Etiket arşivi: eymen akça

İlahiyat Câmiasında Neler Oluyor?-6 ( Prof. Dr. Mustafa Öztürk’e Cevap )

Mustafa Hocamız, “ Allah aşkına ya, ipek elbise giy bir de altın bilezik tak sonra dışarı çık bakalım, sana ne diyecekler? ‘’Gay’’ derler ” diyerek Cennette insanlara ipek elbise giydirilmesini ve altın bilezik takılmasını eleştiriyor.

Hocamız hakikati araştıran birisi ve hakkı bulunca teslim olan bir fıtratta olduğundan Kur’anın Cennet hayatı hakkındaki hakikat tasvirlerine dair anlayamayıp itiraz ettiği yerleri izah etmek, konu topluma da yayıldığı için, Ehl-i Sünnet açısından bir zaruret haline geldi.

Kur’anın tamamına konu okuması şeklinden bakıldığında cennet bileziklerinin sadece altından değil, gümüşten de olduğu görünüyor. Fâtır suresi, 33. Âyet “ altın bilezik ” derken, İnsan suresi ise 19-22. Âyetlerde ise “ gümüş bilezik ” diyor. İnsan suresi Ulûhiyet hakikatinin kulu ve askeri makamında, rıza-yı İlâhî için yaşamış ve onu elde etmiş, sevdiği şeyleri Allah rızası için infak etmiş “ Ebrâr ” kulların bulunduğu Naîm Cennetini tasvir ediyor. Fâtır suresi ise, Rahmâniyetin kulu ve askeri makamında, Rahman’ın sevgisini kazanmak için yaşamış ve elde etmiş, Onun sevgisini kaybetmekten korkan takvalı, hayırlarda ileri gitmiş “ Ahyâr ” kulların bulunduğu Adn Cenneti’ni tasvir ediyor.

Altın gümüşten üstün olduğu gibi, Adn Cenneti de Naîm Cennet’inden üstündür. Bu açıdan en zahir manasıyla âyet Cennet ehlinin arasında bir hiyerarşi, kalite ve ulviyet farkı olduğunu bildiriyor. Bu manada Cennet’in lüks ve şatafatını bildirme sadedinde “ Altın bilezik ve yeşil ipek elbise ” giyilmesi eleştiri konusu olamaz. Şu an kullandığımız kravat ve gömlek gibi birçok kıyafette ipek kullanılması, onu kullanan kişiyi karaktersiz yapamaz. Karakteri belirleyici unsur, ahlaktır; hilkat ve onun süsü olan elbise değil… Bilakis fıtrata uygun, en kaliteli ve rahatlık verici elbise ipekten olduğu için Kur’an her iki Cennet tasvirinde de ipek kıyafeti ortak tutuyor. Tâ ki, Cennet’in kalitesini, konforunu ve cismen rahatlık verici olduğunu bildirmek için… Hz. Peygamber (ASM), cilt hastalığı yaşayan Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman bin Avf ile Zübeyr bin. Avvam’a ( R. Anhuma) ipek gömlek ve kıyafet konusunda izin vermiştir.[1] Bu durum da göster ki, ipek elbise cilt için şifa ve huzur vesilesidir. Bu izahımız, işin zahir ve suret yönü itibariyledir. Ki bu yönüyle dahi itiraza mahal olmadığı görünüyor.

Hakikat boyutuyla konuyu ele alırsak, madem Âhiret hayatı hiç görülmemiş ve bilinmedik bir dünya ve hayattır. Ölümsüzlüğü, yaşlılığın olmaması, yorgunluk ve hastalık bulunmaması gibi sayısız ayırıcı özelliğiyle dünyadan bambaşka bir yerdir. İçinde bulunanların güzellik, kemal ve özellikleri ile de bu dünyadan kıyas kabul etmez derecede yüksektir. Hem madem Âhirete tahkîkan iman edilmesi dinin en büyük bir temelidir. Madem din, kendisini Allah’ın varlığı ve birliği ile Âhirete iman hakikatleri üzerine kuruyor. O halde din, Âhiret ve hayatını dünyadakilere anlatmak ve bildirmek zorundadır. Madem bildirecektir, fakat bildireceği şeyler dünyada emsali olmayan şeylerdir. O halde bu emsali olmayan şeyleri temsil, mecaz, teşbih ve saire yollarla ifade etmeye mecburdur. Bu manada Kur’anın Cennet’e ait ifadeleri hakkında farklı görüşler olsa da Hz. Peygamber’in (ASM) duasını alan ve sahabeler arasında Kur’anın tercümanı sayılan Abdullah ibn-i Abbas, “Muhkem âyetler, nâsih, helâl, haram, hudud, ferâiz ve iman edilip amel edilen hususlardır. Müteşâbih âyetler ise, mensuh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler, iman edilip, amel edilmeyen    hususlardır[2] hükmünü vermiştir. Yani “ Muhkem olmayan bütün âyetler müteşabihtir. ” İbn-i Abbas (R.Anhuma), Hz. Ali’nin (KV); Hz. Ali ise, bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) talebesidir. Yani bu söz bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) sözüdür, diye alınabilir. Çünkü Peygamber olmayan birisi, âhiret hakkındaki âyetler hakkında bu kadar kesin konuşamaz. Bu noktadan bakılınca, Âhiret âyetleri hakkında içlerindeki katmerli teşbihler göz önüne alınmadan tefsir yapılamaz ve Kur’anın kasdettiği mana anlaşılamaz, rahatlıkla diyebiliriz.

Müteşâbih âyetleri ele almada rehberimiz yine Hz. Peygamber’dir (ASM). Âhiret âlemleri berzah âlemi, rüya âlemi ve misal âlemi gibi bir yaratma sistematiğine sahiptir. Kanunları bir birine benziyor. Bu âlem ile, bağını kuramadan da anlaşılamazlar. Hemen herkesin temasta olduğu rüya âlemi ve misal âlemi bu manada dünya insanlarının Âhirete açılan ve orayı tanıtan penceresidir. Rüyaların dili, mantığı ve öğrettiği sistematik anlaşılırsa, Âhiret âyetleri de anlaşılabilir. Bu açıdan Hz. Peygamber (ASM) rüyalar konusuna çok önem vermiş; her gün sahabelerine rüya gören olup olmadığını sormuştur. Görülen her türlü rüyayı dinlemiş; sâdık olanları genelde kendisi te’vil etmiş; bazen de Hz. Ebu Bekir (RA) gibi bu konuda ehil kişilere te’vil ettirmiş; rüya sâdık değilse, bunu belirtmiştir. Eğer kimse rüya görmemişse kendi gördüğü rüya varsa bunu haber verip te’vilini yapmıştır. Bu şekilde sahabelerde Âhiret âyetlerinin te’vili ve anlaşılabilmesine bir zemin hazırlamıştır. Kur’andaki gıybetin mahiyetini tasvir eden âyet, gıybetin rüya ve âhiret âlemindeki yansıyan ve kaydedilen suretini[3] bildirmekte; bize âhirette karşılaşacağımız manzarayı ders vermektedir.

Hz. Peygamber (ASM) rüyaların nasıl anlaşılması gerektiğine dair kuralları şöyle ifade eder: ” Rüyada gördüğünüz şeylerin isimlerini, o rüyayı yormada esas alın. Keza gördüklerinizin künyelerini veya kinaye mânalarını da dikkate alın. [4]

Bu konuyu Onun tabir ettiği şu rüyadaki tatbikatında görebiliriz: “ Ben bu gece, rü’yamda, kendimi Ukbe İbnu Râfi’in evinde imişim gördüm. Orada bana İbnu Tâb denen cinsten taze hurma getirildi.

Ben bu rüyayı şöyle te’vil ettim: ” Yükselme ( rif’at ) dünyada bizimdir, Âhirette ( ukbâ ) de hayırlı âkıbet bizimdir, dinimiz de tayyib ( hoş ) olmuştur.

Hz. Peygamber (ASM) buradaki Râfi ismini, yükselen ve yükselici manasıyla ele alarak, “ Yükselme dünyada bizimdir. Biz yükselişin çocuğuyuz ve yükseliş evindeyiz ” diye te’vil ediyor. Ukbe ismini ise, sonra gelen ve peşinden takip eden manasıyla ele alarak “ Âhirette de hayırlı âkıbet bizimdir ” diye te’vil ediyor. Ki Kur’anda Âhiretin ve Âhiretten sayılan berzah ve mahşerin de bir adı “ ukbâ ” dır. İbnu Tâb cinsten taze hurma, kısmını ise “ İslam dini, hakikat denilen hurma ağacının Asr-ı Saadet’te insanlığa verdiği taze ve hoş meyvedir ” diye te’vil ediyor. Meyve vermesi ile kemale erdiğini, meyvesinin ise olgunlaşmaya başlayan hoş ve tatlı bir kıvamda olduğunu ifade ediyor.

Söz konusu âyetlere bu hakikat penceresinden bakarsak altın bilezik ve ipek elbise konusunu şöyle alabiliriz: İpek kelimesinin Arapçası, “ harîr ” dir. Bu kelime, hürriyet ile aynı köktendir. Burada Mutaffifin suresi 36. Âyet bize anahtar oluyor. Âyet: “ Hel süvvibe’l-küffârü mâ kânu yef’alûn ” ( Kâfirler, yaptıkları yanlış fiilleri giymiyorlar mı? ) Yani insan, yaptığı fiilleri birer elbise gibi giyecek… Eğer fiili haramsa, ateşten bir gömlek veya katrandan bir elbise olarak onu giyecek… Haram fiiller konusunda takvası ise, onun ipek elbisesi olacak. Yani nefsaniyet prangası ve enâniyet bukağısından hürriyetinin alameti manasında harîr’den olacak. Ki Kur’anda Cennet bu manada takvalı kişilere vaad edilmiştir. Hocamızın itirazcı olduğu Fâtır suresinde bahsedilen Adn Cennet’ine ise, özel takvalı kişiler girecekler.

Evet rızık, cismi ve hayatı beslemek içindir. Elbise ise, aslî manada hayatı korumak ve tâlî manada hayatı güzelleştirmek içindir. Bu açıdan maneviyatı koruma muamelesi olan takva hakkında Kur’an “ ve libasü’t-takva ” der.[5] O halde, kişinin takvalı bin bir çeşit ameli Cennette onun için ipek ve saire elbise olur. Kişi de nefsaniyet ve enâniyetten tamamen kurtulduğunu harîr ( ipek ) giyerek gösterir. Bu manada ipek, insanın iç dünyasındaki nefsâniyet-şahsiyyet-enâniyet[6] zulümatından nura çıkışının; dış dünyada bulunan madde-tabiat-tesadüf karanlıklarından tevhid nuruna yükselişinin alameti ve sembolüdür. Takva, insanın ebediyet ve hürriyet elbisesi olduğu gibi, sâlih ameller de onun ebedî rızık ve içecekleridir. Sâlih amellerden de insana çeşit çeşit rızıklar hazırlanır. Şükründen, üzümler; marifetinden, erikler, imanından ekmekler v.s. yiyecekler hazırlandığı gibi ilminden, sütler; zikrinden, ballar; aşkından şaraplar yaratılır.[7]

Altın ve gümüş ise, rüya ve sembol ilminde Allah’a yakınlığın 2 çeşidine işaret eder: Kurbiyet ve Akrebiyet…[8] Kurbiyet, fikir ve zikir ile Allah’a yakınlık kazanmaya çalışan, Hakikati arayan ve bu sayede Allah’a bir derece yakınlık elde eden kulların elde ettiği yakınlıktır. Buna “ kurb-u kalb ” de denilir. Ehl-i tasavvufun tespit ettiği üzere, zikirle Allah’a yaklaşmak “ velâyet-i suğra ”; fikirle Allah’a yaklaşmak “ velâyet-i vusta ” dır. Burada elde edilen gümüş bilezik ve manevi meslek ise, marifetullah ve muhabbetullahtır. Akrebiyet ise, Allah’ın huzurunda acz ve hiçliğini hissetme, Onun dergâhında bir ümmî olarak aklının ve kalbinin çaresizliğini yaşamakla hakikate ruhunda ayna olmaya erişen, iç dünyasındaki 3 karanlıktan nura çıkanların elde ettiği yakınlıktır. Buna “ kurb-u ruh ” da denilir. Ki bu yakınlık, “ Allah’ın kuluna her an var olan yakınlığının keşfedilmesi ve anlaşılmasına ” dayanır. “ And olsun ki insanı Biz halk ettik. Ona nefsinin verdiği vesveseleri biliriz. Biz insana şah damarında daha yakınız ” ( Kaf suresi, 16 ) âyeti ile “ Ölüm ânındaki kişiye Biz sizden daha yakınız ( ve nahnu akrabu ileyhi minküm ) fakat siz göremezsiniz ” ( Vakıa suresi, 85 ) âyeti bu yakınlığı ders verir. Burada elde edilen altın bilezik ve manevi meslek ve meşreb ise, Allah’a karşı haşyet ( edep ve korku dolu bir ruh hali ), huşu, ilim ve şevktir.

Altın ve gümüşün sembolizminin diğer bir yönü ise, iletkenlik noktasında en ileri metaller olmalarıdır. Altın hem az bulunması hem en iyi iletken olması noktasından en kıymetli metaldir. Bu âyetteki teşbih yönü, iletkenliktir. Altın ve gümüş, elektrik ve ısıyı ilettikleri gibi, Allah’ın veli ve ihlaslı âlim kulları da elde ettikleri velayet mertebeleri ile, diğer insanlara karşı kalp aynalarında yansıyan Samediyet cilvesi içinde Allah’ın marifet nurunu ve muhabbet hararetini; ruh aynalarında yansıyan Ehadiyet cilvesi içinde Allah’ın ilim nurunu ve şevk ateşini diğer insanların akıl-kalp-ruhlarına iletmeleridir. Bu sayede Allah’a ayna olarak tevhidi yaşamaları, sözleri-halleri ve hayatları ile Allah’a diğer insanları yönlendirmeleri ve Onu sevdirmeleridir. Yani ihlaslı bir Rabbânî olmalarıdır.

Evet Allah, insanı kendine ayna olsun; kendi üzerinde görünen İlahî güzellikleri tevhid şuuru ile Ondan bilsin, teslim şuuru ile de Ona ait olduğunu dış dünyaya ilan etsin diye yaratmıştır. Bu açıdan insanın yaratılış sırrı olan “ halifelik ” tam manasıyla Allah’a aynalıktan ibarettir. Aksi takdirde Kendisine ortak koşuyorlar diye nice kavimleri helak eden, dünyayı onlara Cehennem’e çeviren Kahhar-ı Zü’l-Celal’in meleklerden Hz. Âdem’e (AS) secde etmesini istemesinde sonsuz bir çelişki olurdu.

Bu hakikatli yönlerden bakıldığında Cennet’e girip altın ve gümüş bilezik takarak ipek elbiseler giyerek yürümek:

  • nefsâniyet-şahsiyyet-enâniyet gibi enfüsî, madde-tabiat-tesadüf gibi âfâkî “ âlem-i halk ”ın zulümat zindanlarından kendi özündeki kalb, ruh ve sır gibi “ âlem-i emir ” donanımlarını kurtararak hakiki tevhid, hakiki teslimiyet ve hakiki tevekküle eren…
  • Allah’ın velayeti altına girip kendisine bakıldığında Allah’ı hatıra getiren şeffaf bir ayna seviyesine erişen…
  • Allah’tan başkasına karşı bir minnet-i kalbiye ve zillet-i ruhiye hissetmeyen hakiki hürriyet sahibi “ guy ” (adam)[9] olanların işidir. Nefsâniyetin dibine yuvarlanmış “ gay ” lerin değil… İsterse Mustafa hocamız giymesin…

[1] Buhârî, Cihâd, 91; Libâs, 29.

[2] es-Suyüti, a.g.e, 2,3; Abduilah b.Mahmud en-Nesefı, Tefsiru’n-Nesefi, Beyrut,146; ez-Zerkani, a.g.e, 2, 276.

[3] Hucurât suresi, 12.

[4] Kütüb-ü Sitte. Râvi Hz. Enes (RA).

[5] A’raf suresi, 26.

[6] Kur’anın geliş gayesi, “ İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp Allah’ın velayeti altına sokmaktır. ” ( Bakara suresi, 257; İbrahim suresi, 1 ) Âyetteki zulümât lafzı, “ en az 3 karanlık tabakası ” demektir. Nefsâniyetin derdi, madde ve menfaattir. Şahsiyetin derdi, meziyetleriyle toplumda imtiyaz kazanmaktır. Enâniyetin derdi ise, faziletleriyle diğer insanlardan üstün olmaktır. Bu 3 karanlık tabakasını aşabilenler, Kuddus ismini ve kudsiyet hakikatini; Ferd ismini ve ferdiyet nurunu; Hüve ismini ve hüviyet sırrını idrak edebilir; bu sayede enfüsî tevhid hakikatini bilir-hisseder-yaşayabilirler. Aksi takdirde, kendilerinde boğulup kalırlar. Firavun, Nemrud ve Şeddad gibi…

[7] Bu meseleye dair Zâriyat suresindeki Cehennem ehli için denilen “ Zûku fitnetekum ” ( Fitnenizi tadın ) âyeti delildir. Fâsid bir amel olan fitne, Cehennem zakkumu olur; onlara yedirilir. Mefhum-u muhalifiyle de sâlih ameller, Cennet’in rızıklarının kendisinde büyüdüğü ağaçlar olur.

[8] Rüya ve âhiret ilmine vâkıf Bediüzzaman Said Nursi, gümüş ve altın ile, kurbiyet-akrebiyet ilişkisini aynen bu şekilde ele alıp işlemiştir. Bakınız, Lem’alar, 4. Lem’a, 4. Nükte.

[9] Kudûs-u Selam olan Allahu Teala Tevbe suresi 108. âyette böyle kalb taharetiyle maneviyatını cilalayanları “ ricâl ”  ( adamlar ) diye isimlendirir.

İhlasın Hakikati, Sırları, Kazanma ve Muhafaza Yolları-1

Sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” mânasındaki hulûs/halâs kökünden türetilmiş olup “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak” anlamına gelen ihlâs kelimesi, terim olarakibadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” demektir. Hakikat noktasında ihlas, kabuktan öze inmek, zahirden hakikate geçmek, ilimden nura yükselmek, cisimden kurtulup ruhlaşmak ve her yaptığı işe ruhunu katmak demektir. Bu açıdan bakılınca dünyevi ve uhrevi her şeyde bir ihlasın zaruri olarak var olduğu anlaşılacaktır. Evet icra ettiği herhangi bir sanatta fâni olup kendini kaybetmek bir ihlastır. Rene Guenon bu manada eski devrin ihlaslı sanatkârlarının, işin içine ruhlarını kattıkları için şaheserler verebildiğini ifade eder.[1] Dünyevi işlerde durum böyle olduğu gibi uhrevi meselelerde ihlas daha da ön plandadır. Bu açıdan manevi bir sanat olan ibadetlerinde fâni olmayanları eleştiren Allah dostlarından Fudayl b. İyâz, “ İnsanların hatırı için ameli terk etmek riya, onları memnun etmek için amel etmek şirk, bu iki durumdan kurtulmak ihlâstır ” şeklinde bir tanım yapmıştır.[2]

İhlâs kavramı hadislerde de dinî ve ahlâkî bir fazilet olarak sık sık geçmektedir.[3] Çeşitli vesilelerle Allah rızâsı için ihlâsla amel etmenin önemini ve faziletini vurgulayan Hz. Peygamber[4] (ASM) duada ihlâslı olmayı öğütlemiş[5], ihlâslı bir kalple iman etmiş kişinin âhiret kurtuluşuna ereceğini müjdelemiş[6], kendisi de “ Yâ Rabbi! Beni sana karşı ihlâslı bir kul yap ” şeklinde dua etmiştir.[7] İhlâs insanın ruhunda son derece gizli bir niteliktir, hatta o bir sırdır. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Cebrail (Aleyhisselam)’a,

-“ İhlas nedir? ”  diye sordu. Cebrail (Aleyhisselam)’da Allah-u Zülcelal’e sorduğu zaman; Allah-u Zülcelal ona şöyle buyurmuştur:

-” İhlas, benim sırlarımdan gizli bir sırdır. Onu halis kullarımın kalbine emanet olarak koydum.”[8]

Cüneyd-i Bağdâdî ihlâsı şöyle ifade eder: “ İhlas öyle bir sırdır ki, melek bilmez ki yaza, şeytan bilmez ki boza; nefis bilmez ki onunla şımara…[9]

İhlası Kazanmak

Başlattığı iman hizmetinin temel unsuru olarak ihlası kabul eden Said Nursi ihlas hakkında şöyle der: “ Medar-ı necat ve halâs ( manevi ve maddi kurtuluş vesilesi ), yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır ( tercih edilir ). İhlası kazandıran harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.[10] Bu sözünü şu hadis-i şerife dayandırır:

[11]

Said Nursi’nin bu ihlas tanımına göre ihlas, bir işi sadece ve sadece Allah tarafından emredildiği için yapmak veya yasaklanan bir şeyi de sadece ve sadece Allah yasakladığı için yapmamaktır. Emredileni harfiyen yerine getirme, onu artırmama veya azaltmama şeklinde emre bağlı kalmak bir ihlastır. Bu ihlası Asr-ı Saadette yaşanmış şu vakada görebiliyoruz:

“ Peygamberimizin sütannesi Halime-i Sa’diyenin kabilesi olan Beni Sa’d kabilesi içlerinden Dımam bin Salebe’yi Resulullah’a (ASM) elçi olarak gönderdiler. Dımâm, Resulullah’ın (ASM) yanına geldi. Devesini Mescid’in kapısının önünde ıhlayarak bağladı. Resulullah (ASM) ashabı arasında oturmaktayken içeri girdi. Dımâm ise güçlü, uzun saçlı ve saçlarında 2 tane örük olan bir adamdı. Karşıdan gelerek Resulullah’ın (ASM) önünde durup,

-“ Sizden Abdülmuttalib’in oğlu kimdir? ” diye sordu. Resulullah (ASM) ise,

-“ Abdülmuttalib’in oğlu benim ” dedi. O da,

-“ Muhammed mi? ” dedi. Resulullah (ASM),

-“ Evet ” dedi. O,

-“ Ey Abdülmuttalib’in oğlu! Sana bir soru soracağım ve sorumda da sana katı davranacağım. Bundan dolayı darılma ” dedi. Resulullah (ASM) da,

-“ Hayır, darılmam. Sen soracağını sor ” dedi. O da,

-“ Senin senden öncekilerin ve senden sonrakilerin Allah’ı aşkına Allah seni bize peygamber olarak göndermiş midir? ” dedi. Resulullah (ASM) da

-“ Allah’a yemin ederim ki, evet ” dedi. Adam,

-“ Senin senden öncekilerin ve senden sonrakilerin Allah’ı aşkına Allah mı sadece kendisine ibadet etmemizi ve kendisine hiçbir şekilde şirk koşmamamızı ve babalarımızın tapmış olduğu ilahları terk etmemizi emretti? ” dedi. Resulullah (ASM),

-“ Allah’a yemin ederim ki, evet ” dedi. Adam

-“Senin senden öncekilerin ve senden sonrakilerin Allah’ı aşkına Allah mı 5 vakit namaz kılmamızı emretti? ” dedi. Resulullah (ASM),

-“Allah’a yemin ederim ki, evet ” dedi. Adam daha sonra İslam’ın farzlarını dile getirip zekatı, orucu, haccı ve tüm İslamî vecibeleri sayarak Resulullah’a (ASM) önceden olduğu gibi “ Allah aşkına ” demekle her farzla ilgili sonuna kadar soru sordu. Adam daha sonra Allah’tan başka ilah olmadığın ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şehadet getirerek bu farzları yerine getireceğini, ne azaltacağını ne de artıracağını söyledi ve devesine yönelerek ayrıldı. Adam ayrıldıktan sonra, Resulullah (ASM),

-“ Eğer iki örüklü bu adam doğru söylediyse, Cennet’e girdi demektir ” dedi.[12]

İnsan aklı ve nefsi fıtratları gereği, yaptığı işe dair bir sonuç görmek veya duymak ister. Said Nursi’nin ihlas tanımının ikinci kısmı ise ihlaslı bir amelde sonucun, sadece ve sadece Allah’ın rızası olduğunu gösterir. Bunun gerekçesi ise, Allah için yapılan bir fiilin takdirini yalnızca Allah’ın yapabileceği ve kıymetini de yalnızca Allah’ın bilebileceğidir. Farz ameller içinde yapısı itibariyle ihlasa en yakın oruçtur. Oruç hakkında kudsi hadiste Cenab-ı Hakk şöyle der: “ Oruçlu yemesini, içmesini ve cinsi arzusunu benim için terk eder. Oruç benim içindir. Onun mükâfatını da ben veririm.[13] Bu açılardan ihlas, Allah rızasını sonuç görür, başka bir beklentiyi reddeder.

İhlasın verdiği bu ufku şu tarihi vak’ada görebiliriz:

“ İslâm kahramanlarından ve bazı hadislere göre döneminin Deccal’i[14] olan Cengiz Han’ın ordusunu çok defa mağlûp eden Celâleddîn-i Harzemşah harbe giderken, vezirleri ve ona tâbi olanlar ona demişler:

-” Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.” O demiş:

-“Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifeliyim. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.” İşte o zat bu teslimiyet sırrını anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur. ”[15]

( Devam edecek… )

[1] Niceliği Egemenliği ve Çağın Alametleri, İz Yayıncılık.

[2] et-Ta’rîfât, “el-İħlâś” md.

[3] bk. Wensinck, el-Mu’cem, “ħlś” md.

[4] Meselâ bk. Müsned, III, 225; IV, 80, 82; V, 183; İbn Mâce, “Menâsik”, 76; Tirmizî, “İlim”, 7

[5] Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 56

[6] Müsned, V, 147.

[7] a.g.e., IV, 369; Ebû Dâvûd, “Vitr”, 25

[8] Kuşeyri, er-Risale.

[9] Serrâc, s. 290; Kuşeyrî, s. 446

[10] Lem’alar, 17. Lem’a, 13. Nota, 3. Mes’ele.

[11] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:415; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 3:414,4:179, 362.

[12] İbn-i Sa’d, Tabakat-ı Kebîr V, Dımam bin Sa’lebe Maddesi, s.195.

[13] Buhari, Savm, 2.

[14] Alâuddîn el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl: 14:271, hadîs no: 33436.

[15] Lem’alar, 17. Lem’a, 13. Nota, 1. Mes’ele.

Ölülere Kur’an Okumanın Faydasına Dair Bir Tahkik

Soru) Kur’an-ı Kerim’in ölülere okunmasında fayda var mıdır? Varsa nelerdir? Mesela Yâsin suresi veya 11 İhlas ve Fatiha okumak gibi…

Cevap) Bu sorunun cevabını tam vermek için Kur’anın kimin sözü olduğunu iyi bilmek gerekir. Kur’an maddi ve manevi sayısız âlemlerin Rabbi ve terbiyecisi olan Allah’ın sözüdür. Hem geçmiş ve geleceğin Hâkimi olan Allah’ın fermanıdır. Hem dünya ve Âhiret’in, berzah ve mahşerin Mâliki olan Allah’ın kanun ve mucizesidir. Hem bütün yarattıklarını seven ve geliştirmek isteyen Rahmân olan Allah’ın bütün insanlara ve cinlere dersidir… Hem Kur’an kalb ve ruhu hastalananlara bir şifa, akılları şaşkınlığa düşmüşlere bir kılavuz ve ruhları maddiyatta bunalmışlara bir oksijen çadırıdır. Bunlar gibi binlerce yönler hesaba katılsa anlaşılır ki Kur’an, insanın maddi ve manevi açıdan diri olarak bulunduğu bütün âlemlere hitap eden kuşatıcı bir Kitab’dır. Sonsuz ve kuşatıcı bir ilim ve hikmet hazinesinden insanlık âlemine rahmet ile nüzul etmiştir. İçerdiği hükümler insanların maddi hayatını düzenlediği gibi maddi hayattan ziyade manevi hayatını da düzenler. Öyle de olmalıdır. Çünkü maddi hayat, manevi hayatın düzgünlüğü ile bir işe yarar ve netice verir.

Kur’anın ölülere yarayıp yaramadığı konusunu Hz. Peygamber (ASM) bir hadis-i şerifiyle açar: “ Rabbini zikreden kimse ile, zikretmeyen kimsenin benzeri diri ile ölü gibidir.[1] Kur’an, en büyük zikirdir. Hz. Peygamber (ASM) Kur’an’ın zikir boyutuyla, hayat verici olduğunu vurguluyor. Bu nokta-i nazardan bakıldığında, eğer kabirdeki kişiler, bazı sapık fikirlilerin Kur’an’a aykırı olarak dediği gibi, ruhen de ölmüş olsa Hz. Peygamber’in (ASM) tespiti üzere Kur’an ona manevi bir hayat verir. Bu açıdan Kur’an ona yarar sağlar. Eğer ruhun yapısını bilen ve ruhun ölümünün rahmet noktasında imkânsız olduğunu fark eden Ehl-i Sünnet âlimleri ve ruh uzmanlarını temel alırsak Kur’anın manen diri olan kabirdeki her bir ruha hem bir şifa hem bir rahmet olduğu kolayca anlaşılır.[2]

Kur’andaki “ Küllü nefsin zâikatü’l-mevt [3] ( Her nefis, ölümü tadacaktır ) âyetleri, ruhun ölmeyeceğini; nefsin öleceğini alenen ifade ediyor. Nefis, kandan meydana gelen ve nefes alıp veren yapı demektir. Demek ki beden ölür, ruh uçar. Yunus Emre’nin (KS) dediği gibi:

Ölür ise ten ölür

Canlar ölesi değil.

Bu mevzuya şöyle de bakabiliriz: Biz şu an ruh ve cesed beraberiz. Okuduğumuz Kur’an ruhumuza nur, kalbimize feyiz, aklımıza ilim, nefsimize telkin, cesedimize ise sükûnet, tertemiz bir kan ve bol oksijen sağlar. Kişi öldüğünde ise, bedeniyle ruhu ayrılırlar. Tıpkı uyuyan kişinin ruhunun cesedinden ayrılması gibi…[4] Eğer uyuyan kişi uykusunda ölseydi, ruhu da gittiği âlemde kalırdı. O rüya âleminden, ilk olarak misal âlemine sonra da berzah âlemine götürülürdü. “ Ve enne’s-sâate âtiyetun lâ raybe fîhâ ve ennallâhe yeb’asu men fî’l-kubûr. [5] ( Kıyâmet saati ve ânı hakikaten gelecek ve Allah, kabirlerde bulunan her şuurlu kişiyi diriltecek ) âyeti, kabirde bulunan kişinin şuurunun kapanmadığını gösterir. Arapça’da “ men ” zamiri, şuur sahipleri için kullanılır. İnsanın şuuru, uyku esnasında, dış dünyaya kapanıp manevi âleme açılır. Hadisin bildirdiği üzere ölüm, uykunun kardeşidir.[6]

Uykuda, uykuda olduğunun farkında olan kişi açısından uyku ile girilen âlem gerçek âlem değildir. Bu kişi, dış dünyadan gelecek tepkileri duyabilir bir pozisyondadır. Şuuru bu dünyada kalıp cismi ölen şehidlerin durumu buna benzer. Bu açıdan Kur’an şuuru bu dünyaya kapanmayan, bu âlem ile bağları kopmayan ruhlar olan şehidlere “ ölü ” demeyi yasaklar.[7] Gerçek ölü dediğimiz kişiler ise, uykuda olup uyuduğunun farkında olmayan, dış dünya ile bağı tamamen kopan ruhları ifade eder. Fakat insan “ derin uyku halinde ” dahi dış dünya ile etkileşim içindedir. Onu ısıran sineği, sırtına sağlanmış bir mızrak olarak algılar.[8] Bu açıdan ölen bir kişinin dış dünya ile her halükârda bağlantısı vardır. Gerek şuur-üstü planda gerek şuur-altı cihette… Madem şuur hakikati, tamamen uyanıktır. Ve dış dünya ile alış-verişi olan yapıdadır. O halde kabirdeki her ruh, ister şehid ister mevta olsun, dış dünyadan etkilenir. Onun evi hükmündeki mezarını ziyaret edip kendisiyle temasa geçmeye çalışan kişi ile arasında alış-veriş olur.

Ölen kişinin manevi diriliğine göre bu ziyaret, maddi ziyarete yakın tesir uyandırır. Bir hadis-i şerif bunu bize açar. Hz. Peygamber (ASM) der ki: “ Beni vefatımdan sonra ziyaret edenler, hayatımda ziyaret etmiş gibidir  ”[9] Hem Kur’anın “ Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz. Onlar diridirler. Fakat sizin şuurunuz bunu idrak edemez[10] âyetinden yola çıkarsak mesela Hz. Hamza’nın (RA) veya Ulubatlı Hasan’ın kabrini ziyarete gitmek, bir diriyi ziyaret etmektir. Onlara ölü diye bakmak, Kur’ana göre haramdır. Okunan Kur’an ise iki diri taraf arasında hediyeleşmedir.

Bu açılardan bakılınca şunu rahatlıkla diyebiliriz: Ruhun şuurunun yerinde olduğu, diğer ruh sahipleriyle maddi ve manevi temasta olduğu bu dünyada Kur’anın şifa ve rahmet olarak insana fayda verdiği tecrübeyle sabit ve nass-ı Kur’an ile kat’idir. Buna mukabil ruhun şuurunun açık olduğu, manevi açıdan diğer ruhlarla ve maddi hayattaki insanlarla temasının devam ettiği kabir hayatındakilere “ Kur’an fayda vermez ” demek bir yanılgıdan ibarettir ve hiçbir dinî dayanağı olmayan bir iddiadır. Kur’an bu noktada hem bir tehdit hem bir ikaz olarak der ki: “ Allah’ın gazabına uğrayanlar ve bu özellikte olan maddeci Yahudiler[11], Âhiret konusunda ümitsizlik içindedirler, tıpkı kabirlerdeki şuuru yerinde olan ruhlar konusunda ümitsizlik içinde olan kâfirler gibi… [12]

Demek ruh ölür demek, küfürdür. Onlarla aramızda temas olmaz demek de, kâfirliktir. Onlara bizden fayda olmaz; onlardan bize fayda gelmez demek de küfürdür. Bütün Allah dostları kabir ziyaretinin faydası olarak derler ki: “ Bizden onlara dua, hayır, sadaka yükselir; onlardan bize nur, bereket ve feyiz gelir. [13]

Bediüzzaman Said Nursi’nin tespit ettiği üzere dünyada kılınan namazlar, okunan Kur’anlar, yapılan iyiliklerin nuru ve kudsiyeti kabir hayatında kişinin manevi rızıklarıdır.[14] Hayatın olduğu her mekânda –ister maddi ister manevi– mutlaka rızık ve kuvvet ihtiyacı vardır. Topraktan yaratılan maddi beden topraktan yaratılan rızıklarla beslendiği gibi; nurdan yaratılan ruhun da gıdası nurdur ve nur mahiyetinde olan ilim, hikmet, ibadet v.s. gibi ebedî hakikatlerdir. On binlerce rüyada görülmüştür ki, ölen bir kişi yakınlarının rüyasına girer “ Ben, açım. Beni doyurun ” der. Sonra yakınları tarafından onun adına yapılan hayırlar, okunan Kur’anlar sonrasında “ Şimdi rahatım, doydum. Allah razı olsun ” dediği binlerce kez vâkidir. Bu durum Müslümanlar, semavi dinlere bağlı dindar halk tabakası açısından o kadar barizdir ki, izaha gerek yoktur. Fakat asrımızın materyalist ve gözüyle gördüğüne değer veren bozuk algısı maalesef bu aleni mevzuyu bile sorgulatıyor.

Bu izahlardan anlaşıldığı üzere Kur’anın ölmüş kişilere kesinlikle faydası vardır. İsra sûresinde belirtildiği üzere manevi açıdan hasta olanlara Kur’an şifadır. Sağlıklı olanlar içinse Kur’an onları manevi ve maddi açıdan geliştirici bir rahmettir. Bu manada kabirdeki kişi manevi günahlarla hastalanmış bir kişi ise, Kur’an ona şifadır. Eğer sağlıklı biri ise, Kur’an ona rahmet olacaktır. Başka âyetlere göre de Kur’an dengeli bir hayatı hediye getiren bir “ hüda ”[15]; insanı korku ve üzüntülerden kurtaran bir “ nur ”[16]; insana manevi zevk bahşeden bir “ zikir ”[17]; insana hakkı ve hakikati gösteren bir “ Furkan ”[18]; insana hakiki hayatı hibe eden bir “ ruh ”[19]; insanı hiçlikten kurtararak ona ebediyet ihsan eden bir “ hakk ” tır.[20]

Kur’an surelerinin şifa yönü çok kapsamlıdır. Her bir sureyi yazamayız. En çok bilinen bazılarını yazmak yeterlidir diye düşünüyoruz.

Her biri vahye dayanan hadis-i şeriflerde Hz. Peygamber (ASM) şöyle der: “ Ölülerinize, Yâsin suresini okuyunuz[21] ve “ Her şeyin kalbi vardır. Kur’anın kalbi ise, Yâsîn suresidir. [22] Bu ifadeler bize gösterir ki, Yâsîn suresi ile kalb arasında köklü bir ilişki vardır. Bu sırrı çözen ümmet-i Muhammed’in (ASM) âlimleri, ârifleri ve evliyaları Yâsîn suresini hayatları boyunca okumuş ve kalb yaralarını tedavi etmişlerdir. Kalbin yaraları üzüntüler, hasretler, maddi günahlar, vesveseler ve saire kişiyi zihin ve duygu açısından sarsan şeylerdir. Bütün tarikatler ve hakikat yollarında Yasin suresi, temel bir günlük virddir.

Tebâreke denilen Mülk sûresi ise hadis-i şerifte de bildirildiği üzere Kabir sûresidir ve kabir azabına engeldir.[23] Bu açıdan kabir azabından korunmak isteyen dirilerce okunabildiği gibi, kabirdeki kişilerin azabı konusunda da okunabilir. Hz. Peygamber (ASM) uykuyu, kendisi için bir ölüm olarak gördüğü; uyuyan cismi bir kabir gibi algıladığı için uyumadan önce mutlaka Tebareke ve Secde surelerini okurdu.[24] Tâ ki kabir azabı hükmünde korkulu rüyalar ve kâbuslar görmesin.

İhlas sûresi ise kişiyi manevi bütün sıkıntı ve hallerden kurtaracak, her şeyi Allah’tan görecek ve gösterecek bir nura ve manevi göze kavuşmak için bir şifadır. İhlas, kelime olarak lügatta, bütün manevi engel ve bağlardan kendini ve başkasını kurtarmak demektir. Surenin önemini kavrayan bazı sahabeler ömür boyu kıldığı her namazın her rekatında İhlas suresini okumuşlardır. Muaviye el-Leysi (RA) gibi…[25] İhlas ve sıdk, maneviyatın üstünde durduğu iki ana kolon olduğu için bütün tarikat ve hakikat yolları İhlas suresini daimi vird edinmişlerdir.

Felak suresi, içeriğinden de anlaşıldığı üzere insanı, onu çevreleyen dünyanın şerlerinden koruyucudur. Bu çevre tarafından insanda açılmış yaralara da şifadır. Bu manada Felak suresi insan açısından psikanalitik bir tedavi sürecinin anahtarıdır.

Nas sûresi ise, insanın iç dünyasındaki nefis, benlik, vehim, şehvet ve öfke gibi kötülüğe açık yapıların şerrinden koruyucudur. Bu enfüsî cihetler tarafından insanda açılmış vesvese, şüphe, kuruntu, halüsinasyon gibi yaralara da şifadır. Bu manada Nas suresi psikoterapik bir tedavi sürecinin ana unsurudur.

Felak ve Nas sureleri, insanı enfüsî ve âfâkî bütün şerlerden koruduğu ve açılmış yaraları tedavi ettiğinden muazzam özellikte bir dua ve vahiydirler. Hz. Peygamber (ASM) bu konuyu şöyle ifade eder: “ Bana bazı âyetler indirildi ki benzerleri görülmemiştir: ‘ el-Muavvizeteyn. ’ ” [26] Muavvizeteyn, lügatta, insanı koruyucu iki dua ve araç demektir. Felak ve Nas suresi, hissî ve cismanî tehlikelerden koruyucudur. İnsanın bir boyutu ise, fikirdir. Fikrî tehlikelerden korunma ve Allah’ı hakkıyla tanımayı ise İhlas suresi ifade eder. Bundan dolayı Hz. Aişe-i Sıddıka’nın (R.Anhuma)  rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber (ASM) İhlas-Felak-Nas surelerini “ muavvizât ” ( koruyucular ) şeklinde bir tiryak olarak ümmetine bildirir.[27]

Fâtiha sûresi ise, içerdiği muhteşem ve ölümsüz dua ile insanı dengeye getiren, insanı bütün kötülüklerden koruyup bütün hayır kapılarını ona açan bir sûredir. Bu anahtar yönünden dolayı Fâtiha suresin namazın her rekâtında okunur. Tâ ki namazın etkileri insana açılsın. Bu sayede kişi şifaya, feyze ve nura kavuşsun. Fâtiha suresi maddi açıdan dahi şifadır. Bu yöne dair Hz. Peygamber (ASM) döneminde meşhur bir vak’a yaşanır. Sahabelerin âlimlerinden olan ve vak’anın bizzat şahidi olan Ebu Said el-Hudri (RA) anlatıyor:

“Biz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönderdiği askeri bir seferde idik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir hizmetçi gelip:

«–Kavmimizin efendisini zehirli bir yılan soktu. Onunla meşgûl olacak erkekler de şu anda yanımızda değil. Sizde rukye yapan (tedâvi maksadıyla Kur’ân ve dua okuyan) biri var mı?» dedi.

Bunun üzerine bizden, rukye husûsunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla birlikte gitti ve hastaya okuyuverdi. Adam iyileşti. Okuyan arkadaşımıza 30 koyun verdiler. O da bize onların sütünden içirdi. Kendisine:

«–Sen rukye[28] yapmasını bilir miydin?» diye sorduk.

«–Hayır, ben sâdece Fâtiha Sûresi’ni okuyarak rukye yaptım.» dedi. Biz ona:

«–Rasûlullâh’a sormadan bu koyunlara dokunma!» dedik.

Medîne’ye gelince durumu Peygamber Efendimiz’e anlattık. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Fâtiha’nın rukye olduğunu sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!» buyurdu.” [29]

Hz. Peygamber (ASM) kendine bir hisse ayrılmasını haklı olarak istedi. Çünkü Kur’anla şifa dağıtma işi, dinin bir sosyal cihadıdır. Koyunlar ise, ganimettir. Ganimet ise, taksim edilir ve Resulullah’ın (ASM) her ganimette payı vardır.[30]

[1] Sahih-i Buhari, XIV/6344.

[2] İsra suresi, 82. Bu âyet Kur’anın hasta müminler için “ şifa ”, sağlıklı müminler için, ferdî ve sosyal hayatta muvaffak kılıcı bir “ rahmet ” olarak sürekli nüzul ettiğini ifade eder.

[3] Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebut, 29/57.

[4] Zümer suresi, 42.

[5] Hacc suresi, 7.

[6] Beyhakî, Şuabü’l-iman, 4/183.

[7] Bakara suresi, 154.

[8] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, 28. Âyet, Kabir Azabı Bahsi.

[9] Dârekutnî, II, 278, nr. 192; Beyhakî, Şuâbü’l-îmân, III, 488, nr. 4151; es-Sünenü’l-kübrâ, V, 246.

[10] Bakara suresi, 154.

[11] Kur’anda Allah’ın gazabına uğradığı belirtilenler 3 sınıftır: Münâfıklar, müşrikler ve mümin Yahudiler… Münâfık ve müşrikler, kâfirdirler. Âyetin arka cümlesi, kâfirlerden bahsettiği için; bu ilk cümleyi mümin olup Allah’ın gazabına uğramış olan Yahudiler diye tefsir ettim.

[12] Mümtehinne suresi, 13.

[13] Sözler, 15. Şua, 2. Basamak.

[14] Sözler, 7. Söz; 21. Söz, 1. Makam, 2. ve 4. İkazlar.

[15] Bakara suresi, 185; Nahl suresi, 89; Neml suresi, 77; Yunus suresi, 57; İsra suresi, 82.

[16] A’raf suresi, 157; Maide suresi, 15.

[17] Nahl suresi, 44; Hicr suresi, 9; Yasin suresi, 69; Sad suresi, 1; Kamer suresi, 25… Hz. Peygamber (ASM) Cevşenü’l-Kebir duası 48. Bab’da Rabbine şöyle seslenir: “ Ya men zikruhu hulvün ” ( Ey zikri, zikredene zevk ve lezzet veren Zât-ı Mezkûr-u Mutlak. )

[18] Furkan suresi, 1.

[19] Şura suresi, 52.

[20] Maide suresi, 48; Nisa suresi, 105; Zümer suresi, 2; Şura suresi, 17.

[21] İbn Mâce, “Cenâʾiz”, 4; Ebû Dâvûd, “Cenâʾiz”, 24.

[22] Ah­med, V, 26.

[23] Tirmizi, Fedâilil-Kur’ân 9; Ebu Davud, Salât, 322; İbn Mâce, Edep, 52.

[24] Tirmizi, Fedâil’ül-Kur’an, 9.

[25] İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, c. IV, Muaviye el-Leysi ( RA) maddesi.

[26] Müslim, “Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 264, 26.

[27] Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 14; Müslim, “Selâm”, 50, 51

[28] Sözlükte “yukarı çıkmak; okuyup üfleyerek tedavi etmek” mânalarındaki rukye (raky, rukıyy) kelimesi terim olarak “şifa veya korunma amacıyla Kur’an’dan bir bölümü, ilâhî isim ve sıfatları yahut bir duayı okuyup üflemek” anlamında masdar ve “üfürük, nazarlık, muska” anlamında isim olarak kullanılır (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “rḳy” md.; Lisânü’l-ʿArab, “rḳy” md.; Kāmus Tercümesi, “rḳy”, “ʿavẕ” md.leri).

[29] Müslim, Selâm, 66, 65; Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 9; İcâre, 16; Tıp, 33, 39

[30] Enfal suresi, 41.

Deccal ve Süfyan Hadislerine Dair Kısa Bir İzah

Soru: Bediüzzaman Said Nursi Şualar kitabında 5. Şua 2. Makam 7. Mesele’de şöyle der: “ Rivayet var ki, Süfyan büyük bir âlim olacak; ilimle dalalete düşer ve çok âlimler ona tâbi olacak. ” Burada Said Nursi’nin anlatmak istediği tam anlamıyla nedir? Günümüzde bütün bu vasıfları taşıyan var mıdır?

Cevap: İnsanlık âlemi içinde ortaya çıkıp insanları aldatmakla, yalanlarla kandırmakla Allah yolundan çekip almaya çalışan kişi ve rejimlere Hz. Peygamber (ASM), vahye dayanarak, “ deccal ” diyor. Bu kelime ile aynı kökten olan Dicle nehrine de, aldatıcı olduğu için Dicle denilmiştir. Çünkü derin gözükmez; fakat akıntısı hızlıdır. Bu yüzden o masum görüntüsüne aldanıp karşıya geçmeye çalışanları akıntı sürükleyip boğar. Deccallik de insanların ruhunu boğan böyle bir akımdır.

Said Nursi bir hadis uzmanı olarak olarak, bu konuya dair bütün hadisleri tahlil eder. Sonrasında çok kritik bir tespitte bulunur: “ Deccaller, İslam ümmeti ve toprakları dışında olur. Süfyanlar ise, İslam ümmeti içinden çıkar.[1] Bu manada Hz. Peygamber (ASM), amcası Hz. Abbas’ın (RA) soyundan gelenlerin bir devlet kuracağını, o devleti Deccalin yıkacağını haber veriyor.[2]

Evet Abbasiler bir devlet kurdular. 1258 yılında Moğollar adında vahşi ve kâfir, aldatmakla ve kandırmakla etrafı istila eden güruh onları yıktı. Öyle ki, Bağdat’ı istila ettiklerinde Dicle ve Fırat nehirleri, bir hafta boyunca kan renginde akmıştır. Çünkü kadın-erkek-çocuk-yaşlı herkesi öldürüyorlardı. Bununla da kalmadılar. Bütün kütüphaneleri yıktılar; kitapları Dicle ve Fırat nehirlerine attılar. Dicle ve Fırat bir hafta da mürekkep renginde aktı diye tarihi kaynaklara geçmiştir. Demek Deccallerin hususiyeti, insanlık ve kitap düşmanlığıdır. Hadisin bildirdiği üzere 13. yüzyılın deccalleri Cengiz Han ve Hülagü’dür.

En büyük deccal ise, Ahirzamanda gelecek, Kuzey Kutbuna yakın bir bölgeden güneye doğru yayılmaya başlayacak diye hadiste bildiriliyor.[3] Ki, tam manasıyla Komünizme tekabül ediyor. Bu manada komünizm, onun kurucu ve devam ettiricileri kimse en büyük deccal de odur.

Hadiste insanlık dünyasında 27 veya 30 deccal geleceği ifade edilmiş.[4] Demek çeşitli asırlarda, çeşitli bölgelerde insanlığın imanına saldıran kişi ve rejimler ortaya çıkacak. “ La mehdiye illa İsa [5] ( İsa’dan başka Mehdi yoktur ) hadisi bir şifre verir. Ki, böyle kişilerle Hz. İsa (AS) veyahut Onun yaşantısını sergileyen kişiler ancak mücadele edebilir. Nitekim Moğol belaları ile o devirde mücadele eden Mevlana Hz.leridir. Ki yaşantısı Hz. İsa’ya (AS) çok benziyor. Moğollarla kılıçla değil, kalemle ve diliyle mücadele etmiş; onların Müslümanlığına vesile olmuştur. Bu manada o asrın Mehdisi, Hz. Mevlana’dır (KS).

Ahir Zaman’da gelecek Mehdi’nin de aynen Hz. İsa (AS) gibi, zühd ve uhrevilik, ruhanilik ve şefkat ile donanmış olması gerekir ki, Büyük Deccal ile mücadele edebilsin. Nitekim öyledir.

Süfyan konusuna gelince… Hz. Ali (RA) ümmet içinden çıkacak, münafıklık yaparak başa geçecek, dış güçlerin veya şeytanın maşası olarak İslamiyete hıyanet edecek, İslamın sosyal hayata bakan kanun ve emirlerini, alamet ve sembollerini sosyal hayattan kaldırmaya çalışacak kişilere “ Süfyan ” ismini takar. Ercûze Kasidesi’nde Onun yapacağı icraatları detaylıca haber verir. Süfyanların en büyük özellikleri Müslümanları yalnızca dünyaya, dünyevi zenginleşmeye, maddi açıdan kalkınmaya çağırmaları; onlara tabi olmayanları makam ve servet teklifiyle iknaya kalkışmaları; bu teklifi de reddedeni kırbaçla ve şiddetle bastırmaya çalışmaları; o da olmazsa öldürmeye teşebbüs etmeleridir. Hem israfçıdırlar ve halkı da israfa teşvik ederler… Bu özellikleriyle onlar bilinirler.

Süfyan ile mücadele edecek kişinin, en büyük vasfı doğruluk ve ihlası, dini tam manasıyla yaşaması, iktisadlı oluşu, ilim ve hikmet sahibi olması; uhrevi kalkınma esas olmakla beraber dünyevi kalkınmayı da tavsiye ve teşvik etmesidir. Bu manada Süfyan, tek gözlü ve tek dünyalıdır[6]; Mehdi ise iki gözlü ve iki dünyalıdır.

Süfyan ve taraftarları kendileri özlerinde dini terk ettikleri gibi dinle alay edip dinî değerleri halkın gözünde de düşürmeye de çalışırlar. Buna mukabil onlara din düşmanı diyenlere “ Biz de Müslümanız ” şeklinde kendilerini savunurlar. Bu yapılarından dolayı münafıktırlar. Bakara suresinin 8-20. Ayetleri arası onların özelliklerini anlatır.

Süfyanın temel bir özelliğini sorudaki hadis rivayeti anlatır. Hadise göre Süfyan ilmin bir çeşidi ile hakikatten sapacak; çevresindeki âlimleri de saptıracak… Bediüzzaman yaşanan sosyal hadiselerin ışığında bu ilmin, fen bilimleri olduğunu ifade ediyor. Çünkü kâinatı, tevhid bakışı ile görüp incelemeyen kişiler için fen ilimlerinin, ruhu boğucu bir bataklık olduğunu yaptığı binlerce ciltlik okumalarla görüyor. Ayrıca dinî ilimleri okuyanlar fen ilimlerini bilmedikleri için, dinin anlattığı meselelerin karşılıklarını kâinatta okuyamazlar. Fenlerin bazı anlattığı şeyler dinin anlattıkları ile çelişiyor gözüktüğünden ve propaganda neticesi fenlerin her dediği değişmez doğruymuş gibi kabullenildiğinden o hocaların bir kısmı, dinin ne dediğini anlayamadıkları ifadelerini terk edip insan aklının ürünü olan fenleri kesin doğru kabul edip yoldan çıktılar. Başkalarını da yoldan çıkardılar. Bu yüzden Süfyan ve rejimi eğitim, medya, gazete ve kitaplar yoluyla herkese bu bozuk düşünceleri aşılar.

Fenlerin bulduğu kesin doğruları zaten dinde de bulabiliyoruz. Fakat çoğu fende doğrular daha aranıyor. Mesela ben iktisad mezunuyum. Yıllardır iktisadî okumalar yapıyorum. İktisad bilimi, 5-6 değişmez doğru ve kanun bulmuş. Bunların hepsi dinin içinde var olan doğrular ve kanunlardır. İktisad ile din barışıktır. İktisadın anlamadığı ve anlatmadığı çok sayıda doğru dinde ifade edilmiş. Şu an iktisad bilimi o doğruları arıyorlar. Demek fenler adamı saptırmaz. Fakat sapmak isteyeni saptırırlar.

Süfyanla mücadele eden kişi ve sisteme, Mehdi denilir. Mehdi kelimesi Arapça’da, kendisi özel bir şekilde hidayete ermiş; Kur’anın hidayet nuruna kavuşmuş ve o nurla dirilmiş, etrafındaki insanları da hidayete erdiren kişi ve sistem demektir. Mehdiyet, öncelikle manevi liderlik ve imamettir. Sonrasında maddi iktidar ve hilafet demektir. Fakat aslî cephesi, düşünce-duygu-fizik yaşantıda itidal ve denge üzere olması; sırat-ı müstakim halini her hâl ü kârda üstünde taşımasıdır.

Hadisin bildirdiği üzere Mehdi, âl-i beytten olacaktır.[7] Yani ya neslen veya ruhen nur-u Muhammedî’yi (ASM) taşıyacaktır. En azından Selman-ı Farisi (RA) gibi, ehl-i takva, hakikat aşığı, nefsini ve benliğini Allah’a adamış ve feda etmiş biri olacaktır. Malumdur ki Selman-ı Farisi Hz. Peygamber’e (ASM) göre ehl-i beyttendir.[8] Sünnet-i Seniyyenin hizmetkârıdır.

Bu noktalardan diyebiliriz ki Süfyan ile mücadele edecek kişinin, en azından Selman-ı Farisi gibi ehl-i beytten olup Muhammediyet ruhunu taşıması ve Sünnet-i Seniyyeyi yaşayarak Fıtratla bütünleşmesi… Fenleri Süfyandan daha iyi bilerek, onun aklının ve imanının boğulduğu yerde hakikatin nurunu görüp gösterebilmesi gerekir. Ki, tam manasıyla hizmet edebilsin. Aksi takdirde mağlup olur.

Deccallik ve Süfyanlık birer hakikat, kanun ve semboldür. Her devirde böyle kişiler olmuştur. Kıyamete kadar da olacaktır. Her insan bu sıfatları küçük çapta taşıdığı gibi, yöneticiler ve âlim kişiler bu sıfatlara daha yakındırlar. Çünkü hadislerin bildirdiği üzere Deccal ve Süfyan kitlelere hitap edecek kişilerdir. Bundan dolayı baştaki kişiler, ya deccal olur ya İsa (AS) gibi olurlar; ya Süfyan olurlar veya Mehdi gibi olurlar. Sıradan halk daha güvendedir. Fakat baş olmak, imtihanı ve belayı üstüne çekmek demektir. Allah bütün insanlığın başındakileri birer İsa (AS) veya Hz. Mehdi gibi kılsın diye dua etmek gerekir.

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 15. Mektub, 3. Sual.

[2] Alâuddîn el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl: 14:271, hadîs no: 33436.

[3] bk. Müslim, Fiten: 110; Ebû Dâvud, Melâhim: 14; Tirmizi, Fiten: 59; İbn-i Mâce, Fiten: 33; Müsned, 4:181.

[4] Müslim, İmaret, 170: Ebu Davud, Fiten, (4252. Hd) Tirmizi, Fiten (2203,2220,2230)

[5] el-Berzenci, el-İşâa’ fi Eşrâti’s-Sâa’: s.112.

[6] Ebu Davud 4320.

[7] Hafız Eskalani “et-Tehzib” c. 9, s. 144’de (Haydar Abad bas.), İbn-i Hacer-i Heysemi, “Es Savaik”, s. 165 (Mısır bas.), Muhammed b. Resul Berzenci “el-İşaatu li Eşrat-is Sae” (s. 87, Mısır bas.)

[8] Müslim, Sahih, K: 44, H.No: 230.

Allah’ın Varlık ve Birlik Delili Olarak Evrensel Faaliyetler-2

İlâhî İcraatlar ve Temel Hakikatler

Bediüzzaman tevhid delillerine şöyle devam ediyor: “ Bunlar gibi çok kavânin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte, faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör, herbir kanun bir burhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber, hem vâhid, hem muhît olduğu için, Sâniin vahdâniyetini ve ilim ve iradesini gayet kat’î bir surette ispat ederler.

Kanunlar, Allah’ın ilim ve iradesi sıfatlarının eseridir. Bu manada sünnetullah, Allah’ın hikmetidir. Sünnetullah ve kanunlar ile Allah nesneleri belirli bir nizam ve intizam, sebep-sonuç bağı altına alır. Mesela “ Bir şeyi itersen gider, çekersen gelir ” bu bir sünnetullah ve nizamdır. Asla itilen şey gelmez, çekilen şey ise gitmez. Bu sebep-sonuç bağı her şeyi hükmü altına alacak şekilde olunca kanun oluyor. Başta denilmişti ki, insanların koydukları kanun sadece insanlara hükmederken Allah’ın koyduğu kanun zerrelerden bütün kâinata kadardır.

Mesela “ Küllü şey’in hâlikün illa vechehu[1] ( Her şey ve nesne helak olucudur. Allah için olan yönü hariç… ) Bu âyetteki “ helak ” kelimesi, bir şeyin gücünün tükenmesi demektir. Yani kudretin onun üzerindeki görünüşünün günden güne azalmasıdır. Bizim maddemiz, kudret-i İlahinin tecellisidir. Eskime, yıpranma, paslanma ve çürüme nesnelerdeki kudretin tükenişidir. Bu helak ( tükeniş ) kanunu canlılarda da geçerlidir. Acıkmak, hali kalmamak, gözünün feri gitmek hep bir tükeniştir. Toplumların çöküşü, bir tükeniştir. Kur’an Hz. Yusuf’un (AS) hastalanarak vefat etmesine “ helak ( tükeniş ) ” diyor.[2] Ayetin de ifade ettiği üzere helak bir kanundur. Allah’ın bir ismi “ Mühlik ” tir. Canlı-cansız, küçük-büyük her şey bu İlahî kanuna tabidir. Fakat yerçekimi kanunu gibi bu kanun da her nesneye ve canlıya özel olarak tecelli eder. Canlılar için ecel, helak kanununun kendi hükmünü icra etmesidir. Ortalama ömür o canlı türündeki yaşama süresinin ortalamasını verir. Fakat bazıları 15 yaşında helak olur; bazısı 45, bazısı 75… Bazısı kanserden, bazısı diyabetten, bazısı veremden, bazısı ishalden, bazısı zatürreeden… Fakat günden güne o beden erir. Bir gün gelir, ruh kuşu ten kafesinden uçar. Bu kanun yıldızları de günden güne öldürür. Devletleri de öldürür. Milletleri de… Kaç milletin nesli kesildi! Kaç medeniyetin dili unutuldu! Kaç semavi dinin mensubu kalmadı! Bütün bunlar gösterir ki, helak bir kanun olup yaratılmış her şeyi hükmü altına alan bir kanundur. Ayet diyor ki, “ Bu kanun senin cismin ve cismaniyetin için de geçerlidir. ” Eğer Onun rızasına, teveccühüne bakan yönü elde etmezsen bu tükenişle bitecek ve acılarda boğulacaksın. Fakat Onun Zâtına odaklanır, Onun rızasına kilitlenirsen ve Ona göre yaşarsan o vakit başkasının tükendiği yerde sen yeni bir yapılanmaya ve dirilişe geçersin. Firavunun bittiği ve tükendiği yerde Musa (AS) ve ümmeti dirilişe geçtikleri gibi; Lut kavminin helak olduğu günün, Hz. İshak’ın (AS) ve Yahudiliğin doğuş günü olması gibi…  Çünkü Allah’a bakan yönü buldu ve bildiler. Ona göre yaşadılar.

Temsiller, Külliyet ve Zaman-üstülük

Said Nursi temsil ve misallerle meseleleri anlatmasını şu şekilde açar: “ İşte, ekser Sözlerde ekser temsilât, böyle kanunların uçlarını birer cüz’î misalle göstermekle, müddeâda aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsille kanunun tahakkuku gösteriliyor; burhan-ı mantıkî gibi yakinî bir surette müddeâyı ispat eder. Demek, Sözlerdeki ekser temsiller birer burhan-ı yakinî, birer hüccet-i katıa hükmündedir.

Burası mühim bir konu… Kur’anda, Hadislerde ve Risale-i Nur Külliyatındaki temsillerle meseleleri anlatmanın mantığını veriyor. Temsil, hakikatleri yaşanan veya yaşanabilir şeyler üzerinde anlatma ve göstermedir. Fakat yaşanmışlarda göstermek en etkili olanıdır. Bu açıdan Kur’an yaşanmışlardan temsiller yapıyor. Bütün peygamber kıssaları ve sosyal hayat içinde devamlı karşılaşılan ve yaşanan misaller kişinin gözünün önüne hakikati getirmenin en kısa yoludur. Bu şekilde değil akıl, göz bile hakikati görebilecek hale gelir. Yaşanan şeyler ve özellikle peygamber kıssaları herkesin çeşitli suretlerde yaşadığı vakaların birer şablonu olur. Çünkü hayatın olduğu yerde cüz’î-küllî meselesi gündeme girer. Birey ve tür gibi… Külliyetin olduğu yerde tarihsellik ortadan kalkar. Hayat, hakikatin kendini ifade ettiği külliyet tarlasıdır. Madde ve vücudda, zamana bağlılık vardır. Fakat hayatta, İbn-i Haldun’un vurguladığı gibi, periyodisite (tekerrür) söz konusudur. Hayat bu manada, zamanın ruhudur. Zaman da hayat gibi, daireseldir. Aynı şartlarla karşılaşınca aynı veya benzer sonucu verir. Bu noktada farklı zamanlarda yaşanan özü aynı hadiseler, aynı ruhu taşıyan farklı kişiler gibi olurlar. Ahmed, Mehmed, Ali, Hamza farklı kişiler olsa da hepsi insanlık denilen külli ruhu taşıyorlar.

Bu noktada diyebiliriz ki kardeşlerinden zarar görüp farklı memlekette yaşamaya mecbur olan her insan Yusuf (AS) ruhunu o hadisede taşıyor demektir. O konuda rehberi de Hz. Yusuf (AS) olur. Ailesince terk edilen, cami içinde kundağıyla zaman nehrinin akışına bırakılan ve yetiştirme yurduna verilen her çocuk da Hz. Musa (AS) ruhunu taşıyor demektir. Temsiller bu manada bütün zamanlarda, bütün toplumlarda meydana gelen bu külli vakaların ve insanlığın realitesi olan işlerin birer canlı modelidir. Bunların temsilcisi olan kişi ve yaşadığı vaka ise o konunun prototipi oluyor. Ya da dini tabirle “ nümune-i evvel ” i…

Bu usul tevhidi ispat yöntemleri içinde en güçlülerinden birisidir. Çünkü kişiye hakikati hem bulduruyor, hem de hayat içinde o hakikat nasıl görünür onu da ispat ediyor. Doğrudan doğruya kişiyi “ ehl-i hakikat ” ve “ ehl-i hakk ” yapıyor. Bu metod Kur’anın bir mucizelik yönüdür. Mevlana Celâleddin-i Rûmî Hz. leri de Kur’anın bu cephesini ders aldığı için Mesnevi-i Şerif kitabında meseleleri temsillerle anlatmış. Bu yönüyle asırlardır insanlara rehberlik yapıyor.

Mantık bilimi tabiri olan bürhan ve hüccet, ispat yöntemi olarak kullanılırlar. Bürhan, kıyaslama tarzıyla bir meseleyi ispat etmenin en güçlü yoluna verilen isimdir. Hüccet ise, bir konuya dair yapılan haritavari araştırma ve bağlantıları kurma sonucu yapılan ispatlama tarzıdır.  Bürhan, hüccetten daha güçlüdür. Üstad’ın Külliyatta kullandığı temsil metodu bürhan seviyesinde bir ispat tarzıdır. Ki, Kur’andan ders alınmıştır.

Üstad’ın Külliyatta kullandığı temsiller hep bu akış ve ispat üzere gidiyor. Yaşanan hayattan misaller verdiği için kimse reddedemiyor. Ayrıca o temsillerin dayandığı hakikatleri, hakikatlerin zaman-üstü ve baki oluşunu gösterdiğinden ebedî Âhiretin de kapısı oluyorlar. Temsil konusu hakkında Bediüzzaman bir sual üzere şöyle cevap verir:

Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor.”

Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i’câz-ı Kur’ân’a (Kur’anın mucizeliğine) ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ (çekinmeden) derim:

Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir.[3] Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehâdettir, şuhuddur. Taklid değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye ( imanın temelleri ) mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye ( fenlerden gelen sapkınlık ) elini esâsâta ve erkâna ( dinî ana konulara ) uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından bir şulesini (alevini), acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan etti.

Felillâhilhamd ( Allah’a hamd olsun ki ), sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle ( birlik cihetiyle ), en dağınık meseleler toplattırıldı.

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike ( hakikatlere ) kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye ( gaybî hakikatlere ), esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imanî ( imanî kesinlik ) hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ( kurgu gücü ) ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır ( parıltılarındandır). Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.[4]

                                                                                                                                              Erdem AKÇA

[1] Kasas suresi, 88.

[2] Mü’min suresi, 34.

[3] Said Nursi’nin burada kullandığı tasavvur ve tasdik tabirleri dimağda ilmin mertebelerine verilen mantık bilimi tabirleridir. İlmin mertebelerini ve onlardan çıkan ruh hallerini Said Nursi şöyle sınıflandırır: “ Dimağda merâtib (mertebeler) var birbiriyle mültebis (karıştırılmış), ahkâmları muhtelif… Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul (akıl yürütme), sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizâm (hakka taraftarlık), sonra îtikad gelir. İtikadın başkadır, iltizâmın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet (ruh hali): Salâbet (kemikleşmiş bilinç) îtikaddan, taassub ( duygularıyla taraftarlık) iltizâmdan, imtisâl ( hakikati yaşamakla örnekleşme) iz’andan, tasdikten iltizâm (hakikate taraftarlık), taakkulde bîtaraf, bîbehre ( hissesiz) tasavvurda, tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine (kaynaşmasına) eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhdir ( yaralamadır ), hem idlâli ( saptırılması )… ” ( Sözler, Lemeat, Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise )

[4] Barla Lahikası, Mahrem Bir Suale Cevaptır.