiliyim ” diyen bir kişi ömür boyu o konuda ilerlemiştir. Diğer kişi profesör olsa; bu kişi köylü bir câhil olsa; zaman içinde o profesörü geçmeyi Allah ona nasip ediyor. Çünkü kendini ve haddini bildiği; kulluğunun gereğini yaptığı için Allah ona ilim hazinesini açıyor. Bu ticarette de böyle, sanatta da böyle, edebiyatta, hatta dini hayatta da böyle… Demek fakrını hisseden, kendini müstağni görmeyen; noksanlığını ve kusurunu bilip hissedene kapılar açılıyor. Fakat “ Ben oldum ” diyene milyar sene geçse bir şey gelmiyor. “ Boş olanı doldururlar; boş olana su akıtırlar. Dolu olan veyahut kendini dolu zannedene su gönderilmez. ”  Bu noktada ayet var: “ Bir millet kendini kökten değiştirmedikçe biz onları kökten değiştirmeyiz. ”[1] Yani kul fakrını hissederek kapılarını açacak; sonra Allah onu değiştirir. Kapısını kapayana kapı kapanır. Kapısını kapamak, Allah’ı unutmak demek… Allah’ı unutana da, Allah kendi yapılarını unutturuyor.

* Su dolu bardak da su birikintisi, havuz da, deniz de, okyanus da… Fark nedir? Fakrını hissetme… “ Ben sınırsız bir boşluğum; rahmetinle, kudretinle, ilminle doldur, beni! ” demek… Cehlini bilmek ve Allah’a aşkla yönelmek, zihninin sonsuz bir boşluk olduğunu kabullenmektir. Bu şekilde ilimde ilerleyen Sokrat şöyle demiş: “ Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir. ” Böyle birisi Allah’ın ilim pınarlarından ebediyen halis ilim sütü içer… Allah’a aşkını yeterli görmeyen, Allah’ın aşk selsebilinden ebediyen mest edici şarab içer…

* Kişi acz ve fakrını; naks ve kusurunu görmekle ilerler… Kudret ve rahmete; cemal ve kemale ayna olur… Kudret ve rahmet, maddi vücudu ve bunun devamını sağlar… Cemal ve kemal ise manevi vücudu ve bunun devamını sağlar… Manevi hayat, cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak dairelerinde ebediyen devam eder. Kulun yolculuğu maddi, hüsünlü cüz’î hayattan ( Ahsen-i Takvim kısmı ) manevi, cemalli ve kemalli küllî hayata doğru bir yükseliştir. ( Âlâ-yı İlliyyîn Kısmı ). İlki çekirdek, ikincisi ağaç…

* Bu mertebede nefis tezkiye edilir. Çünkü ortalığı bulandıran odur. Suçu da, kendindeki müsbet, vücudî, hüsünlü ve hayırlı şeyleri ve bunların neticesinde elde edilen müsbet, vücudî, hüsünlü ve hayırlı şeyleri kendisine atfetmesi ve ait görmesidir. Bu da, bir kirdir. Bundan kurtulmanın yolu, kendini temizlemektir. Bunun da yolu, manevi terakkisinin kendisinin aslî yönünü kabullenmesi ile olacağını bilmesidir. Yoklukta ne kadar ilerlerse Varlık’a o kadar mazhar olacaktır. Ne kadar boş ve hiç olursa ve kendisinin böyle olduğunu görürse o kadar doluluğa ve hepliğe ayna olacak… Yani ubudiyetini takınmasıdır. Kendi konumunu görmesi ve kabullenmesidir. Bu seviye nefsin imana gelmesi ve itminana ermesidir. Nefs-i Mutmainne… Bu seviyedeki bir kişi kendi acz ve fakrını; cehl ve gafletini, zaaf ve ihtiyacını, naks ve kusurunu gördüğü, hissettiği ve kabullendiği için başkalarının bu cephelerini de görür. Bu seviyede kişide “ şefkat hissi ” uyanır. Yani ruh, hayatlanır. Bir hiç olmayan, hiçliğini hissedemeyen, ruh âlemine giremez. Ruh âlemine giremeyen, mes’ud olamaz; böyle birinin Âhirete imanı taklidî kalır. Böyle imanlı, âciz ve fakir bir nefse, şefkat edilir.

* Hem âyet diyor ki: Bu şekilde, kendini nefsin kirinden arındıran ve duru hale gelen kişi felaha ermeye çok yakındır veyahut erecektir. Felah, maddi ve manevi ateşlerden kurtulmak demek… Hem Âhirete tahkikî iman ile ancak felah olur. Demek nefs arınınca, Âhiret görünüyor; kişi felaha eriyor. Yani ruhun korkuları ve kalbin hüzünleri son buluyor.

[1] Ra’d suresi, 11.

4 Hatve Notları-2 ( Bediüzzaman’ın Manevi Tariki)

*Yirmi Altıncı Söz
” Bismillahirrahmanirrahîm “

Ve in min şey’in illa ındenâ hazâinuhu ve mâ nünezziluhu illa bikaderin ma’lûm ” (Hicr suresi, 21)

Ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn ” (Yasin suresi, 12) (ilâ âhir)

meâlindeki âyâtın sırr-ı kadere âit ve “imân-ı bilkader,” “Hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ”nın ispatına medâr mühim bir hakikatini Dört Mebhas ile öyle bir sûrette tefsir eder ki, havâssın fikirleri yetişmediği esrâr-ı kaderiyeyi, basit avâmların zihinlerine takrîb edip anlattırıyor. Hâtimesinde, en kısa ve en selîm ve en müstakîm bir tarîkın esâsını Dört Hatve nâmiyle tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medârı olan dört mühim dersi veriyor. Ve Hâtimenin hâtimesinde mesâil-i müteferrikadan altı mesele var ki, birisi Sûre-i Feth’in âhirindeki âyetin bir sırr-ı i’câziyesini açıyor.

* Bu 4 Hatve bahsine dair Fihrist Risalesinde Üstad, temelde nefsin tezkiyesi ve ruhun tekemmülünü sağlama hedeflidir diye fihriste yapmış. Yukarıdaki alıntıda gördüğümüz üzere…

Birinci Hatvede:

Felâ tüsekkûn enfüsekum ”  (Necm suresi, 32) âyeti işaret ettiği gibi, Tezkiyye-i nefs etmemek. Zira: İnsân, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzât yalnız zâtını sever, başka herşeyi nefsine fedâ eder. Mâbud’a lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mâbud’a lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabûl etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikî’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı, kendi nefsine sarfederek ” Men ittehaza ilâhehu hevâhu ” ( Furkan suresi, 43) sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek tebrie etmemektir.

* 1. Hatve: Âyet “ Tüzekkû ” demiş, “ Yüzekkû ” dememiş. “ Yüzekkû ” deseydi, her saniye nefsinizi aklamayın olurdu. “ Tüzekku ” da ise, bir yanlışlık yapıldığında kendinizi aklamayın manası var. İnsan her zaman yanlış yapmaz. Âyet “ Yanlışlık yaptığında avukatlık yapma! ” diyor. Kur’anda nefs, iki manada kullanılır: Emmâre olan nefs, bir de kişinin kendisi demek olan nefs… Kendisi manasındaki nefs, akıl-kalb ve nefs-i emmâreden meydana geliyor. Sıradan bir insanda bu üçü beraberdirler; böyle bir kişinin iç dünyasında akıl-mide, kalb-nefs, cesed-ruh düşmanlığı yoktur. Böyle olmadığı için de kişi, kendi düşmanının farkında değildir. Böyle bir kişi, kazara veyahut isteyerek bir hata yaptığında nefsi hemen der: “ Sen haklısın. ” O da hemen bu fikri kabullenir: “ Ben haklıyım, karşı taraf haksız. ” Sonra avukatlık başlar. Eğer masumsa, vicdanı da işin içine girer. Eğer haklılık oranı çoksa, karşı tarafı asla dinlemez. Eğer hak oranı azsa, bu sefer kendi hakkını büyük göstermek için mübalağa yapar. Ta ki onun hakkıyla aynı seviyeye gelsin. Bu da tutmayınca yalana ve kıvırmalara girer. Yeter ki karşı taraf ona “ Sen haklısın ” desin. “ Yeter ki muhatabına karşı alçak ve hakir gözükmesin… ” Fakat bu haksız savunmayla bütün vicdanlar onun zelilliğini görür.

* Hadise sen-ben davası… O üstün, ben alçak… Oysa hadisede “ hakka hürmetkârlık ” noktasından bakılsa, kendini muhatabın yerine koysa iş bitecek… O zaman hakkın karşısında ezilmek hiçbir vicdanı rahatsız etmez, hakkın azizliği problemleri çözer. Yani “ O kişinin nefsinin karşısında zelil olmuyorsun, hakkın karşısında zelil oluyorsun. ”

* Bu âyet, Necm suresinde geçiyor. Bu da işarettir ki, nefsini aklamayan kişi bir manevi miraç yapmaya başlar.

* İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever: Cibilliyet ile, cebel ( dağ ) aynı kökten geliyor. Dağ nasıl ki yeryüzü denilen yapının yükselmiş bir şekline verilen isimdir; içi kayalıktır. Aynen öyle de insan benliği, bir buz dağıdır. Nasıl buz dağları, etrafını dondurarak büyür. Yani çevresini alıp kendine çevirmekle büyür ve parçalanıp erimekle, kendinden taviz vermekle küçülür. Aynen öyle de, insan benliği çocukluğundan itibaren aldığı kudsi veya nefsani alt yapı ile şekillenir, almakla büyür; buz dağı gibi olur. Fakat alma-verme sistemi şeklinde bir talim ve terbiyeden geçerse büyüdüğü zaman zorlanmaz; kolay erir. Haşir suresi der ki: “ Bu Kur’an, buzdan enâniyet dağları üstüne birden indirilseydi, o haşyet-i İlâhîden önce huşua girer sonra da parçalanırlardı. ” Bu cihetten Üstad der: “ En bahtiyar odur ki, bir buz parçası nev’inden enâniyet ve şahsiyetini Kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı ve büyük bir havuza atıp eritendir. ” (21. Lem’a, 2. Mani)

* Fıtrat: Ruh ve bedenin birleşmesiyle meydana gelen yapı… İnsan hayatı ve bütün hayatlar, hayatın devamı için savunma ve yeme şeklinde bir sistem üzerine kuruludur. Bu devamlılık için, kendi emniyetini ve ihtiyaçlarını düşünmeye mecburdur. Bu da onu bencil kılıyor. Kendini düşünüyor, kendi lezzetlerini arıyor, kendi etrafında bir âlem kuruyor. Cismi de bu süre zarfında devamlı alarak büyüyor. İşte insan, böyle bir hayatın şuurlusu… Şuuru bir de ona hususi kâinat veriyor… Bu da ona, kendisini âlemin merkezi hissetme algısı veriyor… O, merkez; diğer herkes, figüran… Merkez o olduğu için, onun hayatında başka şeylerin değeri onun tayin ettiği değere göre olduğu için başkalarını kendine feda eder. Feda olmazlarsa siler- atar. Nefis, başkalarının şuuru yanında kendisinin de bir figüran olduğunu göremiyor. Bu, nefse, çok acı veriyor. Nefis, takdir edilmek istiyor. Beğenilmek ve vazgeçilmez olmak istiyor. Böyle bir kişi, şefkatten anlamaz. Çıkacağı en yüksek nokta, aşk-ı İlâhîdir. Bunda da başkalarının varlığını görmek istenilmez.

* Nefs, zât yani kendilik demek… Veyahut zâtın, bu maddi dünyaya açılan kısmı demek…  Fedâ, sevenin sevdiğine karşı yaptığı özel bir muameledir. Fakat bir şart var, fedâda, sevdiği için acı verici bir şeye katlanmak vardır… Burada da, kendi nefs-i emmaresi için, bu fedâyı yapıyor. İnsanın akıl ve kalbi, başkalarının varlığından rahatsız olmaz; nefs-i emmâresi, rahatsız olur. Çünkü bu seviyedeki birisi, nefsiyle birdir, beraberdir. Âyetin hükmü uygulanırsa, içte hala konuşan, kendini haklı gören, savunan bir geveze devamlı konuşur. İşte o, “ nefs-i emmâre ” dir. Yani âyet kişiye bir turnusol vuruyor: Senin içinde şer meyilleri var, hayır meyilleri var. Şer meyilleri, nefs-i emmâreden gelir; hayır meyilleri ruhtan, kalpten gelir. Kalbin muhatabının haklılığından rahatsız olmaz! İstersen dene, ona hak ver; bak nasıl için ferahlayacak! Fakat nefsin muhatabının haklılığından rahatsız olur.

* Erkekte ruh, celâlî; nefs, cemâlidir… Kadında ruh, cemalli; nefis, celallidir. Fakat ruh ve kalb, sırat-ı müstakim üzeredirler. Bu cihetten hayırlıdırlar. Fakat nefis, ifrat-vasat-tefrit üç hali de yaşayabilecek şekilde sınırsızdır. Tezkiye ve terbiye görmeyen nefis, iki hal sergiler: İfrat ve tefrit… Yani ya hep, ya hiç… Birisini sevse, “ O melektir; kusursuzdur ” diye sever ( İFRAT ); ondan nefret etse “ O şeytandır; onda hiçbir hayır yok ” diye kızar. ( TEFRİT ) Oysa hayır, vasattadır. Erkek nefsinde cemalî isimler hâkimdir. O nefs, bir kadındır. Kendini en güzel hisseder; başkasının güzelliğine tahammül edemez. Bu güzelliğini satmak için her yolu dener. (Hod-furuş) Takdir edilmekten zevk alır. (Hod-gâm) Bu sefer daha çok hünerlerini sergiler; ta ki daha çok takdir alsın… Fakat bu pazarlamayı, başkalarının nefsine değil; ruhuna yapar. Kadın nefsinde ise izzet, azamet gibi vasıflar vardır. Bu cihetten başka kadınların nefsinden kendisini daha üstün olduğunu düşünür, onları ezmekten zevk alır. Onlarla yarışa girer. Nefis tezkiyesi, erkeğin nefsini cemallendirerek ruhun celaline cemal ekler; “ kemalli erkek ” ortaya çıkar. Kadında ise, nefsin celali hayırlı hale getirilerek kadının ruh cemaline nefis celali de eklenir “ Kibriyalı kadın ” ortaya çıkar. Hatice-i Kübrâ ( Büyük Hatice ) gibi…

* Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever: Sevme ( muhabbet ), sahibini kör eden bir özellik… Yani sevilenin kusuruna kör oluyorsun… İnsan kendini zâtî muhabbetle sevince, kendi kusurunu nasıl görebilsin! Her kişide ilk başta böyledir. O halde insanı uyandıracak bir mürşid lazım. Burada 1. Düstur şu: “ Aczini gör! ” Çünkü en rahat o görünüyor. Nefse sorsak: “ Şu gökyüzünü, sen mi kurdun? Hayır, diyecek! Güneşi sen mi yaktın, ayı sen mi taktın; yeri sen mi yeşillikle serdin, rızıkları sen mi yaptın, dağları sen mi diktin, denizi sen mi döktün, çiçekleri sen mi ektin? Hepsine hayır, hayır, hayır diyecek… Çünkü yapmaktan âciz, yapacak gücü yok; ne yapabilir ne de idare edebilir…” İşte nefsin rahatça görülen ilk kusuru… Böyle kusurlu olan mı medhedilir, sena edilir, ona hamd edilir yoksa yeri-göğü yapan; ayı-güneşi takan; baharı-yazı getiren; hayatı-nimetleri veren; insanı merkeze koyan mı? Nefis böyle deyince “ Evet, hamd Onadır ” diyor. Hamd, bir işi yapana aittir. Yapan, hak eder. Hamd öyle ise, hakkadır. O halde, bir işi yapan kim ise, hamd onadır. Yapmak, kudretle olur. O halde, kudret kiminse, hamd Onundur. Evet, kendini aklama, “ Sen, âcizsin! ” Âciz olan, ezilmeye, büzülmeye mahkumdur. Fakat kula ezilme, hakka ezil… Kulun hakkı karşısında ezil ki, onlar da senin hakkın karşısında ezilsin.

* Önce muhabbet; sonra fedâ; sonra medih ve sena. Yani hamd… Bu güzellik anındaKötülük anında ise sevdiğine toz kondurmama kısmı… Bu da önce tenzih ve tebrie; sonra takdis ve kusuru kendine yakıştıramama; sonra şiddetle müdafaa… Yani Halık’a ait tesbih ve tahmid cihazları, yine çalışıyorlar ama kula karşı… Akıl, tesbih âletidir; tenzih, tebrie ve takdisi o yapar… Kalp, tahmid âletidir; medih, sena ve hamdi o yapar… Nefs ise, bu cisim kulübesinin kraliçesidir.

* Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder: Yani mutlak ve sınırsız manada över.

* Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder: Yani insan mutlaka bir ilahı kabul eder. Bu ilahı medheder ve sena eder. Yani insan, “ hamd makinası ” dır. Bu ilah, ya kişinin nefs-i emmâresidir, nefsinin “ hevâ ” sıdır. Veyahut bu ilah, Allah’tır. O Mâbud, Kadir-i Zü’l-Celal’dir; bu cihetten tenzih ve takdis edilir. Hem O Mâbud, Rahîm-i Zü’l-Cemal’dir bu cihetten, medih ve sena edilir. Hevâ, nefsin kanunları ve koyduğu yasaklardır. Nefsin zaruri ihtiyaçlarına yönelik aşırı düşkünlüğü ve emrine “ hevâ ” denilir. Nefsin gelip geçici arzularına ise “ heves ” denilir. Hevâ, müstebiddir ( baskıcı ). Heves ise, tahakküm edicidir ( hükmetmeye çalışıcı ). (Sözler, Lemeat )

* Meayib, utandırıcı kusurlar demektir. Cevşen 72. Bâbı’nda der: İlah, Samed-i Bilâayb’dir. Yani utandırıcı hiçbir kusuru olmayan Samed kim ise Odur İlah… Yani İlah, Mutlak Mükemmel olmalı…

* Bir şeyi ilah edinmenin alametleri: Onu görmek, Ona güvenmek, Onu beğenmek

* Kendini görme, zâtına ve iradesine odaklanma demektir. (Hod-bîn) Kendine güvenme, kuvvet ve kudret ile alakalıdır. Kudret ile iş görülür. İş görücü vasfa, itimad edilir. (Hod-gâm) Kendini beğenme, ilim ve akılla ilgilidir. (Hod-pesend) Kendi fikrini beğenen, başka fikri beğenemez. Fikrini en güzel gören, fikriyle amel eder. Bu 3 aşamanın ilki çok kolay yapılır. İkinci aşamada müdahale edilebilir. Çünkü âcizlik görülebilecek kadar açıktır. Kendi âcizliğini gören, kendini aklayamaz.

* Bu mertebede, nefis ve nefsten dolayı kalp kirlidir. Bu ilk aşamada tavsiye, kendini tezkiye etmemek (ben manen kirli değilim dememek) ve tebrie etmemek (kendini aklamamak) şeklindedir. Bu yapılırsa nefis, tezkiyeye mazhar olur; kalb de, tathîre… Allah, mutahhir-i kulub; müzekki-i nüfûstur.

* Üstad 1. Hatve’de, insana ruhunu ve ruhunun bu âlemde görünen kısımlarını gösterdi. Ruh, bu âleme kuvve-i melekiye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviye şeklinde 3 pencereden açılır. Bunlar sırasıyla akıl, kalb ve nefsi oluştururlar. Nefs, cemallidir; kalb, celallidir; akıl, kemallidir. Bunların toplamına, “ nefs ” ve “ ene ” denilir. Ruh, bunların köküdür. İlk Hatve’de, ister nefs-i emmare, ister kalp, ister akıl, isterse ruh olsun Allah’tan ve Hakiki Zât olan Zât-ı Akdes’ten başka her bir şey âciz-i mutlaktır, kısmını ders veriyor. Her şey Onun kudretiyle vücuda gelir, her şey Onun kudretiyle vücudda kalır. Her şey Onun kudretiyle korunur, her şey Onun kudretiyle beslenir, her şey Onun kudretiyle yolunu bulur. O, vücudun ve vücuddaki her şeyin Kayyum’udur. İşte kendi aczini gören, idrak eden ve hisseden kişi kendine dayanmaz, kendi kuvvetine dayanmaz, dayanamaz. Böyle birisi, kendisine mutlak emniyet verecek bir mutlak kudret arar. Onun kudretinin mutlak emniyet vericiliğini hissetmek ister. Bunun da yolu aczini hissetme çapını büyütmektir. Bu da musibet, hastalık ve acılarla yüz yüze gelmekle; nefsine gönüllü açlık, susuzluk ve sıkıntı çektirmekle olur. Neden insan kudret sırlarını bilemez ve hissedemez? Çünkü kendi kuvvetine güveniyordur… Nefsin kendini aklamasına engel olmak, onun açısından bir musibettir, acı vericidir. Çünkü aczini hisseder. Bunu ona hissettirecek makam kişinin kendisidir. Kendini tenkid etmeyen, kendi kusurunu göremez; kendi kusurunu göremeyen, düşmanını bilemez. Nefis yılanı ile, sarılıp uyur. Onun ısırıklarını da, öpücük zanneder.

İkinci Hatvede: 

Velâ tekûnü kellezîne nasullâhe feensâhüm enfüsehum ” ( Haşir suresi, 19 ) dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifâde-i huzuzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizâm etmek, nefs-i emmârenin muktezasıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yâni nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yâni huzuzât ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek…

* 2. Hatve: Buradaki âyet de “ Tekûnü ” diyor, “ Yekûnü ” demiyor. Çünkü nefis, işine gelen zamanlarda ve özellikle sıkıntılı anlarda ferahlamak için Allah’ı hatırlıyor. Fakat menfaati olduğu noktada, unutmak istiyor. Çok açken güzel bir yemeği yiyişinde Allah hiç aklına gelmez…

* Âyet der ki: Allah’ı devamlı hatırlayana ve unutmayana, Allah da, onun hakiki cephelerini hatırlatır. Böylece “ sâlih ” lerden olur. Yoksa Allah’ı unutanlara, Allah da onların gerçek cephelerini unutturur. Böylece “ fâsık ” lardan olur. O halde insanın iki yüzü var: Aslî yüz ve emânet yüzEmanet yüzde, İlâhî vasıfların bir cilvesi var. Kendisine güvenilen kuvvet, beğenilen ilim, kendisine odaklanılan irade ve şuur bu cihettedir. Bu cihete dalan ve ilerleyenler firavun ve nemrud olurlar. Aslî yüz ise, mutlak acz, mutlak fakr, mutlak cehalet, mutlak gaflet gibi menfi vasıflardır. İşte kendindeki parıltıya odaklanan kişi, kendi Zâtını görür, kendi kuvvetine dayanır, kendi ilmini beğenir, kendi zâtını sever ve daima kendi zâtını düşünür. (Hon-endiş) İnsan bir anda yalnızca bir şeye aşk ile odaklanabilir ve onu düşünebilir. Böyle kendi kendisine aşk ile odaklanan birisi, Allah’ı unutur. Bu sefer de Allah ona onun aslî cephesini unutturur. Kendi muhabbetiyle sarhoş olan kişi, nefs-i emmâresinin çirkin ve kusurlu yüzlerini görmez, göremez, görmek istemez.

* … dersini verdiği gibi: Çünkü âyet çok güzel bir sistemle sebep-sonuç bağlarını ve derinliğini veriyor. Bu cihetten bir ders-i hakikattir. İnsanın hakikatini ve Allah ile bağını bildiriyor. Allah ile bağın kopuşunun tarzını, kopunca ne olacağını adım adım bildiriyor.

Kendini unutmuş, kendinden haberi yok: Bir şeyi unutan, onu düşünmez. Düşünmeyen, bilemez. Bilmede derinleşmeyen, meselenin sırrına eremez. Sırrına eremeyen, şuurunda olamaz. Şuurda derinleşmeyen, haberinde olmaz. İnsan kendini tanımayınca, kendini ilah zanneder. Kendini bilen, İlah olamayacağını da bilir. Kendini derinliğine tanıyan kişi, Allah’a ayna olmak için var edildiğini; dünyaya da bunun için gönderildiğini idrak eder. Allah için yaşamanın, Allah için olmanın kıymetini fark eder. Yoksa “ istiğna ” içinde yaşar; tıpkı bir İlah gibi… Oysa o, “ ihtiyaç ” içindedir. Maddi hayat da, insanın Allah’a aynalık denilen ebedî ihtiyacının gerçekleşmesi ve tatmini içindir.

* Mevti düşünse, başkasına verir: Nefs-i emmâre, ölümünü düşünmek istemez. Bir kişi ölümünü düşünmüyorsa veya düşünmekten kaçıyorsa onun nefsi, emmâredir. Kur’an der: “ Allah’ın velisi olduğunu iddia edenler, kendi ölümlerini temenni etsinler. Onlar ebediyen temenni edemezler; çünkü Allah dostu değiller. ” (Cuma Suresi, 6-7)

* Fenâ ve zevâli görse, kendine almaz: Yani yaşlandığını kabullenmez, dilde kabullense de özde kabullenmez. Kendini daima genç, —erkekse— kuvvetli ve yakışıklı, —kadınsa— güzel ve cazip görür veya öyle görmek ister. Ölümü kendine bir türlü konduramaz. Kondurduğunda, morali sıfıra iner. Kendini aldatmak için çeşitli eğlencelere kaçar, gider. Unutunca, yok olacak diye düşünür…

* Emmâre nefis, külfetten; acı ve sıkıntıdan kaçar; fakat ücret almada, kendini düşünür. Hizmet noktasında kendini unutur: “ O, Allah’ın ve Resulünün işidir ” der. Ama hazlardan, paylardan faydalanma noktasında nefsine şiddetle taraftardır. “ Benim de payım var. Ben de tatmalı ve faydalanmalıyım ” diye düşünür.

* Bu makamda 3 şey var: Nefis, tezkiye edilir. Kalb, tathir edilir. Ruh, terbiye edilir. Fakr ciheti, insanın her noktasına bakıyor. İnsan maddi dünyaya ve içindekilere muhtaç, Allah değil.

* Allah insana, emânet ettiği vasıflarla aslında bir tanıtma yapıyor. “ Bunlar cüz’îleri, bunların küllîleri de var. Bunları maddi hayatla, şuurluca tattın. Bunların küllilerini de, ubudiyet ile taleb et ” diyor. Yani fakrını işlet. Fakir ve muhtaç olan kuldur; Ganiyy ve Müstağni olan yani Samed olan İlah’tır. İlk Hatve, nefse acz içinde kusurunu gösterdi; bu Hatve ise ihtiyaç denilen yokluk içinde kusurunu gösteriyor. Çünkü zengin olan mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Oysa insan bütün her şeye muhtaç iken, tasarruf edebildiği daire elinin ulaştığı kadar… Fakat gözünün, kulağının, aklının, hayalinin ulaştığı daire tasavvur edilemez. O dairenin tamamına muhtaçtır. Bu ihtiyaç ve elde olmama yokluğu nefse acı verir. Tek çâre bu mülkün Mâlikine memlûk olmak… İlk Hatve aczi noktasında Allah’ı Seyyid-i Kadir ve Seyyid-i Kerîm olarak gösterir; bu Hatve ise Mâlik-i Rahîm… İlk Hatve, “ abd ” olma ve “ ubudiyet ” i netice verir; İkinci Hatve ise “ memlûk ” olma ve “ memlûkiyet ” i… İlki şahsı, Allah ismine bağlar; bu Hatve ise Rahman ismine… Rahman’ın bütün mülkü ve içindekiler bu fakrını ihtiyaç ve iştiyak, muhabbet ve aşk derecesine getirenin olur. Mülkte tasarruf, Rahmân’a; mülkten istifade, memlûke aittir. Mülkten faydalanma bedeli ise, hamd, medih, sena, minnet, muhabbet ve medyûniyet ( kendini borçlu hissetme ) hisleridir.

* Dünya hayatı ve imtihanı; maddi vücud ve hayat, ruhun bütün cihetleriyle küllîleşmesi ve istidadını açması ve yaşaması amaçlıdır. Bu şekilde aklı, kalbi, nefsi küllileşen bir kişi Büyük İnsan olur. Yani Kâinat… Kâinatta yansıyan İlâhî Nur, kâinat çapında Ondan insanlara yansır.

4 Hatve Notları-1 ( Bediüzzaman’ın Manevi Tarîki )

[Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.]

Cenâb-ı Hakk’a vasıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’andan alınmıştır. Fakat tarîkatların bâzısı, bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasır fehmimle Kur’andan istifâde ettiğim “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarîkıdır. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki: Ubûdiyyet tarîkıyla mahbubiyyete kadar gider. Fakr dahi, Rahmân ismine îsal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder. Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, “Letâif-i Aşere” gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriyye gibi “Nüfus-u Seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki “Dört Hatve”den ibarettir. Tarîkattan ziyâde hakikattır, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu kısa tarîkın evrâdı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebâiri terketmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci Hatveye:” Felâ tezekku enfüsekum ” (Necm suresi, 32)

âyeti işaret ediyor.

İkinci Hatveye: ” Ve lâ tekûnü kellezine nasullâhe fe ensahum enfüsehum ” ( Haşir suresi, 19)

âyeti işaret ediyor.

Üçüncü Hatveye: ” Mâ esâbeke min hasenetin fe minallah ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike ” (Nisa suresi, 79 )

âyeti işaret ediyor.

Dördüncü Hatveye: ” Küllü şey’in hâlikün illa vechehu ” ( Kasas suresi, 88 )

âyeti işaret ediyor.

* Tarik: Hakikat ve Hakk yolu; insanı Hakka ve Hakikate ulaştıran yol demektir. Bu manada genel boyutuyla yolu, tarik kelimesi ifade eder. Hakka, selamete ve rüşde eriştiren yola Kur’anda, sebil denilir.[1] Hidayet caddesine ise, sırat denilir.[2]

* Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacak: Yani Hakk’a aynalık seviyesine ulaştıran, Hakk’ın yanında kılan, Hakkın insanın yanında olduğu hissettirecek yol demek…

* Hak tarikler Kur’ân’dan alınmış: Hak tarik, Hakka eriştirir. Fakat bâtıl tarikler, Hakka götürmezler, insanı yoldan çıkarırlar. Bütün gerçek tarikatlar, Kur’anın bir tefsiri; sünnetin bir cephesidir. Kur’an her karakterde insana hitap eden bir kitaptır. Karakter farklı ise, yol da farklı olacak… Muhataba göre Kur’an yol haritası çizecek. Kur’an işi uzatmıyor, bilakis muhatabın yapısı öyle istiyor. Hastaya göre ilaç verilmesi ve tedavi yapılması gibi… Hakikate, insanı ulaştırana Üstad denilir; Hakka eriştirene ise, Mürşid denilir. Kur’an, bir mürşiddir. İnsanları Hakka ayna kılacak şekilde irşad ediyor.

* Daha selâmetli: Demek nefsin oyunlarından, şeytanın hilelerinden daha muhafazalı… Bu yol peygamberlerin yolunu ifade eder. En kısa ve en selâmetli yol, herkesin talep edeceği yoldur. Yollar içinde en umumisi daha makbuldür. Çünkü o yolda gidenler ve gitmişler daha çoktur. İnsan kendini daha bir emniyette hisseder. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür peygamber yoludur. Acz ve fakr, kişi ile Allah arasındaki yolu ve yolculuk seyrini ifade eder. Bu yolculuk gaybda bir yolculuktur. Bu yolla, Hakikate yetişilir. Şefkat ve tefekkür ise, şehadet âleminde bir yolculuktur. Bu yol, kişinin hakikati ile diğer kulların hakikatleri arasındaki bir yoldur. Bu yolla, Hakka erişilir. Acz ve fakr, velâyet yoludur; şefkat ve tefekkür, risalet yoludur. Acz ve fakr, Hakikati enfüste buldurur, Hakikat ile cüz’î bir muhatabiyettir. Şefkat ve tefekkür ise, Hakikati âfâkta buldurur. Dıştaki bu İlâhî tecelliye “ Hakikat ” değil Hakikatü’l-Hakaik denilir.[3] Bu âfâkî ilerleme, Allah ile külli bir muhatabiyettir.

* Kasır fehim: Yani kısa anlayışımla Kur’andan bunları görebildim, belki daha kısa yollar da vardır demektir. Nitekim İhlas Risalesi’nde Üstad Hakk yolunu 2 adıma indirir: İhlas ve Uhuvvetİhlas, enfüsü; Uhuvvet, âfâkı aydınlatır. İhlas, acz ve fakrı kabullendirir; uhuvvet ise, şefkat ve tefekkürle yapılır… Hakikat yolunu ise Üstad, 1 adımı indirir: “ İhlas, en kısa bir tarik-i Hakikattir. ” ( 21. Lem’a )

* Acz <-> Kudret… Fakr <-> Gına… Acz, kula; kudret, İlah’a has… Fakr, kula; gına, İlah’a mahsus…

* Şefkat <-> Gaddarlık… Tefekkür <-> Gaflet… Şefkat, âciz ve fakir olana karşı yapılır. Tefekkür de, böyle birisini gafletten kurtarma içindir. Ona hak hikmeti göstererek, onu irşad etmek hedeflenir.

* Üstad, acz, şefkat ve tefekkürü, aşk ile kıyaslıyor. Fakrı, aşk ile kıyaslamıyor. Çünkü aşk, fakr yolunun ürünüdür.

* Acz, ubudiyet yoludur; fakr, memlûkiyet yoludur. Acz, hiçlik yoludur; fakr, yokluk yoludur. Acz, tevazudan başlar, mahviyetten geçer, fena fillahta son bulur. Yani acz yolu, maddeden soyutlanmak, kudretin tayin ettiği karanlık “ vücud ” elbisesini çıkarmak; ruhun nurlu hiçliğinde yürümektir.

* Acz, kişiyi, ruhlaştırır. Fakr, kişiyi kalpleştirir. Âciz Ruh, Allah ismine; âşık kalb, Rahman ismine mazhardır. Şefkat, Rahîm ismine mazhardır. Tefekkür eden bir akıl da, Hakîm ismine mazhardır. Ruh, Allah’a; kalb, Rahman’a; nefis, Rahîm’e; akıl da, Hakîm ismine mazhar olur. Böylece hakiki bir hizmet, Besmeleye mazhar olmakla olur. Bu seviye istenilen hedeftir. Böyle biri ruhları, irfan ve sabır ile tecliye; kalpleri, mukaddes aşk ve şükür ile tasfiye; nefisleri, kudsi şefkat ile tezkiye; akılları hakikat ilmi ve hak hikmeti ile tâlim ve irşad eder.

* Acz, aşktan daha selametlidir; manevi tehlikesi yoktur. Kula, hiçliğini ders verir. Kul maddeten âciz olduğu gibi manen de âcizdir. Bu cihetten, “ hiç-ender-hiç ” tir. Şefkat, aşktan daha keskindir. Tıpkı bir bıçak ve kılıç gibi… Aşk nefsi tam öldüremez ama şefkat nefsin bencilliğini tam manasıyla gebertir. Çünkü aşk, kendinden daha mükemmele karşı bir histir. Oysa şefkat kendinden daha kötüye karşı yaşanan bir histir. Mükemmelde fena kolaydır; fakat nakıs ve kusurluda fena nefis için Cehennem gibidir. Hem şefkat daha geniş alanlıdır. Aşk ise, bir kişiye karşıdır. Şefkat ise, bütün var edilenlere karşıdır. Tefekkür, aşktan daha zengindir. Çünkü 1001 Esmaü’l-Hüsna, tefekkür ile incelenir, cilveleri seyredilir, sırları ve hakikatleri tesbit edilir. Fakat aşk, Cemil ve Kâmil isimlerini bilir. Hem tefekkür daha parlaktır; çünkü aşk, Zâta odaklanırken tefekkür bütün tevhid mertebelerini ve onların nurlarını da gösterir. Tefekkürde eser-fiil-isim-vasıf-şe’n-Zât şeklinde bütün cihetler vardır. Hem tefekkür daha geniş alanlıdır. Âşık, maşukuna bakarken, tefekkür Halıka da bakar mahluka da; enfüse de bakar âfâka da; dünyaya da bakar ukbaya da…

* Hafî tarik: Enfüsî cihette giden ve zikrini de sessiz ve içten yapan tarikat demektir. Nakşibendîler, Bektaşîler v.s. bu yol üzeredir. Bunlar 10 latifeyi esas alırlar. 5’i âlem-i halka, 5’i âlem-i emre aittir.[4] Halk âlemine ait olanlar toprak, hava, su, ateş ve bunlardan meydana gelen nefistir. Bu 5 ciheti terbiye ile nurlandırmaya çalışırlar. Enfüsteki toprağı nurlandıran âfâktaki toprağı da nurlandırır. Bir mana olarak enfüsteki hava, “ hevâ ” dır. Enfüste hevâya binen, Süleyman olur; âfâktaki havaya biner. Hevâ, “ Nefsin düşkün ve tutkun olduğu şeyler ”  demektir. Toprak, “ gıda ve yiyecek ”; su, “ içecek ”; ateş, “ şehvet ” olabilir. Bu 4 madde, nefsi meydana getirir. Emir âleminden olanlar ise, kalb, ruh ( kalbin hakikati ), sır ( kalb   gözü ), hafi ( kalbin göz bebeği ) ve ahfâ ( kalbin kulağı ) dır. Gaye bunların her birini, bir ism-i İlâhîye ayna kılmaktır. Onları işlevsel hale getirmektir. Kalb, akıl ve fuaddan meydana gelir. Kalb, akıl ile düşünecek, bilecek; fuad ile hissedecek, sevecek, ünsiyet edecek. Ruh ise, odaklanacak, her şeyi Allah için bırakacak, terk edecek. Sır ve hafi, Matlub ve Mahbub-u Zü’l-Cemâli; Mergub ve Mâşuk-u Zü’l-Kemali görecek, müşahede edecek. Ahfa ise, O kusursuz Sevgili’yi işitecek. Diğer bir latife ise, Onunla konuşacak. Çünkü kalb telefonunun sesi alıcı özelliği, “ ahfâ ” dır; verici özelliği başka bir latife olmalı… Bu latife ile Seven ve Sevgilisi arasında konuşma başlar. Buna “ mükâleme-i kalbî ” denilir. ( 4. Şua )

* Cehrî tarik: Âfâkî cihette giden ve zikrini de sesli ve dıştan yapan tarikat demek. Kadirîler, Rufailer v.s. bu yol üzeredir. Bunlar 7 nefis mertebesini esas alırlar. Emmâre ( Yusuf Suresi ), levvâme ( Kıyamet Suresi ), mülheme ( Şems Suresi ), mutmainne, râdıyye ve mardıyye ( Fecr Suresi ), sâfiye veya sâlime veya zekiyye ( Saffât ve Kehf Suresi )…

*  Hafi tarikler daha uzun, 10 adımdır. Cehrî tarik daha kısadır, 7 adımdır. Üstad’ın tariki ise, 4 adımdır. Hafi tarikler, enfüste işe başlarlar bitince âfâka geçerler. Aynı işi âfâkta da yaparlar. İçte ehadiyet üzere bulunanları, kâinattaki vâhidiyetleri ile buluştururlar. Kalb ve Arş; ruh ve Kürsi; sır ile Kâbe; hafi ile Hacerü’l-Esved gibi… Cehrî tarikler ise, âfâkı bitirince içe girerler. Âfakta gördüklerini içte de müşahede ederler. Üstadın yolunda ise acz ve fakr, enfüsü; şefkat ve tefekkür ise âfâkı aydınlatır. Daha kısa bir yol olan İhlas ve Uhuvvet’te ise, İhlas, enfüsü; Uhuvvet ise âfâkı aydınlatıyor…

* Şu kısa tarikin evrâdı: Her tarikatin bir virdi vardır. Yani zikir haricinde devamlı diline doladığı, okuduğu ve yaptığı iş… Nur hizmetinin evrâdı ise, “ ittiba-ı sünnet ” tir. Yani gerek acz ve fakr cihetiyle ubudiyete dair sünnetlerin; gerekse şefkat ve tefekkür gibi risalete dair sünnetlerin tamamına tâbi olmaktır. Ubudiyete dair sünnet boyutu ise: Farzları işlemek ve kebâiri terk etmektir. Farzlar, birer elmastır, pırlanta şekline gelecek tarzda iman hakikatleri ve marifetullah ile içi doldurularak işlenir. 9. Söz gösterir ki, namaz marifetullah ile gerçek manada kılınır. Namazın miraç olması bu sırra bina edilir. Bu cadde neden en geniş: Çünkü nafileler bu yolda vurgulansa herkes gelemez. Farzlar herkesin mecbur yapacağı şeydir. Zaten nafileler farzların içini doldurmak amaçlıdır. Nafilede akrebiyet ve rıza yoktur; ama farzlarda rıza ve akrebiyet kesindir. Amaç akrebiyeti inkişaf ettirmek ve akrebiyet-i külliyeye yükselmektir. Yani acz ve fakrını gördün ve hissettin; şefkat ve tefekkür ile her şeyin ve herkesin acz ve fakrını gör ki, Allah’ın kudret ve gınasının külliyetini, her yerde hazır ve nazır olduğunu görebilesin. 9. Söz’ün 2. Nüktesi tamamen bu enfüsî ve âfâki acz ve fakrı işler. Yani şefkat ve tefekküre dayanan risalet, külli ubudiyet, külli rıza, külli akrebiyet, külli huzuru meyve verir. Dikey miraçtan yatay miraca geçilir. İlk miraç, kalbi açar. Bu ikinci miraç ise, ruhu açar. Ruh açılınca, bast-ı zaman ve tayy-i zaman meydana gelir. Günah insanı, daraltır; kalbi ve ruhu köreltir. Hele bir de büyük günahsa… Bu hizmette küçük günahtan kaçmak esas olsaydı çoğu kişi tutunamazdı ve yol dar olurdu. Kebâir, hakkında hüküm kesin olan ve yapılmadığında Allah’ın rızası ve akrebiyeti kesin olan bir ameldir. Takva, amel-i salihten daha önemlidir. Kişiyi, “ maiyyet ” denilen rıza ve akrebiyete daha hızlı eriştirir.[5] Çünkü amel-i salihe, riya girebilir ama takvaya nefis karışamaz. Çünkü nefis, takva sahibi olan ruh ve kalbe düşman kesilir, ona kızar.

* Ferâiz içinde en mühim ve daimisi, namazdır. Bu yolun şartı, namazı tadil-i erkân ile kılmaktır. Yani namaza özen göstermek, namazın içini fikir, dua ve zikir ile doldurmaktır. Namaz sonundaki Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahu Ekber tesbihatını yapmak elzemdir. Çünkü bunlar tarikat-i Muhammediye’dir.[6] Nur yolu, tamamen Hz. Peygamber’e (ASM) aynadır. Hz. Peygamber’in (ASM) velayet cephesi, Ahmediyettir. Hakikat-i Ahmediye, acz ve fakr esaslarına dayanır.[7] Hz. Peygamber’in (ASM) risalet cephesi ise, Muhammediyettir. Hakikat-i Muhammediye, şefkat ve tefekküre dayanır.[8] Risalet, tefekkürle yapılır; İslamiyet ise şefkat ile yaşanılır…

* Bu sondaki tesbihat namazın içini doldurur, onu takviye eder. Buna dair, 9. Söz’ün 1. Nüktesi okunmalı…

* 1. Âyet, acze bakıyor. “ Asla nefsini aklama, tezkiye etme… Sen, âciz bir zavallısın. Fakat kendini kudretli zannediyorsun ” diyor. Emmâre –> Levvâme…

*  2. Âyet fakra bakıyor. “ Kendini kendine yeterli görenler, dünya ile yetinenler Allah’ı unuturlar. Allah da onlara sonsuz fakrlarını unutturur. Sen böylelerinden olma. Dünya ve Âhiret insanın fakrı ve ihtiyacı için kuruldu. Bunu da tatminin yolu insanın çalışmasıdır ” diyor. Levvâme –> Mülheme…

*  3. Âyet şefkate bakıyor: “ Âciz bir kişi var edemez. Var edemezse, hüsün veremez. Hüsün veremezse, o ancak hüsnü alır. O halde hüsnü Ona bir Kadir verir. Fakat âciz kişi bu hüsnü yüzüne gözüne bulaştırır, kabahat işler. Bu sefer cezayı hak eder. Seyyieler Onun yüzündendir. Bu halde insan şefkat edilecek bir çocuk konumundadır. Bu beceriksiz ve çaresiz haliyle nefse acınılır ” der. Mülheme –>Mutmainne… Nefs-i mutmainneye acınılır.[9]

* 4. Âyet tefekküre bakıyor: “ Her şey, maddi vücuda gelmiş her nesne, ister canlı olsun ister cansız, kudret cilvesiyle vücuda gelir. Onun aslî yönü ilme dayanan hakikat ve iradeye dayanan zâtiyettir. Ki bu ikisinin toplamına şe’n denilir. Yani İlâhî bir potansiyel… Bu potansiyel kudret ile sabit bir vücud bulur. Bu kudret ise, helâk ( tükenme ) kanununa tâbidir. Kendisi için yaşayan, kudret ve vücuda yapışır, maddeci olur; Hakk için yaşayan, hakikat ve zatiyet, ilim ve iradeden gelen ruha tutunur, manacı olur. İlki eriyen buz misali, kudretin tükenişi ile tükenir ve biter; yokluğa gider. İkincisi ise, Hakk’a odaklanarak, Onun rızasını arar ve Onun razı olacağı yani teveccühte bulunacağı bir hale girmeye çalışır. Ta ki irtibat kavi olsun ve irtibatın devamı ile beka kazansın. Bu nefis, beka ve devam diler. Buna da, rıza ile ulaşacağı cevabını ilhamla alır. Tefekkürle, Hakikati bulur. Buna, vücud ( bulma ) denilir. Hakikati bulması ile Vâcid olur; Hakikati kendi aynasında buldurmakla Mevcud olur. Bu aşama kalbin gözünü açar. Hem tefekkürle Hakkı görür. Buna, şuhud ( görme ) denilir. Hakkı görmesi ile Şâhid olur; Hakkı kendi aynasında göstermesi ile de Meşhud olur. Vâcid ve Şâhid ile, Hakk’ın rızasını arayan bir kurbiyet eridir. Mevcûd ve Meşhûd olarak da, Hakk’ın rızasına ve teveccüh-ü ehadiyetine ermiş bir akrebiyet eri olur. ” Mutmainne –> Râdıyye –>Mardıyye…

[1] Maide suresi, 16; A’raf suresi, 146.

[2] Fatiha suresi, 6.

[3] Sözler, 30. Söz, Ene Risalesi; Emirdağ Lahikası-1, 59. Mektub.

[4] A’raf suresi, 54.

[5] Nahl suresi, 128.

[6] Kastamonu Lahikası,70. Mektub.

[7] Sözler, 7. Söz.

[8] Nokta Risalesi, 1. Bürhan.

[9] Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve.

İhlas Risalesi Okuma Notları-11

İhlası kıran ve riyaya sevkeden pek çok esbabdan iki-üçünü muhtasaran beyan edeceğiz:

Birincisi: Menfaat-ı maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlası kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır. Evet hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi’ etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir.Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hal ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlası zedelenir. Hem  âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar. İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlası zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder. Ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder. Her ne ise.. 

* İhlâsı kıran ve riyâya sevk eden pek çok esbab…: İhlas, bir nurdur. Nur ise, bir manevi gözlüktür. O gözlük kırılırsa kişi, Âhiret endişesi taşımayı kaybeder. Yani ruhunun ebediyet arzusunu duyamaz olur. O vakit nefsinin dünya endişelerini duymaya başlar. Dünyayı elde etmenin yolu halkın rızasını ve muhabbetini kazanmaya çalışmaktır. Bu da, “ riya ” ile olur. Ahireti kazanmaya ve ruhunu halas etmeye ( kurtarmaya ) çalışan bir kişi de Hakkın rızasını ve muhabbetini arar. Bu da, “ ihlas ” la olur. İhlas ve riya, insan iradesinin iki kullanılış tarzıdır. Kişinin amelinin rengini belli ederler: Hak için mi, halk için mi? Ruh için mi, nefis için mi? Mana için mi, madde için mi? İhlas kulesinin tepesine çıkan birisini oradan düşürmenin tek yolu, ona ok atmaktır. Ok misali, insanın iç dünyasına işleyen ve içteki düşman olan nefsi ve ene’yi uyandıran sebepler çokturlar. O halde bu düşmanlara karşı devamlı uyanık olunması zaruridir.    

 * Üstad, ihlası kıran sebeplere bu risalede “ mâni ” , Hücûmât-ı Sitte’de ise “ desise ” diyor. Yani bu sebepler, kişiyi ihlastan men ediyorlar, yasaklıyorlar. Yani bu yolda gidemezsin, ilerleyemezsin, diyorlar. Hem bunlar şeytanca, şeytana ait ve şeytanlaşan cin ve insanların eseri olan birer oyun veya bir tuzak… Desise, çukura düşürerek avlamak tarzında bir tuzaktır. Bir çukur kazılır ve üstü örtülür. Örtülen cismin üstüne avlanacak canlının hoşlandığı bir yem koyulur. Böylece yeme atlayan hayvan çukura düşer. Aynı şekilde, gaflet ve hevesine uyan Nur talebelerine düşmanları bu tarz oyunlar yaparak çukura düşürüp avlamak istiyorlar.

 * BİRİNCİSİ: Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet: En tehlikeli ve kolayca herkesin düşeceği tuzak “ rekabet ” tir. Yani “ Ben daha iyi ve hayırlıyım ” iddiası… Nasıl ki güzel bir manzara, kişinin gözü varsa ona bir şey ifade eder. Aynen öyle de maddi menfaati görecek gözü olan kişiye maddi lezzet, zevk, sefa, rahat ve konfor ve hatta zaruri ihtiyaçlar bir şey ifade eder. Bu gözü yoksa, bu noktada avlanmaz. Neden Üstad bu ciheti başa almış. Çünkü 21. Lem’anın en başında diyor “ Bizler gayet az ve fakir ve zayıf olduğumuz halde… ” Başka yerde diyor “ Ekser Nur Talebeleri fakirü’l-hal olduğu… ” Yani fakr ve ihtiyaç yarası var. Bu yaralar kişiye gözlük veriyor. O gözlük, maddi menfaati gösteriyor. O menfaat görülünce kişide iştiyak uyanıyor. Başkalarının da aynı menfaate yönelişi görülünce bu sefer onlara karşı rekabet damarı uyanıyor. Bu kişi kim olursa olsun! 

 * yavaş yavaş ihlâsı kırar: Yani ihlasın kırıldığı hissedilmez. Bir bakmışsın, ehl-i dünya gibi bakıyor, ehl-i dünya gibi düşünüyor ve ehl-i dünya gibi görüyorsun. Ceylan Ağabey demiş: “ Yüz sene evvelki ecdat bu anki hali görse çok şaşırırdı. “ Bu insanlar nasıl bu kadar bozuldular? ” diye sormuşlar. O da “ Yavaş yavaş ” demiş.   

 * netice-i hizmeti de zedeler: Bir işten ortaya çıkan netice ya maddidir veya manevidir. Gaye maddi ise, madde kısmı ön planda olur. Ayrıca muvaffakıyet ve takdir gibi manevi meyveler de olur. Fakat bunlar dikkate alınmaz. Maddi netice ise, dünyevi bir mantıkla bazen eşit olarak, bazen hisseye göre paylaştırılır. Fakat asla bölüşümde fedakârlık olmaz. Dine hizmetin de manevi ve maddi neticeleri var. Fakat gaye manevi neticelerdir. Maddi neticelerin paylaştırılmasında ise, hak sahibine hakkı kadar verilir veyahut fedakârlık esası gözetilir. İşte bu noktada maddi neticeyi bölüşmede sergilenecek hırs ve hased yapılan hizmetin gayesinin maddi menfaat olduğu intibaı verir. Bu da hizmeti zedeler. Yani ihlas, hizmetin evvelinde olduğu gibi âhirinde de olmalı. Yani maddi menfaat geldiğinde istiğna göstermek lazım ki hizmet kemalini bulsun. Başta Allah’a teveccüh, ortada kendini unutup işinde fâni olma; sonda da ortaya çıkan maddi neticelere ve hatta manevi meyvelere karşı istiğna… Bu yapılırsa o hizmet tam Allah’ın rıza ve muhabbetine layık tarzda yapılmış olur.

 * o maddî menfaati de kaçırır: Maddi menfaat bir kuştur. Ona istiğna ile yaklaşılırsa veya zaruri miktarla iktifa ile uzanılırsa o kuş yakalanır. Fakat hırs ve rekabetle üstüne gidilirse çoğu zaman o kuş kaçar gider. Böylece hizmet ve ihlasla beraber Âhiret gittiği gibi, dünya da kaçar. “ Dünya ve Âhirette hüsrandadırlar ” âyetinin hükmünü sergilerler.

 * hakikat ve âhiret için çalışanlara…: Dünyanın 3 yüzü var:

  1. a) Esma-yı Hüsna’ya bakan yüzü…
  2. b) Ahirete bakan yüzü…
  3. c) Nefs-i emmare ve enaniyete bakan yüzü…

İşte dine hizmet eğer kaliteli ise o hizmet “ Hakikat içindir ”. Eğer kemalini bulmamışsa “ Ahiret içindir. ” Hakikat için hizmet, “ rıza ” mertebesindekilerce yapılır. Ahiret için hizmet “ kudsiyet ” mertebesindekilerce yapılır. Nefsin maddi hâzır arzularını kırıp onları Âhiretteki daimi zevk ve lezzetlere yönlendirmek kişinin kudsiyet kazanmasına yol açar.   

 * hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş: Yani rıza ve kudsiyetle hizmet edenlere karşı bütün vicdanlarda 2 temel şey hasıl olur: His bazında, “ Hürmet ”; fikir bazında, “ Muavenet… ” Halkın vicdanında bu hali uyandıran etki hizmeti yapanlardaki “ rıza-yı İlahi ” endişesi ve “ istiğna… ” Yani “ verseniz de almam ” demek… Üstad’a ağabeyler ondan izinsiz hediye araba aldıklarında Üstad reddediyor. Bu hali birçok dinsizin vicdanını harekete geçirmiş. “ Adam 5000 liralık Chevrolette arabayı reddediyor ” demiş, hürmet etmişler. Daha sonraki arabaya da Üstad ücretini vermeden binmemiş. Yani hizmet edendeki nuraniyet ve kudsiyet, halkın kalb ve ruhunu cezp ediyor.

 * bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sâdıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle: Hizmet edende olması gereken 2 özellik:

  1. a) Hakikat-i ihlas yani muhlasiyet ve
  2. b) Sadakat

Hakikate ruhunda erişen kişi Hakikate hizmet edebilir, insanlara Hakikati yansıtabilir. Hakikat hizmeti için, hakikat-i ihlas; Âhiret hizmeti için, sadakat şart… Sadık adam, âşıktır. Aşkta sadakat, aşkın hakikatli oluşunun alametidir. Âşık der ki “ Beni bir kabul etse, varım yoğum feda olsun. ” Âşıkın derdi, maşukunun katında makbul olmak, sevilmektir. Hadis var: “ Siz Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin. ” Halk, hakikat ve Âhiret için çalışıldığını duyunca fikren taraftar olur. Bu, bilkuvve yardımdır. Halkın bilfiil yardımını cezbeden şey, hizmet edenlerdeki hakikatli ihlası ve sadakati taşıyan istiğnalı yaşantı ve haldir. Bu hali onlarda gören ve seyreden halk, bilfiil desteğe başlamayı vicdan borcu bilir. Evet Allah fiile baktığı gibi, Allah’ın sürüsü olan avam halk da fiile bakar, gördüğünü kabul eder. Avam halk, farkında olmasa da ehl-i haktır, boş lafa karnı toktur.

 * onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler: Kişilerin maddi ihtiyaçları zaruri olduğu için bunların tedariki dine hizmet eden ilim ve din adamlarınca yapılırsa dine ve ilme hizmete vakit kalmaz. Halk verse, minnet ve zillet altına girmek var. Burada zaruretle iktifa ( Üstad’ın tayın vermesi gibi ) değişmez düsturdur. Kur’an buna çözüm olarak şunu sunar: “ Savaşlarda elde edilen ganimetler Allah ve resulüne ve savaşa katılanlara aittir. [1] Allah’a ait pay, devletin hazinesine gider. Resulüne ait pay ise, dine hizmet edenlere ve ehl-i beytten olan seyyid ve şeriflere aittir. Çünkü ehl-i beyt sadaka ve zekat alamaz. Ancak hediye alır. Hediye de, kırk yılda bir olur. O halde ehl-i beytten olup ilim ve dine hizmet eden birisinin maişetini ya devlet karşılayacak veyahut kendileri çalışacaklar. Eğer çalışsalar, hizmetler aksar. O vakit, savaşlarda elde edilen gelirlerin bir kısmı din hizmeti yapanlara verilmeli… Sadaka, bu hizmette çalışan Nur Talebelerinden seyyid ve şerif olmayanlara verilir. Seyyid ve şerif olanlar, hediyeyi alırlar. Bir gün Medine dışından bir sahabe geliyor. Yanında bir şey getirmiş. Resulullah’a (ASM) takdim edecek. Resulullah (ASM) soruyor:

-“ Sadaka mı hediye mi? ” O sahabe:

-“ Sadaka ” deyince almıyor.[2]

 * bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez: Yani ne dil ile ne de hal ile istemeyeceksin. Senin isteyeceğin 2 şey: Rıza ve Kabul… Hizmet, kendini unutup Allah’ı düşünmektir, Allah’ı düşündürmektir. Hizmet edenin dünya ve Âhiretini düşünmek, hesaplamak ve idare etmek Allah’ın işi… Âyet var: “ Kim dünya menfaatini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükâfatını isterse, ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.[3] Başka bir âyet var “ Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiretin güzel mükâfatını verdi. Allah, güzel davrananları sever.”[4] Şartları ayrı… Demek hakikat hizmeti yapana, hem dünya hem Âhiret verilir. Âhiret hizmeti yapana ise yalnızca Âhiret verilir.

 * Belki ummadığı bir halde verilir: Allah dul kadınların maişeti noktasında “ Onları ummadıkları tarzda rızıklandırırız ” diyor.[5] Dul kadınlara bu vaadi yapan Allah, dünyayı ve nefisini 3 talakla boşamış bir hizmet kadınına rızık veremez mi? Hem Dul kadınlara bu vaadi yapan Allah, dünya ve nefsini, Âhireti ve enesini 3 talakla boşamış, aşk ve şevk ile Kendisine yönelmiş; “ Rızan, ruhumun baharı ve hayatı; kabulün, gönlümün sevinci ve nehârıdır ” diyen bir hizmet kadınına yerden ve gökten rızıklar vererek besleyemez mi? Elbette ki besler. Hem beslemiş… Hz. Meryem (RA) gibi… Erkeklere de bu ikramda bulunur; Üstadımız gibi… Üstadımız’a, yerden bitme bir tavuktan günde 2-3 yumurta vermiş. Hem yine Üstadımız’a, Çamdağı’nda ağaç dalları arasında sıcak ekmek vermiş…[6]

 * bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır: Tehlike kademe kademe ilerliyor. Maddi menfaat arzusuyla başlıyor. Arzu, ihtiyaçtan gelir. İhtiyaç ise, istiğna ve kanaat olmadığı manasına gelir. Zincirleme reaksiyon ard arda işliyor. Önce arzu, sonra intizar, sonra hodgâmlık, sonra dışlamak ( başkası kelimesi işaret eder ), sonra rekabet, sonra kaptırmama ve kavga… Al sana “ Hayat bir mücadeledir ” şeklindeki ehl-i dünya mantığı…   “ Hayat bir muavenettir ” şeklindeki dindar mantığı gider, nefis hortlar. Nefsi hortlatan ise, maddi zevk ve lezzetlerdir. Üstad der: “ Hevâ-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecazi[7] Yani maddi zevk, insan nefsinin düşkün olduğu meselelere yönelik dirilticisidir. Zevk verici şey, nefsi ihya edicidir. Eğer bir de zaruri ihtiyaçsa veya öyle görünüyorsa, kılıfı da hazır oluyor… Nefis ve ene varsa, “ Sen-Ben ” var. Nefis, maddi mevzularda; ene, manevi mevzularda… Neden Üstad “ hakiki bir kardeşine ” ve “ o hususi hizmette arkadaşına ” diye vurgu yapıyor. Çünkü insan fıtraten kanından olan kardeşine ve arkadaşına karşı bu rekabeti yapmaz. Oysa kanından yani nefsinden kardeşine ve çıkar için arkadaşına bunu yapmazken ruhundan olan kardeş ve arkadaşına bunu yapabilmesi şaşırtıcıdır. Bu hal, kaynaşmanın ve birleşmenin olmadığını ve seviyesizliği gösteriyor. Rahatsız olmuyorsan, “ Ha o, ha ben ” diyorsan tamamdır. Ama değilse, böyle hadiseler kaynaştırmak içindir. Kaynaşmaya mani unsurlar böylece su yüzüne çıkar. Ta ki temizlensin.

 * İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır: Hizmette kudsiyet, istiğnayla kazanılır. İstiğna, nefsin kafasını dağıtır. İstiğna, verilince alınmazsa görülür. Adı bilinmeyen bir sahabenin savaşta kendisine düşen ganimet payını “ Ya Resulullah, ben sana böyle dünya malı için iman edip tabi olmadım. Ben sadece seninle cihat ederken şu boğazıma bir ok atılıp saplansın ve öylece ölüp cennete gideyim diye tabi oldum dedi [8] demesi gibi… İşte sahabe kudsiyeti… Ehl-i hakikat nazarında sakîl vaziyet, enaniyetle alınır. Ehl-i hakikat, su gibidir; ehl-i enaniyet, buz kalıbı ve buz dağı… Buz, sudan daha ağırdır, diyebiliriz. Enaniyet çıkınca, nuraniyet ve rıza gider, karanlık bir sima oluşur.

[1] Enfal Suresi, 1.

[2] Müslim, 3/117.

[3] Âl-i İmran, 145.

[4] Âl-i İmran, 148

[5] Talak suresi, 3.

[6] Mektubat, 16. Mektub, 4. Nokta.

[7] Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Barla Yayları Çam, Katran, Ardıç ve Karakavağın Bir Meyvesi.

[8] Sünen-i Nesai, râvi Şeddad bin el-Had (RA).