Etiket arşivi: eymen akça

Kötülüğün Kaynağı, İman-Amel ve Günah Bağlarına Dair Bir Tefekkür

 

Soru: Said Nursi’nin kötülük hakkında kaleme aldığı 13. Lem’a isimli Hikmetü’l-İstiaze Risalesinin 7. İşaretini izah edebilir misiniz?

Cevap: Bu bölümde 2 soru ve sorun var:

  1. a) “ Şerrin yaratılması… ” Yani şerrin varlığı, ebedî cehenneme, dünyevi ve uhrevi zararlara yol açtığından böyle çirkin ve zararlı bir şeyi ‘ Her yarattığı sanatlı ve dolayısıyla güzel olan, hem rahmeti Kur’anda açıkça belirtildiği üzere her bir şeyi kaplayan Allah’ın yaratması ’ meselesi… Mutezile imamları, kullarının hayrını isteyen Allah’ın böyle çirkin bir şeyi yaratmayacağı noktasında tıkanıp kalmışlar… O yüzden şerri, Allah’a layık görmediklerinden, “ Sübhanallah ” lafzının manası olarak “ Hayırlar Allah’tan; şerler ise yarattıklarındandır ” diye bir anlayışa kapılmışlar. Makul de göründüğü için saplanıp kalmışlar…
  2. b) “ İman-takva ilişkisi… ” Mutezile imamları “ Takvasız iman olamaz. Madem dünyevi küçük bir âmirinin bir tehdidiyle bir insan ufak bir yanlışı terk ediyor. O halde Ekber olan Allah’ın, ebedî Cehennem gibi dehşetli hapishanesi olduğunu imanıyla bilen bir adam, Cehennemden takva ile çekinmeyip büyük günahlara girse; Ekrem olan Allah’ın 1000 ayetinde vaadi anlatılan Cenneti kazanmak için amel etmese, bu onun kalbinde iman olmadığı anlamına gelir ” diye bir fetva vermişler. Bu yüzden büyük günah işleyene Mu’tezile grubu “ ne mümin ne de kâfir ” diye bakarlar.

Bir konuda Kur’anda cevap varsa, ilk söz onundur. Eğer Kur’anda bir hüküm yoksa hadislere; onlarda da yoksa bu sahada söz sahibi olan sahabe, tâbiîn ve mezhep imamlarının sözlerine ve eserlerine bakılır. Kur’anı incelediğimizde bu konulara dair âyetler olduğunu görebiliyoruz:

  1. Şerrin yaratılması… ” Bu konuda Nisa suresi der ki:

4/NİSÂ-77: Daha önce kendilerine, “ (savaşmaktan) ellerinizi çekin, namazı kılın, zekâtı verin ” denilenleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca, hemen içlerinden bir kısmı; insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve “ Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir zamana kadar erteleseydin ya! ” derler. De ki: “ Dünya geçimliği azdır. Ahiret, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimse için daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez.

4/NİSÂ-78: Nerede olursanız olun, sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır. Onlara bir iyilik ve güzellik gelirse, “ Bu, Allah’tandır ” derler. Onlara bir kötülük ve çirkinlik gelirse, “ Bu, senin yüzündendir ” derler. (Ey Muhammed!) De ki: “ Hepsi Allah’tandır. ” Bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar!

4/NİSÂ-79: Sana ne iyilik ve güzellik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük ve çirkinlik gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.

Bu âyetler sorunun ilk şıkkının cevabını veriyor. 78. Âyet, yaratma noktasında, iyilik ve kötülük ne varsa, her şeyin Allah’ın kudretine bağlı olduğunu ve Ondan olduğunu ifade eder. 79. Âyet ise, iyilik ve kötülüğün mes’uliyet kaynaklarını bildirme noktasında bir ayrıma gider. Bu ayrım “ Allah kulları için küfürden râzı değildir[1] gibi âyetlere dayanan bir sınıflandırmadır. Aksi takdirde aynı konuda art arda 2 âyet çelişmiş olurdu.

İyiliği isteyen ve talep eden, Allah’tır. Fakat kötülüğü isteyen ve hak eden kuldur. Bir şeyin şer oluşu, kula temas eden ve kulu ilgilendiren kısım itibariyledir. Bu yüzden kişisel ve cüz’îdir. Bütün herkes için geçerli olsaydı, küllî olurdu. Said Nursi bu meseleyi izah için ateşi misal veriyor. Bir hakikat olarak diyebiliriz ki bir şeyin varlığının şer olması için, ya ondan çıkacak büyün şeyler şer olmalı veyahut ondan çıkan şeylerin çoğunluğu şer olmalı… Oysa ateşin zararı onunla bulaşan haylazlara, dikkatsizlere, ihmalkârlaradır. Bunun haricinde ateşin zararı insana yoktur. Çünkü ateş, hür iradeli bir canlı değildir. İnsan, akıl ve tedbiriyle ateşten korunduğu gibi, ilim ve hikmetiyle ondan faydalanır ve her işinde onu kullanır. Sanayiden tutalım, yemek yapmaya ve ısınmaya kadar… Bir ateş kaynağı olan güneşin dünyayı ısıtması ve hayatın kaynağı ve koruyucusu olmasına kadar… Bu cihetten Bediüzzaman diyor:

Bir adam ateşi kendine bela etse, ateş de onu yaksa ‘Ateş, ona zararlı ve şerli olur. Fakat külliyen şer olamaz. ’ Bir insanın bir nesne ile teması sonucu ortaya çıkan iyi ve kötü sonuca yol açmasına itikad âlimleri, “ kesb ” ( kazanma ) demişler. Allah’ın bir şeyi varlık âlemine çıkarmasına ise “ halk ” ( yaratma ) demişler. İlâhî ve abdî fiilleri ayırmışlar. Kur’an Âmene’r-Resulü’de bu noktayı şöyle anlatır: “ Lehâ mâ kesebet ve aleyha mektesebet[2]          ( Kişinin kazandığı hayırlar, lehinedir. Kendi iradesin net gözüktüğü ve bir kazanç olan kötülükleri ise, onun aleyhinedir. ) Bu noktada Said Nursi can alıcı noktaya geliyor:

Ateşten yaratılan, yıkıcı mahiyette olan şeytanların varlığı şer midir, değil midir? Allah kullarının Cehenneme girmelerini mi istiyor ki, şeytanları var etmiş ve var olmalarını istemiş? ” Said Nursi bunun izahını diğer bölümlerde yapmakla birlikte ateşteki aynı durumun şeytanlar bahsinde de geçerli olduğuna işaret ediyor:

“ Yani şeytan denilen şuurlu ateşe bulaşırsan, ona tabi olursan şeytanın varlığı şerdir. Ondan uzak durursan onun varlığı bilakis hayırlıdır. Çünkü onunla mücadele ile ebediyeti hak edersin. Daha dünyada iken ebedî zevkleri ve lezzetleri tadabilirsin. İnsanların şeytana mağlup olmaları şeytanı ve dolayısıyla Cehennemi onlar hakkında şer yapar. Yoksa sonuç itibariyle ve diğer neticeleri noktasından bakılırsa şeytan da, Cehennem de hayırlıdır,  hayırdır. ”

Hapishaneleri misal verirsek, hapishaneler hem mahkûmlar için hayırlıdır. Çünkü onları kötülükten engelleyip onlara ıslah olma imkânı veriyor. Zaten sonra çıkıyorlar. Ayrıca mağdurlar ve mazlumlar için nimettir. Çünkü zararlı insanların şerrinden, baskısı ve zulmünden kurtulup nefes alıyorlar. Gönül ister ki, kimse hapse düşmesin. Fakat insanların hür iradesi, onlara dünyayı zindana çeviriyor. Kendine hâkim olmayı öğrenmesi için “ Bir musibet, bin nasihatten iyidir ” manasını acısını çekerek yaşayınca anlıyoruz. İnsan olarak böyle garip bir canlıyız.

Eğer Mutezile imamlarının dediği gibi olursa bir Hayır İlahı, bir de Şer İlahı algısı ortaya çıkar. Bu algı ise, Mecûsiler’de olan bir yanılgıdır. Onlar da böyle bir yola girmişler. Derin ve sırlı olan bu meseleleri çözemedikleri için, akılları boğulmuş. Farkında olmadan şirke girmişler ve ısrarla şirki savunmuşlar. Allah’ı tenzih ve takdis edeceğim derken, Allah’a ortak koşma yoluna girmişler. Bu, şeytanın sağdan yakınlaşmasına bir misaldir. Bir de ilim yolunda olanlarda görülen enâniyet de olunca, bozuk fikirlerini güzel görüp beğendikleri için yollarından dönememişler. Bu yüzden Nisa suresi, şerrin ve kötülüğün mes’ul ve isteklisi olarak insanın nefis ve benliğini gösteriyor. Dikkat edilirse Nisa 78. Âyet, bu tarz Müslüman kisvesindeki kişilerin kendi nefis ve hayatlarını her şeyden üstte sevdikleri, onlara zarar getirecek şeyleri Allah derecesinde tehlikeli görüp hissettikleri için başlarına gelen savaş ve ölüm kötülüğünün kaynağını Peygamber Efendimiz (ASM) görüp onu suçladıklarını bize bildiriyor. Psikolojideki yansıtma dersi… Kendini aklayan kişi, etrafında güneş gibi aydınlık birini de görse, onu karalamaya çalışır.

  1. b) “ İman-amel ilişkisi… ” İkinci şıkkın cevabı olarak diyebiliriz ki, Said Nursi günahların işlenmesinde etkili unsur olarak his, heves ve vehim duygularını ve insan nefsini gösteriyor. Buraya dikkat edilirse asıl sıkıntının kaynağı bu tarz sorulara takılan kişiler, insanın mahiyetini bilmiyorlar. Bilmeden konuşup ahkâm kesiyorlar. Bu yüzden de fikirleri dengesiz oluyor. Oysaki insan çok yönlü bir canlı… Maddi yönü var, manevi yönü var. Korkusu var, sevgisi var. Hem sosyal, hem bencildir. Bütün yönlerinden çıkan farklı tavırları var. Bütün yönleriyle insanı bilmeyen, anlamayan bir kişi istediği kadar onun hakkında konuşsun… Sonuç dengesiz, ölçüsüz ve ayarsız fikirler olur. Bu yüzden Bediüzzaman, önce günahın kaynağı olan yönlere vurgu yapıyor: “ His, heves ve vehim ” duygusu… Sonra duyguların “ hazır duruma veya çok yakın bir geleceğe tavrı ” ile “ uzun zaman sonra gelebilecek ve gelecek şeylere karşı tavrının aynı olmadığını ” bize vurguluyor.

Yalan söyleyebilen bir profesör çıkıp dese ki, “ Çok yoğun belirtiler var. Hazırlanın. 7 güne kalmaz, İstanbul’da çok şiddetli deprem olacak. ” Sonra 6-7 profesör aynı şeyi söyleseler. Yüzlerinde endişe izleri ve telaş görünse, artık insanlar onlara itibar eder, tedbir almaya başlarlar. Hatta bazı tez canlılar, telaşa kapılabilirler. Oysa biraz sonra o profesörler bu yaptıklarının bir tatbikat olduğunu, bir tiyatro tarzında etkileyici bir tavra girdiklerini anlatsalar o korku biter.

Fakat Hz. Peygamber (ASM) gibi 124.000 nebi çeşitli asırlarda, çeşitli toplumlarda, bazen beraber olarak gelmişler. Büyük bir endişe ve korku ile ölüm ve kıyamet meselesini; berzah ve Cehennem’in sıkıntılarını anlatmışlar. Fiilî yaşantılarındaki hassas takva ile bu endişeleri bizzat yaşadıkları, ömür boyu bu hal üzere devam ettikleri ve bu hal üzere ölüp öldürüldükleri halde insan neden onlara tabi olmaz? İmansızlık mı? Hayır…

Çünkü insanın hisleri, gözle görünenden korkar. Görünmeyenden ya hiç korkmaz, ya da o derece korkamaz. O yüzden dünyadaki hapishaneler, Cehennem hapishanesinden daha korkunç gelir.

Heves ise, hazır lezzeti —haram dahi olsa- Cennet’in ebedi lezzetlerine tercih eder. Çünkü heves de, maddi ve gözle görünür olanı ister. “ Ona, var ” der.

Vehim de, daima olumsuzlukları algılar. Kul gözle göründüğü için, kullardan Allah’tan daha fazla korkar. Bir tefeci veya mafya babasının tehdidi, yüreğini ağzına getirip uykularını kaçırırken, Allah’ın Cehennem ve azap tehdidinden o kadar korkmaz. Çünkü Allah görünmüyor… Vehme göre, görünmeyenden ne gelir veya gelebilir ki!

Bu noktada diyebiliriz ki, bu anlayış ve algı tam bir kâfir anlayışı… Evet insan olarak duygularımız, ilk anda kâfircedir. Asıl iş onlara, tevhid ve teslimiyet ile, lezzet ve acılar içinde her şeyin Allah’tan olduğunu hissettirmek, yaşattırmak, bildirmek… Bu şekilde onları da iman dairesine sokmaktır.

Onların bu halleri kişiyi imansız eder mi? ” Etmez. Çünkü imanın mahalli, “ kalb ” dir. Kişinin vehmi, hayali, nefsi tevhidi kabul etmese de kişi akıl ve kalb ile tevhidi biliyor, kabul ediyor ve hissediyorsa, o mümindir. Buradaki ince nokta:

“ Kişinin his, heves, vehim ve nefis gibi yönlerine bir an aldanarak günaha girdikten sonra aklı başına gelip kalbi kendini ifade etmeye başladığında pişmanlık hissinin oluşup oluşmamasıdır. ” Kişi eğer kendini kınıyorsa bu onda imanın var olduğuna alâmettir. Bu noktada bir hadisiyle Hz. Peygamber (ASM) meseleyi fikir ve his boyutuyla güneş gibi aydınlatır: “ İyilik güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu halde insanların bilmesini istemediğin şeydir.[3]

Ayrıca imanın sonsuz mertebeleri bulunuyor. Allah’a imanda bu böyle olduğu gibi, Âhiret’e imanda da durum aynıdır. Bir peygamber ile bizim imanımız aynı seviyede midir? Hayır. Evet özünde aynı hakikate iman ediyoruz ama bize bir yıldız gibi uzak iken bir peygambere dolunay gibi aklen nettir; hatta bazılarına güneş gibi yakın ve ayandır. Öyle ki, Âhiretin sıcaklığını hisseder, içinde uyuyan duygular uyanır ve yeşerirler. Cennetin ebedî baharını iç dünyasında yaşamaya başlar.

Bir çekirdeğin içinde de zeytin ve incir ağacı var; gözümüz önündeki bahçede de zeytin ve incir ağaçları var. İkisi de ağaç… Fakat biri proje, ilim ve his halinde; diğeri ise bilfiil göz önünde ve yaşanılıyor. İmanın mertebeleri de aynen böyledir. Bilfiil hal, güçlü haldir. Fiilî hal, imanın verdiği zevk ve lezzeti hissettiren seviyedir. Bir kişi bir meseleyi tattığı ve yaşadığında o konuda çok güçlenir. Güçlülük, bir fiili yapmayı çok kolaylaştırır. Bu noktada diyebiliriz ki kişinin takvası ve ameli, iman kuvvetinin derecesine göredir. İman kuvvetlendikçe, amel ve takva çok kolaylaşır. Sahabelerin takva hassasiyeti ve amele muvaffakıyetlerinin arka planında imanlarının ağaç şeklinde yaşanılır halleri bulunuyor. Bizim günahlarımızın, güçsüz irademizin arkasında zayıf imanımız bulunuyor.

Mutezile imamları iman dairesine yeni girmiş bir kişinin imanı ile, bir nebinin imanını aynı gördüklerinden böyle bir hükme kaymışlar. Oysa Fetih suresinin başında der: “ O Allah ki, müminlerin kalplerinin içine sekine indirdi. Ki, müminlerin imanı artsın… [4] Ahzab suresi 22. Âyet aynı konuda şöyle der: “ Müminler, onlara toplu halde saldırıya geçen grupları görünce ‘ Bu, Allah ve Resulü’nün bize vaad ettikleri şeydi ’ dediler. Allah ve Resulünü tasdik ettiler. Bu, onların iman ve teslimiyetlerinden başka bir şeyin artmasına yol açmadı. ”  Demek ki, iman ve teslimiyet artan ve azalan meselelerdir.

İnsan binlerce yön sahibi olduğu, her bir yön itibariyle kötülüğe ve harama açık olduğu için, insanı tanıyan Rabbi insanı Kur’anda defalarca ikaz eder, tenbihler. İnsanın bu yönünü iyi anlamayan kişiye Kur’andaki bu tarz ifadeler abartı veya fazla veya ağır gelebilir. Said Nursi bu meseleyi şöyle izah ediyor: “ Bu tarz ifadeler insanın kıymetini düşürtmüyor; bilakis şeytanın yol açabileceği şerri büyük gösteriyor. ” İnsanın 1000 yönü olduğu ve her yönün, aşırılık ve gerilik şeklinde 2 yanlış ve dengelilik şeklinde 1 doğru tarafı olduğundan     “ İnsanı 2000 şer kuşatmış ” denilse yeridir.

Bu manada insanı 1000 hayra sevki ve teşvikine; 2000 şerden tehdidine dair 6000 âyet gelse yeridir ve kararındadır, denilir. Ki ömür boyu süren bu ifrat-vasat-tefrit imtihanında kişinin denge üzere kalabilmesi için sürekli bir duaya ihtiyacı vardır. 5 vakit namaz ve içindeki Fatiha suresi bu istikamet duası ve talebidir. Bir insana verilecek en büyük hediye bu istikamete gelmek, en büyük keramet de bu istikamet üzere yaşayarak fâni âlemden bâki âleme irtihal etmektir. Bütün ehl-i tasavvufun ittifakıyla…

Said Nursî’nin ilgili Risalesindeki 7. İşaret’in tam metni aşağıya aktarıyorum. Tâ ki okuyucu yazarla birebir muhatap olsun, benim atladığım ve önem vermediğim fakat kendisince ve yazarca önemli noktaları yakalasın.

YEDİNCİ İŞÂRET: SUAL: Mu’tezile imamları, şerrin îcadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar. “Beşer kendi ef’âlinin hâlikıdır” diye dalâlete gidiyorlar. Hem derler: “Bir günah-ı kebireyi işleyen bir mü’minin îmanı gider. Çünkü: Cenâb-ı Hakk’a i’tikâd ve Cehennemi tasdik etmek, öyle günahı işlemekle kabil-i tevfik ( bağdaşıyor ) olamaz. Çünkü: Dünyada gâyet cüz’î bir hapis korkusuyla kendini hilâf-ı kanun ( kanuna zıt ) herşeyden muhafaza eden adam, ebedî bir azab-ı Cehennemi ve Hâlıkın gadabını nazar-ı ehemmiyete almayacak derecede büyük günahları işlerse, elbette îmansızlığa delâlet eder.”

ELCEVAB: Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader Risâlesinde îzah edildiği gibi: Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer ( şerri işlemek ), şerdir. Çünkü: Halk ve îcad; umum neticelere bakar. Bir şerrin vücûdu, çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin îcadı, neticeler i’tibâriyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ: Ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat ba’zı insanlar sû-i ihtiyariyle ( kötü tercihiyle ) ateşi kendilerine şer yapmakla “Ateşin îcadı şerdir” diyemezler. Öyle de: Şeytanların îcadı, terakkiyat-ı insaniye ( insanın kalkınması ) gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyariyle ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, “şeytanın hilkati şerdir” diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı. Evet kesb ise, mübaşeret-i cüz’iyye ( kişisel temas ) olduğu için, husûsi bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat îcad, umum neticelere baktığı için; îcad-ı şer, şer değil, belki hayırdır.

İşte Mu’tezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer şerdir ve çirkinin îcadı çirkindir” diye Cenâb-ı Hakk’ı takdis için şerrin îcadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler.  olan bir rükn-ü îmanîyi ( iman bölümünü ) te’vil etmişler.

İkinci şık ki: “Günah-ı kebireyi ( büyük günahı ) işleyen, nasıl mü’min kalabilir?” diye suallerine cevab ise; evvelâ sâbık işâretlerde onların hatası kat’i bir sûrette anlaşılmıştır ki, tekrara hâcet kalmamıştır. Sâniyen: Nefs-i insaniyye, muaccel ( peşin ) ve hâzır bir dirhem lezzeti; müeccel ( ertelenmiş ), gâib ( görünmeyen ) bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hâzır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azabdan daha ziyâde çekinir. Hem insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez.

Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hâzırayı, ileride gâyet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hâzır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müecceleden ziyâde çekinir. Çünkü: Tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor belki inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i îman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûb oluyorlar.

Şu halde kebâiri ( büyük günahları ) işlemek, îmansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.

Hem sâbık işâretlerde anlaşıldığı gibi: Fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için gâyet kolaydır. Şeytan-ı ins ve cinnî çabuk insanları o yola sevkediyor. Gâyet cây-ı hayret bir haldir ki: Âlem-i bekanın nass-ı hadîsle ( hadisin sabit hükmüyle ) Sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i ömründe dünyadan aldığı lezzet ve ni’mete mukabil geldiği halde; ba’zı biçâre insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini, o bâki âlemin, bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip, şeytanın arkasında gider.

İşte bu sırlar içindir ki: Kur’ân-ı Hakîm, mü’minleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdid ve teşvik ile günahtan zecr ve hayra sevkediyor.

Bir zaman Kur’ân-ı Hakîmin bu tekrar ile şiddetli irşâdâtı bana bu fikri verdi ki; bu kadar mütemâdi ihtarlar ve îkazlar, mü’min insanları sebatsız ve hakîkatsız gösteriyorlar. İnsanın şerefine yakışmayacak bir vaziyet veriyorlar. Çünkü: Bir me’mur, âmirinden aldığı bir tek emri itâatine kâfi iken, aynı emri on def’a söylese, o me’mur cidden gücenecek. Beni ittiham ediyorsun, ben hâin değilim, der. Halbuki en hâlis mü’minlere Kur’ân-ı Hakîm musırrane        ( ırar ederek ) mükerrer emrediyor. Bu fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda iki üç sâdık arkadaşlarım vardı. Onları şeytan-ı insînin desîselerine (oyunlarına) kapılmamak için pek çok def’a ihtar ve îkaz ediyordum. “Bizi ittiham ediyorsun” diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki: “Bu mütemadiyen ihtarlarımla bunları gücendiriyorum, sadakatsızlıkla ve sebatsızlıkla ittiham ediyorum.” Sonra birden sâbık işâretlerde îzah ve isbat edilen hakîkat inkişaf etti. O vakit o hakîkatla hem Kur’ân-ı Hakîmin tam mutabık-ı muktezâ-yı hal ( mevcud hale uygun ) ve yerinde ve israfsız ve hikmetli ve ittihamsız bir sûrette israr ve tekraratı yaptığını ve ayn-ı hikmet ve mahz-ı belâğat ( pür belagat ) olduğunu bildim. Ve o sâdık arkadaşlarımın gücenmediklerinin sırrını anladım. O hakîkatın hülâsası şudur ki: Şeytanlar tahribat cihetinde sevkettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için tarîk-ı hakta ve hidâyette gidenler, pek çok ihtiyat ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtârâta ve kesretli muavenete muhtac olduklarındandır ki, Cenâb-ı Hak o tekrârât cihetinde bin bir ismi ile ehl-i îmana muavenetini takdim ediyor ve binler merhamet ellerini imdadına uzatıyor.

Şerefini kırmıyor, belki vikaye ediyor ( koruyor ). İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.

İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidâyet! Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr desîselerinden kurtulmak çâresi: Ehl-i Sünnet ve Cemâat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemat kal’asına ( sabit hükümler kalesine ) gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul!

[1] Zümer suresi, 7.

[2] Bakara suresi, 286.

[3] Müslim, Birr, 14, 15; Tirmizî, Zühd, 52.

[4] Fetih suresi, 4.

Ölümü Güzel Görecek Bir Kıvama Nasıl Gelinebilir?

Ölüm konusunda gerek psikolojik, gerek filolojik, gerek eskatolojik açıdan son devrin en büyük âlimi Bediüzzaman Said Nursi’dir. O, tam bir uhrevi olarak hayat sürdü. Bir otel odasında vefat etti. Cesedi dahi iktidarı rahatsız ettiği için kabri kırılarak bilinmez bir yere defnedildi. Fakat Onun ruhunu taşıyan eserleri meydandadır. Uhrevi bir kişi için cesed değil ruh önemli olduğu, kitaplar ise kişinin ruhunu yansıttığı; yaşanan bir ilim ve maneviyat yazarın kitabını diri kıldığı için Bediüzzaman sureten ölü, hakikaten diridir. Başlattığı iman hizmetini devam ettiriyor, diyebiliriz.

Onun çok işlediği bir konu ölüm meselesidir. 14 ciltlik eserinin temeli olan konulardan birisini ölüm hakikati teşkil eder. Fakat Bediüzzaman’ı anlamak bir mesele, anlattıklarını yaşamak ayrı bir mesele… O, yaşıyor olarak konuşuyor. Bu yüzden ifadeleri ruhumuzu derinden etkiliyor. Fakat biz yaşamadan konuşuyoruz. Bundan dolayı biz insanların ruhunu bunaltıyoruz. Üstad’ın ölümün nimet oluşunu ve güzel bir hakikat olduğunu anlattığı yerleri yaşamanın şifreleri kendi içinde var.

Mesela diyor ki: “ Zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna çıkmak…[1] Ölümü güzel görmenin, onun aslında Cennetler denilen bostana çıkmak ve yükselmek olduğunu hissetmenin yolunun ancak dünyayı bir zindan gibi sıkıcı, daraltıcı ve bunaltıcı hissetmekten geçtiğini; böyle birisi için ölümün bir ferahlama haline geleceğini bildirmiş oluyor. İnsana dünya ne zaman zindan haline gelir? 23. Sözdeki Tevekkül bahsinde Üstad buna işaret ediyor: “ Tazyikât-ı dünyeviye hapsi… ” Yani dünyevi baskılar bir manevi hapishaneye kişiyi sokarlar… O vakit görünmeyen 4 duvar arasında insanın ruhu ızdırap çeker. İsterse maddeten hapiste olmasın. Eğer böyle baskıları yoksa mahkûm birisi, maddeten 4 duvar arasında olsa da hakikatte 4 duvar arasında değildir. Çünkü o manen ferah içindedir. Bu yüzden Bediüzzaman 20. Mektup 1. Kelime’de “ Tevhidde, ebedî ferah vardır ” diyor.

Diğer bir noktaya Üstad şöyle temas ediyor: “ Mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek…[2] Üstad biraz fıtratı gereği, ses ve gürültüye karşı hassas… Özellikle mânâsız seslere ve malayaniye karşı… O yüzden Bediüzzaman gibi dışa dönük fıtratlı kişiler açısından sessizlik ve sükunet, Allah’ın daha iyi hissedildiği mekanlardır. Biraz da yaşlılığın verdiği hassasiyet böyle bir arayışa yol açar. İçe dönük fıtratlar için ses, sıkıntı kaynağı değildir. Fakat hastalık, sıkıntı ve yorgunluk zamanlarında onlar için de aynı durum söz konusu olur. Malumdur ki ihtiyarlık ve ölüme yakın zamanlar, artık ömrün yorgunluğunun hissedildiği, hastalıkların 3-5 tanesinin beraber yaşanıldığı ve bunların sıkıntılara yol açtığı zamandır. Böyle bir kişinin etrafındaki gürültüler daha da sıkıntı vericidir. Öyle hale gelir ki, ölse de bu sıkıntı verici gürültüden kurtulsa… Hatta Hz. Hatice (RA) validemiz de, Üstad gibi dışa dönük karakterli bir fıtratta imiş. Bir hadis der ki: “ Hatice, bana Cennet nehirlerinden bir nehrin üzerindeki (inci) kamışından, boş söz ve sıkıntı olmayan bir ev içinde gösterildi. ”[3] Demek mübarek validemiz de sükunet ve sessizlik istiyormuş…

Diğer bir şartı da Üstad şöyle belirtir: “ Müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden alem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek…[4] Yani maddi bedene ait rahatsızlık verici sıkıntılı hayattan kurtulmak ve rahatlık âlemi olan Berzah âlemine geçmek ( Bu herkes için geçerli ) ve ruhların kuşlar gibi uçuştuğu manevi meydana ve farklı bir âleme geçmek ( Bu, tevekkül ile endişe ve üzüntü yüklerinden kurtulanlar için geçerli… )

İnsan ruhu için, beden kafes hükmündedir. Nasıl ki bir kuş, özellikle uçmaktan zevk alan, havada süzülmek onun en büyük lezzeti olan kartal, şahin, doğan gibi kuşlar için kafes rahatsız edici ve sıkıntı vericidir. Aynen onun gibi, maddi hayatın ve nefsin bitmek bilmeyen arzu ve taleplerini kendini çevreleyen bir kafes gibi hisseden ruhlar için de aynı durum geçerlidir. Tefekkür etmek, ibadet ve dua etmek, hak ve hakikati tebliğ etmek, ihlas ve pervasızlıkla minnet altına girmemek ve istiğna ile bütün maddi kayıtların dışına çıkmak o ruh sahipleri için bin can ile arzu edilir meselelerdir. Zevkini, lezzetini ve hazzını maneviyat semalarında kanat çırpmakta bulan ruhlar için beden kafesi, kırılması ve terk edilmesi gereken dar bir dünyadır. Ömrü boyunca ruhen böyle terakki eden bir ruh sahibi için, yaşlılık devrinde beden artık iyice rahatsızlık verici, bunaltıcı ve sıkıcı olur. Bu yüzden yaşayıp bu sıkıntıları çekmektense ölüm ile Berzah ve ötesi âlemlere geçmek iyice arzu edilir hale gelir.

Diğer şart ise, “ nur-u imana ermek… [5] İman nuru, ölüm ötesinin varlığını açar; ölümün o Berzah ve ruh âlemine bir geçişten başka bir şey olmadığını, olamadığını gösterir. İman nuru bunu keskinlik içinde yaptığı için ferahlatır. Bu durumda kabir de karanlıklı bir diyar olmaktan çıkıp nurani âlemler olan Berzah ve ötesinin giriş kapısı; dünyadan ise çıkış kapısı olarak görünür.

Nur-u imana ermenin yolu ise, âcizlik ve çaresizliğini hissetmek; akıl ve benliğinin, güç ve imkânlarının işe yaramadığını, bizzat yaşamaktır. Bu durumda kişi kendinden ümit keser. Kendinden ümit kesen kişi, Allah’a ümit ile bel bağlar. Fakat kendi imkânlarının iş gördüğünü düşünen ve halen onlardan ümitli olan kişi, kendine itimad eder. Bu durumda da kendinden başkasına —Allah dahi olsa— itimad etmez.

Kendini çaresiz görüp kendinden firar etmeyen kişiyi Allah, nûra erdirmez ve erdirmiyor. “  Allah’ın nur vermediği kişi asla bir nur bulamaz[6] âyeti bu ince meseleyi vurgular. Çaresizliği hissetmek, bir manevi secdedir. Secde, nura ermenin kapısı ve anahtarıdır. Bu noktadan bakılınca yaşadığımız çaresizlikler, sıkıntılar, kendimize güvenimizi sarsan ve kıran olaylar aslında Allah’ın bir lütfu ve inayetidir. Ki bizi aciz nefsimize itimaddan kurtarıp kendisinin şefkatli mutlak kudretine itimada ve istinada yol açıyor. Cevşenü’l-Kebir’in 28. bâbında olan “ Yâ imâde men lâ imâde leh * Yâ senede men la senede leh ” şeklinde başlayan Bâb aslında bu meseleyi bize der verir.

[1] Sözler, 17. Söz, 1. Makam, 4. Vecih…

[2] Sözler, 17. Söz, 1. Makam, 4. Vecih…

[3] Taberâni, Câbir bin Abdullah’tan naklen…

[4] Sözler, 17. Söz, 1. Makam, 4. Vecih…

[5] Sözler, 17. Söz, 1. Makam, 4. Vecih…

[6] Nur suresi, 40.

İrade Hürriyeti, Mutluluk ve Kader-2

Kadere İman ve Mutluluk

Zâtiyet vasfı gerçek manada Allah’ta olduğu için, gölge ve küçük zâtiyetiyle Onun Zâtına ayna olabilecek potansiyeldeki insan elbette Allah için kıymetlidir. Zâtiyetin göründüğü irade sıfatı ve o sıfatın dengeli kullanılması Onun katında çok önemlidir. Bu manada O, zâtiyeti görünsün ister. Yani insan iradesini kullansın ve tercih yapsın. Bu açıdan iradesini darmadağınık eden ve kararsızlık Cehennemi içinde yuvarlanan bir münafık, kararlı bir müşrikten Zât-ı Uluhiyet’e daha uzaktır. İradesini haktan yana kullanmayan bir müşrik de Hak’tan yana kullanan bir mümine göre daha uzaktır. Derece derece kendi irade ve zâtını, Külli İrade ve Zât’ta tevhid ile fena eden, teslim ile Ona hayatını ve zâtını feda eden bir kul da Ona herkesten ve her şeyden daha yakındır.

İnsandan istenilen, iradesini yok etmesi değil. Hikmeti idrak ederek İlahî İrade’yi her yerde ve her şeyde okumak… Sonrasında kendi cüz’î iradesini Külli İrade ve Zât’a tevhid ve teslim ile uydurmak… Sonrasında tevekkül edip Kaza’yı Ona bırakıp hayret ve muhabbet ile akışı seyretmektir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri bu güzel hali şöyle ifade eder:

“ Hak şerleri hayr eyler

   Zannetme ki gayr eyler

  Ârif ânı seyreyler

  Mevla görelim neyler

  Neylerse güzel eyler. ”

Bu noktada Bediüzzaman bir soru-cevap ile insan hürriyeti ile, kaza-kader ilişkisini şöyle açar:

Eğer desen: “Kader bizi böyle bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere îmân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?

Elcevab: Kat’â ve aslâ!.. Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki: İnsân kadere îmân etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünki: İnsân bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti; milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği ma’nevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere îmân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüz’î hürriyetini selbeder ve fir’avuniyyetini ve rubûbiyyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar. Kadere îmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, târif edilmez. Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam, bir pâdişahın payitahtına giderler. O pâdişahın mahall-i garâib olan has sarayına girerler. Biri, pâdişahı bilmez; o yerde gasıbâne, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve varidat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te’dib sûretiyle hapse atılır. İkinci adam, pâdişahı tanır, pâdişaha kendini misafir bilir.Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir programla, kemâl-i sühuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, pâdişahın kanununa bırakıp kemâl-i safa ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifâde edip pâdişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir.

İşte ” Men âmene bi’l-kaderi emine mine’l-keder ” ( Kadere iman eden kederden emin olur )sırrını anla.

Bu 3. Mebhas’taki soru cevap ile Bediüzzaman bize, kâinatta var olan İlahî Nizam ve Kader’e uymayan bir kişinin perişan halini, her şeyi ıslah etmeye çalışıp mağlup düşmesini tasvir eder. Buna mukabil ilmin nuru ve hikmetin kudsiyetiyle nefsinin gururunu büken, enâniyetinin hürriyetini hakka mahkumiyet ve hakikate esarete dönüştüren kişinin severek ve isteyerek kendi cüz’î iradesini İlâhî İrade’nin eseri olan sünnetullaha tabi kılmasında ortaya çıkan ferahlı, sürurlu ve saadetli hali resm eder. Bu manada Kader’e imanın, aklı gamlardan ve kalbi hüzünlerden kurtardığını delilleriyle izah eder. Keder, gam ve hüzün demektir.

Hürriyet duygusu insana, Allah’ı aramak ve Onun izzetini anlamak için verilmiştir. Bu manada Allah’a aşk ve şevk ile kab ve ruhunu bağlayan bir kişi, bütün mahlukattan müstağni ve hür hale gelir. Fakat o da bir kul olduğu için, Allah’a karşı bir istiğna ve hürriyet iddiasında bulunamaz. Mutlak Hür olabilmek bizzat mevcud olmak, hiçbir şeye ihtiyacı bulunmamak ile mümkündür. Bu ise Ehad ve Samed olmayı gerektirir. O sıfatlar, Allah’a mahsustur. Bu noktada Kader Risalesi’nin Zeylinde bulunan 4. Hatve’de nefsin kendini bizzat mevcud bilmesi, böyle hissetmesi, kendini mutlak hür telakki etmesi veya böyle olmayı istemesi, Allah’ın onu sınırlayarak ve çeşitli şeylerle bağlamasından dolayı Allah’a karşı bir düşmanlığı olduğu meselesini daha iyi anlarız.

Gerçek hürriyet, mutlak istiğna ile olur. Yani Samediyet ile… İnsan, vücudu ile kudret-i Zât’a, hakikati ile ilm-i Zât’a, zâtiyeti ile İrâde-i Zât’a ve bunların tecellilerine temelden muhtaçtır. Bu manada insan mutlak müstağni değil, bilakis “ mutlak muhtaç ” tır. İnsan bütün mahlukattan üstte bu ihtiyaç ve fakr-ı zâtîyi hissedebilmesi ile her şeyden üstündür. Çünkü fıtrî ihtiyaç duasıyla Ona bu şekilde yöneldiğinde vücudunu, hakikatini ve zatiyetini besleyecek bütün tecellileri isteyebilir. Hem istemeye hak sahibidir ve dualarının kabul olmasına da müstehaktır. Hadisin ifadesiyle “ Allah’a karşı fakrımı hissetmek, benim için iftihar edilecek bir husustur. ”[1]

Kader, Belalar ve İnsanın Gelişimindeki Etkileri

  1. Mebhas: Eğer desen:Birinci Mebhasda isbat ettin ki: Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor. ( yaralıyor )

Elcevab: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücûd ( varlık ), hayr-ı mahz ( pür iyilik ); adem ( yokluk ), şerr-i mahz ( pür şer ) olduğuna; bütün mehâsin ve kemâlâtın vücûda rücuu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekaisin ( isyanlar ve musibetler ve noksanların ) esası adem olduğu, delildir. Mâdem adem şerr-i mahzdır. Ademe müncer    ( varıyor ) olan veya ademi işmam eden hâlât ( koklatan haller ) dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücûdun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ( saflaşıyor ) ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u Esmâsını güzelce gösterir.

İşte şu hakikattandır ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyat sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücûd teceddüd edip zulümat-ı adem tebâud ederek ( varlık nurları yenilenerek yokluk karanlıklarından uzaklaşmakla ) hayatları tasaffi ediyor. Zira tevakkuf (duraksama), sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık                      ( monotonluk ); keyfiyatta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Elhasıl: Mâdem hayat, Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir ( güzeldir). Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mâhir bir zât; âsâr-ı san’atını ( sanat eserlerini ), hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa’ ( armalı ), mûsanna’ ( sanatlı ) yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: “ Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun ” demeğe hak kazanabilir mi? “ Merhametsizlik, insafsızlık ettin ” diyebilir mi?

İşte onun gibi Sâni’-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havas ( duyular ) ve letâif ( manevi özellikler ) ile murassa olarak giydirdiği vücûd gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler ( acılar ), musibetler nev’inde olan keyfiyat; bâzı Esmâsının ahkâmını göstermek için lemaât-ı hikmet içinde bâzı şuâ’at-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde lâtif güzellikler vardır.[2]

 Said Nursi, Kader’in sistematik yapısının gereği olan, insanların dünya imtihanının meyvesini vermesine yönelik bir icraat olan Rububiyetin celalli tecellilerinden musibet, hastalık, belalar, sıkıntılar gibi nefis söndürücü, benlik eritici hadiselerin hikmetini işler. Şefkatin dengesiz bakışlarının, terbiye mekanizmasını tıkadığını; hikmeti anlamamanın yol açtığı şikâyetlerin insanları hakka zıt konuşturduğunu ifade eder. Nefislerin hırsları, benliklerin tembellikleri hak ve hakikati ölçmede mihenk olamaz. Bir şeyin kıymeti, Âhiret noktasında ölçülmekle anlaşılabilir. Ahiret hükmünü anlamanın küçük bir mihengi şu andır.

Çünkü insan geçmişine baktığında yaşadığı acılara değil, tattığı güzel zamanlara “ Off Off ” diye üzülüyor ve şimdi her hatırladıkça acısını çekiyor. Oysa geçmişteki bitmiş acı ve sıkıntıları şu an hatırladıkça ve her zihnine geldikçe “ Oh, çok şükür, Elhamdülillah ” diye ferahlama, bir manevi lezzet hisseder. Bu açıdan Lemeat isimli eserinde Bediüzzaman der: “ Muvakkat Lezzetten Ziyade Muvakkat Eleme Hoş Geldin Demeli. ” Evet, demeli. Çünkü her birisi evladını miras bırakıyor. Lezzetlerden hüzün ve hayıflanma doğuyor; acılardan ise, manevi lezzet ve ferahlar doğuyor. Bu açıdan Kader’den gelen acılar, ebedî lezzet ve ferah çeşmesi oluyor; ruhumuzun Cennetinden dünyaya feyzini akıtıyor.

Bu noktadan bakınca Kader’den gelen acılardan şikâyetçi olunamaz. Cerrahi ameliyat gibi bakılır. Geçici sıkıntı fakat ebedî ferah… Kötürüm birini ameliyat edip ona ayak takmak acı da olsa yürümenin lezzetine vesiledir. Kör birini ameliyat edip gözünü açmak, ona bütün güzellik ve renkleri kavuşturur. Musibet ve hastalıklar, tembel ruhları, yürütür, onlara ayak takar; nankör tiplerin gözlerini açıp körleştikleri sayısız güzellikleri onlara gösterir. Bu açıdan musibetler, Hakîm-i Mutlak’ın ameliyathanesidir. Hasta ruhları onlarla tedavi eder.

Kader Risalesi’nin Hatimesi ve Zeyli ise, insanın manevi terbiyesinin aşamalarını ifade eder. Kişinin problemlerini ve tahlillerini verir. Gayenin 4. Hatve’nin verdiği ufukla her şeyi Allah’tan görebilecek ve kendinde hissedebilecek bir vücudî, şuhudî ve kusudî tevhid mertebesine yükselmek olarak gösterir. Yani vâcid ve mevcud, şâhid ve meşhud, kâsıd ve maksud seviyesine teali etmek; her nesne-kişi ve olayda Allah’ın kudretini, ilmini ve iradesini okumak ve okutmak…

[1] Aliyyü’l-Kârî, age, s. 128.

[2] Güneşten doğrudan dünyaya gelen ışına, “ şua ”; ayda kırıldıktan sonra dünyaya gelen ışına ise “ lem’a ” denilir.

İrade Hürriyeti, Mutluluk ve Kader-1


( Said Nursi’nin Kader Risalesi’nin Şerhi )

3. Mebhas: Kadere îmân, îmânın erkânındandır. Yâni: “ Herşey, Cenâb-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delâil-i kat’iyye        ( kesin deliller ) o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile şu rükn-ü îmânîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.
Mukaddeme: Herşey vücûdundan evvel ve vücûdundan sonra yazıldığını ” Velâ ratbin velâ yâbisin illâ fi kitâbin mübîngibi, pekçok âyât-ı Kur’aniyye tasrih ediyor ( açıklıyor ) ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizâm ve mizan ve intizâm ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyyesiyle tasdik ediyor. Evet, şu kâinat kitabının manzum ( şiir gibi düzenli ) mektûbâtı ve mevzun ( ölçülü ) âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma, vücûdundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve sûretler, birer şahiddir. Zira, herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgâhından çıkan birer lâtif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki, kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizât-ı kudreti bina ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek; bütün vâkıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur. Hem, herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan ( açıkça ) gösterir. Evet, hangi zîhayata ( canlıya ) bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sûreti, o şekli almak; ya, hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı ma’nevî ile kudret-i ezeliyye, o sûreti, o şekli biçip giydiriyor.
Meselâ: Sen, şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; câmid (ölü), sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında ( büyüyüp gelişmesinde ) hareket eder. Bâzı eğri büğrü hudutlarda, meyve ve faidelerin yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder ( durur). Sonra, başka bir yerde, büyük bir gayeyi tâkib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı ma’nevînin ve o mikdarın emr-i ma’nevîsiyle zerreler hareket ederler. Mâdem, maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla ( zamanaşımıyla ) giydikleri sûretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizâm-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyyenin ( yaratma emirlerinin ) ünvanı olan “Kitab-ı Mübîn”den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübîn”den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var.
Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek.
Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizâmlı birer kaderî mikdarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücûdundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.
Şimdi; vücûdundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı ( hayat macerasının ) yazıldığına delil ise; âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insândaki bütün kuvve-i hâfızalar ( hafıza güçleri ) birer şahiddir, birer emâredir.
Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı ( hayata dair takdirler ), onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsânın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı mâziyyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir sûrette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insânın sahife-i a’mâlinden küçük bir sened istinsah ederek, insânın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem, tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde ( karışıklığında) beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor ( bakileştiriyor). Hem, beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânilerin mânâlarını onlarda yazıyor…
Elhasıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtat hayatı, bu derece kaderin nizâmına tabidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insânîyye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet, nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar ( sızıntılar ) su menbaını gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücûduna işaret ederler. Öyle de: Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizâm-ı maddî olan bedihî kader ve intizâm-ı ma’nevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senedleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler (spermler), tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller; bilbedâhe “Kitab-ı Mübin” denilen irade ve evâmir-i tekviniyyenin defterini ve “İmam-ı Mübin” denilen ilm-i İlâhînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.
Netice-i meram: Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında; zerreleri, eğri büğrü hudutlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hudutların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin mikdar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte: meşhud, bedihî kader, o zîhayatın ma’nevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntâzam meyvedâr hudutları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret; o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar.
Mâdem maddî ve ma’nevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hudutlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyyen anlıyoruz. Elbette herbir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünki: Sergüzeşt-i hayatı, bir intizâm ve mizan ile cereyan ediyor. Sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Mâdem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübrânın hâmili olan insânın sergüzeşt-i hayatiyyesi, herşeyden ziyâde kaderin kanununa tâbidir.

Bu Mebhasta Said Nursi, her şeyin vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığına dair bir ön giriş yapıyor. Her ağaçtan önce, onun plan ve projesi manasında bir çekirdek ve içine ruh konulur. Bu ilmî ve sabit yapıya “ Hakikat ” deniliyor. Hakikatin, kudret ve irade ile birleşmiş haline ise “ Hakk ” adı verilir.
Risale-i Nur ve mantık bilimi okumaları için bir anahtar bir bilgi olması ve alt yapı oluşturması için birkaç kavramı izah etmek gerekiyor:
İlim, sabit bir şekilde tecelli edince “ Hakikat ” ortaya çıkar.
Kudret, sabit bir şekilde tecelli edince “ Vücud ” ortaya çıkar. Değişken şekilde tecelli edince “ Kevn ” olur. Kâinat ( oluşanlar ) tabiri bu manadadır.
İrade, sabit bir şekilde tecelli edince “ Zâtiyet ” ve “ Zât ” ortaya çıkar.
Bu manada mahlukattan irade sahibi canlılardaki Hakikat, İlm-i İlâhîye; Vücud, kudret-i İlâhiyeye; zâtiyet ve zât boyutu ise İrade-i İlâhiyeye dayanır.
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz ” ( Tekvir suresi, 29 ) âyeti, insandaki zâtiyet boyutunun kaynağını ve sınırlarını gösterir.
Yaratan hiç bilmez olabilir mi? O her şeyin öz ve hakikatini bilen Latîf, vücuda gelmiş halinin farkında olan Habîr’dir ” ( Mülk suresi, 14 ) âyeti ise, mahlukattaki hakikat yönünün kaynağını bildiriyor.
Onlar hiçbir şey yaratamazlar bilakis kendileri yaratılıyorlar ” ( Nahl suresi, 20 ) ve “ Onlar kendi kendilerini mi yaratmışlar? ” ( Tur suresi, 35 ) ayetleri ise mahlukatın vücud yönlerinin kaynağını bildirir.
Mülk suresi 14. Âyetteki Latif ve Habir isimleri, vücudundan evvel yazılma ve vücudundan sonra yazılmayı 2 isimle anlatıyor. Ruhun yaratılmasını, Latîf ismiyle; hayatın yaratılmasını ise Habîr ismiyle bildiriyor. Her iki isim de ilim sıfatından kaynaklanıyor diye ilim erbabı kabul ediyorlar. Âyet şöyle de anlaşılabiliyor: “ Uyanın! Dikkat edin! Yaratan yarattığı şeyi bilmez olabilir mi? Yaratma bildiğini bildirmedir; tatbikî bir öğretmedir. ”
Said Nursi’nin gösterdiği âyette Kitab-ı Mübîn kullanılmış. Âyetteki “ ratb ” ( yaş ) ve yâbis ( kuru ) tabirleri şöyle eşleşiyor:
Ratb, kudret feyzi ile sulanarak büyüyen ve vücuda kavuşan, hakikat şeklinde proje halindeki ağaçtan hak şeklinde fiilî haldeki ağaca yükselen çekirdeğin halini ifade ediyor.
Yâbis ise, ilim nuru ile hazırlanan ve büyümek için emr-i İlâhîyi bekleyen ve irade-i İlâhiyenin uygun görmesiyle büyüyebilen ölü ve uyuyan hali ifade eder. Rahmet yağmuru yağınca yeşeren toprak gibi kuru bir çekirdeği göze gösterir.
Burada çekirdek ve ağaç her ikisi de kudret sıfatıyla yaratılır. Fakat çekirdeğin içindeki ağaç açısından bir potansiyel hal olduğundan büyüme gerekir. Bu açıdan Kur’an, Kitab-ı Mübîn tabiri kullanmış. Çekirdek de, ağaç da bir vücuda sahip oldukları için… Hatta “ Göklerin ve yerin yaratılış gününde ayların 12 olacağı ve 4 tanesinin haram ay olacağı Allah katında bir Kitab’da yazılmıştı ” ( Tevbe suresi, 36 ) demesi gösterir ki, kâinat da bir maddi çekirdekten inkişaf ettirildi. Eğer maddi vücud öncesinde bu çekirdek ve ağaçların yaratılacağının Kader tarafından yazılmış olmasından bahsedilecek ise, o durumda Kur’an, İmam-ı Mübîn tabiri kullanır.
Vücudundan evvel yazılı olmaya Bediüzzaman, cansızlardaki mebadi denilen altyapılar, canlılarda bütün çekirdekler, yumurtalar ve üreme hücreleri şahid olduğu gibi, onlardan ortaya çıkan mekadir ve suretler delildir, der. Mekadir, cansızların mebadisinden ortaya çıkan belirli bir ölçüdeki her nesne demektir. Güneş, ay, gezegenler, dağlar, bulutlar v.s. her şey belirli bir ölçü ve hesaplamaya dayanarak Mukaddir isminin şekillendirmesiyle bir biçim, büyüklük ve ağırlık sahibi oluyor. Eğer belirli bir ölçü, plan ve programa dayanmasaydı, kargaşa ortaya çıkardı. Bu durum gösterir ki, cansızların dahi bir Kader programı vardır. Buna da mebadi denilir. Canlılardaki ölçüyü ise, sureti yani görüntüsü gösteriyor. Her bir suret, menşeinde onun Kader tarafından takdir edildiğini ve o planın uygulaması olduğunu gösteriyor. Mühendislik diliyle söylersek, şu an gözle görünen bir Mercedes model arabanın önce en ince detayına kadar projesi çizilir; sonra sanayide o proje tatbikata geçirilir ve ortaya araba çıkar. İşte Kader, projedir; Kaza, tatbikattır. Proje halindeki araçtan binerek istifade edemeyiz; fakat gözle görünür hale gelince yıllarca istifade edebiliriz.
Vücudundan sonra yazılmanın alameti ise nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz… Said Nursibu delilleri yeterince izah etmiş ve açık.
Bu kısımda Bedihî Kader ve Nazarî Kader ayrımı var. Bu kısım insan açısından çok önemli.
Bedihî Kader, bizim kalıbımızın kaderidir; cismimizin ömür boyunca geçireceği şekillerin, tamamıyla belirli bir ölçü ve tartı dahilinde olduğunu bildirir.
Nazarî Kader, bizim kalbimizin ve maneviyatımızın kaderidir. Burada da istidadlarımız ölçüdür. Onları takdir eden Allah’tır. O istidada göre manen vazifelendiren de Allah’tır. Her şeyden vazifesini yerine getirdiği durumda râzı olan Odur. İstidadı üstünde bir vazife o kuldan istemez. Kulun istidadı onun yaratılış vazifesidir. Asıl iş, kendi istidadını keşfedip onun inkişafı için çalışmaktır.
Bedihi Kader, bizdeki Zâhir isminin tecellisidir. Nazari Kader ise, Bâtın isminin tecellisidir. Allah her iki Kader ile bizi bildiğini ve hayatımızın maddi-manevi her cihetini kuşattığını hissettiriyor. Mesela rüyalar, Nazari Kader’den gelen takviyelerdir. Mikail (AS) Rezzak isminin hizmetkârı olarak, mahlukatın ve bizlerin Bedihî Kaderimize hizmet eder. Cebrail (AS) ise, vahiy ve ilhamdaki hizmetleriyle mahlukatın ve bizlerin yaratılış vazifelerimizi ifade ederek, Nazari Kaderimize hizmet eder. Sahabelerden Hassan bin Sabit, şair fıtrattaydı. Efendimiz’in (ASM) şairiydi. Din düşmanlarını eleştiren şiirler söylerdi. Hz. Peygamber (ASM) Ona şöyle dua etmiştir: “ Ya Rabbi, Hassan’ı Ruhul-Kudüs ile takviye et ” Demek biz de fıtratımızın gereğini yapsak Cebrail’den de destek alırız, Azrail’den de; Mikail’den de İsrafil’den ( Aleyhimüsselam ) de…
Vücudundan sonra her şey yazıldığının somut delilleri, bütün şuur sahiplerindeki hafızalar, ağaçlardaki meyvelerin içindeki çekirdekler, kainatta Levh-i Mahfuz denilen muhafaza kaynağıdır.
Kısacası insan hayatı, başlangıç ve son itibariyle, yani menşei ve meyvesi ile bir hıfz altında… Her şeyi önceden yapılabilecek şeyler manasında yazılmış, sonradan yapılan şeyler olarak tekrar yazılıyor. Kader defterimiz, Kaza defterine dönüşmeye burada başlıyor ve ebediyen devam edecek…
İnsanı mes’ul eden, Kader yazıları değil; Kader’e o yazıları yazdırtan tercihler ve tercihlerle oluşan takdirlerdir. Bu manada Allah, bizim irademizle neleri tercih edebileceğimizi, hatta neyi tercih edeceğimizi bildiği için onu Kader olarak yazar. Fakat biz bu yazıyı bilmeyiz. Bu yazıyı Allah gaybın gaybı manasında kimseye bildirmez. Tâ ki imtihan tam tahakkuk etsin. Bu açıdan Kader’e İman, İman rükünlerinin en zoru ve anlaşılması en zor olanıdır. Çoğu kişinin ayağı burada kayıyor. Diğer İman rükünleri oturmadan Kader bahsi anlaşılamaz. Allah’ı tanımadan, Onun ilmini bilmeden, Onun hikmet ve rahmetini kavrayamayan birisi Kader mantığını anlayamaz. Hep şunları söyler: “ Madem ne olacağını biliyor, o zaman niye yaratıyor? Madem günah işleyebileceğimizi, hatta işleyeceğimizi ve tercih edeceğimizi biliyor, neden günah işleme imkânı tanıyor? Madem günah işlememize imkan tanımış, o halde günah işlememizi mi istiyor? Madem işlememizi istemiyor neden böyle bir imkan veriyor v.s. ”
Evet Allah, hayra ve şerre açık bir irade vermekle, insan iradesini tam hür kılıyor. Aksi takdirde şerri tercih edemeyen bir irade tam hür olamazdı. Allah ateşi yaratır, istifade edilsin diye; fakat ateşten dikkatsizliğiyle, akılsızlığı ve cehaleti dolayısıyla zarar görüldüğü de bir hakikat… Allah ateşi yarattığında her iki ihtimal kapısının da açılmasını istediğini gösteriyor. Yanabilmeni ister ama yanmanı istemez. Cehennem’e girebilmeni ister fakat girmeni istemez. İstemediği için 124.000 peygamber gönderir; 124.000.000 evliya ve daha fazlasıyla alim gönderir. Kâinatı sanat harikaları, rahmet hediyeleri ve kudret mucizeleri ile doldurur. Fakat görmek istemeyen görmez, duymak istemeyen duymaz. Onlara duymama, duyamama, görmeme, görememe lüksü ve imkanı da tanır ki, gerçekten Hak ve Hakikate talip olanlar ortaya çıksın. Ve insan bütün tercihlerinden tam mes’ul olsun.

İNSAN İRADESİNİ EMZİREN ANNE: “ KADER ” ( 4 )

İnsan İradesini Güçlendiren ve Zayıflatan Unsurlar

  1. Vecih: İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-ü ihtiyariyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibarîdir. Fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: “Ey abdim, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir.

Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-ü ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfarve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.

Bu kısmın mes’uliyet bahsini yeterince işledik. Sadece insan iradesinin güçlenmesi ile ilgili kısmı izah etmek gerekiyor. Bediüzzaman diyor:

Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-ü ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duaver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.

Said Nursi bu bölümde, insan iradesini meyillerin yönlendirdiğini; şer meyilleri arttıkça hayrı tercihin zorlaştığını; hayır meyilleri çoğaldıkça da şerden insanın uzaklaştığını vurguluyor. Bu noktada insanın şer meyilleri, insanın nefsinin potansiyel özelliklerinden çıkıyor; insanın hayır meyilleri ise, insanın kalbinin melek gibi potansiyel yapısından… Bu manada nefsi uyandıran, o yılanı insan iradesini yutan bir ejderha haline getiren bir ortamda bulunmak ve bu tarz kişilerle irtibatta bulunmak kişinin hayra kabiliyetini azaltıp günaha girişini kolaylaştırır. Tam tersine kalbini canlandıracak Kâbe ve Medine gibi bir ortamda yaşamak, Kur’an ve zikirle, ibadet ve tefekkürle meşgul olmak da ondaki hayır potansiyellerini uyandırır. İstidadlardan kabiliyetler, kabiliyetlerden de meyiller doğar. Meyiller çoğaldıkça, kişinin hayrı seçme veya seçmeme yönündeki iradesi esnemeye başlar. İşte bu noktada Üstad mütehassıs bir hekim olarak diyor:

Dua ve tevekkül, sendeki hayır potansiyellerini uyandırır; hayır meyillerini çoğaltır, iradene kuvvet verir. İbadetler, aşka yapılan zikirler, ihlasla yapılan sâlih ameller, nurlu tefekkürler, ilim ve hikmetler de aynı şekilde… Buna mukabil istiğfar ve tevbe ise, şer meyillerinin kaynaklarını kurutur. Nefsi ve benliği susturur. Onlardan akan pis suların önünü tıkar. İstiğfar, içteki kirli duygu ve arzuların silinmesini Allah’tan dilemek demektir. Tevbe ise, gittiği duygu ve düşünce yolundan dönmek demek… 99 kişinin katili olan adamın kıssası insandaki hayır ve şer meyillerinin uyanmasında toplumun ve sosyal çevrenin etkisini muhteşem bir şekilde anlatır.  Evet günahlar, insanın iradesini yaralar ve kan kaybettirir. Bu noktada takva, iradeyi koruması ile insanın hayrı tercih etmesini kolaylaştırır.

Bu dua ve tevekkül, itiğfar ve tevbe anahtarları ile kendimize yepyeni bir hayat sayfası ve Kader’den nurlu bir defter açabiliriz. Ne kadar kirli bir geçmişimiz de olsa… Bu açıdan yapılması gereken şey, değiştirme imkanımız olmayan geçmiş zaman ile uğraşıp durmak değil, tercihlerimize bağlı gelecek zamanı hayırla yaşamayı istemektir. Dua ve tevekkülle hayırlı niyetleri Allah’tan istemek; istiğfar ve tevbe ile, geçmişin içimizde bıraktığı izleri, günah yaralarını, onlardan çıkan vesvese ve şüphe kurtlarını Allah’ın temizlemesini istemektir.

Son devrin bir evliyasının bir şiirinde bu hakikati kısaca şöyle ifade eder:

Kimi tevbe eder asfiyâ olur

Kimi inad eder eşkıya gider.

Asfiya, âlimlik cephesi de bulunan evliya demektir… Yani dünün câni ve katili, yarının hem ilim ve irfan hem zikir ve aşk sahibi bir asfiyası olabilir. Tıpkı sahabeler gibi… Ama yanlışlarında inad ederse, Cehennemdeki yerini kendisi hazırlamış olur.