Etiket arşivi: eymen akça

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-5

Vahdet-i Zât ve Kesret-i Esma Sırları

Bir zâtın, zâtı bir ve tek olsa da ünvanları, isimleri çok olabilir. Dünya milletlerinde tarih boyunca görünen şirklerin ana kaynağı bu meseledir. Allah’ın isimlerini kendisinden kopuk, bir birinden kopuk ve ayrı algılamalarıdır. Yunanlılar aşk ve sevgi tanrıçası, Afrodit; hikmet ve bilgi tanrısı, Hermes; güzellik tanrıçası, Venüs v.s. isimlerle Allah’ın Vedud-Hakîm-Cemil isimlerini, aşk-hikmet-cemal sıfatlarını Onun zatından ayrı, birbirlerinden kopuk olarak düşünmüş ve görüp şirke düşmüşler. Cevşenü’l-Kebir ile Hz. Peygamber (ASM) bu konuda tespit yapıyor: “ Zât, bir ve tektir. Fakat çeşitli bağlantı ve yönler itibariyle 1001 ismi-ünvanı-sıfatı vardır. ” Örnek: Padişah misali… Padişah 1 tanedir. Fakat mülkiye denilen idarecilikte onun adı “ Sultan ”; hukuk ve adalet işlerinde ismi, “ Hâkim-i Âdil ”; askeriyede   “ Kumandan-ı A’zam ”; ilim sınıfı ile irtibatında “ Halife… ” Padişahın isim ve sıfatlarının çokluğu zâtı itibariyle bir ve tek olmasına halel vermiyor. Bilakis onun zatının ihtişamını ve büyüklüğünü gösteriyor. Çünkü Padişahı tanımak isteyen kişi, isimler ve ünvanların, sıfatların ve şuunatın kaynağı olarak padişahın mükemmel zâtını bulacak ve görecektir.

İsimler, Zâta ait bir hakikati ve zâtî cepheyi gösterse ve ifade etse de tam manasıyla Zât-ı Akdes’i ifade edemezler. Özellikle celal ve cemal ayrımı taşıyan isimler. Mesela Zât, ihya fiiliyle hayat verir, diriltir; fakat Zât-ı Akdes’in imate fiiliyle öldürüşü, Mühlik ismiyle helak edişi var. Bu noktada kemalî isim ve sıfatlar Onu anlatmada biraz daha ileri bir boyut ifade ederler. Kudret sıfatı ve Kadîr ismi gibi… Fakat kudret sıfatı ilim, basar ( görme ) ve sem’ ( işitme ) gibi sıfatlardan mahiyet ve özellik olarak ayrı olduğu için Zât’ı tanıtma ve bildirmede kemal bir sıfat olsa da yetersiz kalmaktadır. Bu açıdan İslam kelam âlimleri kudret, ilim, irade gibi sıfatları Zât-ı Akdes’in ne aynı ne gayrı diye ifade ederler. Yani Onu tam ifade edemediği için aynı değildir; Onsuz olamadığı ve Onun bir sıfatı olduğu için gayrı da değildir, derler. Bu noktada zâtî ve selbî sıfatlar olan vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, kıyam binefsihi Zâtı tam ifade ettikleri ve anlattıkları için “ Onun aynıdır ” diye tasnif ederler.

Hz. Peygamber (ASM) her ne kadar bütün isimler zâtî olmasa da hepsinin temelinde Zât’a dayandığını, Ondan feyiz, nur ve kuvvet aldığını Cevşenü’l-Kebir’de işler. Bu şekilde her isimden Zât-ı Akdes’e giden bir yol açar. Bu yönü 2 babda görüyoruz: 31. Bab ve 73. Bab…

Cevşen, İlâhî sıfat, isim ve fiilin zâtiliğini öğretecek şekilde bâb tasnif eder. Bu zâtiyet vasfı, en derin bir sır olduğu ve misli olmadığı için, kâinatta ve kullardaki sıfatların izâfîliğini ve cüz’îliğini nazara sunup Allah’ın sıfatları ve fiilleri böyle değildir, der. Bunu yapmaya mecburdur. Çünkü zâtiyet gerçek manasıyla sadece ve sadece Allah’a mahsustur. Kullardaki zâtiyet, izâfîdir. Yukarıdaki bölümlerde görüldüğü gibi, kul hem fâil hem mef’ûl iken Allah, sadece ve sadece Fâil’dir. Fiili Külli ve Kendisi Fail-i Mutlak olan tek bir zât var. Misli yok ki, başkası Ona misal olsun. Bu noktada 31. Bâb ve 73. Bâb, bu zâtiyet sırrını açıyorlar. Âfâki meşreb birisi için 31. Bâb “ izzet, latîfiyet, rakîbiyet, kaimiyet, hayat, melikiyet, beka, âlimiyet, samediyet ve kuvvet ” sıfatlarıyla zâtiyet dersi verilirken; enfüsî meşreb birisi için 73. Bab “ ehadiyet, ferdiyet, samediyet, vitriyet, rububiyet, ğınâ, sultâniyet, melikiyet, mevcûdiyet ” şeklinde zâtiyet daha derinden ders veriliyor.

İsimlerin İç İçe Tecellisi, Ehadiyet Goncası-Ferdiyet Gülü

Hakiki manada Zâtî isimlerden ve tecellisi de zâtî tecelli olan Ehadiyet, hilkatin zaruri bir gereği olarak her nesnede, fakat canlılar dünyasında ve her bir canlıda bilfiil olarak kendini gösterir. Bu ciheti Hz. Peygamber (ASM) keşfettiği için Cevşen’de 3 bâbda bu meseleyi işler: 35. Bab, 11. Bab ve 65. Bab… İlk bab insanlar arası bağları inşa eden Ahde Vefa meselesinde; ikinci ve üçüncü bablar ise Kişisel Ömür’de…

Cevşen’deki bu bölümlerde bir faaliyet veya varlık için gerekli diğer fiiller, isimler ve sıfatlar zikrediliyor. Tâ ki bir fiil, diğer fiillerle örülmüş bir gonca gibidir bilinsin diye. Bu bakış aynı zamanda Ehadiyet dersidir de… Çünkü Ehadiyet tecellisi, bütün fiil ve sıfatları da içinde barındırır. Cevşen’in 35. Bâbı böyle bir derstir. Şöyle der: “ Yâ men hüve fî ahdihî vefiyy * Yâ men hüve fî vefâihî kaviyy * Yâ men hüve fî kuvvetihî aliyy * Yâ men hüve fî uluvvihî karîb… ” ( Ey ahdinde, vefalı olan * Ey vefâsı içinde kuvvetli olan * Ey kuvveti içinde yücelik taşıyan, ulvî olan * Ey ulviyet ve yüceliği içinde yakın olan… ) Bu şekilde 35. Bâb 10 hakikati bir tek  “ ahde vefâ ” nın içinde okutur ve hakikatler arasındaki telâzumu ders verir. Bu 35. Bâb şu 11 hakikati iç içe sunar: “ Taahhüd, vefâ, kuvvet, ulviyet, kurbiyet, latîfiyet, şeref, izzet, azamet, mecd ve hamd.

Cevşen’deki diğer bölümde Hz. Peygamber (ASM) kendi geçmişini ve hayatını okur. Bu enfüsî okumayla, Ehadiyet-i İlahiyenin tecellisini kendi dünyasında katmer katmer keşf eder. 11 ve 65. Bâblar bu şekildedir.

  1. Bab’da der ki: “ Yâ men halakanî ve sevvânî * Yâ men rezakanî ve rabbânî * Yâ men et’amenî ve sekanî * Yâ men karrabenî ve ednânî * Yâ men asamenî ve kefânî … ” ( Ey benim cismimi yaratan ve güzelce düzenleyen * Ey beni rızıkla yaşatan, terbiye edip büyüten * Ey beni yedirip içiren ve güzelce yaşatan * Ey beni Kendisine yakınlaştıran ve Kendisi de bana yakınlığını hissettiren * Ey beni koruyan ve bana kâfi gelen… )
  2. Bâb ise, Ehadiyetteki teselliyi ve Allah’ın kuluna kifâyetini ders veriyor: “ Yâ ıddetî ınde şiddetî * Yâ recâî ınde musîbetî * Yâ mûnisî inde vahşetî * Yâ sâhibî ınde ğurbetî * Yâ veliyyî ınde ni’metî… ” ( Ey şiddet ve zorluk anında hazırlığım * Ey musibet zamanında ümidim * Ey yalnızlık zamanımda sıcacık gönüldaşım * Ey gariplik ve gurbet anımda sâhibim ve * Ey nimetler içinde dostum… )

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-4

Esma-yı Hüsna ve Yaratılış Sistemi

Varlık âlemi ve canlılar dünyası, daimi bir oluş ve bozuluş, diriliş ve ölüş ile İlâhî icad ve idama, ihya ve imâteye tabidirler. Bu faal halinden dolayı bütün yaratılış âlemi “ kâinat ” ( oluşanlar ) şeklinde ifade edilmişler. Kâin, olan ve oluşan demektir. Bu ise “ tekvin ” fiiline ve “ Kün ” ( Ol! ) emr-i Rabbanisine dayanır. İlâhî irade ilimle takdir eder; her mahiyeti bir çekirdek kılar. “ Kün ” emr-i İlahisiyle onun varlık ve diriliğini emreder. O mahiyet ise, İlahi kudret-irade-ilim ile bir oluşuma girer. Yasin Suresi bunu şöyle ifade eder: “ İnnemâ emruhu izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün ve fe yekün ” ( Onun işi, yönetimi ve emri, bir şeyin varlık ve diriliğini irade ettiği zaman “ Ol ” demekten başka bir şey değildir. O şey hemen oluşmaya başlar. )[1]

Bu noktada her hakikat ve mahiyet, cüz’î; İlahî emir ve fiil, külli; Fâil ise, Mutlak’tır. Çünkü aynı fail aynı anda yerin derinliklerinde mağmayı kaynatırken, göğün derinliklerinde büyük yıldızları kaynatıyor. Aynı fail, bir sineğin doğumla gözünü açtığı gibi, bir bahardaki bütün canlıların gözünü, bütün asırlardaki maddi ve manevi gözleri de açar. Bu manada İlahi fiiller mekân boylamı ve zaman enleminde ezelî ve ebedî, cüz’î ve küllî boyutta kendini gösterirler. Bu noktada Hz. Peygamber (ASM) Cevşenü’l-Kebir duasında Arapça gramer kuralları çerçevesinde, külli bir tevhidi ders veriyor, diyebiliriz.

Cevşen bazen bir fiil neticesinde ortaya çıkan 3 hakikati nazara sunar: Fâil-Fiil-Mef’ûl… Yani Etkileyen-Etki-Edilgen… Bu şekilde, Fâil-i Mutlak ile Fiil-i Küllîyi ve Mef’ûl-u Cüz’îyi zihinde tasnif eder. Bunların aynı olmadığını fakat birbirinden ayrı da düşünülemeyeceğini nazara sunarak Tevhid dersi verir. Bu tevhidi, “küll-ü şey” seviyesinde en azametli olarak zihne açar. Cevşen’in 10. Bâbı 10 hakikat noktasında bu Tevhid’i ders veriyor.

Mesela 10. Bâb der: “ Yâ Sânia külli masnû’ * Yâ Halıka külli mahlûk * Yâ Râzıka külli merzûk… ” ( Ey bütün sanat eserlerinin San’atkârı * Ey bütün yaratılmış ve maddeten yapılmışların Yaratıcısı * Ey bütün rızka muhtaçların Rızık Vericisi…  ) 10. Bâb san’ât, hilkat, rızık, mâlikiyet, keşf-i bela, ferec, rahmet, nusret, setr ve iltica hakikatleri noktasında Tevhidi ders verir.

Buna mukabil 46. Bâb ise, kâinatta izâfî fâil ve Hakiki Fâil görüntüsünün olduğunu bildirir. Hakiki Fâil’in, Mutlak Fâil olduğunu ve onda zerre miktar Mef’ûliyet ( Fiile uğrama ve tesir altında kalış ) olmadığını ders verir. Kullarda ise, fâil-mef’ûl cephesinin var olduğunu öğretir. Kulların mef’ûliyet noktasında mutlak, fâiliyet noktasında cüz’î oluşunu öğretir. Bu noktada der: “ Yâ Ğâliben ğayre mağlûb * Yâ Sânian ğayre masnû’ * Yâ Halıkan ğayre mahlûk * Yâ Mâliken ğayre memlûk… ” ( Ey mağlub olmaz Ğâlib * Ey sanat olmayan Sâni’ * Ey yaratılmamış ve yapılmamış Yaratıcı * Ey mülk edinilmeyen Mâlik… )

Fâil-i Hakiki’nin kâinattaki tasarrufunun Fiil-i Küllî ile oluşunu anlatma sadedinde 97. Bâb konuşur ve der ki: “ Yâ men lâ yuşğiluhu sem’un an sem’ * Yâ men lâ yemneuhu fi’lün an fi’l * Yâ men lâ yülhihü kavlün an kavl * Yâ men lâ yuğallituhu sualün an sual… ” ( Ey bir şeyi işitmek başka bir şeyi işitme noktasında Kendisini meşgul etmeyen * Ey bir fiili yapmak başka bir fiili yapmaktan Kendisini engellemeyen * Ey birisine söz söylemek Kendisini diğer kişiye söz söylemeden çelmeyen * Ey birisinin dileğini yerine getirmek diğer birinin isteğini verme konusunda Kendisini yanıltmayan… )

Esma-yı Hüsna ile Aynı Hakikate 2 Yönlü Mazhariyet

Fâil-mef’ul bağlamında aynı hakikat 2 yönlü olarak görünür. Şuur ve irade sahibi olanlar ilim ve irfan ile hakikati idrak edip ona göre bir hayat yaşamaya başladıklarında Cenab-ı Hakk ile aralarında bir devr-i daim tecellisini tahakkuk eder. Bu şekilde kul, beka ve ebediyetini tescillediği gibi Rabbi ile arasında birebir bir münasebeti his bazında da yaşamaya başlar. Hz. Peygamber (ASM) bu özel boyutu iman ve ameliyle elde eden müminlerin mazhariyetini Cevşenü’l-Kebir duasının sonlarında bir zirve mahiyetinde işler.

Bu noktada Cevşen aynı fiilin Vâhidiyet ve Ehadiyet cepheleriyle, kulların dünyasında tahakkukunu ele alır. Bu noktada, Tevhidi bilerek yaşayan bir kişinin o fiilinin İlâhî bir fiil sayıldığını bildirir. Fakat Vâhidiyet ve Ehadiyet farkını belirtme sadedinde, bu huzûr halini yaşayan kişinin aynı fiil noktasında 2 makamı yaşadığını ifade eder. Cevşen’in 94. Bâbı bu Tevhid-i Hayat’ı ifade eder.

Mesela der: “ Yâ hayre Zâkirin ve Mezkûr * Yâ hayre Şâkirin ve Meşkûr * Yâ hayre Hâmidin ve Mahmûd * Yâ Şâhidin ve Meşhûd… ” ( Ey karşılık veren Şâkirlerin ve Kendisine karşılık verilen Meşkûrların en hayırlısı * Ey hatırlayan ve bağ kuran Zâkirlerin ve Kendisi anılan Mezkûrların en hayırlısı * Ey öven Hâmidlerin ve Kendisi övülen Mahmûdların en hayırlısı * Ey gerçeğe şehâdet eden Şâhidlerin ve Kendisinin gerçekliğine şehadet edilen Meşhûdların en hayırlısı… ) Bu noktada kâmil bir insan, küllî ve mutlak manada, “ mezkûr ” dur; cüz’î ve mukayyed olarak hakka “ zâkir ” dir. Allah, zâkir iken kul mezkûr olur. Kul Allah’ı zâkir iken, Allah mezkûr olur. Bakara Suresi 154. âyet der: “ Fezkurûnî ezkurkum ” ( Siz Beni, cüz’î , fânî ve mukayyed zikredin, Ben sizi Mutlak, Baki ve Külli zikredeyim. ” Bu zikrin kula kazandırdığı kıymete işaret sadedinde hemen der: “ Veşkürû lî velâ tekfurûn ” ( Ve bana şükürle karşılık verin ve asla nankörlerden olmayın. Sizi zikretmem, sizin için ebedî nimet ve bâkî kıymettir. )

Kulun zikri, mutlak ve küllî olmadığı için Allah, gerçek manasıyla Mezkûr olamaz. Allah’ın mezkûriyeti, Kendi Kendisini zikretme manasında ancak olabilir. Kul, ancak Allah’ın tecellisini zikredebilir. Bu manada Resûlullah (ASM) mi’raçta “ Ben Seni hakkıyla zikredemedim. Edemem de zâten… Ben, Seni cüz’î ve mukayyed zikrettim. Oysa Sen, Zâkir-i Mutlak ve Mezkûr-u Mutlaksın. Hem fiilin de Küllîdir. Seni Sen zikredebilirsin. Senin Seni zikrin de mutlaktır ” diyerek kendi aczini itiraf etmiş ve fiili Allah’a havale etmiştir. Bu bölümde ise, ebedî bir sırrın keşfini açıyor:

“ Ey insan! Zihnen ve fikren cüz’î isen de, hissen ve kalben mutlakıyete açıksın. Niyetini saflaştırıp sadece Allah’ın rızası ve muhabbetini kazanmak için zikir yaparsan o zaman senin kalbinden Allah Kendisini zikreder. Bu zikir, mutlak bir hisle olduğu için Allah, senin dilinde zâkir, Kendi Zâtında ise mezkûr olur. Bu zikir, mutlak ve küllî kıymet alır. Hak razıdır.

Bu zikrin yapılış tarzını ise, 74. Bab açıyor, diyor ki: “ Yâ men hüve zikruhu şerefün li’z-Zâkirîn * Yâ men hüve şükrühü fevzün li’ş-Şâkirîn * Yâ men hüve hamduhu fahrun li’l-Hâmidîn… ” ( Ey Kendisini zikretmek, Onu zikreden için ebedî şeref olan * Ey Kendisine şükretmek, Ona şükreden için hakiki kazanç olan * Ey Kendisine hamd etmek, Onu hamd ile öven için ebedi iftihar olan… ) 74. Bâb, bu zikrin, maddi-manevi her hangi bir karşılık beklenilmeden yapılmasını söylüyor ve diyor ki:

Senin, bütün benliğinle, maddi-manevi, dünyevi-uhrevi herhangi bir beklentiye girmeden Allah’ı zikretmen var ya işte o, mutlak değerde bir fiildir. O fiil esnasında sende Allah tecelli eder. Senin benliğinden O Kendisini zikreder, Kendini sena eder. Sakın maddi-manevi bir beklentiye girerek bu fiili küçültme… Senin bu zikrin, eğer bilirsen, gerçek şereftir. Maddi-manevi zenginlikle başka bir şeref ve yüksek mevki arama… Allah’a aynalıktan daha büyük şeref yoktur. ” Sonra bu bâb, şükür ve hamd için de aynı boyutu öğretiyor, hakiki şükür ve hamdin özelliklerini bildiriyor.

Bu noktada Kur’an Enfal suresi 17. ayette, “ O müşrikleri öldüren siz değildiniz. Velâkin Allah öldürdü. Ey Muhammed, sen atmadın, attığında… O bir avuç toprağı her müşrikin gözüne atan, Allah’tı ” diyerek Tevhid-i İmâte’yi ders veriyor. Hem Resulullah’ın hem de Sahabelerin tamamının o savaşta Rıza-yı İlahiye ve Muhabbetullaha mazhar olduklarını bildiriyor.

[1] Yasin suresi, 82.

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-3

Cevşen’de Nur ve Hayat Hakikatleri

Hz. Peygamber (ASM) yaratılış âleminin merkezi konumda olan hayata, hayatın kaynağı olan ruha ve ruhun özü olan nur hakikatine ehemmiyetine binaen Cevşenü’l-Kebir duasında 2 bab ayırmış ve bu hakikatleri kuşatarak zihinlere sunmuştur: 47. Bab ( Nur   Bahsi ) ve 69. Bab ( Hayat Bahsi )

47 ve 69. Bâblardan her birisi, doğrudan doğruya 2 hakikati bütün yönleriyle ele alıyorlar: Nur ve Hayat… Her yönden ele aldıkları için Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın bütün yönlerine dair ifadeler var. Bir şeyi gerçek manada bilmek onun evvel-âhir-zâhir-bâtın yönlerini bilmekle olur. Yani “ Nereden gelir, menbaı nedir? ” ( Evvel ) “ Nereye gider, hedefi ve faydası nedir? ” ( Âhir ) “ Necidir, ne vazife görür? ” ( Zâhir ve Bâtın ) Bu 4 cihet, bir meseleyi ihata etmeye vesile olur. İhata ise, ilim hakikatinin en temel sırrı ve olmazsa olmaz gereğidir.

Bu noktada mesela: 47. Bab nûr hakkında şöyle der: “ Yâ nûren kalbe külli nûr * Yâ nûren ba’de külli nûr * Yâ nûren fevka külli nûr * Yâ nûren leyse mislehu nûr ” ( Ey bütün nûrlardan önce var olan, Ezelî Nûr * Ey bütün nûrlardan sonra da var olan Ebedî Nûr * Ey bütün nûrlardan üstte zâhir olan Hakiki Nur * Ey hiçbir nûr Kendisinin misli olmayan Mutlak ve Hak Nûr )

Buna benzer olarak 69. Bâb hayat hakkında şöyle der: “ Yâ hayyu kalbe külli hayy * Yâ hayyu ba’de külli hayy * Yâ hayyüllezi lâ yübihuhu şey * Ya hayyullezî leyse kemislihî hayy ” ( Ey bütün hayat sahiplerinden önce diri olan Hayy-ı Ezelî * Ey bütün canlılardan sonra da diri olan Hayy-ı Ebedî * Ey hayat-ı zâtiyesiyle hiçbir şeye benzemeyen Hayy-ı Kayyum * Ey Kendi diriliğinin misli olmamakla tanınan Hak, Mutlak ve Lâyemût Hayat Sahibi )

İlâhî Fiiller ve Sıfatların Farklı Boyutları

Cenab-ı Hakk’ın fiilleri, isimlerine ve sıfatlarına dayanır. Sıfatlar ve isimlerdeki celal, cemal ve kemal, kâinatta tecelli eden dar ve geniş çerçeveli fiillerde kendilerini gösterirler. Bu noktayı Hz. Peygamber (ASM) fark etmiş ve Cevşenü’l-Kebir’de 6 babda işlemiştir. Bu manada Cevşen bazen fiillerin ve sıfatların celal ve vâhidiyetini ele alırken, bazen de aynı fiil ve sıfatların cemal ve ehadiyet yönlerini kullanır. Fakat bunu Arapça’ya has bir dil keşfiyle yaparak Kur’anın benzer âyetlerinin anlaşılmasına dair bir anahtar verir. Bu manada Cevşen’de bir fiil, sıfat ve hakikatin Celal ve vâhidiyet yönü, “ Fâil vezni ” yledir. Şâhid ismi ve şehadet fiili gibi… Fakat aynı fiilin Cemal ve ehadiyet yönü, “ Feîl vezni ” yledir. Şehîd ismi ve şehadet fiili gibi… Cemal ve Ehadiyeti, kişi bizzat kendi üzerinde temaşa edip yaşarken; Celal ve Vâhidiyeti dış dünyada görüp seyredebilir. Bu noktadan celal ve Vâhidiyeti temel alan Bab, baştan sona kadar Fâil vezniyledir. Cemal ve Ehadiyeti temel alan Bab baştan sona Feîl vezniyledir.

Mesela 37. Bâb, “ Sana Senin Kâfî, Vâfî, Şâfî, Muâfi, Âlî, Dâî, Râdî, Kâdî, Bâkî, Hâdî isimlerinle yalvarıyorum ” diyerek, maddi ve manevi her türlü ateşten kurtulmayı istiyor.

21. Bâb ise “ Sana Senin Aliyy, Vefiyy, Veliyy, Ğaniyy, Meliyy, Zekiyy, Radiyy, Bediyy, Hafiyy, Kaviyy isimlerinle yalvarıyorum ” diyerek manevi ateşlerden halas kılınmayı talep ediyor. Dikkat edilirse ulviyet, vefâ ve rıza fiili ve sıfatları ortaktır.

Bu manada 9. ve 33. Bâblar, celâl ve Vâhidiyet-i fiil; 68. ve 76. Bâblar, cemal ve Ehadiyet-i fiil üzere nazmedilmişler.

Bu nebevî anahtarı bildirmek için Kur’an aynı âyette Âlim ve Âlim isimlerini kullanır:  “ İnnallâhe âlimu ğaybi’s-semâvâti ve’l-ardi innehu alîmun bizâti’s-sudûr[1] Hem Kur’an “ Âlimü’l-ğaybi ve’ş-şehâdeh[2] der. Dikkat edilirse Kur’an kâinatı ğayb ve şehâdet; şehadet âlemini ise semâvât ve ard diye ikiye ayırıyor. Akabinde âlemlerin ğaybiyet ve şehâdiyet boyutları içinde ortak hakikatleri, kanunları ve temel değerleri ile bilinmesi manasında “ Âlim ” ismini kullanıyor. Buna mukabil canlılar ve özellikle irade sahibi insanların iç dünyalarındaki niyet, arzu, duygu ve iradelerinin bilinirliğini “ Alîm ” ismiyle ifade ediyor. Bu mesele iyi anlaşılırsa felsefecilerin “ Cüz’iyyata ilm-i İlahi taalluk etmez[3] sözünün Kur’an tarafından cevaplandırıldığı görünür. Madem yaratmak, ilme dayanır; “ Bilen, yaratabilir. ”[4] O halde olmuş, olabilecek her şeyin ilm-i İlahîde muayyen olması aklen zaruri ve vicdanen muhakkaktır. Gelecekten haber veren sembolik veya net rüyalar da buna birer şahiddir.

Esma-yı Hüsna’da Kemal ve Müminlerin Mazhariyeti

Esma-yı Hüsna, kâinatta celal ile âfâkta, cemal ile enfsüte kendilerini gösterirler. Fakat ilim ve şuuru, iradesi ve tevekkülü ile kâinat ve âfâk ile enfüs dünyasını barıştırmak ehl-i imana has olduğu için kâinat sistemiyle barışık yaşamak ve kâinattaki güzelliklere vâris olmak ehl-i islama mahsustur. Bu noktada Esma-yı Hüsna’nın celal içinde cemal, cemal içinde celal şeklinde tecellilerine ehl-i iman ve ehl-i İslam mazhar olduğunu Hz. Peygamber (ASM) Cevşen’de 2 babda kodlar: 41. Bab ve 64. Bab… İlk bab celali, diğeri ise kemali anlatır.

Bu noktada diyebiliriz ki, Cevşen bazen aynı fiilin Fâil ve Fa’al şeklinde iki halini ve veznini ele alarak isimleri ard arda sıralar. Tâ ki, Fiilin celali ve cemali 2 yönü hem birleşsin, hem de fiilin devamlılığı görünsün. Mesela, fâil vezni, sebepler sistemi üzerinde görünür. Fakat olağan-üstü yardımlarda görünmez ve söz söylemez. Orada Feîl vezni devrededir. Feîl vezni de belli şartlar talep eder. O şartlar yerine gelmezse, kişi o fiilden mahrum kalır. Buna mukabil Feîl vezni de, olağan hallerde devrede olmaz. Hep Feîl veznini yaşamak isteyen kişi, sebepler dünyasında tutunamaz. Buna binaen Fa’al vezni, yalnızca mü’minlerde ve özellikle has mü’minlerde görünür.

Cevşen’in 41. Bâbı Fâil vezniyle şöyle der: “ Sana Senin Ğâfir, Sâtir, Kahir, Kadir, Nâzır, Fâtır, Şâkir, Zâkir, Nâsır, Câbir isimlerinle yalvarıyorum ” der.

64. Bâb ise Fa’al vezniyle şöyle diyor: “ Sana Senin Ğaffâr, Settâr, Kahhâr, Cebbâr, Sabbâr, Rezzâk, Fettâh, Allâm, Vehhâb, Tevvâb isimlerinle yalvarıyorum. ” Dikkat edilirse mağfiret, cebr, kahır, setr ( örtme ) fiilleri ortaktır.

(Devam edecek…)

[1] Fâtır suresi, 38.

[2] Haşr suresi, 22.

[3] bk. el-Gazâlî, el-Munkızü Mine’d-Dalâl s. 46.

[4] Mülk suresi, 14.

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-2

İlâhî Fiiller, Sebepler ve Ötesi

Kâinat Rububiyet ve Rahmaniyet hakikatleri gereği daimî faaldir. Bu faaliyet-i daime içinde İlâhî isimler kendilerini icraatlarıyla ifade ederler. Fiiller ise, farklı boyutta farklı surette ve etkide kendilerini gösterirler. Hz. Peygamber (ASM) Cevşen duasının 2 babında bu cihet ve cepheleri ele alır: 28. Bab ve 58. Bab…

Cevşen’deki 28. Bab ve 58. Bablar, kâinatta hakikatlerin Vahidiyet ve Ehadiyet tarzında 2 şekilde yaşanıldığına işaret ediyor. Bu nokta-i nazarda bir insanın, diğer bir insanı veya nesneyi –sırf Allah rızası için- samimi ve sıcak bir şekilde sevmesi, o kişinin kalbiyle Allah’ın diğer kişiyi sevmesi sayılır. Sebepler, Allah’ın icraatlarında kullandığı perdelerdir. Eğer bütün sebepler iradelerini kötüye kullanıp o kişiden yüz çevirseler, o vakit sebepler-üstü tarzda İlâhî fiil devreye girer. Bu, Ehadiyet boyutu… Manevi terakki, her şeyden zihin-kalb-ruh noktasında yüz çevirip doğrudan doğruya Allah’a odaklanmakla başladığı için bu Ehadiyet boyutunu yaşamak bir manevi kader ve mecburî istikamettir. Bu yolculuğun son noktası mana-yı harfî ( tevhid ) ufkuna çıkıp sebepleri “Vahidiyet-i fiil” görme seviyesine yükselmek ve yine hususi manada “Ehadiyet-i fiil” boyunu da yaşamaktır. Ki bu, Vahidiyet ve celal içinde Ehadiyet ve cemali yaşama halidir. Bu seviye, Vahdâniyet ve kemal diye ifade edilir.[1]

Cevşen’in 28. Bâbı, manevi gelişme aşamalarında 10 hakikatin Ehadiyetine mazhariyeti ifade ediyor: “ İmâdiyet, senediyet, zuhriyet, ğıyâsiyet, hırziyet, fahriyet, ızziyet, muîniyet, enîsiyet, ğunyetiyet ” ( Yıkılmaz sağlam direk; zayıflamaz dayanak noktası; tükenmeyen azık kaynağı; darlıkta yetişen yardım; zordan kurtaran himaye; bâki fahr kaynağı; alçalmayan izzet; zayıfa yetişen yardımcı; ürkmüşe ve yalnıza sıcaklık veren yâren; ebedî zenginlik ve hazine Allah’tır. )

Cevşen’in 58. Bâb ise başka bir manevi gelişme yolunun aşamalarında yaşanacak 10 hakikati ders veriyor: “ Habîbiyet, tabîbiyet, mucîbiyet, şefîkiyet, refîkiyet, şefîiyet, muğîsiyet, delîliyet, kâidiyet ve râhimiyet.” ( Seveni olmayanın seveni; tedavi edeni olmayanın tedavicisi; taleb ve duası cevap görmeyenin cevap vericisi; şefkat edeni olmayanın şefkatçisi; arkadaşı olmayanın yumuşak arkadaşı; destekçisi olmayan zayıfların destekçisi; ihtiyaçlarda sıkışanın tek kurtarıcısı; hakikatten sapanın tek kılavuzu; hak yolunun tek yol göstericisi; rahmet edeni olmayanın rahmet edicisi yalnız Allah’tır. )

Cevşen’deki 28. Bab, âfâkî meşreb birisinin yolculuğudur; 58. Bâb ise, enfüsî meşreb birinin seyr u sülûkudur.

Duada Esmaü’l-Hüsna Kullanmak ve Duanın Makbuliyeti

Hz. Peygamber (ASM), canlılık mekanizmasının, varlığın ve kâinattaki her şeyin ve her olayın bir veya çok sayıda Esma-yı Hüsna’ya dayandığını tahkiken bildiği, gözüyle gördüğü için herhangi bir konuda dua yapacağı zaman o saha ile ilgili Esma-yı Hüsna’yı kullanırdı. Bu şekilde hem tevhidi ilan eder, hem Allah’ın ismini zikreder, hem talebesi olan sahabelere ders verirdi. Mesela Kur’anın verdiği ders-i hikmetle uyku ve ölümün mekanizmalarını bildiği ve gördüğü için “ Uyku, ölümün küçük kardeşidir[2] der; uyumayı bir ölüm, uyanmayı bir diriliş olarak kabul ederdi. Bu noktada Hz. Huzeyfe (RA) şöyle der: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem geceleyin uyumak istediği zaman elini yanağının altına koyar sonra da:

Allahümme bismike emûtü ve ahyâ( Allahım! Senin isminle ölür, senin isminle dirilirim ) derdi. Uykudan uyandığı zaman: Elhamdülillâhillezî ahyânâ min ba‘di mâ emâtenâ ve ileyhi’n–nüşûr.( Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah’a hamdolsun. Diriltmek sadece O’na mahsustur ) buyururdu.[3] Bu cihetten Hz. Peygamber (ASM) dua ve Esma-yı Hüsna birlikteliğini daima işlemiş; Cevşenü’l-Kebir’de 2 babı bu konuya ayırmıştır: 30. Bab ve 59. Bab…

Cevşen’deki 30. ve 59. Bablar, “istif’al vezni” nden yapılan talep ve duanın kabule mazhariyetini anlatıyor. İstif’al, bir şeyi yapmayı ve yapılmasını istemek demektir. Bu iki Bâb, garanti veriyor: “ Sen, o makbul talep ve duayı yap, mutlaka kabul göreceksin. ” Demek iş, Esma-yı Hüsna’da değil kulun istemesinde bitiyor. Yine bu iki bâb, enfüsî ve âfâkî iki meşrebin terakki kademelerini gösteriyor. 30. Bâb, âfâkî meşrebin terakkisini; 59. Bâb ise, enfüsî meşrebin inkişafını anlatıyor.

Âfâkî meşreb, Hz. Musa (AS) gibi, halktan kaçıp kendini koruma altına almak istiyor. Onun yolculuğu “ İsti’sam, istirham, intinsar, istihfaz, istikram, istirşad, istiâne, istiğâse, istisrah ve istiğfar ” dan geçiyor. ( Daimi korunmayı isteyeni koruyan; daimi rahmet isteyene rahmet eden; daimi zafer verici yardım isteyene yardım eden; daimi saklanmak isteyeni saklayan; ikram talep edene ikram eden; rüşde ermek isteyeni irşad eden; zayıflıktan yardım isteyene yardım eden; ihtiyaçtan sıkıntıya düşeni sıkıntıdan kurtaran; ağlayıp feryad edenin feryadına cevap veren; günahlarının silinmesini isteyeni bağışlayan Allah’ım! )

Enfüsî meşreb ise, Hz. İbrahim (AS) gibi, Allah ile yetinme talebine geçiyor. Onun yolculuğu “ İstikfâ, istihdâ, istiklâ, istid’â, istişfâ, istikdâ, istiğna, istivfâ, istikva, istivlâ ” dan geçiyor. ( Kendisiyle yetinmek isteyene kifâyet eden; Kendisinden hidayet isteyene hidayet veren; Kendisinin koruma şemsiyesi altına girmek isteyeni koruyan; Kendisine dua edeni Kendisine çağıran; Kendisinden şifa isteyene şifa veren; Kendisinden hükmünü ortaya koymasını isteyene cevap veren; Kendisinden zenginlik isteyeni ve Kendisiyle yetineni zengin eden; Kendisinden ihtiyaçlarının yapılmasını isteyene cevap veren; Kendisinden kuvvet isteyene kuvvet veren; Kendisinden dostluk talep edeni dostu kılan Allah’ım!)

(Devam edecek…)

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 20. Mektub.

[2] Beyhakî, Tirmizî, Taberânî.

[3] Buhârî, Daavât 7, 8, 16. Ayrıca bk. Müslim, Zikr 59; Ebû Dâvûd, Edeb 98; Tirmizî, Edeb 28; İbni Mâce, Duâ 16. Benzeri için bkz. 1459, 1461

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-1

Cevşen, lügat manasıyla, zırh demektir. Dua terminolojisinde ise Cevşen, kişiyi manevi etki, zarar ve baskılardan kurtaran koruyucu elbise demektir. Cevşenü’l-Kebîr, Hz. Peygamber’e (ASM) isnad edilen uzunca bir duadır. Hadis ulemasınca Hz. Peygamber’e (ASM) isnad edilen bütün hadisler, sened ve metin noktasında kritiğe tabi tutulurlar. Sened noktasında incelendiğinde görüyoruz ki Cevşenü’l-Kebîr duası, Ehl-i Beyt’e has bir dua olarak rivayet edilmiş; Ehl-i Beyt tarikiyle Şii Müslümanlar arasında aktarılagelmiştir. Fakat bazı bölüm veya cümleleri Kütüb-ü Sitte ve Ehl-i Sünnet’in diğer hadis kaynaklarında geçmektedir. Bu yönden dolayı Ehl-i Sünnet uleması, Cevşenü’l-Kebîr duasına ihtiyatla yaklaşmışlardır.

Bununla beraber İmam-ı Gazalî gibi bir hadis âlimi ve Hüccetü’l-İslam zât, Cevşen ve Celcelutiye gibi Ehl-i Beyt kaynaklı rivâyetleri müsbet karşılamış; Celceltutiye duasının aslının vahye istinad ettiğini ifade etmiştir.[1] Şii hadis kaynaklarınca, Cevşenü’l-Kebir duası, sened olarak sahih; şöhret itibariyle “ hadîs-i meşhur ” seviyesinde Şii Müslümanlar arasında genel kabule mazhardır. Hz. Peygamber-Hz. Ali-İmam Hüseyin-İmam Zeyne’l-âbidîn-İmam Câfer-i Sâdık tarikiyle mervîdir.[2] 12 İmam’dan 6.’sı olan İmam Câfer-i Sâdık, anne tarafıyla Hz. Ebu Bekir (RA), baba cihetiyle Hz. Ali’ye (KV) dayanmakla Ehl-i Sünnet ve Şia camiasında makbul, mutemed ve sika bir hadis ravisi olup Cevşenü’l-Kebîr duasını rivâyet edenlerden biridir. Seneddeki diğer râviler olan İmam Zeyne’l-Âbidîn ve İmam Muhammed Bâkır, hadis ehlince sîka, muhafazakâr ve güvenilir kabul edilir.

Bütün bu yönleriyle Cevşenü’l-Kebîr duası sened kritiği noktasında tenkide tabi tutulsa da metin tenkidi noktasında Hz. Peygamber’e (ASM) aidiyeti %100 olan bir duadır.[3] Çünkü Cevşen’deki marifetullah seviyesi hiçbir İslam âlimi, evliya ve asfiyasının ihata edemeyeceği seviyede yüksek olduğuna İmam-ı Gazali, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi, Yunuszâde Ahmed Vehbi Efendi, Bediüzzaman Said Nursi gibi ilim, irfan ve hikmet ehli zâtlar müttefiktirler. Cevşen duası Hz. Peygamber’in (ASM) yaşadığı irfanî manevi hayatı gösteren ve hissettiren, irfan seviyesi son derece yüksek, feyzi fevkalade ve nuru şiddetli bir duadır. Bu cihetten Osmanlı devri tarikat şeyhleri kendileri onu okusalar da müridlerine Cevşen duasını okutmamışlardır. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi hazırladığı 3 ciltlik Mecmuatu’l-Ahzab duasına Cevşenü’l-Kebir’i derc etmiş ve onunla ilgili rivayet ve faziletlerini dibacesine kaydetmiştir.

Cevşen Hz. Peygamber’in (ASM) 1001 cihetten Allah ile muhataplığını ifade eden ve Kur’anın özünü gösteren bir irfan, muhabbet ve ubudiyet duasıdır. 250 adet Esma-yı Hüsna ve 750 adet sıfat-ı Sübhaniyeden meydana gelir.

Bu çalışmada Cevşenü’l-Kebir duasının içerdiği bazı hususiyetleri tespit etmeye, Hz. Peygamber’in (ASM) Cenab-ı Hakk’a iltica ve irticaındaki marifet ufkunu, hissiyat derinliğini ve Esma’ya mazhariyet derecesini göstermeye çalışacağız.

ALT YAPI MAHİYETİNDE BAZI KAVRAMLAR

Vahdet, Vâhidiyet, Ehadiyet, Tevhid ve Vahdâniyet

Cenâb-ı Hakk birlikler oluşturarak tecelli eder. Onun vahdet, vâhidiyet, ehadiyet, tevhid ve vahdâniyet şeklinde çeşitli birlik tecellileri vardır. Bunları bir temsil aynasında şöyle görebiliriz: Bir ağacın kökündeki çekirdek vahdeti simgelerken, çekirdeğin emr-i İlahi ile açılarak içinden ağacın çıkıp büyümesi vâhidiyeti, ağacın meyve verip her çekirdeğin kalbinde içerdiği bütün bilgileri kodlaması ehadiyeti anlatır. Meyvenin şuurlu olduğunu nazara alırsak onun, kendini ağacın hakikati ile birlemesi ve kendini onun ürünü kabul etmesi tevhidi; bütün meyveleriyle, dal ve budaklarıyla oluşturduğu sibernetik sistemle, ağacın tamamı vahdâniyeti anlatır. Her bir ağaç meyve için dikilir ve meyveden gaye de gelecek bir ağaçtır. Meyvenin çekirdeği bu vazifeyi görecek programı içerir. İşte kâinat da böyle bir ağaçtır[4] ve insan da onun meyvesidir.[5]

Celâl, Cemâl ve Kemâl

Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-yı hüsnâsı ( güzel isimleri ) iki kategoriye ayrılır: Celâlî ve Cemâlî isimler… Kur’ân-ı Kerim’de[6] ve hadîs-i şerîfte[7] bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın -her şeyi bunlar ile yapmasına binaen- “ iki eli ile ifade edilmiş. ” Kâinat esmâ-yı hüsnâya dayandığı için bütün âlemlerde bu isimlerin hükümleri görünür. Cenâb-ı Hakk bu isimlerden kaynaklanan zıtlıklarla oluşturduğu hakikatleri çarpıştırmakla hem kemâlâtını sergiliyor, hem hakikatleri -nisbî hakikatler oluşturmakla- çoğaltıyor hem de âhirete malzeme üretiyor. Bu sıfatların bireysel boyuttan, aileye, dünyaya, kâinata, ahrete ve varlık boyuta kadar dar ve geniş çerçevede tecellileri şu şekilde görünmektedir:

 Celâl                Cemâl            Kemâl

Bireyde            Akıl                   Kalb              Nefis

Ailede               Baba                 Anne            Çocuk: Kız, cemâlî; oğlan celâlîdir.

Dünyada        Gökyüzü          Yeryüzü           İnsan

Kâinatta          Zaman              Mekân           Mümin: Kadın, cemâlî; erkek, celâlîdir.

Âhirette        Cehennem           Cennet          A’raf

Varlıkta           Allah               Rahman           Hüve[8]

Cenâb-ı Hakk’ın Vâhidiyet tecellisi kanunlar, sistemler ve bütünlük arz eden yapılarda görünmekle Celâlî iken, Ehadiyet tecellisi ise türler ve bireyleri gibi küllî manalar ve mahiyetler şeklinde görünmekle Cemâlîdir.

İnsandan istenen şey ise bu ikisini birleyip cemâl içinde celâli, celâl içinde cemâli görmekle[9] kemâl ve kibriyâ sıfatlarını idrak seviyesine çıkmak ve Hakk’ın vahdâniyetini kavrayıp saf soyuta açılmaktır.

(Devam edecek…)

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 8. Şua, 3. Remiz.

[2] Bakınız, DİA, Cevşenü’l-Kebir maddesi.

[3] DİA ansiklopedisinde görüldüğü üzere Ehl-i Sünnet uleması, Şia kaynaklı olduğu ve biraz da uzun olduğu için Cevşen duasını Hz. Peygamber’e (ASM) isnad etmek istemiyorlar. Oysa raviler arasında bulunan Hz. Ali (RA), Hz. Peygamber’den (ASM), yaklaşık 20 sahifelik Cevşen duasından 30 kat fazla uzunlukta olan Kur’an-ı Kerim’i şifahi metodla hıfz etmiştir. Bu manada Hz. Peygamber’in (ASM) dilinden dökülmesi itibariyle Kur’an, Kudsi Hadisler gibi tek bir hadis-i a’zamdır. Kur’anın uzunluğu ile kıyaslanınca Cevşen duasının, Ehl-i Beyt’e has özel bir dua ve hatıra olarak Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ( R.Anhuma ) kanalıyla nakledilmesi noktasında bir itiraza mahal kalmamaktadır. Şia kanalıyla geldi diye Cevşen duasını reddetmek ise, Sünnet-i Seniyyeye ve Kur’ana zıddır. “ Hikmet, müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir. ” (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17) Cevşenü’l-Kebir duası baştan sona içerdiği Esmaü’l-Hüsna ve onu tarif eden sıfatların sergilediği marifet-i kudsiye ile en büyük bir hikmettir.

[4] Necm suresi 14-16. ayetler, kâinatın hakikatinin gayb aleminde bir “ Sidre Ağacı ” olarak temessül ettiğini bildiriyor.

[5] “ Allah, sizin cisimlerinize ve sûretlerinize değil, kalplerinize ve ona dayalı olan amellerinize bakar ” hadîs-i şerîfi bu espriyi ifade eder.

[6] Sa’d suresi 75. ayet

[7] İmam-ı Nevevî, Riyâzü’s-Salihîn, meşhur  şefaat hadîsi…

[8] Hüve burada, Zât-ı Akdes-i Mutlak’ı ifade eden zâmirdir. Ki, İhlas suresi daha öncesinde bir cümle ve isim geçmediği halde Hüve ( O ) zamiri ile başlar. Oysa zamirler bir dilde isimlerin yerini tutmak için ikinci veya sonraki cümlelerde kullanılır. Bu noktada Zât-ı Akdes’in, Zâtı itibariyle ve Zâtiyetiyle Gayb-ı Mutlak olduğunu anlatmak için Kur’an “ Hüve ” zamirini alem yapar. Bu manada İhlas suresi tam bir marifet dersidir.

[9] Cenâb-ı Hakk, nefis vasıtasıyla az dahi olsa, kadın içine bir erkeklik, erkek içine de bir kadınlık koymuş, ta ki anne veya babadan herhangi birisi çocuklar yetişmeden vefat ederse erkek, annelik ve kadın da az da olsa babalık yapabilsin ve böylece aileden beklenilen vazife gerçekleşmiş olsun. Bir insanda bu iki zıt karakterin oluşuna dair, bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 668 ve Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Anima-Animus bahsi…